Euzu billahi mineşşeytanirracim, bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdu lillâhi rabbi-l’âlemîn, vel akibeti lil müttakin, vesselatu vesselamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Ramazanı şeriften önce, son cumartesi dersini bugün yapıyoruz, ilan ettiğimiz gibi, birçoğunuz biliyorsunuz; konumuz; “uydurulan dinde yatsı namazı sonu, sahur ve imsak vaktidir”. Şimdi, bu uydurulan din konusunu neden kullandık? Biraz sonra, onu göreceksiniz. Çünkü Allah-u Teâlâ, Zümer süresinin üçüncü ayetinde der ki; “estaizubillah”, “elâ lillâhiddînul ḣâlis”, “saf din, Allah’a aittir”, dolayısıyla, Allah-u Teâlâ’nın kabul ettiğidir, asıl din ama ondan sonra, Allah’ın dediklerine bir takım ilaveler veyahut ta çıkarmalar yapılmışsa o, saf din olmaktan çıkar.
Şimdi, uzun zamandır Türkiye’de namaz vakitleriyle ilgili tartışmalar var, bu tartışmalar çok eskiye dayanıyor ama size çok kısa bir özet verdikten sonra oraya girmek istiyorum. İsra suresinin yetmiş sekizinci ayetinde; Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor, “ekimissalâte li dulûkişşemsi ilâ ġasekilleyl”, “namazı, güneşin dulûkunden ġasekilleyl’e kadar kıl”, güneşin “dulûk’u”; tepe noktasından batıya kayması ki, öğle namazı vaktidir. “ġasekulleyl’de;” gecenin soğuk vaktidir, yani “gece,” havanın soğumaya başladığı vakittir.
Bizim bulunduğumuz bölgelerde; güneş ışınları, o vakitte ufuktan tamamen çekilmiş olacağı için, havada “soğuma” başlar. İnsanlar ve hayvanlar, evlerine giderler, yani yuvalarına giderler hayvanlar, insanlar da evlerine giderler. “O zamana kadar kıl”, diyor namazını. Sonra da diyor ki “ve kurânel fecr” “ve fecrin kuranında da namazını kıl,” “Kur’an” kelimesi, Arapçada “karae” ya da “karane, ”iki ayrı kökten türetildiği söyleniyor, bize göre “karae’den” türemiştir. “Karae” demek, “cemea” ve “damme”, “birleştirdi ve birbirine ekledi” anlamına gelir, “fecr’de,” “sabahleyin doğu ufkunda ortaya çıkan aydınlık” anlamına gelir. “Kuran”, “o aydınlıktaki ekleme” yani orada gecenin karanlığı olur, güneşten gelen ışıklar bulunur, ondan sonra, bu beyazlık bulunur. Onlar birbirine tamı tamına eklenir, o eklemeyle, o vakitten itibaren, yani kızıl ışık, beyaz ışık ve siyah ışık kümesi; üst üste olduğu an, sabah namazı vakti girmiş olur. Diyor ki Allah-u Teâlâ “inne kurânel fecri kâne meşhûdâ-(17/isra 78)”, “fecrin Kuran’ı meşhuttur”, “meşhut” demek, “gözle görülebilir”, gözünüzle görebilirsiniz.
Kur’an-ı Kerim’in bir metodu vardır; Allah-u Teâlâ diyor ki, “estaizubillah”; “kitâbun uhkimet âyâtuhu śümme fussilet min ledun hakîmin ḣabîr-(11/Hud 1)”, “bu bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmış ve “hâkîm ve habîr” tarafından ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır.” Yani Kuran, ayrıntılı bir şekilde açıklanmış kitaptır. Onun için Allah-u Teâlâ, ona “kitâben mufassala”, “ayrıntılı bir şekilde açıklanmış kitap” vasfında verir. Bunu açıklayan da Allah-u Teâlâ’dır. Açıklamayı kendisi yapmış, “ellâ ta’budû illallah”, “Allahtan başkasına kulluk etmeyesiniz diye”. Şimdi, burada da “kuranel fecr” kelimesinin anlamının ne olduğunu da Allah kendisi açıklamıştır.
Bakın, “kuranel fecr”, burada “fecr” kelimesi geçiyor, “fecrin kuranı” diyor ve “meşhut” diyor. Şimdi bu “meşhut” kelimesine; tefsirlere bakarsanız, efendim işte “sabah namazı kuranı”, sabah namazı kuranı ne demek? Yani Kuranın sabah namazı, akşam namazı diye bir ayırımı olur mu? Kur’an Kur’an’dır. Efendim, “meşhut’a” da bir anlam vermedikleri için, “melekler şahit olur”. Peki, yani meleklerin insanların yanında olmadığı bir zaman mı var? Demiyor mu Allah-u Teâlâ? “mâ yelfizu min kavlin illâ ledeyhi rakîbun atîd”, Kaf suresinde (58. ayet). “ağzından bir söz çıkmaya görsün, yanında onun gözetleyen bir gözetleyici mutlaka vardır” hazır vaziyette bekler.
Peki, şimdi bakın; ayeti, Allah’ın açıklamasındaki farkla, insanların açıklamasındaki farktan başlayalım. Mesela, şeyde “inne kurânel fecri kâne meşhûdâ’ya” ne demiş? Oraya bir bak bakalım ya da ondan değil de O, Diyanet vakfınındı değil mi? Başkanlığının, haa Başkanlığının.
FATİH ORUM: Başkanlığın mealinde şöyle meal vermiş: “güneşin zevalinden öğle vaktinde, batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar, belli vakitlerde namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazı şahitlidir” demiş, ondan sonra buna bir dipnot atmış.
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Sabah namazı şahitlidir” ne demek?
FATİH ORUM: İşte onu açıklıyor dipnotta, diyor ki; bu ayette “güneşin zevali” öğle ve ikindi namazlarının, “gecenin karanlığı da” akşam ve yatsı namazlarının vaktine işaret etmektedir. “Fecr” kelimesi ise, sabah namazının vaktini belirtmektedir. Tefsir bilgilerinin ifadesine göre; “sabah namazının şahitli oluşu, gece ve gündüz meleklerinin, bu namazın kılınışında hazır bulunmaları” demektir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bakın burada tefsir bilginlerine göre, kendileri bir açıklama yaptı. Bu son derece önemli, yani biz neden “uydurma din” diyoruz? Bir kere, bu uydurma; taa baştan başlamış, yeni değil yani şimdi bu; “Diyanet mealindeki ifade” tefsirlerde var. Zaten öyle demişler, tefsir kitaplarından nakletmişler. Bakın Allah ne diyor? “Ben açıkladım” diyor, Hud suresinin iki ayetinde, “ben açıkladım ki, benden başkasına kulluk etmeyesiniz” diyor. Peki, burada açıklayan kim? Tefsir bilginleri açıklıyor ayeti, değil mi? O zaman “meşhut” kelimesine ne diyorlar? “Şahitli.” Neymiş? Melekler şahit olmuşmuş. Eee “Kuranel fecre,” “Kur’an” kelimesine bir mana vermemiş değil mi? vermiş mi?
VEDAT YILMAZ: “Bir de sabah namazını kıl” demiş,
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Kur’an” kelimesi yok, çünkü, “Kuran’ı” yazsa, işin içinden çıkamayacak, o zaman; kelimeyi mealden çıkarmış, görüyor musunuz?
ERDEM UYGAN: Burada sabah vakti demiş.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sabah vakti, eee Kur’an kelimesi, vakit manasına mı gelir? O da, Diyanetin meallerinden. Şimdi değerli izleyiciler. Gerçekten, birçokları bize kızıyor ama ne olursa olsun, şunu çok iyi bilin ki; biz, asla sizi razı etmek için tek kelime söylemeyiz, bunu çok iyi bilin. Yani, izleyiciler bizden memnun olsun, bizi izlesinler, takip etsinler, vakfımızı beğensinler, bizi beğensinler, böyle bir derdimiz “asla ve kata” hiçbir zaman olmamıştır. Efendim, yetkili makamlar, zenginler, itibarlı kişiler, bize şey yapsın. Asla. Zaten oraya iltifatı olan bir kişi, bu noktalarda olmaz. Bizim tek hedefimiz vardır: Allah rızası, ikinci bir şey yok.
Onun için bak, Allah-u Teâlâ diyor ki; “bu bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmıştır.” Muhkem” ne demek? Yani kısa özlü ayetler. “summe fussilet”, sonra o muhkemler açıklanmıştır, kim açıklamıştır? “min ledun hakîmin ḣabîr” “hakîm ve habîr tarafından açıklanmıştır.” Geleneksel kitapların tamamına bakın, muhkemin, açıklamaya ihtiyacı olmadığını söylerler. Haşa Allah bilmiyor, bunlar öğretecekler, bunu söyleyenlere; “din uyduruyorsunuz” diyen kişi, suç mu işlemiş olur?
Bu, Allah’ın sözü, bak muhkemi Allah açıklamıştır. “min ledun hakîmin ḣabîr,” “hakim ve habîr tarafından açıklanmıştır”, niye? “ellâ ta’budû illâllâh”, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye”. Peki, Rasulullah’ın görevi nedir orada? Yani bizim usul kitapların hepsine bakın, Kur’an’ı açıklama görevini, mutlaka Rasulullah’a verir ve ittifak ederler, niye? Çünkü Kur’an-ı Kerim’e söyletemediklerini Rasulullah’a söyletecekler de onun için, ayet uydurmak mümkün değil ama hadis uydurmak mümkün.
Ama burada Allah ne diyor, Rasulullah’a ne dedirtiyor? “innenî lekum minhu nezîrun ve beşîr 11/Hud 2”, ya Muhammed onlara şöyle de: “Ben de sizin için, bu kitaptan olandan alıp, uyaran ve müjde yapan bir kişiyim.” Yani, bu kitabın muhkemini, bu kitabın açıklayan ayetlerini, bu kitaptaki açıklamaları alır, size bildiririm, Allah’ın yaptığı açıklamalar. Allah’ın yaptığı açıklamalar ayrı bir ilimdir. O konuda zaten Erdem Bey’le Fatih Orum çok programlar yaptı, kitaplar yayınladık o konularda. Kur’an-ı Kerim’in açıklama ilminin adı “hikmettir” ve maalesef bu hikmet, İslam âleminde kaybolmuş, Allah’ın açıklamaları kaybolduğu günden itibaren, artık ayetler anlaşılmaz hale gelmiştir.
Şimdi; “Fecr” kelimesi, dedi ki, “kuranel fecr” “fecr Kuran’ı”, “fecr Kuran’ı” ne demek ya Rabb? dediğimiz zaman, az önceki ayete göre ne olması lazım? Bunu bir başka ayetin açıklaması lazım, değil mi? Allah-u Teâlâ Bakara suresinin yüz seksen yedinci ayetin sonunda, oruçla ilgili olarak meseleyi açıklıyor, diyor ki “ve kulû veşrebû” “yiyin, için,” “hattâ yetebeyyene lekum,” “size göre tebeyyün edinceye kadar”, “tam ortaya çıkıncaya” kadar, yani “beyan etmek, açığa vurmak”. Size göre açığa çıkıncaya kadar, yiyin için, yeme-içmeyi kim yapıyor? Ramazan da oruç tutacaksınız, yemeyi içmeyi rasathanede mi yapacaksınız, nerede yapacaksınız? Evinizde. Şu zamana kadar yiyin-için diyor. Peki, gözlemi nerede yapacaksınız? Onu da evinizde yapacaksınız, Bala ormanlarına çıkacak değilsiniz, yani onun için. Evinizde yapacaksınız.
Sizin için tebeyyün edecek, ney? “el haytul ebyad”, “beyaz çizgi,” “minel haytil esved”, “siyah çizgiden”, böyle ufuk boyunca, ufuk boyunca bir beyaz çizgi, ufku saracak, “minel fecr”, fecrin olduğu taraftan, “fecr” kızıllık anlamına geliyor, kızıllığın olduğu taraftan. Çünkü sabahleyin erkenden, tanyeri ağarırken bir “seher” vakti oluşur. “Seher” Arapçada, ihtilatu zalamilleyli li tavişşems”, “gecenin karanlığının güneş aydınlığıyla karışması” yani ufukta azalmalar başladığı zaman ki, biraz sonra ayetlerde okuyacağız, yıldızlar artık yavaş yavaş, küçük yıldızlar önce gözükmez, sonra onların biraz büyüğü, sonra biraz büyüğü, yıldız sayısı giderek azalır, seher vaktinin olduğunu anlarsınız. Zaten o saatte, kuşlarda öter, kuşlarda ibadet için kalkarlar, sizin vücudunuzda, hormon salgılar, karnınız acıkmaya başlar, işte o, sahur vaktidir. İşte, o aydınlık ortaya çıkar da doğu ufkunda, oraya fecr tarafı denir, kızıllıkla beyazlık karışır, o fecrin olduğu taraftan, doğunun bulunduğu taraftan, sizin için siyah iplik beyaz iplikten, yani “size göre”, “sahur yemeğini yiyen kişi”, bulunduğunuz yerden bakarsınız, siyah iplik, beyaz iplikten ayırt edilinceye kadar, yemeye içmeye devam edin diyor.
Şimdi “size göre demek,” ne demektir? Siz şahitlik yapıyorsunuz, değil mi? Yani müşahede ediyorsunuz, o zaman bu “meşhut” oluyor Arapça bakımından, yani sizin şahitlik yaptığınız şey. O zaman; “kuranel fecr” ne olmuş oluyor? “Kur’an’da” “birleştirmek” olduğu için, mesela aynı kökten “karye” kelimesi vardır, biz Türkçede köy deriz ama Arapça da köye de karye denir, şehre de denir, ülkeye de denir. Yani ortak anlamı nedir? İnsanların bir araya geldikleri yer. İşte Kur’an da aynı kelimenin mastarıdır, isim olarak da kullanılır, o zaman “birleştiği yer” manasına, yani köyde insanlar nasıl insanlar birleşiyorsa, Kuranda da ayetler birleşiyor Kuran-ı Kerimde “fecrin Kur’an’ında da” ışıklar birleşiyor. İşte ışıkların birleştiği, beyaz iplik siyah iplikten, “fecr” tarafından meşhut oluncaya kadar, yani gözünüzle görünceye, gördüğünüz anda; sabah namazını kılın. İki ayeti birleştirdiğimiz zaman, sabah namazı vaktiyle imsak vaktinin aynı olduğunu görürsünüz. Sabah namazı vaktiyle imsak vaktinin aynı olduğunu, o zaman, bazı kimseler gecenin ortasında milleti oruç tutturuyor, bazı kimselerde güneş doğana kadar yemek yediriyorlar. İster öyle, ister böyle, açıklamayı kendiniz yaptığınız mı, kendinizi Allah yerine koymuş olursunuz. Bu, Allah’ın asla affetmeyeceği günahtır. Buna son derece dikkat edelim.
Peki, bu; uydurulmuş din olmuyor mu? Yani Allah’ın kitabında olanı, bak “Kur’an-el fecri”, doğru dürüst açıklayan ben şu ana kadar görmedim yani “Kur’an-el fecr” ne demektir? İnşallah ama şu oluyor yani en eski kitapları bulduğunuz zaman, orada doğru, yani sahabeye doğru gittiğiniz zaman oluyor, haa Rasulullah’a gittiğiniz zaman hiç bir problem yok zaten orada ama oraya gidinceye kadar da bir sürü uydurma hadislerden geçmeniz gerekiyor. O da kolay değil, bayağı sıkıntılı bir şey.
Şimdi, “namazı” diyor, “güneşin batıya kaydığı vakitten itibaren kılın” diyor, ilk vakit hangisi oluyor o zaman? Öğlen namazı, birinci vakit öğlen namazı vaktidir. Bütün hadisler de böyledir. Hud suresinin yüz on dördüncü ayetinde de öyledir. İlk namaz, öğlen namazıdır. Ondan sonra diyor ki; “gasakulleyl’e kadar kıl” diyor, (şunu bir bulsana; 38/57) “gasakulleyl’e kadar kıl” diyor, “gasakulleyl” ne zaman? “Gecenin karanlığı” diye tercüme ediliyor, değil mi? “gasakulleyli”, gecenin karanlığı.
Evet, şimdi “gecenin karanlığı” diye tercüme ettiğimiz zaman, burada bir eksiklik yapılmış oluyor, evet “gasak” kelimesi, “karanlık” anlamına da gelir. “Gecenin karanlığı” demiş, değil mi? Hep böyle, çünkü tefsirlerde hep bu mana veriliyor, bu manayı verdiğiniz zaman, eksiklik yapmış oluyorsunuz. Bakın, Kur’an-ı Kerim ne muhteşem bir kitap, Allah “gasak” kelimesinin anlamını da Kur’an-ı Kerim’de vermiştir.
Şimdi, şu Sad suresi, Kur’an-ı Kerim’in otuz sekizinci suresi, cehennem ile ilgili ayet var, elli beşten itibaren okuyorum. Diyor ki, “haza ve inne littâġîne leşerra meâb”, “taği’ler için”, “taği” ne demek? “Sınırı aşan”, geçende göstermiştik ya, şu bardak, buraya kadar doldurup ta, bir damla daha koyarsam ne olur? İşte, tuğyan olur, “tuğyan, taği”, “tağutta” öyle olur, “tağutta” öyle. Sınırı aştın mı tağut olursun, aşmayacaksın. İşte burada şimdi göreceksiniz ki, burada namaz vakitlerinde ne tağutluklar yapıldı ve yapılmaya devam ediyor, onu göreceksiniz. Şimdi, bakın burada diyor ki “ve inne littâġîne leşerra meâb”, “sınırları aşanlara, elbette ki kötü sonuç vardır: cehennem.” “cehenneme yeslevneha”, “o cehenneme girip kızarırlar.” “fe bi’sel mihâd”, “ne kötü beşiktir orası”, bu beşik üzerinde durmayacağım çünkü çok vaktimizi alır.
“hâżâ felyeżûkûhu”, “onu tatsınlar”, “hamîmun ve gassâk”, “gassak, gasak”, aynı şeyden, “hamim”, “sıcaklık”, kaynar suya “hamim” derler ve “gassak”, bakalım “gâssak” neymiş? Diyor ki “ve âḣaru min şeklih”, “bunun benzeri başka şey de olacak”, “ezvâc”, “çiftler.” “Çiftler”, şimdi çift, gece-gündüz çift mi? İyi-kötü, güzel-çirkin, hamim ve gâssak, “hamim” sıcaksa, “gâssak ne olur? “Soğuk” olur, gördünüz mü, gördünüz mü? O zaman, Kur’an-ı Kerim’de kelime anlamı, sözlüklere gittiğiniz zaman, ciddi sıkıntılar yaşıyorsunuz. Çünkü tarih içerisinde sözcüklerde de maalesef etkilenmeler olmuş. Haa eski sözlüklerde, bu dediğim manalar sözlüklerde var ama hangisi doğru acaba? Ama Kur’an-ı Kerim’den bunları buluyorsunuz, yani Kur’an’da yok yok, Kur’an’da yok yok.
Şimdi, burada “gassakın”, “soğukluk” olduğunu anladık mı, ayetten? O zaman İsra yetmiş sekizinci ayette diyor ki; “ekımissalâte”, “namazı tam kıl”, “lidulûkişşemsi”, “güneşin batıya kaydığı vakitte”, ne zamana kadar? “ilâ gasekilleyli”, “gecenin gasakına kadar” yani ne dersiniz? “soğukluğun başladığı zamana kadar”. O soğukluğun başladığı vakit, güneş ışınlarının ufkumuzdan çekildiği vakittir, bizim bulunduğumuz bölgelerde; o vakit, “gece” olur, doğru ama Allah öyle bir kelime kullanmış ki, beyaz gecelerin yaşandığı bölgelerde de o vakitte, güneş ışınları şeyden çekilir ve üşümeye başlarsınız.
Mesela, biz gittiğimizde; güneş havada dolaşıyor, biz yazın 22 Haziran’da gitmişiz Tromso’ya, İstanbul gibi düşünüyoruz, işte, bir ceket bir gömlek gece rasadına gideceğiz, güneş havada dolaşıyor. Oranın yerli halkı geldi, bize kalın kalın giysiler getirdiler, böyle atkılar, başlıklar, ayakkabılar bu ne yaa? Eee, rasada çıkacağız. Eee, çıkalım, soğuktur, Allah Allah nasıl soğuk? Vallahi giydik, hepsini giydik, kazaktır, hepsini yani boynumuza da (atkı) bağladık. Ben orada üşüdüm, gerçekten, üşümemek için koştum, sağa sola. Hâlbuki aynı günün gündüzünde, kısa kollu gömlekle rahat rahat dolaşıyordum, yine aynı güneş.
Şimdi bakın Cenab- Hak, ne kadar dakik bir kelime kullanıyor, o kelimenin anlamını da veriyor ve kendisi veriyor. Ben yaparım dediğiniz zaman, işte bu sıkıntılara giriyorsunuz, o zaman kutup bölgelerinde namaz vaktini tespit edemiyorsunuz. Bu kelimeyi orada öğrendim. Aaa, “gasakulleyl”, demek ki yatsı oldu, “ila gasakilleyl” diyor. Gecenin soğuğuna kadar, gecenin soğuğu başladığı zaman, yatsı bitecek, yatsı bitecek. Ondan sonra ne yapacaksınız? Ondan sonra dinlenme vakti ve arkasından diyor ki “ve minelleyli” “geceleyin de”, “ve tehecced bihi nafileten lek,” “o namaz kılarak, sana ilave bir görev olarak, teheccütte bulun”, uykudan kalk.
Aaa, demek ki yatsıyı kılacak, yatacak uyuyacak, dinlenecek ve uykudan kalkacak. O zaman bu, her yer için söz konusu olması lazım. Kutup bölgesinde yaşayanlara da, şeye de. Tamamda güneş tepedeyken, nasıl gece olacak? Haa, bu Tromso’da o gözlemlerle gördük ki, Allah-u Teâlâ diyor ki, İsra suresinin 12. ayetinde, “vecealnâlleyle vennehâra âyeteyni” “gece ile gündüzü, iki gösterge yaptık” “femahavnâ âyetelleyli” “gecenin göstergesini kaldırdık.” Başlangıçta varmış, sonra kaldırdık. Bunun ayrıntısının, burada konuşulması doğru değil, çünkü burada son derece önemli ilmi meseleler var. Bizdekilerin uzayla ilgili bilgileri, ezber bilgiler. Bunu anlattığınız zaman, gülüyorlar ama bu konuları bilenlerde, şaşırıp kalıyorlar, Allah Allah diyorlar. Bu, ne muhteşem bir.. Ezberleyenler gülüyor ama bilenler, hayran kalıyorlar. Dolayısıyla, burada anlatmaya gerek yok.
Şimdi, orada baktık ki, aaa Allah diyor ki, “ben gecenin işaretini kaldırdım” diyor, ee biz geceyi karanlık bekliyoruz. Geceyi karanlık beklemeyin, efendim “soğuk”, “soğuk” gecenin işareti değil ki, “soğuk” gündüz de oluyor, yani geceye has bir şey değil, geceye has bir şey aramayın diyor, öyleyse ha, o zaman “beyaz geceler de” var. Baktık ki, o bölgenin halkı, “beyaz gece” diyor. Rasada gidiyoruz, orada Sandra Meryem var, siz de tanıştınız onunla, Sandra Meryem var, diyor ki, “lütfen” diyor, “biraz dikkatli yürüyelim, gece millet uyuyor, milleti uyandırmayalım” aa, “sessiz konuşalım” diyor. Bakın, güneş tepede, onlar gece diyor. Fıtratları bunu söylüyor. Sonra biz de gece olduğunu öğrendik. Şimdi, eğer yatsının bittiği bir vakit olmasa ki var işte “ğasakulleyl” de bitiyor. Şuradan şuraya kadar, birisine desem ki, ya Fatih, şuradan şu duvara kadar yürü dediğim zaman, duvarı geçmen gerekir mi, bitti.
Diyor ki Allah, “güneşin batıya kaymasından gasakulleyl’e kadar namaz kıl,” öğle, ikindi, akşam, yatsı. Bunların ayrıntıları başka ayetlerde var, konumuz o değil. Arzu edenler, sitemizde bunun bütün ayrıntılarını görürler. Ha, namaz vakitleriyle ilgili, ekranımızda var tabii, onu görüyorsunuz orada, hayır ben izahını kastediyorum. Orada her şey var ama onun bazı kelimeleri, sadece bilenlere hitap ediyor orada. Çünkü bizi izleyenlerden konuyu bilenlerde var.
Şimdi, ondan sonra işte “ve tehecced bihi nafileten lek,” ya Muhammed (sav) diyor, “gece o teheccütte bulun” diyor, sana ilave olarak. Ya teheccüt ne? Kalkacaksın, uyuyacaksın, kalkacaksın. Ee, uyuyup, bak yatsıyı kılacaksın, uyuyacaksın kalkacaksın. Uyuyan kişinin kalkması kendi elinde midir? Kalkması için vücudun belli ölçüde dinlenmesi lazım, değil mi? O dinlenmenin bittiği bir saat var, o da “seher vaktidir”. “Seher vakti”; bakıyorsunuz ki, işte bu şeylerde de gördük. Arkadaşlarımız her tarafta da çekimler yaptılar, artık herkes bu işi iyice içselleştirdi. “Seher vakti”, tüm canlıların kalkmaya başladığı vakit oluyor, Kuşların, ibadet yaptıkları, hatta kuşlar, ondan daha önce uyanıyorlar, yirmi dakika kadar önce uyanıyorlar seherden ki, Rasulullah ve Davud (as) o saaatte kalkarmış. Seher vaktinde ibadet yapıyorsunuz.
Tur (52.) suresinin kırk dokuzuncu ayetinde “ve minelleyli fesebbih ve idbârannucûm” “gecenin bir bölümünde tesbih et” yani “nafile namaz kıl,” bu o manaya gelir. “ve idbârannucûm” “ve yıldızların geri gitmeye başladığı vakitte tesbih et”, yani “nafile namaz kıl.” Burada; “nafile” olanla “ekım” kelimesi geçmez, “ekımisselate” kelimesi geçmez, “sebbih” kelimesi geçer. Peki, yıldızların geriye dönmeye başladığı vakit, hangi vakit? “Ufkumuza aydınlığın gelmeye başladığı vakittir,” işte ona, “seher vakti” denir. Ufkumuza, ta a gökyüzünün derinliklerine geldiği zaman güneş ışıkları, o zayıf ışıklı yıldızlar, gözükmemeye başlar ve o saatte, yıldız gözlemleyen astronomlar, gözlemi bırakırlar. Sonra, yavaş yavaş, onlardan biraz daha büyükleri gözükmemeye, yani azalır, giderek azalır. Ona “idbaren nücum” diyor ayet. Yani “artık yıldızlar geri dönüyor”, biz baktığımız zaman öyle, gelmişlerdi gidiyorlar, hâlbuki giden bir şey yok ama sen öyle algılıyorsun.
Sahur vaktinde de seher yemeğini yiyeceksiniz, sahur vaktinde de teheccüt namazı kılınır, ondan sonra “Kur’an-el fecr” olan vakitte yani o ufkumuza gelen aydınlıkların, artık üst üste binip, birleştiği vakitte; sabah namazını kılacaksınız ve oruca başlayacaksınız. Sabah namazını kılmamız gerektiğini, İsra suresinin yetmiş sekizinci ayetinden öğreniyoruz, aynı vakitte oruca başlamamız gerektiğini de, Bakara suresinin yüz seksen yedinci ayetinden öğreniyoruz. Dolayısıyla, herhangi birisi, bir soru sorduğu zaman, yeter ki ayeti ayetle açıkla, yani sen açıklamayacaksın, Allah’ın açıklamasını bul, cevap vermeyeceğin hiçbir soru kalmaz ama sen açıklamaya kalkarsan, kolay kolay cevap veremezsin, o zaman da başlarsın sıkıntılara.
FATİH ORUM: O zaman, şöyle bir şey söylenemez, değil mi? Siz dediniz ki, ayetin birisinde; sabah namazı vaktinin girmesi, diğerinde de oruca başlama vakti, imsakı bu vakitte yapın ama sabah namazını kılmak için 15 dk, 20 dk, yarım saat daha bekleyin denemez, o zaman.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Elbette denemez, tabii ki, imsakle sabah namazı vakti aynı vakittir. Şimdi bunu şunun için şey yapıyorsun, biraz sonra ortaya çıkacak. Ahmet Muhtar Paşadan sonra, sistem tamamen çökertilmiştir, tamamen çökmüştür. Bugün İslam âlemi, bu çökmüş sistemi uyguluyor yani gerçekten ben hayret ediyorum. İnsanlar, bu hayalleri nasıl gerçek gibi algılıyor? Mesela; ekonomi konusunda da, Allah’a çok şükür, ekonomiyi çok iyi bildiğimi düşünüyorum. Yani, bu ekonomistlerin oyunlarına; bu koskoca devletler nasıl geliyor, gerçekten bir türlü aklım almıyor. Diyorsunuz ki, yaa gelin bak çok kolay yolları var, onu da duymak istemiyorlar, kulaklarını tıkıyorlar, şeyde aynı, bu da öyle, demek işte imtihan böyle bir şey.
Şimdi bu şeyler de; namaz vakitleri konusunda, önce Gazi Ahmet Muhtar Paşa, 19. asırda işte başlıyor, çalışıyor, bir şeyler ediyor. Onun iki tane kitabı var, arkadaşlarımız ekrana verebilirler, onun kitaplarını, ben onun kitaplarından böyle bölümler aldım. Osmanlı harfleriyle okuyabilenler okusun diye onu koydum, yanına da okunuşunu almadım, anlamını aldım, çünkü okunuşunu alırsam, izleyicilerin çoğu anlayamazlar, dil eski olduğu için ama o harfleri okuyanlar oradaki kelimeleri de bileceği için problem yok.
Şimdi, bakın seher vaktinde, sabah namazı kılınmaz. Seher vaktinde bir “fecr” vardır, yani güneş ışınları gelir, ona “fecr-i kazib” derler, şundan dolayı; insanı aldatır yani çıkar bakarsın, yaa ufuk açık, baksana her taraf aydınlık, niye hala yemek yiyoruz dersiniz? Sahur yemeği, ee bırakalım, onun için Allah-u Teâlâ diyor ki, “yiyin yiyin” diyor” “ve kulû veşrabû hattâ yetebeyyene lekum” “size göre net bir şekilde ortaya çıkıncaya kadar”, ne? “el haytul ebyad”, beyaz çizgi, ufuk boyunca böyle, upuzun bir hat şeklinde bir beyazlık, yani saf beyazlık olur, saf. Yani, geceye karışmış beyaz değil, onun altında bir siyahlık olur, pardon altında kızıllık olur bizim bulunduğumuz bölgelerde. Tabi, kutup bölgelerinde, bu konuda çok yeterli bir gözlem yapamadık, dört kere gittik topu topuna ama oradaki arkadaşlarımız sürekli gözlüyorlar. Geçen de Almanya’da baktım, o resmi çekmişler, buradakine benziyor ama inşallah onların tamamı da ortaya çıkacak.
Şimdi işte beyaz çizgi, ortada kızıl, altta siyah. “Size göre net bir şekilde ortaya çıkıncaya kadar, yiyin için”. O zaman; yanındaki tanıyacak kadar aydınlık, sokaklara kadar evlere kadar geliyor. Öyle olmasa zaten yemek yiyen adam, nereden bunu tespit edecek. Hadis-i Şerif’te var, okudun değil mi? Camii de, yanımızdakini neredeyse tanıyamaz hale gelmiştik diye. Biraz sonra sen onu açıklayacaksın.Ahmed Muhtar Paşa ne yapmış? Ahmed Muhtar Paşa’nın bu konuda iki tane kitabı var, birisi “Islahat-ut Takvim” birisi de “Riyaz-ül Muhtar” burada bir şey ilave ediyor, “fecr-i kazib” yerine, “zodyak ışıklarını” kabul ediyor. (İstersen, sen al eline, sen benden güzel okursun. Ben söylediğim zaman okursun, ekrana vermişlerdi tekrar versin arkadaşlarımız)
Şimdi, “fecr-i kazib’in” yanına bir de “şafak-ı kazib” koyuyorlar, niye? Çünkü “fecr-i kazib” kavramı kayboluyor. Değerli izleyiciler bakın sizin takvimlerinizde, hiç “seher vakti” diye bir şey göremezsiniz, “fecr-i kazib” diye bir şey göremezsiniz, Ahmed Muhtar Paşa’dan sonra bu kaybolmuştur, onun yerine bir başka kavram ortaya koyuyor; “Zodyak ışınları” diye ışınlar vardır, onu koyuyor. İstersen, sen şu ilk şeyi oku.
ERDEM UYGAN.: Ahmed Muhtar Paşa’nın “Islahat-ut Takvim” kitabının altmış üçüncü sayfasında şöyle bir ifade var: “Şafak ve fecr’den her biri “sadık” yani “gerçek” ve “kazib” yani “yalancı” diye iki kısma ayrılır.”
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ondan sonrakini de oku istersen.
ERDEM UYGAN.: İki türlü alacakaranlık vardır; birine “sivil”, diğerine “astronomik” derler. Birincisi, güneşin batmasından sonra, büyük yıldızların çıplak gözle görülebileceği zamana kadar sürer. Bu sırada güneş, ufkun altı derece (6o) altında olur. İkincisi; en zayıf yıldızların çıplak gözle görülebileceği zamana kadar sürer. Müslüman gözlemcilere göre, o sırada güneş; ufkun on dokuz derece (19o), Avrupa gözlemcilerine göre; on sekiz derece (18o) altında olur. İşte bu ikinci müddete, güneşin batmasından sonra, “şafak-ı sadık”, doğmasından öncede “fecr-i sadık” denir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Halbuki, burada şu var: o yıldız gözlemleyenler, en küçük yıldızların da ortaya çıkmasını beklerler. Bunu zaten bu da söylüyor zaten: en zayıf ışıklı yıldızların çıplak gözle görülebilmesi için, güneş ışınları, bizim milyonlarca kilometre uzağımızda da bulunmaması lazım yani güneşle bizim aramıza girmemiş olması lazım. Dolayısıyla o saatte, güneş ışınlarının ufkumuzla uzaktan yakından bir alakası yoktur. Bu, tamamen astronomların, yıldız gözlemleri için duydukları bir kriterdir. Biz de yapsak yapacağız; burada Müslüman-kâfir ayrımı olmaz yani, su içmek için; Müslüman su içer de, kâfir su içmez diye bir şey yok yani. Bu; Allah’ın yarattığı ayetlerdir. Onlar namaz kılmaz ama sen namaz kılarsın ama o saatte, o saat, gece şeydir, yani “seher vakti de” değildir o saat, gecenin ortasıdır.
Şimdi, burada ona; “fecr-i kazib” diyor, ne zaman diyor? Ondan öncesinde, buna “fecr-i sadık” diyor. Eksi on sekiz derece (-18o) yaa, eksi on sekiz derecede (-18o) ufukta hiçbir aydınlık olmaz, gökyüzünün derinliklerinde olmaz, bunu dünyada herkes bilir yani bunu bilen herkes. İlim falan diyorlar yaa Allah aşkına yani, söylediğiniz yani bu günkü şu andaki takvimlerin İslam’a uymadığı bir kere yüzde yüz, onun için “uydurulmuş din” diyoruz, yatsı namazının sonu, imsak vakti. Bir kere bu konuda kimsenin şüphesi yok, yani takvimi çıkaranlarında şüphesi yok, başkalarının da. Milletin karşısında başka şeyler konuştuğu, o ayrı bir konu. Şimdi Ahmed Muhtar Paşa, burada “fecr-i kazib” neye diyor? İstersen ondan sonrakini oku, “zodyak ışığı” ile ilgili.
ERDEM UYGAN.: O zaman, ikini şeyi alalım, Zodyak ışığı VTR’sini verelim. Akşam alacakaranlığın bitmesinden sonra, batıda gecenin sonuna doğru, alacakaranlığın başlamasında önce doğuda ufuktan başlayıp, gökte başucu hizasına kadar dikilen, bu çember boyunca uzayan, samanyolu ışığına benzeyen, beyaz, donuk bir üçgen gözükür. Orta Avrupa’da; bazen güneşin batmasından iki saat sonraya kadar gözükür. Akşamınkine “şafak-ı kazib”, sabahınkine de “fecr-i kazib” veya “kurt kuyruğu” denir. Avrupa ulemasının her ikisine de verdiği isim, “zodyak ışığıdır.”
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak, diyor ki; bak Avrupa uleması her ikisine de “zodyak ışığı” adını verirmiş. Peki, bu “zodyak ışığı” neymiş? İstersen onu da bir oku bak, bizim Prof. Dr. Adnan Ökten Hoca sağ olsun.
ERDEM UYGAN.: İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi, Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünden Prof. Dr. Adnan Ökten “zodyak ışığını” şöyle tanımlıyor, “Zodyak ışığı”, güneş sisteminin “ekliptik” yani, dünyanın güneş etrafındaki yörünge düzlemi boyunca uzanan, gezegenler arası toz parçacıklarından güneş ışığının saçılması sonucu oluşur. Konik veya üçgen şeklindedir. Ufuk kısmı geniş, yükseldikçe daralır. Ay ışığının olmadığı, temiz hava şartları altında görülebilir, yine de gözlemek çok zordur, ancak uzun poz süreleriyle iyi bir şekilde gözlemlenebilir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak, ay ışığının olmadığı vakitte gözükebilir diyor, bu; güneş ışığının olduğu vakitte başlar diyor, kendisi, az önce okuduğumuz, evet.
ERDEM UYGAN.: Sonbahar da yani eylül, ekim, kasım aylarında; sabah güneş doğmadan yaklaşık seksen dakika önce, gözlerimizi karanlığa iyice adapte edersek görme imkânımız olur.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak, bir dakika bir daha oku orayı.
ERDEM UYGAN.: Sonbaharda yani eylül, ekim, kasım aylarında; sabah güneş doğmadan yaklaşık seksen dakika önce, gözlerimizi karanlığa ….
ABDULAZİZ BAYINDIR: Üç ay, üç ay sabah iyi gözüküyor, on iki ayın üç ayında.
ERDEM UYGAN.: Güneş doğmadan da seksen dakika önce.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Güneş doğmadan da seksen dakika önce gözükebiliyor ama öyle gözünle gözükmüyor da.
ERDEM UYGAN.: Karanlığa iyice gözlerimizi adapte edersek, görme imkânımız oluyor. İlkbaharda yani şubat, mart, nisan aylarında görülebilmesi için, akşam güneş battıktan sonra en az bir saat geçmesi gerekir. Genelde ufuk düzlemiyle küçük bir açı yapar. Dünyanın her iki, kuzey ve güney yarım küresinde, orta enlemlerde görülür. Bu olay, bilim literatüründe takma ismiyle, “false down” “yalancı şafak” olarak da geçer.
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Yalancı şafak” ismi sonradan bilim dünyasına girmiştir. Ben, onu biraz sonra tamamlayacağım.
ERDEM UYGAN.: “Yalancı şafak” olarak da geçer, gezegenlerin veya bazı parlak yıldızların konumları uygunsa “zodyak ışığı” ile birlikte görülebilir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Evet, işte bu “Zodyak” dediğimiz, bizim “burçlar” diyoruz ya, Kur’an-ı Kerim’de de “Buruc” süresi var. “Burçlarda son derece önemlidir. Onlarla ilgili ayrı dersler yapmak lazım ama öyle halka açık yapmak istemiyorum, ancak uzmanlarıyla çünkü bu konulardaki bilimsel altyapı bizde sıfır maalesef, maalesef sıfır yani. Ancak uzmanları, yani bizde derken yani, halka, üniversite öğrencilerine yönelen kısmını söylüyorum. Bu konuda uzmanlık yapmış kişileri söylemiyorum.
Şimdi, tabii bazıları gülecekler. Kur’an’da bilim mi olur diye? Gülün bakalım, siz gülmeye devam edin, biz de yolumuza devam edelim. Evet, şimdi burada Zodyak ışınlarından gelen ışıktan bahsediyor. Sadece eylül, ekim ve kasım aylarında gözükebiliyor, o da nasıl gözüküyor? Fotoğraf makinasını 8-10 dakika bekletiyorsunuz, ondan sonra birkaç tane filmi üst üste koyuyorsunuz, ondan sonra ortaya çıkıyor. Birkaç tane filmi üst üste koyuyorsunuz, ondan sonra görülebiliyor, yani şimdi fotoğraf çekmesini bilenler çok iyi bilir. Mesela; biz “fecr” fotoğrafları çekerken “anlık” çekiyoruz ama gene de oradaki ışıkları toparlıyor. Gözünüzle gördüğünüz ışık değil, orada toparlıyor, gördüğünüz çok farklılaşıyor. Biraz beklediğiniz zaman, bütün ışıkları toparlıyor oradaki. “Uzun pozlama” yaptığınızda, 8-10 dakika bekliyor, o zaman anlayabiliyorsunuz, burada ışık varmış diye. “Fecr-i Kazib,” o değil ki! Sadece orta kuşakta olur diyor, eylül, ekim ve kasım aylarında olur, sabahleyin. Bu “fecr-i kazib,” senenin her günü olur. Her gün, üç doğuş ve üç batış olduğunda, bütün Müslümanlar ittifak etmiştir. Kur’an- Kerim’de öyle, ayetlerde öyle, az önce okudum ayetleri.
Şimdi ve bir de Ahmed Muhtar Paşanın inanılmaz bir, zaten hepsi inanılmaz yanlışların da, haa bunu kim tespit etmiş biliyor musunuz? Bak burada dedi ki; çok kolay görülmez, çok iyi şartlar altında gözükür. Şehir ışıkları falan olmaması lazım, bunu Ahmed Muhtar Paşaya göre kim tespit etmiş, onu bir oku.
ERDEM UYGAN.: Son şeyimiz var, Ahmed Muhtar Paşanın yıldızının olduğu bir VTR’miz daha var, onu verirse rejimiz ekrana, oradan okuyalım. Yine Ahmed Muhtar Paşa’nın “Islahat-ut Takvim” kitabının altmış sekizinci sayfasında şöyle diyor: “fecr-i kazib” denen ışığın, yıldız kuşağı yani Zodyak ışığından başka bir şey olmadığını ilk bulan ve Avrupa ulemasına haber veren ilk kişi, bugün İngiltere Dışişleri Bakanlığı Doğu dilleri tercümanı olarak çalışan “Redhouse” adındaki kişidir. Bu kişi zamanında; İngiltere’nin Osmanlı büyükelçiliğinde görevli iken, bir gün seher vakti, müezzin ile beraber Büyükdere Camii minaresine çıkarak gözlemlemiştir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Haydi, buyurun şimdi. Bak, Redhouse, bu bak şeyler göremiyor, bu Avrupa ulemasına; bu haber veriyor. Ne demiş? Bu Müslümanlar bir “fecr-i kazib” derler ya, siz getirin bunu, onlara zodyak’ı “fecr-i kazib” diye anlatın. Onun için işte “yalancı tan” kelimesi, Redhouse’ın gayretiyle şey yapmış. Yani, Müslümanlarla oyun oynuyorlar.
ERDEM UYGAN.: “False down” böyle ortaya çıkmış.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak, Redhouse, adam; astronomiyle hiçbir alakası yok ve nerede görmüş? Az önce ne dedik, ne okuduk burada, Adnan Ökten Hocanın ifadesiyle? Bu, öyle çok temiz ufuk olacak, ay ışığı bile olmayacak ki, birazcık hissedebilesiniz, o da resimle uzun pozlarla çekeceksiniz.
FATİH ORUM: Gözlerini karanlığa odaklayanlar görebilir dedi ya onun için görmüş olabilirler.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Gözlerini karanlığa iyice odaklayanlar görebilir
ERDEM UYGAN.: Bu, Redhouse, meşhur sözlükleri var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Meşhur tabii, Türkçede var, Redhouse sözlüğü var, işte o, o şahsın yazdığı.
ERDEM UYGAN.: James Redhouse.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bu şimdi, çıkmış, hem de nerede? Ortaköy’de Büyükdere Camiinde görüyor. Yaa Büyükdere Camii, küçücük bir şeydir yani, sonra boğazda, ee kardeşim göreceksen, hemen senin karşında Kandilli Rasathanesi var, git oradan gör.
Değerli izleyiciler, ben şimdi yayına çıkmadan önce de baktım da bulamadım. Kandilli Rasathanesini Fatin Hoca kurmuştur, Allah rahmet eylesin. Fatin Hocanın şöyle bir ifadesi var; “burada imsak gözlemi yapılamadığı için yapmadık” diyor yani “fecr-i kazib” gözlemi yapılamadığı için çünkü onlara göre de “fecr-i kazib” zodyak ışıkları. Yaa kardeşim, peki sana bu devlet rasathane kurma yetkisi vermiş. Niye şu namaz vakitlerini orada bir gözlemle tepit etmedin? Ama Diyanetin yazısında; “biz Fatin Hocaya uyduk” diyor, yaa Fatin Hoca hiç gözlem yapmamış ki hayatında, kendisi söylüyor yapmadığını.
ERDEM UYGAN.: Hocam göremediği için, herhalde zaten Ahmed Muhtar Paşanın şöyle bir ifadesi var; o da ekrana geldi onu da okuyalım. “Fecr-i kazibin otuz derece (30o) enlemden sonraki yerlerde hissedilemeyeceği, yani İstanbul’da doğrudan doğruya fecr demek gerektiği, fecr-i sadığın doğduğu inancındayım.”
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şimdi lütfen şuna bakın; Ahmet Muhtar Paşa, Riyaz-ül Muhtar’ın üç yüz yürminci sayfasında diyor ki; fecr-i kazib, otuz derece (30o) enlemin kuzeyinde gözükmez. Otuz derece (30o) enlem neresi biliyor musunuz? Kahire, şimdi, İstanbul’dayız, Mersin’e kadar inin aşağıda, araya Akdeniz’i koyun, karşı tarafa geçin, biraz da içeriye girin; Kahire. Kahire’den kuzeyde gözükmez diyor, bunu Ahmet Muhtar Paşa diyor.
Peki, gözükmez diyorsun da nasıl oldu ki, Redhouse geldi, kırk bir derece (41o) enlemin oradan, 11 derece (11o) daha yukarısında, hem de öyle bir yerde ki, orada gözükmesi mümkün değil bu zodyak ışınının. Fecr-i kazib gözükür, onun hiç problemi yok, her yerde görünür Fecr-i kazib ama zodyak ışını gözükmez, sen bunu nasıl söyleyebiliyorsun? Ayrıca, az önce okuduğunda da, diyor ki; Orta Avrupa’da gözlemlenmiş, eee Orta Avrupa dediğin yer, güneyde mi? Otuz derece (30o) enlemden yani Kahire’nin güneyinde mi?
Şimdi dikkat ediyor musunuz? Gerçekten, ben şahsen yıllar önce bu Ahmed Muhtar Paşanın kitaplarını okumuştum. Okurken o kadar rahatsız olmuştum ki, yaa bu ne biçim bir şey? “Batı hayranlığı”, “batı hayranlığı” gerçekten inanılmaz boyutlarda, yani inanamazsın işte, görüyorsunuz zaten birkaç tane örnek verdim. Okuduğunuz zaman inanamıyorsunuz yaa. Ayet yok, Rasulullah’ın hadisleri yok, haa yazmış bir tarafa ama hiç dikkate aldığı yok ki. Ondan sonra şimdi bu zat tutuyor, Avrupalıları da geçiyor, Avrupalılar on sekiz (18o) derece, bu da on dokuz buçuk (19.5o) derece diyor, onlar bir de ilave yirmi bir buçuk (21.5o) dereceye çıkarıyor. Gecenin tam ortasından imsakı başlatıyor. Şimdi bakın, mesela Diyanet İşleri Başkanlığının ilan ettiği imsak saati, mesela Türkiye gazetesinin takvimi var, ondan sonra Fazilet takvimi var. Onlar, Ahmed Muhtar Paşanın tespitini dikkate alırlar. Diyanet İşleri Başkanlığı, 1982’de bunu değiştirdi. Bakın ben de bütün yazışmalar var, bakın 1982’deki yazışmalar var, hem de orijinaliyle. Şimdi, ben bu çalışmalara, yani işte 1976’da İstanbul Müftülüğüne geldiğimde, oradaki farkları bir oku istersen sen. Bir tanesinden, Fazilet takviminden okusan yeter, diğerlerine gerek yok, bir tane ondan oku, bir de bizden oku, Diyanette varsa ondan da oku, mesela Ramazanın birinci günü.
ERDEM UYGAN.: Fazilet takviminde birinci günü imsak 03:01.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Üçü bir geçe, fazilet takviminde imsak.
ERDEM UYGAN.: Diyanette 03:20.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ondan ondokuz dakika (19 dk.) sonra Diyanette.
ERDEM UYGAN.: Türkiye gazetesi 03:02.
ABDULAZİZ BAYINDIR: 03:02, bir dakika fark var ama ikisinin prensibi aynıdır.
ERDEM UYGAN.: Süleymaniye Vakfı 04:28
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak 04:28, bir saat 10 dakika fark var, 10 dk’dan fazla galiba.
ERDEM UYGAN.: 03:01 hocam, bir saat 27 dk. fark var, yani.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Haa bir saat 27 dakika, Diyanette ne kadar?
ERDEM UYGAN.: Diyanetle, 03:20 miydi, bir saat 8 dk.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir saat 8 dk. fark var, 68 dakika. Şimdi peki, bir dakika, bizdeki fecr-i kazib onların hangisinde var?
ERDEM UYGAN.: Hiçbirinde yok.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Seher hangisinde var?
ERDEM UYGAN.: O da yok.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Hiç birinde yok, halbuki, fecr-i kazib ve seher vakti var.
ERDEM UYGAN.: İmsak ve sabah var sadece.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ahmed Muhtar Paşadan sonra bunu yazmak imkansızlaşmıştır. Peki, bizde fecr-i kazib saat kaçta?
ERDEM UYGAN.: 03:22
ABDULAZİZ BAYINDIR: 03:22, Diyanetin fecri sadığı?
ERDEM UYGAN.: Diyanetinki 03:20, imsakı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: 03:22 de fecri kazib yani 03:22 de sahur yemeği yemeğe kalkacaksınız. Onun için mesela, ben İstanbul Müftülüğüne 1976’da geldim, birkaç ay sonra fetva işleriyle görevlendirildim. Ondan sonra baktım ki, Allah, fetva vermeye başlayıncaya kadar insan şey yapmıyor ama başlayınca vatandaş soruyor, vatandaş içinde çok zeki, çok bilgili insanlar var, onlar sorunca haklı adamlar, itiraz ediyorlar, ben yıllarca evden sabah namazına iki saat, üç saat kala evden çıkıp İstanbul’u dolaşmışımdır. Ne arıyorum? Kurt kuyruğu arıyorum, bize bir fecr-i kazib tanımlamışlar ki, yıllarca aradım bulamadım, sonra baktık ki, o hadisi sonradan Rasulullah’a mal etmişler, öyle bir hadis ama bazı kitaplar almış. Neyse, Allah’tan ki sahih hadis ve ayeti kerimelere indik te, onları yıllarca araştırdıktan sonra bulduk.
Şimdi 1980’den itibaren şikâyetler çok arttı, ben de Ankara’ya o zaman şikâyetlerimi göndermiştim. Mesela, Selahattin Kaya, İstanbul müftüsü, demiştim ki, ya hocam burada çok ciddi yanlışlar var, yani lütfen söyleyin, bu imsaklerle ilgilensinler. O sırada, ben tabii henüz daha doktorda olmamıştım, hasta bakıcıydım o zaman, ne diyeceğiz yani. Başka yolu yok.
ERDEM UYGAN.: Hasta kimdi hocam?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Hasta da ortada zaten, hastanın kim olduğu. 1982 de Diyanet İşleri Başkanlığı bir karar aldı, o yazı, bak bu dosyaların ikisi de, değerli izleyiciler, benim bütün yaptığım çalışmalardır. Diyanetle ortak çalışmalarımız takvim çıkaran diğer kuruluşlarla yaptığımız ortak çalışmalar, hepsi burada vardır. Yıllarca çalıştık yani burada.
Şimdi, on sekiz (18o) dereceye düşürdüler Diyanet İşleri Başkanlığı. On sekiz (18o) dereceye düşürünce, imsak başlangıcını 1982’de, işte az önceki fark oluştu. Yoksa daha önce Diyanet takvimiyle, Türkiye gazetesi ve Fazilet takvimi aynıydı. Aslında o takvimlerin ikisini de aynı şahıs yapıyordu. Yani daha sonra da aynı şahıs yaptı. Diyanete gidiyor, şu saatte başlar diyor, bunlara gidiyor, bu saatte başlar diyor.
Şimdi, 1982’de bu şu saatte başlar diyor İşleri Başkanlığı, yirmi dakika ki ona “temkin” diyorlar zaten, yani bir ihtiyat, onu kaldırınca; bu yirmi dakikalık fark oluşmuş oldu ki, mevsimlere göre değişir bu fark. O zaman, medya güçleri de var tabii ki; TGRT var, Türkiye gazetesi var, Süleymancı cemaatin de onlarında çıkardıkları bir gazete vardı, o zamanlar. Neyse, şu anda ismini yanlış söyleyebilirim. Onlar, sürekli halka Diyanet İşleri Başkanlığının; insanları, orucu yedirdiğini söylüyorlardı, hatta bu, ben Diyanetten aldığım yazılarda var.
Şu; Ankara müftülüğünün 1980 de yazdığı yazı; 31.07.1980 tarihli yazısı; diyor ki; “imsak saatinden sabah saatine kadar herkes yiyip içiyor, böylece çoğunluk oruç tutmadan boşuna aç kalmış oluyorlar” diye halk arasında şeyler başlamıştır diye şikayetler başlamıştı, işte resmi belgelere geçmiş olan kısım. Bu gazetelerin şeyiyle işte, siz millete orucu mu yediriyorsunuz falan dediler. O zaman, Ankara’da Tayyar Altıkulaç, Diyanet işleri Başkanıydı, o görevden ayrıldı, yerine Mustafa Sait Yazıcıoğlu geçti. Mustafa Sait Yazıcıoğlu geçince, artık biz de doçent olduk, tabi artık. Yani akademiye bu günkü şartlar altında yani, bir şey. Hakikaten ben doktor olduğum zaman, bu ne işe yarar dedim? Yani, sonra baktım ki, millet bir şeye değer veriyor. Demek ki işe yarıyormuş yani, sonra doçent olduk, Allah Allah baktık, bir şey değer vermeye başladık, ee iyi o zaman verdiler, ee iyi o zaman, bir sakıncası yok.
Şimdi o zaman, Ankara’da bir toplantı yapıldı, çünkü bu şikâyetler üzerine. Bu, 1982 deki yapılan çalışmanın yanlışlığını da, ben, yaptığın zaman yanlış 1982 de, onu da defalarca kendisine bildirmiştim. Hatta Allah hayırlı uzun ömürler versin, Tayyar Altıkulaç’ı ben, gerçekten saygıyla anarım, şundan dolayı; Diyanet İşleri Başkanlığında kalıcı hizmetler yapan, -benim bildiğim kadarıyla- tek başkandır. Hilal konusunu halletmiştir, işte bu “namaz vakitlerinde problem var” diye biz gidince, hemen milleti toparladı, 1982 de o yaptı. Sonra beni gördü, ben sürekli yanlışlarını bildiriyordum ya, bir ara görüştük bana dedi ki; ama görevden ayrılmıştı; “Abdülaziz Bey” dedi, “ben görevdeyken, problemin bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum.” Çünkü uzman diye topluyor ki, onlar bu konuları bilmez, biraz sonra göreceksiniz, öyle anlatıyor, kendisinin bilmesi zaten mümkün değil, şimdi bunu vatandaşlar biraz garip karşılayabilirler, bu bir uzmanlık alanıdır. Dedi ki, “eğer ben bu problemin böyle olduğunu bilseydim kesinlikle hallederdim,” gerçekten hallederdi.
Şimdi bazıları diyor ki, Diyanet yapamaz efendim. Ne demek yapamaz? Kardeşim, ben Diyanette yirmi bir sene çalışmış adamım, böyle bir şey yok ve o yirmi bir sene boyunca, ben doğru bildiklerimden başkasını söylemedim, Süleymaniye Camiinde sürekli vaaz ettim, asla kimsenin hoşuna gidecek değil, kimsede bana bir kere gazetelerin şeyinden dolayı soruşturma açıldı. O da, takipsizlikle sonuçlandı, yani şunu söylemek istiyorum; Türkiye Cumhuriyeti şartları altında “yapamam” denmez, “yapmıyorum” denilebilir, yani bunların doğruları yapması için, yasal olarak hiçbir engel yok ama işte “yoktur aslında başkasından farkımız ama biz şuyuz” bu olmaz işte.
Şimdi, Ankara’ya gittik, o zaman beni “bu konuyu iyi bilen kişi olarak” davet ettiler Ankara’ya, yani “konunun uzmanı olarak” davet ettiler, toplantıya katılanların isimlerini, oku istersen oradan:
ERDEM UYGAN.: İmzası olanlar; İrfan Yücel, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı, Doç. Dr. İsmet Ersöz, Hamdi Mert, Seyfettin Yazıcı, Rıdvan Çakır, Recep Akakuş, Doç. Dr. Hayri Kırbaşoğlu, Yakup İskender, Hasan Ege, Abdurrahman Kahyaoğlu, Şükrü Öztürk, Sami Uslu, Mehmet Kaymakçı, İbrahim Atay, Hasan Şakir Sancaktar, Selahattin Kaya, Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır, Mehmet Savaş, Arif Çöklü, Cevdet Ergün.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ben Halil hocanın da katıldığını zannediyordum, yanılmışım, demek ki Mehmet Savaş katılmış. Evet, şimdi burada; İstanbul müftüsü Selahattin Kaya, Ankara müftüsü Hasan Şakir Sancaktar ve en sonunda imza; Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu, Diyanet İşleri Başkanı.
Şimdi, Ankara’da bu konuda toplantı yapıldı, demek ki o zaman biliyormuşuz, şimdi unuttuk tabii her şeyi, ekonomiyi unuttuğumuz gibi, şeyi de unuttuk tabii, öyle şey yapıyorlar. O zaman, Ankara’da toplantı oldu, ben gittim tabii ana konuşmacı, ilk konuşmacı benim orada. Konuşmaya şöyle başladım; işte burada Diyanetin en üst şeyi bunlar, dedim ki; “1982’de bir değişiklik yaptınız, doğru oldu ama tesadüfen doğru oldu, bilerek yapmadınız” dedim, aynen bunu söyledim. Bunu bilerek yapmadınız, tesadüfen doğru oldu, ne yaptığınızın farkında değildiniz”, dedim. Öyle deyince, tabi, diğerleri hep şeye baktılar, hesaplama uzmanı emekli Albay Arif Çöklü’ye. Bak burada albay olduğunu yazmamışlar, emekli albaydı o. Herkes ona baktı, tabii o, mecburen bir cevap verecek.
Başladı savunmaya, dedim ki, “şu fecr-i kazibi bir bana bir tarif eder misin” dedim, oraya gitmeden önce Kandilli Rasathanesine gitmiştim. Kandilli Rasathanesinde Muammer Bey vardı, Allah rahmet eylesin, öldü. O zaman Rasathane başkanıydı, Boğaziçi üniversitesine aittir orası. Onunla görüştüm, “fecr-i kazib nedir size göre?” “zodyak ışınlarıdır” dedi. Allah Allah, zodyak ışıkları, fecr-i kazib olur mu yaa? Nerden çıkardınız, neyse, ondan sonra geldim. İşte Allah yardım edecek ya, kütüphaneye geldim, orada zodyak ışınlarıyla ilgili İngilizce bir kitap buldum, onun ilgili sayfalarını fotokopi ettim. Zodyak’ın Türkçe karşılığı, “burçlardan gelen” yani, on iki tane burç var ya, onlardan gelen ışık demektir.
Neyse, onu da dosyama koymuştum, gittim. “Fecr-i kazib nedir? Dedim. Zodyak ışıkları. Zodyak ışıklarından fecr-i kazib olur mu? dedim. Peki dedim, “sen hiç fecri kazib gözlemi yaptın mı?” “Ben dedi, yirmi sene sahada gözlem yaptım.” “Pekii, fecr-i kazibi nasıl gördün? Bana bir tarif et” dedim. Tabi, tarif edemedi. Çünkü o kafayla fecr-i kazib tarif edilmesi mümkün değil. Edemeyince, orada herkes gördü ki, hakikaten 1982’deki değişiklikte, bir şey yokmuş, yani bilerek yapılmamış. Tesadüfen doğru olması, hiç olmazsa biraz yirmi dakikada olsa, milletin yemek yemesine fırsat vermeleri açısından. Ondan sonra karar aldık burada, istersen bunu bir oku. Belgeyi bir oku.
ERDEM UYGAN.: Diyanet İşleri Başkanlığının, 20.12.1988 gün ve D3-25467 sayılı onayı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak o zaman ben yanlış düşünmemişim, yani bak 1988 diyor, tamam mı?
ERDEM UYGAN.: Başkanlığımızca halen uygulanmakta olan takvimde ki namaz vakitlerine esas olan Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu, 21 Ocak 1982 gün ve altı numaralı kararının yeniden gözden geçirilmesi ve bu vakitlerle ilgili bazı söylentilerin tahkiki için, ilgi onay uyarınca, Diyanet İşleri Başkanı Mustafa Sait Yazıcıoğlu’nun başkanlığında, 17 Ocak 1989 Salı günü saat 10:00 da Din İşleri Yüksek Kurulu toplantı salonunda toplanılmıştır. Yapılan müzakereler sonunda;
Keyfiyetin, başkanlık makamına arzına karar verildi. 17.01.1989
ABDULAZİZ BAYINDIR: Orada, İslami İlimler Araştırma Vakfı dedi, ben o zaman, İslami İlimler Vakfının genel sekreterliğini de yapıyorum. Beni çağırdıkları zaman, ben dedim ki, ben sizin görevliniz olarak oraya gelmem. İslami İlimler Vakfı genel sekreteri olarak çağırırsanız gelirim dedim ve dikkat ederseniz orada “İSAV genel sekreteri olarak” diye şey yaptı. Ben oraya geleceğim, görevli gibi muamele yapacaksınız olmaz, dedim.
FATİH ORUM: Hocam, yalnız dikkat çekici bir şey var; bu sözünü ettiğiniz yıllarda Diyanet bu konuda, açık yani, tartışmaya, toplanmaya. Şimdi mesela böyle bir tavır yok yani.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tabi, tabi, tabi. Yok, o zaman yaptık. Bak ondan sonrada üç yıl, her tarafta gözlemler yaptık, onun da tutanakları vardır, ekranda gösterebilirler arkadaşlarımız.
ERDEM UYGAN.: Zaten, “söz konusu toplantıya, hazırlıklı olarak teşriflerinizi saygıyla rica ederim” diye hocamıza çağrı gelmiş, yani 21 Aralık 1988’de.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tabi, hazırlıklı olarak çağırdılar beni, uzman sıfatıyla, 21 Aralık 1988’de Diyanetten bana davet geldi. Şimdi tabi biliyorsunuz, yıllardır ekranlarda millete söylediler, dediler ki, işte görüşeceğiz bunu, Abdülaziz Hocayla, Afyon’da toplantılar yaptılar, çağırmadılar, Din İşleri Yüksek Kuruluna çağırmadılar, biz yaptığımız toplantılara çağırdık, gelmediler, gözlemlere çağırdık gelmediler. Ondan sonra da her ramazandan önce başlanır, ileri geri şeyler. Ee bu ramazandan önce de sayın başkan, “efendim, işte bu ramazanda imsak meselesini gündeme getirmeyelim” demiş, değil mi? Daha önemli meseleler varmış, yaa ramazanda imsakten daha önemli mesele olur mu? İstersen, daha önemli meseleler olsun. Ya, bu millete bakın ben, geçen evvelki sene Süleymaniye Camiine gittim, iki kere cemaatle sabah namazını kıldım, çünkü onu vaktinde kıldılar, onun dışında hep vaktinden önce kıldıkları için kılamadım. Bunu bir televizyonda söyledim galiba, geçen sene herhalde bir talimat gitmiş ki bir kere bile kılamadım, çünkü hepsini vaktinden önce kıldırdılar namazları, bir kere bile. Ben orada gittim, gelen cemaatle beraber ayrı bir cemaat yaptık kıldık.
Yaa, bu milletin namazının vaktini değiştiriyorsunuz, bu; uydurma din değil de nedir? Biz çağırıyoruz, gelmiyorsunuz, siz toplantı yapıp çağırmıyorsunuz, bir televizyon kuruluşu beni çağırdığı zaman, yayınına engel olunuyor. Geçen sene ben söyledim Mehmet Görmez beye; “Ben mi engel oluyorum?” Bilmiyorum, kimin engel olduğunu ama engel oluyorsunuz bir kere, engel olunuyor, ne demek yaa? Bakın, eskiden o kadar çalışmalar yapıldı, şimdi ne oluyor? Hani Müslümanlar iktidara geldi, her şeyin daha düzelmesi gerekir? Milletin gırtlağına kadar faize battığı gibi, bu da böyle oldu.
Evet, peki, şimdi çok fazla vaktimizi almayalım ama hemen sen kısaca şu yatsı namazının son vaktini bir özetle Fatih?
FATİH ORUM: Yatsı namazının son vaktine dair, zaten dersin başında hocam ..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ama bir dakika, önce şunu söyleyeyim, bakın unuttum. Bunlar, on sekiz (18o) derecede sabah namazını başlatıyorlar değil mi? bakın şu, istersen şöyle şey yap, Deniz Kuvvetleri Komutanlığının, Çubuklu’da biliyorsunuz, Seyir Higrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı vardır, Deniz Kuvvetleri Komutanlığının almanağı vardır, “notik” almanağı, “notik” yani denizde kullanılan almanak. Şimdi bu insanlar diyorlar ki, on sekiz (18o) derecede diyorlar ki; fecr olur. Bakın bu almanak, bu denizdeki kaptanların, seyir hareketleriyle ilgilidir. En küçük bir hata, savaşta; sizi kaybettirir, yani donanma gider. Bakın burada iki yüz elli yedinci sayfada diyor ki; “alacakaranlığın başlama ve bitişi için verilen vakitler, güneş başucu uzaklığının “sivil” alacakaranlık için doksan altı (96), “sivil” dediğimiz, işte şey, her taraf gözükür yani, her şey açıktır. “Notik” alacakaranlık; “notik” dediğimiz denizci, yüz iki (102); yani on iki (12o) derece olduğu vakittir. Yani güneş ufuktan on iki (12o) derece aşağıda olduğu vakittir. Peki, bu vakitte, bak burada diyor ki; “notik” alacakaranlık için verilen vakitlerde, genel olarak, çevren çizgisi, “çevren” nedir? “Ufuk çizgisi”, görülemez. On iki (12o) derecede ufuk çizgisi görülemez.
Bakın, on iki (12o) derecede ufuk çizgisi görülemez. Peki, bu; ilim değil, değil mi? Burada bir yanlışlık olsa, donanmanızı kaybedersiniz. Devletin resmi şeyi, onun için şey yapamıyorlar, yani Allah’a çok şükür, yani ne yapacaklar? Hangi konuda gelip de konuşacaklar? Ama “efendim biz Diyanetiz, güçlüyüz.” Buradan halkıma söylüyorum, bakın, geçen de söyledim, gene söylüyorum, hakkımı helal etmiyorum, Diyanete değil, her Müslümana. Her Müslümana helal etmiyorum. Beyler; siz, Diyanetten sorumlu değilsiniz, Allah’ın emrinden sorumlusunuz.
Yaa biz buradan dört kere kutup bölgesine gittik. Yaa orada adamlar, ayılara yem olursunuz diye indirmek istemiyorlar. Ayılara yem olacak noktaya kadar gittik, donmayı göze alarak gittik. Allah’a şükür ama hallettik bu problemi; kutuplardan kutuplara. Yaa, siz Allah rızası için, siz evinizden çıkıp da iki adım yürümekten çekiniyorsunuz. Ondan sonrada Allah’tan korkmadan bizi suçluyorsunuz ya! Bunu Müslümanlara söylüyorum haa, başkasına değil, bizi dinleyen halka söylüyorum. Lütfen Allah’tan korkun, hesabı Allah’a vereceksiniz, Diyanet’e değil. Allah’tan korkunda, bir gün çıkında bir bakın bakalım. Diyanetin ilan ettiği saatte, bir bakın bakayım ki, güneşin doğduğu bir yerin nerede olduğunu anlayabilecek misiniz, çıkın bakalım. O ilan ettiği saatte; daha küçük yıldızlar, kaybolmaya başlar, seher vaktinin ilk başıdır, ışıkta göremezsiniz herhangi bir yerde. İşte o saatte yemek yemeğe başlayacaksınız.
Bir de yatsının son vakti var, yatsının son vakti de zaten kayıp. Eee, şimdi onu kısaca bir anlat.
FATİH ORUM: Evet, şimdi mesela; Hanefi mezhebine bakarsak, Hanefi mezhebinin ilk temel kaynaklarında, tıpkı diğer mezheplerde olduğu gibi, yatsı namazının son vaktinin, sabah namazına kadar devam ettiğine dair bir ibare bulamayız. Nedir? İşte, şu an itibariyle yatsı namazlarını, ezanların okunduğu vakte tekabül eden bir vakittir, yatsı namazının son vakti olarak.
Peki, neye binaen söylemişler? Yatsı namazı sabah namazına kadar devam eder? Şimdi, ben burada…
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak burada, Diyanetin açıklamasını Vedat bana verdi. 2013 yılında diyor ki, dört mezhebe göre, sabah namazına kadar devam eder yatsı namazı. Yaa, Allah aşkına yaaa. Tövbe estağfurullah, neyse devam et.
FATİH ORUM: Evet, yani Ebu Hanife olsun, İmam Şafii olsun, Ahmed bin Hanbel olsun, imam Malik olsun, bu insanların eserlerine, kitaplarına bakıldığında; yatsı namazı, sabah namazına kadar devam eder şeklinde bir ibare bulamazsınız.
Şimdi, bizim ülkemizde mesela daha çok Hanife mezhebine ait olduğunu söyleyen insanlar var. Onlara mesela şunu söyleyebiliriz; “yatsı namazının vaktinin sabah namazına kadar devam ettiğine dair bir delil, mezhep kitaplarında hiç duydunuz mu?” denildiğinde sadece ve sadece iki rivayet. Bakın ayetten bahsetmiyoruz, sadece iki rivayet. Bu rivayetler için; “biz, bu rivayetleri kabul etmiyoruz”, desek, insanlar; “aa sen kabul etmiyorsunuz ama benim mezhebimi kuranlar kabul ediyor olabilir” diyebilirler. Bakınız iki rivayet ve bu rivayet için bu mezhebin müntesipleri, yani Hanefi mezhebine ait fakihler, âlimler ne demişler, onu söyleyeceğim, dolayısıyla meselenin ne kadar trajik olduğunu görmemiz açısından.
Şimdi, diyorlar ki; rivayetin birisini şu; Hanefi mezhebinde; “yatsı namazının son vakti, sabah namazına kadar devam eder”, çünkü Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre; “Rasulullah şöyle dedi” diye bir ibare var”. Bu, daha sonraki fakihlerin kitaplarında var, erken dönemde yok. Rivayet şu; “yatsı namazının son vakti, fecrin doğduğu andır.” Rasulullah böyle söylemiş. (ABDULAZİZ BAYINDIR Haşa, haşa) Devamı nasıl, rivayete bakın; “Yatsı namazı gece namazıdır, gece devam ettiği sürece, onun vakti devam eder.” Rivayet bu.
Peki, bu rivayet hakkında biz desek ki, bu rivayet asla kabul edilebilir değildir, Rasulullah bunu söylememiştir. Bu ciddiye alınmayabilir ama Hanefi mezhebinde bu mezhebin üstatlarından olan; mesela Merginani, Kasani’nin eserlerinde geçer bu rivayet. Zeylai, Hanefi mezhebinde bir hadis muhakkikidir, yan, Hanefi mezhebinde “Nasburrai” isimli bir kitabı vardır. Hanefi mezhebinde geçen rivayetleri tahlil eder, bu bir hanefidir. Diyor ki; “ben böyle bir hadisi, hadis eserlerinde bulamadım, yok böyle bir rivayet” diyor. İbn-i Hacer benzer bir çalışması vardır. Diyor ki; “hanefilerin söylediği bu hadis, hiçbir hadis kitabında yoktur.” Ayni vardır, Hanefi mezhebinin büyük fakihlerinden diyor ki, “bizim müctehidlerin, fakihlerin, bu rivayetle delil getirmeleri şaşılacak bir şeydir” diyor, bu adam Hanefi fakihi. Baverti diye birisi var, diyor ki; “bu rivayet garibdir” yani aslı yoktur bunun.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Zaten ayet ve hadislerin tamamı ve dört mezhebin tamamı, yani dört mezhebin büyük ulemasının tamamı, şia “gasakulleyl’de” yatsının bittiğinde ittifak ediyorlar, yani gece karanlığının ya da soğukluğunun başladığı vakitte.
FATİH ORUM: ve çok daha önemlisi, şunu ben dikkatinize arz ediyorum; Bu sözünü ettiğim fakihler diyorlar ki; bu Rasulullah’a ait bir söz değil ama bu öyle zannediyoruz ki, Tahavi’nin kendi içtihadıdır diyorlar. Bakın, bir adamın yani, Tahavi’de erken dönem Hanefi fakihlerindendir, muhaddis kimliği de vardır. Diyorlar ki, bu bizim Tahavi’nin bir takım rivayetlerden hareketle ulaştığı kendi içtihadi görüşüdür diyor. Tahavi’nin eseri var, burada da görüyorsunuz arkamızdaki o eserlerinin içerisinde. Tahavi diyor ki eserinde; “ben bütün bu rivayetleri inceledim, bana göre sabah namazına kadar devam eder diyor.” Yani büyük bir yanılgının sonucunda bir içtihadde bulunuyor, daha sonra bunun içtihadı, Rasulullah şöyle söylemiştir diye kitaplara giriyor. Bakın, bunu biz söylemiyoruz, bunu bizzat Hanefi fakihleri söylüyor. Bizim kaynaklarımızda; yatsı namazının, sabah namazına kadar devam edeceğine dair rivayet, Rasulullah’ın söylediği bir söz değildir. Bu, bizim fakihlerden Tahavi’nin kendi içtihadı görüşüdür deniliyor.
İkinci rivayet ne, Hanefi mezhebinde? Yatsı namazının…
ABDULAZİZ BAYINDIR: Onu hiç söyleme istersen, sadece …., çünkü vakit çok daraldı. Rasulullah’tan bir hadis oku, bu yatsının son vaktiyle alakalı.
FATİH ORUM: Şimdi, o zaman; şu şeyi söyleyelim, Tahavi’nin dikkate aldığı rivayetlerin tamamında geçen bir rivayet, aslında tek bir rivayet var, bu rivayetin farklı varyantlarını, Tahavi; farklı farklı söylenmiş bir rivayet gibi alıyor ve oradan yanlış bir içtihada ulaşıyor, o şeyde şöyle; Abdullah ibni Ömer rivayet ediyor, Aişe validemiz de rivayet ediyor bunu, diyor ki; “bir gece oturduk, yatsı namazı için Allah’ın elçisini (sav) bekledik, gecenin üçte biri geçmekte iken veya daha sonra belki de geçti, tam o esnada Rasulullah çıkageldi, işi var mıydı yok muydu bilmiyorum, dedi ki; bu namazı mı bekliyorsunuz, ümmetime ağır gelmese onlara bu saatte kıldırırdım. Sonra müezzine emretti, kamet getirdi.” Bakın, bir namazın, yatsı namazının en son vaktine dair ibare, en son. Neymiş o? Gecenin üçte biri geçmek üzereydi.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Gecenin üçte biri dediği de, akşamın alacakaranlığıdır yani zaman uzunluğu değil, güneşin batmasından sonra akşamın alacakaranlığı, birinci üçte biri, ortası ikinci üçte biri, bir de sabahın alacakaranlığı, üçüncü üçte biri oluyor. Evet.
FATİH ORUM: Yani, bütün rivayetlerin toplandığı şey bu, Rasulullah bundan daha sonrası için bir vakitte yatsı namazını kıldırdığına dair bir rivayet yok
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir de şey var, mesela; buradan biyolojiyle, fizikle ve diğer bilim dallarıyla meşgul olan, hatta tıpla meşgul olan dostlarımıza söyleyeyim; Felak suresinde “ve min şerri gasigin iza vekab” buyuruluyor. O, “gasik” girdiği zaman yani o havanın soğuk vakti, güneş ışınlarının ufuktan tamamen çekildiği vakit girdiği zaman, ortaya çıkan şerden Allah’a sığınırım. Biz, onu sadece karbondioksit neşretmeye başladığını biliyoruz ama o dönemde o arada mutlaka bir takım meseleler vardır ve işte o ana bırakılmıyor. O an, herkes evlerine gitmiş olması lazım, bir de eskiden sokaklarda lamba yok, adamların yatsı namazını kıldıktan sonra, ufukta kalan aydınlıkla evine kadar gitmesi lazım. Peki.
FATİH ORUM: Hocam, o şeyi de söyleyeyim, ikinci rivayette, belki merak edenler, hadis eserlerinde var mıdır derse, Hanefi mezhebinde; “yatsı namazının, sabah namazına kadar devam ettiğine” dair görüşü zikreden ikinci rivayette; hadis kaynaklarında yok çünkü bir başka konuyla ilgili bir rivayetin tahrif edilerek, yatsı namazıyla ilişkilendirilmiş, sadece ufak bir parçasıdır.
Dolayısıyla; yatsı namazının, sabah namazına kadar devam ettiğine dair, Hanefi kaynaklarında iki rivayet zikredilir, ikisi de mevzudur, uydurmadır.
ABDULAZİZ BAYINDIR: O zaman, şimdi çok az bir vaktimiz kaldı, sana herhalde sıra gelmeyecek. Sen, Dr. Hakan Ertok’un, bizim ilan ettiğimiz, bakın değerli izleyiciler, bu bizim ilan ettiğimiz seher vakti; insanın vücut biyolojisine de tamı tamına uygundur. Ona göre oruç tutarsanız, hastaysanız iyileşirsiniz. Onu Dr. Hakan Ertok’tan kısaca bir özetle, çünkü fazla vaktimiz kalmadı.
VEDAT YILMAZ: Dr. Hakan Ertok, suleymaniyevakfi.org sitesine girerseniz, “seher ve imsak vaktinin, tıp bilimi açısından önemi” başlıklı bir yazısı var. Burada; seher vaktinde vücudumuzun fizyolojisine yani biyo ritmine baktığımız zaman, aşağıdaki beş belirleyici etmen görülür, bunlar;
İnsülin hormonunun; seher vaktiyle birlikte salgılanmaya başladığını söylüyor, insülin hormonu, vücutta kan şekerinin dengesini düzenleyen bir hormon, dolayısıyla, bu saatten önce yemek yenildiği zaman; bu hormonun salgılanmasında bir dengesizlik meydana geliyor ve gün içerisinde daha fazla acıkma meydana geliyor ve gün içerisinde daha erken bir şekilde acıkma meydana geliyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani, vücut, dinlenme modunda iken, yemek yiyorsunuz, sabahleyin kalkıyorsunuz, ağzınız leş gibi, halbuki, şu bizim ilan ettiğimiz saatte, yani Kur’an-ı Kerim’in gösterdiği saatte; sahur yemeği yerseniz, akşama kadar ne susama, ne acıkma ne de bir sıkıntı. Zaten Hakan Ertok bana şunu söyledi; dedi ki “ya hocam ben şimdiye kadar hastalarıma; “oruç tutma” diyordum, şimdi “özellikle tutun” diyorum, Allah beni nasıl affedecek?
Dedim; “senin suçun yok ki, eskiden öyle zannediyordun” Evet.
VEDAT YILMAZ: Kortizon hormonu da, tıpkı insülin hormonu gibi seher vaktinde salgılanmaya başlıyor. Organizmanın gün boyu ihtiyaç duyacağı enerji ve proteinleri hizmete sunuyor, böylece; vücut, biyolojik ve metabolik uykusundan uyanmış oluyor, kortizon hormonunun salgılanmasıyla. Bu hormon salgılanmadığı zaman, biz uykudan uyansak bile, vücudumuz aslında biyolojik açıdan uyumaya devam ediyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: ve onu yediğiniz zaman da, istekle yemeğinizi yiyorsunuz, çok az yemekle, akşama kadar idare ediyorsunuz, yani ben şunu da tavsiye ediyorum: ben o rejim yapmak istiyorum diyenler; kalksınlar, seher vaktinde az bir şey yesinler, akşama kadar acıkmazlar. Evet, şimdi herhalde çok fazla bir vaktimiz kalmadı, senin söyleyeceğin başka şey var mı?
VEDAT YILMAZ: Bir de Hocam, uyku fizyolojisi açısından, seher vaktinden önce uyunması gerektiği, bu saatte uyanılıp, yemek yenildiği takdirde; vücuttaki melatonin hormonunun yeterli salgılanmamasından ötürü, bağışıklık sisteminin azalması ve hastalıkların daha çok yayılmasına sebebiyet veriyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir de şu var yani bu, Fatih Orum’un anlattığı şeyde; yatsının son vakti ile seher vakti ve sabah namazı vakitleri meselesi, ortadan kaldırıldığı için, kutuplarda namaz vakitlerinin tespiti imkansızlaşıyor ve şimdi geçen sene ilan etmişlerdi; yirmi iki saat bilmem ne kadar, oruç tutacaklar, bu sene de mi öyle? Yaa kardeşim, insan gerçekten Allah’tan korkar. Yaa siz, bakın, hepsi çok iyi biliyor ki, Türkiye’dekiler de gayet iyi biliyor, yurt dışındakiler de, bizi Allah’a şükür tanırlar, çok iyi biliyorlar ki, bu meseleyi gayet iyi biliriz. Tarihte ilk defa, kutup noktasından kutup noktasına kadar, namaz vakitlerini halletmişiz. Peki, yani şimdi burada; bütün her şey ortadayken, Allah’ın ayetleri ortadayken, Rasulullah’ın uygulaması, Allah’ın yarattığı ayetler, tabiat, her şey ortadayken, bütün bunları biz ortaya koymuşken, siz görmezlikten gelirseniz, Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın “İblis için söylediği sözlerin kapsamına acaba girmez misiniz” diye bir düşünün.
Allah-u Teala ne dedi İblis’e? “Ben sana Adem’e secde et dediğim zaman, niye etmedin?” Eyy, adeta “ya Rabbi, daha önemli işler var, yani, oda önemini mi … “Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” Tövbe estağfirullah! Peki, Firavun, Musa’nın (a.s.) bütün şeylerini (delillerini olabilir) gördükten sonra niye inanmadı? Neml suresi, on dördüncü ayet “ve cehadû bihâ vesteykanethâ enfusuhum,” “çok kesin olarak Musa’nın (a.s.) gösterdiği ayetlerin doğru olduğuna, gördükten sonra, bile bile yalan söylediler, niye? “zulmen ve’uluvvâ”, efendim “yanlış yaparak ve üstünlük bizde kalsın diye” yaa Allah rızası için, ben şimdiye kadar Abdülaziz Hoca’ya uyun dedim mi, hiç bunu duydunuz mu? Allah’ın ayetine uyun, niye bana uyuyorsunuz?
Ee, bu konuda eğer kendinize güveniyorsanız gelin, ee tamam nasıl olsa sırtınızı, arkanızı devlete verdiniz, değil mi? Ee, nasıl olsa televizyonlarda emrimizde, her şey emrimizde, vatandaşa karşı da; ey vatandaşlar tekrar ediyorum, “Allah’ın emrine uymak zorundasınız”, bunu yapanlar ve destekçileri Cenab-ı Hakk’a asla hesap veremezler, bunu açık ve net bir şekilde söylüyorum.
ERDEM UYGAN.: Allah’ın emrine uymak zorundasınız dediniz, zaten mesela Diyanet’in iki meali arasında bir kelime farkı var, onu söyleyelim isterseniz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Haa, onu da söyle.
ERDEM UYGAN.: Mesela bu, 1981 yılında basılmış bir Kur’an-ı Kerim meali, Diyanet İşleri Başkanlığının, bunda Bakara suresinin 187. ayetinde ilgili ibare şöyle; “tan yerinde; beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırt edilinceye kadar, yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın.”
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Sizce”, yani o sahur yemeği yiyen kişiye göre, evet.
ERDEM UYGAN.: Burada da 2006 yılında basılmış, yine aynı kurumun, Diyanet İşleri Başkanlığının meali; aynı ayet, aynı bölüm şöyle; “şafağın aydınlığı, gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar, yiyin için.” “Sizce” kelimesi yok.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Evet, ben şimdi arkadaşlarımızdan rica edeyim, o bizim, hani “animasyon” vardı, onu da lütfen gösterelim. Değerli izleyicilerimiz, seher vaktinin nasıl olduğunu, fecr-i sadığın nasıl olduğunu, ekranlardan görsünler. Ondan sonra bu derse son verelim.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Değerli izleyiciler, animasyonu da gördünüz. Bizim sitemizden bir ilan var. Diyanet İşleri Başkanlığının, imsak gözlemi yaptığını ilan ettiği, Ankara-Bala‘da Beynam ormanlarında bir, aynı yerde, aynı noktada bir gözlem yapacağımızı söyledik. En küçük bir şüphemiz olduğundan değil, halkın gerçeği görmesi için. Diyanet’i de davet ettik, bütün takvim çıkarak kuruluşları davet ettik. Diyanet kendisine güveniyorsa gelsin, buradan ilan ediyorum ama gelmese de oradan canlı yayın yapacağız ama maalesef yer, son derece dar, arkadaşlarımız gidip keşif yaptılar; 15 m2’lik bir alanda çünkü çok yüksek ağaçların bulunduğu bir yermiş. Orada ancak gözlem yapabileceğiz, onu inşallah siz, canlı yayın olarak, internet üzerinden eğer mümkün olursa, televizyonlardan, yapabilirsek eğer, önümüzdeki hafta cumartesi günü, Fıtrat TV’de inşallah yayın yapacağız.
Bugün Hilal TV’den son yayınımız ama haftaya Allah nasip ederse, internet üzerinden, ramazanın sonuna kadar internet üzerinden devam edeceğiz, Ramazandan sonra tekrar Hilal TV’ye döneceğiz. Böylece, hepinize hayırlı ramazanlar diliyorum, Allah-u Teâlâ ibadetlerimizi kabul eylesin.
Sakın haa, “Allah’ın emri olduğu yerde, başkasını dinlemeyin”, tekrar ediyorum “Allah’ın emri olduğu yerde, başkasını dinlemeyin. Allah yardımcımız olsun.”