ABDULAZİZ BAYINDIR: Hayırlı sabahlar değerli izleyiciler. Bugün, Süleymaniye Vakfı’ndan yapmakta olduğumuz fıkıh müzakerelerinin yeni bir konusuyla karşınızdayız. Biliyorsunuz bundan iki hafta önce dinden dönme ile alakalı hükümleri anlatmaya başkamıştık. Mürted olarak ifade edilir. Ya da kafir olduğu şeklinde ifade edilir halk arasında. Onunla alakalı gelenekte oluşan durumu anlatmıştık. Görmüştünüz ki gelenekte dinden dönen kişinin öldürülmesi konusunda bütün mezhepler arasında tam bir ittifak var ister şii olsun ister sünni olsun. Geçen hafta burada, İran’da 20 yaşındaki üniversite öğrencisinin “İslam’dan İslam’a” diye bir kitap yazması sebebiyle idama mahkum olduğuna dair kararı burada okumuştuk. Aslında onun söylediği şu: Allah kuranda şöyle söylüyor, siz böyla yapıyorsunuz. Bu yanlıştır diyor. Kurana uygun bir din talebiyle ortaya çıkıyor. Ama şia geleneğine göre mürted sayılıyor ve öldürülüyor. İnfaz konusunda bilgimiz yok da ama ölüm cezası verildiğine dair mahkeme kararını geçen hafta burada okumuştuk. Dersten çıktıktan sonra bana bir haber daha ulaştırıldı. O da Suudi Arabistan’da yine bir genç bir şiir yazıyor. O şiirden dolayı dinden dönmüş sayılıyor ve ölümüne karar veriliyor. O da diyor ki ben mümin bir insanım, inançlı bir adamım diyor ama öldürülmesine karar veriliyor. Yine burada size Osmanlı’dan bir örnek vermiştik. Son zamanlardaki bazı diziler sebebiyle Türkiye’de onun adını bilmeen kalmadı: Kanuni Sultan Süleyman’ın meşhur şeyhulislamı ve bir tefsiri de olan bir ilim adamı. Bir takebesi bir soru soruyor Ona. Diyor ki; “nebimizin bütün hadisleri doğru mudur? Onunla amel etmek gerekir mi” diye soruyor. Diyor ki; “bu soru biçimi, doğru olmadığını gösterdiği için senin mürted olup öldürülmeni gerektirir”diyor. Ama sorunun içeriğinde, nebimiz Muhammed(sav)’i küçük düşürü ifadeler olduğu için de hiç tevbene gerek yok öldürülmen lazım diyor. Yargısız infaz. Bütün bunları birleştirdiğiniz zaman bakın mesela günümüzden iki tane örnek, tarihden örnek. Bugün siz, ister ilahiyat fakülteleri olsun ister imam hatip okulları olsun ister islam üniversitesi olsun şii-sünni bütün mezheplerde dinden dönenin öldürülmesi konusunda tam bir ittifak vardır. Peki böyle bir ortamda nasıl din hürriyetinden bahsedeceksiniz. Bir de yargısız infaz var. Mahkeme kararına gerek olmadan. Gerçi İran mahkeme kararı almıştı. SuudiArabistan da mahkeme kararı almıştı. O mahkeme kararları sadece batıya karşı ayıp olmasın diye alınan kararlardır. Yoksa herhangi bir kişi bu tür insanları öldürürse mahkeme onu yargılamaz. Dolayısıyla böyle bir ortamda can güvenliği zaten olmaz. Peki bir öğrenci, hocasına böylebir soruyu sorduğu zaman ölümü hakediyorsa orada ilim de olmaz. Burada tam bir ittifak var. Ve biz burada gördük ki benzer durumların yahudilerde de hıristiyanlarda da olduğu, bir etkileşim söz konusu olduğu ama kuranın ve Resulullah’ın yaptığı uygulamaların kesinlikle böyle bir şeyi kabul etmediği açın ve net. Değerli izleyicilerimiz şunu çok iyi bilmeli: bugün malesef indirilmiş din yok. Bir uydurulmuş din vardır. Bu uydurulmuş din, şahsen bana da okutuldu ve öğretildi. Sonra okuduğumuz zaman, kurana aykırı olduğunu hiç düşünemiyorduk. Çünkü öyle bir şartlanmışlıkla okuduk. Ama Allah’a çok şükür sizler çok şanslısınız. Artık insanlar kuranı okumaya, anlamaya, tartışmaya başladılar. Dolayısıyla inşallah ben bunu yeniden dirilmenin ciddi işaretleri olarak görüyorum şahsen ve çok da hızlı bir gelişme var. Bugün olayın bir farklı tarafını anlatacağız. Bir de “zındıklık” diye bir kelime uydurulmuştur. Seyid Sabık diye çok meşhur bir ilim adamı vardır. İslam aleminde çok meşhurdır. Türkiye’de de Fıkhus -sünne diye fıkıh kitabı tercüme edilmiştir. Aynı isimle tercüme edilmiştir Fıkhus-sünne diye tercüme edilmiş yayınlanmıştır. Şimdi O, bu konuları şöyle özetliyor. Ondan ben size aktaracağım. Zındık dediğimiz zaman Türkiye’de herkes: dinsiz, ahlaksız, kötü gibi anlar. Ama gelenekte zındık, bildiğimizden biraz farklıdır. Zamanla bazı insanları mürted diye öldürmüşler ama öldürmek istedikleri bazı insanlar mürted kavramına girmiyor. Onun için de yeni bir kavram icad etmek gerekiyor. Yeni bir kavram icad etnişler zındık diye. Onunla öldürme yoluna gitmişler. Bu zındık kavramı esasen farsçadan gelme bir kavramdır. Herkes kendine göre bir takım anlamlar veriyor. Mürted ile zındık arasındaki fark şu: zındıkta tevbeye davet etmiyorsunuz. Ebu Suud’un bu öğrenci ile ilgili verdiği ikinci hüküm, zındıklık hükmüdür. Yani birincisi: diyor ki sen dinden döndün, mürted oldun öldürülürsün. Ama tevbe edersen kurtulursun. Ama ikinci şey, Resulullah’ı küçük düşürücü bir ifade kullandın, tevbe etsen de kurtulamazsın diyor. Yani kişinin tevbesine imkan vermemek için oluşturulmuş bir kavram. Şöyle ifade ediyor. Önümdeki arapça metin, onu tercüme ederek şey yapacağım. Diyor ki; “mürtedleri engellemek için şeriat” yani “insanların dinden dönmesini engellemek için dinden dönene ölüm cezası verilmiştir”. Hangi şeriat bu? Bu, Allah’ın kitabına yüzde yüz aykırı. Resulullah’ın uygulamasına yüzde yüz aykırı. Ne oluyor: şeriat. Burada bir şey uyduruluyor: Ali(ra), mürtedleri yakmış öldürmüş. Biliyorsunuz Enfal suresinin 67.ayetinde Allah, nebimizi ve onunla beraber bulunan sahabeyi ağır bir şekilde itham ediyor. Büyük günah işleyenlere ancak söylenecek sözlerle onları mahkum ediyor. Çünkü Bedir savaşından önce Allah, “savaşta düşmanı tamamen etkisiz hâle getirmeden esir alınamayacağına dair Muhammed suresi 4.ayeti indiriyor. Ama Bedir savaşında düşman ilk hücumda geri çekilince esirler alınıyor ve düşman takip edilmiyor, üzerine gidilmiyor, düşman etkisiz hâle getirilmiyor. Böyle olunca, Allah ayetini indiriyor. ENFAL, 67.. Ayet: “Ma kane li nebiyyin ey yekune lehu esra hatta yüshıne fil ard: hiç bir nebi, savaş meydanında tamamen düşmanı etkisiz hale getirip sindirmeden esir alma hakkına sahip değildir”. Hiç bir nebi deyince önceki nebiler de giriyor. Sadece Resulullah değil. Hiç bir nebinin böyle bir hakkı yoktur diyor. Ondan sonra diyor ki; “türıdune aradad dünya: siz, hemen elinize geçecek bir şeyler istiyorsunuz” dünyalık istiyorsunuz, “”vallahü yürıdül ahırah: Allah sonrasını istiyor”. Çünkü surenin başında Allah, Bedir savaşında müslümanların Mekkeliler’i yenip Mekke’ye girmelerini istediğini ifade ediyor 7-8.ayetlerde. O anlama gelen iki ayet var. “vallahü azızün hakım:Allah üstündür, kararları doğrudur”. Allah ne diyorsa ona göre davranmanız lazım. ENFAL, 68.. Ayet: “Lev la kitabüm minellahi sebeka lemesseküm: eğer Allah’ın daha önce bir hükmü olmasaydı, sizin bu yaptıklarınızdan dolayı size azabı azim dokunurdu”. Azabı azim: kuranda kafirler için, münafıklar için ve büyük günah işleyenler için kullanılan bir kelimedir. Allah müslümanlara, Persler ile Romalılar’ın karşılaştığı gün bir zafer sözü veriyor. İşte o gün de Bedir’e denk geliyor. Eğer ben, daha önceden zafer sözü vermeseydim, bu aldığınız esirlerden dolayı büyük bir azab size yani bu Bedir zafer olmaz, çok büyük bir hezimet olurdu. Şimdi burada bir çok kişinin hesabını bozuyor bu ayet. Biliyorsunuz ehli sünnette peygamberlerin özellikleri derken hemen bir ismet sıfatından bahsedilir. Yani büyük günah işlemezler. Bir takım zelleler olur, o da devam etmez. Burada şunu söylüyorlar mesela. Zındıkları engellemek için nebiye şöyle bir anlam verilmesi gerekiyormuş: Allah tarafından gönderilen, itaat edilmesi farz olan, günahlardan korunmuş olan, küçük hataları da sürdürmeyen kişiler. Peki bu ayet ne olacak? Şii ve sünni tefsirlere bakın, bu ayete öyle yanlış anlamlar verirler ki. Mealler de böyle. Niye? Kurdukları sistem bozulmasın. Şiiler biraz daha sıkıntılı. Şiiler diyor ki; bundan dolayı Ali, aldıkları bütün esirleri öldürmüştür. Ali yakmıştır, Ali şunu yapmıştır, Ali bunu yapmıştır… Bunu söyleyerek Ali’yi yüceltme şeyi var. Çünkü Ali yüksek olmazsa onların imanları yücelmez. İşte onun için hemen bir şey uyduruyorlar: “Ali mürtedleri yaktı”. Bırak öldürmeyi yantı. O zaman çok büyük günah işlemiş demek ki. Hayır öyle değil. Bu ayetin kapsamından onu çıkarmak istiyorlar. Peki onlar imanlarını masum olarak kabul ediyorlar da sünniler masum demeden imamlarını masum yapmıyorlar mı? Bu kelimeyi kullanmadan. Bakın işte yıllardır anlatıyoruz. Mesela dinden dönme konusunda şii-sünni, kurana aykırılıkta tam ittifak etmişler. Bu hükümleri verenler kim? Onların uleması. Bu sistemin devam etmesi lazım. Bu sistemin devamına engel olan da işte bizim gibi kişiler. O delikanlı çıkıyr diyor ki işte şöyle şöyle. İslamdan islama diye kitap yazıyor. Bu tür yorumları engellemek için bu defa zındıklık diye bir kelime ortaya atmışlar. Ve zındık olan bir kişinin sorgusuz sualsiz öldürülmesi lazım. Tevbe etse de tevbesi kabul olmaz. Bazıları diyor ki; “eğer farkına varmadan önce tevbe etmişse olabilir. Yakalandıktan sonra tevbe ederse değil”. Kişinin tevbe ettiğini sen nereden biliyorsun? Tevbe, kişinin içten verdiği karardır. Tevbeyi kabul eden yanlız Allah’tır. Burada tamamen bir hıristiyanlığın günah çıkarma eylemini görüyoruz. Yani sizin yaptığınız tarife göre mürted siz oluyorsunuz. Eğer bu ceza doğru ise önce size uygulanması lazım. Mürted yetmiyor, bir de zındık kelimesi kullanılıyor. Dolayısıyla zındık da esas şey diyorlar ki zahiren müslüman ama içi kafir. Nereden biliyorsunuz içinde kafirlik olduğunu? Bu konuda mezheplerin değişik görüşlerini kısaca Yahya’dan dinleyelim.
YAHYA ŞENOL: Geçen hafta mürted konusunu işlerken mürted olduğu düşünülen kişilerin mezhepler tarafından tevbeye davet edilmesi gerektiğini görmüştük. Onu hatırlatarak başlayalım. Bir gurubu bunun mutlaka gerekli olduğunu, vacip olduğunu söylüyordu. Bir gurup da müstehab olduğunu söylüyordu ama bir fikir olarak, dinden döndüğü düşünülen kişinin tevbeye davet edilmesi fikri var. Fakat zındıklıkta durum böyle değil. Zındıkı mürtedden ayrı düşünüyorlar. Tabi burada tanım da otomatikman devreye giriyor. Zındıkı ne diye tanımlıyorlar mezhepler? Zındık ilk başta farklı bir kesimi tanımlamak için kullanılan bir kavram olarak arapçaya giriyor. Arapça bir kelime değil zındık. Farsçadan geçmiş. İlk geçtiği zaman o tarihlerde maniheistler var. Onları nitelemek için zındık diyorlar. Onların müslüman olmadıkları ayan beyan belli. Fakat daha sonra bu kelime bir takım anlam değişmelerine uğruyor. Mezhep kitaplarının yazıldığı dönemlerde kitaplara şu şekilde geçiyor. Zındık, içten inanmadığı halde dıştan inanmış gözüken insan. Bu neyin tarifi aslında? Münafıkın tanımı. Zaten diyorlar ki; Resulullah zamanındaki münafıkların bugün bizim dilimizdeki karşılığı zındıklardır. Farkı ne? Münafıkları Resulullah ayetler sayesinde öğrenebiliyordu. Bazı ayetler gelip onların çeşitli vasıflarını tanıtıyordu. Şunları şunları yapanlar münafıklardı diyordu. Bugün öyle bir şey yok. O yüzden münafık kelimesini kullanmayalım biz, bu tanıma uyacak olan zındığı alıp buraya uyguluyorlar. Fakat daha sonra çeşitli, kendilerince doğru olmayan fikirleri öne ssüren herkese yavaş yavaş zındık nitelemesi yapmaya başlıyorlar. Mesela bu konuda en sert ttutuma sahip olan Malikiler’de Mutezile mezhebine mensup herkes zındık kabul edilmiştir. Ve Mutezile mezhebine mensup olup zındık kabul edilen herkesin tevbeye davet edilmeksizin öldürülmesi gerektiğini söyler İmam Malik. Fakat mezheplerin geneline baktığımız zaman şöyle iki ayrım görürüz. Bahsettiğim gibi İmam Malik’in başını çektiği Malikiler, Ahmed Bin Hambel’in reisi olduğu Hambeliler ve bir görüşüne göre Ebu Hanife yani Hanefiler, zındıkın kesinlikle tevbeye davet edilmeyeceğini, zındık olduğu ortaya çıkan kişinin derhal öldürülmesi gerektiğini söyler. Bunların ttevbe hakkı yok zındık gibi. Zındık olduğuna dair bir beyyine/açık bir delil ortaya koyarsa kişi, bu ssadır olursa namaz kılıyorsa da, oruç tutuyor olsa da, hacca gitmiş olsada yani zahiren müslüman olsa da biz bunun zındıklığına hükmeder ve derhal öldürülmesi gerektiğine kanaat getiririz diyorlar. Iİkinci gurubu oluşturan Şafiler ise hayır diyorlar, zındık: tamam her ne kadar içten inanmamış ama dıştan inanmış gibi gözüksede bu kişinin de tevbeye davet edilmesi açısından mürtedden bir ffarkı olmaması gerekir. Dolayısıyla şafiler mutlaka tevbe teklif edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Eğer bu tekliften sonra zındık olduğu düşünülen kişi tevbe ederse o ölüm cezasından kurtulur, normal müslümanlar gibi yaşamaya devam eder. Buna delil olarak Şafiler, Tevbe suresinin 74.ayetini delil getirirler. Orada C. Hakk, münafıklarla. Dedik ya aslında münafıkın tanımı olarak geçiyor mezhep kitaplarında. Orada C.Hakk münafıklardan haber verirken buyuruyor ki TEVBE, 74.. Ayet: “Yahlifune billahi ma kalu” Resulullah dönemindeki münafıkların söylediğişeyler: yemin ediyıorlar; “Gerçekten vallahi billahi bu doğrudur” şeklinde. Halbuki “ve le kad kalu kelimetel küfri: halbuki onlar küfür sözleri söylemişlerdir kafir olmuşlardır”, “ve keferu ba’de islamihim: müslüman olduktan sonra kafir olmuşlardır”. Bakın ayetle sabit: müslüman iken kafir oldukları. Fakat ayetin devamında; “fe iy yetubu” eğer bunlar bu sözlerinden, bu hallerinden tevbe ederlerse “yekü hayral lehüm: bu, onlar için hayırlı olur”. Diyor ki Şafiler; “C. Hakk, tevbesinin onun hayrına olacağını söylüyorsa, dolayısıyla tevbeye davet edilmez. En azından adama bu tevbe hakkını verelim, tevbe ederse öldürmeyelim”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tamam da öldürmeyeli nereden çıkardınız? Geçen hafta okuduk yani İblis’ten beri hiç bir şeyde öldürme diye bir şey yok.
YAHYA ŞENOL: Hatta çok ilginç bir şey var. Bu şekilde zındıklığı sabit olmuş, gerçekte münafık olan bir kişinin tevbe ettikten sonra öldürülmeyeceğini delillendirdikten sonra bir rivayet getiriyor şafiler. Rivayette ilginç bir yön var ama. Diyorlar ki; “Resulullah’a günün birinde bir adam geldi, sessiz sessiz konuştular. Daha sonra yüksek sesle konuşmaya başlayınca biz de meseleyi anladık. Adam Resulullah’tan bir kişiyi öldürmek için izin istiyormuş. Resulullah da diyor ki; “bu adam, Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik yapıyor mu?”, “evet ya Resulallah”, “benim, Allah’ın kulu ve elçisi olduğuma dair şahitlik yapıyor mu?”, “evet ya Resulallah”, “namaz kılıyor mu?”, “evet ya Resulallah”, “asla öldüremezsin” diyor “Allah bu konuda beni yasakladı,dolayısıyla siz de öldüremezsiniz”. Bunu delil getirerek, tevbe etmiş olan zındığın öldürülemeyeceğini söylüyorlar. Peki tevbe etmemişin öldürüleceği nasıl çıkarılıyor rivayetten? Resulullah diyor ki; “namaz kılıyorsa asla dokunamazsınız bu adama”. Ee? Sen diyorsun ki; “zahiren müslüman olsa da içten müslüman olmadığı için biz bunu tevbe etmezse öldürürüz”. İkinci bir soru ortaya çıkıyor: kalben inanmadığını sen kendin söylüyorsun. Şahitlik yapıyor mu? Yapıyor, kelimei şehadeti var, namazı var, orucu var, haccı var, zekatı var, dış görünüşü dört dörtlük müslüman ama diyorsun ki içten bu kafir. Halbuki kuran baştan sona “innehu alimun bi zatis sudur: kalpleri sadece Allah bilir” diyor. Dolayısıyla delil getirdikleri rrivayet de tutmuyor. Ama hadi bir parça diğer mezheplere göre tevbe hakkı tanıması açısından bir adım ilerde. Bir de Hanefiler’den Ebu Hanife’ye nisbedilen iki görüş var demiştik. Onu da şu şekilde tevil ediyorlar. Diyorlar ki; “eğer bu zındık olduğunu düşündüğümüz kişi, biz kendisini yakalamadan gelip tevbe ederse tevbesi makbuldur. Ama biz yakaladıktan sonra istediği kadar tevbe etsin ölüm cezasından kurtulamaz”. İnşallah arkadaşlar anlattıktan sonra bunun bir uygulamasını uygulamalı olarak Osmanlı döneminden aktaracağız. Hanefi mezhebine uyarak böyle bir kişi yakalandıktan sonra yani hiç bir zaman adamın kabahati yok ama onlarca zındıklık ortaya koymuş olmasına rağmen, “hayır, vallahi de billahi de ben müslümanım beni tanıyorsunuz” demesine rağmen adamı Sultanahmet’deki at meydanında başını keserek öldürüyorlar. Diyorlar ki; “zındıksın kardeşim. Biz seni yakaladıktan sonra tevbe etsen de asla kurtulamazsın. Kısaca mezheplerde olay böyle.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Aslında zındık dedikleri-biraz sonra göreceksiniz-münafıklıkla, şununla, bununla ilgisi yok. Onların görüşlerine ters bir görüş ortaya koyuyor o kadar. O görüş, isterse bütün ayetlerle bütün Resulullah’ın şeyiyle ıspatlansın önemli değil. Öldürme diye bir şey söz konusu değil. En küçük bir delil mümkün değil yani. Ama bak tekrar edeyim: bugün islam dediğimiz zaman böyle anlaşılıyor. İslam ülkelerinde de islam bu, dışarıda da islam bu. Ve şeyle kalmıyorlar. Adamın karısı boş oluyor, kadın ise kocasından ayrılmış sayılıyor. Gerçi onu sonradan değiştirmişer Hanefiler. Çünkü kadınlar bazı yerlerde kocalarından boşanma hakkını vermemişler ya. Kuranda olan boşanma hakkını hiç bir mezhep kadına vermemiş. Bazı kadınlar dinden dönerek kocalarından ayrılıp daha sonra tevbe ederek başkasıyla evlenmeye başlamışlar. Bakmışlar ki bu oluyor, demişler ki; “sizinkisi geçerli değil” demişler. Gerçekten bu dini keyiflerine uydurmuşlar. Biliyorsunuz her defasında yahudi ve hıristiyanların da konu ile alakalı görüşlerini ortaya koymaya çalışıyoruz. Çünkü bugün biliyorsunuz hıristiyanlarda bir günah çıkarma olayı var bizdekilerin ttevbeye davet ettiği gibi. Mesela öldükten sonra gene bir günah çıkarma işlemi yaparlar: iskat. Bir takım şeyler vardır. Herkes C.Hakk’tan merhametli bir şeye bürünür. Bu konuda inşallah Vedat, konunun yahudi ve hıristiyanlardaki durumunu bize kısaca anlatacak.
VEDAT YILMAZ: Öncelikle bu dinden çıkmış ilan etme faaliyeti. Biz buna aforoz diyoruz. Aforoz diyeceğim ben buna. Zaten bunun da aforozdan bir farkı yok anlatılanların. Yahudiliğin kadim çağlarına kadar dayanıyor. Tevratta bir ibare var. Bunun da temeli nereden geliyor buna da bakalım. Tevratta bir ibare var Yasanın Tekrarı bölümünün 11.bâbının 26.pasajında. “Ama tanrınız Rabbin buyruklarını dinlemez, bilmediğiniz başka ilahların ardınca giderek bugün size buyurduğum yoldan saparsanız lanete uğrayacaksınız”. Bu lanete uğrama konusu, ileriki dönemlerde yani Ezra döneminde m.ö 4.yy Ezra döneminde yahudiler diyorlar ki; “madem ki bu işi yapan kişi, dinden çıkmış kişi lanete uğruyor, demek ki bunun pratikte bir karşılığı olması gerekiyor” diyorlar ve bu lanet olayını kendileri uygulamaya sokuyorlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ama bu konuda isterseniz dinleyicilerin dikkatlerini çekelim: geçen haftaki ve ondan önceki bölümleri izlediyseniz, kuranda dinden çıkanların Allah’ın lanetine, peygamberin lanerine, meleklerin lanetine, insanların lanetine uğradığı ifade ediliyor. Ama daha sonra tevbe eder kendilerini düzeltirlerse herhangi bir problem kalmayacağı, bunun insanları ilgilendiren bir şey değil, tamamen C.Hakk ile alakalı bir husus olduğu ifade ediliyor. Aynı kelimenin tevratta da ol uş olması önemlidir. Olması gerekir zaten. Onu da Vedat’ın bulmuş olması çok önemli. Buna da dikkatinizi çekmiş olalım. Yani dinden dönenin cezası lanet. Ne demek lanet? Allah’ın rahmetinden uzaklaşmak. Tıpkı işte ilk dinden dönen İblis. Ne oldu? Bulunduğu yerden uzaklaştırıldı. O kadar. İblis örneğini hiç unutmazsak eğer bu konu çok iyi aklımızda kalır. İblis dinden dönmesine rağmen, mümin birisiyken Allah’a karşı geldi ve dinden dönmüş oldu. Ona rağmen Allah’tan kıyamete kadar yaşama hakkı istedi, Allah da onu verdi. Bunu kişinin hayat hakkıyla hiç bir alakası yok. Bunu da tesbit etmiş olman çok güzel oldu.
VEDAT YILMAZ: Tabi bu olay bir müeyyide olarak uygulanmaya başlıyor. Yani lanet olayı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Laneti artık kendileri anlamlandırmaya başlıyorlar.
VEDAT YILMAZ: Lanete uğrama olayı bir müeyyide olarak yani aforoz uygulanmaya başlıyor. Dinden çıkarmayı düşündükleri kişiyi yanlış hareketinden dolayı, “sen artık lanetlisin” diyerek “dinden çıktın” diyerek onu toplumdan tecrit etmeye başlıyorlar yahudiler milattan önceki o kadim dönemde. Daha sonraları bu aforoz işlemi daha da sistematik bir hale geliyor. İbni Meymun, kişiyi aforoz etmeye gerekli kılacak 24 kusurlu hareket belirliyor. Diyor ki; “bu 24 kusurlu hareketten bir tanesini yapan kişi aforozu hak etmiştir aforoz edilir” diyor. Bu maddeler içerisinde şunlar da var mesela: bir din büyüğüne tahkir ifade eden bir şey söylemek, ölmüş bile olsa kişiyi aforoza gerekçedir diye bu tarz maddeler de var. Kendilerini sağlama alan maddeler de var. Talmud olsun, Rabbinik kaynakları reddeden, aşağılayan kimsenin de aforoz edilmesi gerekir. Bu maddelerden bir tanesini yapan bir kişiyi önce küçük aforoz denilen bir müeyyide uygulanıyor. Bu müeyyide de yas tutmak anlamına geliyor. Bu müeyyideye göre kişi önce hücreye kapatılır, bu hücre içerisinde tamamen ailesinden, arkadaşlarından uzaklaştırılır. Kimse ile görüşmesine izin verilmez. Sadece belli kişiler onunla görüştürülür. Daha sonra bu kişiye elini yüzünü yıkama, banyo yapma, tırnaklarını kesme, saçını kesme gibi hiç bir şey ona orada izin verilmez. Sadece yaşamını devam ettirebilecek belli gıdalar verilir ona orada ve ona orada yas tutması, yaptığı yanlışı düşünmesi istenir. Ve bir haftalık bir süreç içerisinde üç defa ondan tevbe etmesi istenilir. Bu, pazartesi, perşembe ve öteki pazartesi olur. Ona gidilir “yanlışından sen tevbe ediyor musun” denilir. Daha sonra eğer bu kişi bu sürecin sonunda hala tevbe etmemişse bu sefer herem denilen büyük aforoz gerçekleştirilir. Bu aforoza göre de bu kişi artık tamamen toplumdan tecrit edilir, bu kişi ile hiç bir şekilde ne alışveriş yapılır ne ticari anlaşma yapılır ne selam verilir, ne onunla oturulup bir şey içilir, bir şey yenir. Bir şey öğretilmez, bir şey öğrenilmez o kişiden. Tamamen toplumdan dışlanır hale getirilir. Daha sonraları, Yahudilikteki bu sistematikleşmiş olan aforoz işlemi aynen Hristiyanlığa da geçiyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İslam’a da geçmiş. Orada 7 gün diyor, bizimkiler 3 güne indiriyorlar. Hapsetme=tevbeye davet etme. Bunun islami bir temeli yok. Ne kuranda ne Resulullah’ın uygulamasında. Demek ki onlardan almışlar, o bir haftayı 3 güne indirmişler.
VEDAT YILMAZ: Yahudilikten Hristiyanlığa geçiyor. Zaten tarihçiler de hıristiyanlıktaki aforozun Yahudilerden geçtiği konusunda ittifak ediyorlar. Hıristiyanlıkta da ilk dönemlerde aforoz işlemi tıpkı yahudilikte olduğu gibi tamamen cemaatten tecrit edilme şeklindr uygulanıyor. Ancak daha sonraları bunun siyasi bir güç olarak kullanılması gündeme geliyor. Özellikle katolik kilisesi tarafından. Ve katolik kilisesi bunu, kendisine muhalif olarak gördüğü kişileri tamamen sindirme ve etkisiz hale getirme aracı olarak kullanıyor. Bu öyle büyük bir güç haline geliyor ki, orta çağda M.S. 10. yy’da Papa 7. Gori 4. Henrik ile yani Avrupa’nın en büyük imparatoru Alman İmparatoru 4.Henrik ile bir ihtilafa düşüyor. Normalde papanın yetkileri arasında piskoposları atama görevi vardır. Papanın dışında hiç kimse bunu yapamaz. Ancak 4.Henrik, Milano piskoposunu atıyor. Bunu papa duyduğu zaman-ondan habersiz olan bir şey-kırala bir mektup yazıyor. “Haddini bileceksin, tevbe edeceksin, sen çok yanlış bir şey yaptın” diyor. Kral da bunu gururuna yediremiyor. Bir din adamı tarafından Avrupa’nın en büyük kralının aşağılanmış olması. Ve papaya o da bir mektup yazıyor. Diyor ki; “ben kralım, beni tanrı seçti. Siz bana itaat etmek zorundasınız” diyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Beni tanrı seçti” çok önemli. Bakın kadercilik. Kendi inançlarıdır aynı zamanda.
VEDAT YILMAZ: Batı Hristiyan dünyasında kralların tanrı tarafından seçildiği yaygın bir inançtır.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İncil’de de var.
VEDAT YILMAZ: Aynen öyle Hocam. Kralı aforoz etmek amaçlı, papa bir sinot topluyor. Sinot konsilin biraz daha küçüğü. Küçük bir toplantı bir kaç piskopos ile birlikte bir sınot topluyor ve Kral 4. Henrik aforoz ediliyor. Kral 4. Henrik’in aforoz edilmesinden sonra bu, Avrupada büyük yankı uyandırıyor. Kralın aforoz edildiği haberi her yere yayılıyor ve kral tahttan indirilme noktasına geliyor. Ve kralın önünde iki seçenek var. Ya gidip papadan af diliyecek yada tahtını bırakıp gidecek. Kış günüydü. Bildiğim kadarıyla Aralık ayında Kral 4. Henrik papanın sarayına gidiyor. Üzerinde ince bir elbise var. Buna “zillet elbisesi” deniyor. Tam 3 gün boyunca kapıda diz çöküp papanın onu içeri alması için yalvarıyor. Söylediğimiz kişi, Avrupanın en büyük kralı. Kış gününde kapıda sadece papanın onu içeri alması için yalvarıyor. Ve iki kişinin ricası üzerine onu papa içeriye alıyor. Kralın ricasından değil. İki kişi gelip alın diyor, papa da içeriye alıyor. İçeri aldıktan sonra 4. Henrik, Papanın dizlerine kapanıyor, onun ayaklarını öpüyor orada. Tevbesinin kabul edilmesi için ona yalvarıyor. Papa da itibarının sarsılmaması için (çünkü kendisinden merhamet dileyen birisini geri çevirmesi papanın itibarını sarsardı)onun o tevbesini kabul ediyor. Ve onun tekrar hıristiyan olduğunu 4. Henrik’e söylüyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Vedat, seninle Yahya arasında bir irtibat kuralım. Orada papa tevbeyi kabul ediyor, burada kim kabul ediyor?
YAHYA ŞENOL: Tevbesi kabul edilmez mezheplere göre ama edilcek olsa da bunlar ediyorlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR; İnsanlar kabul ediyor. Bakın görüyormusunuz kaynağı nereden geliyor. Kuranla, Resulullah’ın uygulamasıyla uzaktan yakından alakası yok. Ve hangi şey din haline gelmiş bugün. İslam diye kitaplarda okutuluyor.
VEDAT YILMAZ: Aslında Hocam şöyle bir şey de var: daha sonraları 13.yy’da engizisyon mahkemeleri ile daha da sistematik hale gelmesi aforoz olayının. Biliyorsunuz engizisyon mahkemeleri ile dinden çıktığı düşünülen kişiler, oraya hemen birkaç hakim gönderilip yargılanıyor. Dinden çıktığı sabitlenirse suçu ayarınca bir ceza veriliyor. Yakılmak da buna dahil. Örneği meşhur bilim adamlarından Galileo, kilisenin vermiş olduğu aforoz gerekçesiyle yakılarak öldürülmüş kişidir. Ona rağmen engizisyon mahkemesinin ağır vahşetine rağmen orada tevbe şeyi vardır. Engizisyon mahkemesi tevbeye davet eder. Tevbe ederseniz o ceza sizden düşer.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Burada bizim zındıklıkta olmayan iki şey var. Zındıklıkta bir mahkeme kararı yok. Orada iyi kötü bir engizisyon mahkemesi var. Mesela bizimliler çok haklı olarak engizisyon mahkemelerini tenkit ederler, biz de tenkit ederiz. Tabi doğru. Ama bir de bizi de dikkate almak lazım. Bizimkilerde mahkeme kararı olmadığı için bu yolla kaç kişinin öldürüldüğünün hesabı kimse tarafından bilinmiyor. Orada mahkeme kararı var, kayıtlara geçiyor en azından ölenler. Bizde zındıklıkta, dinden dönmede mahkeme yok. Tevbeye davet etme zındıklıkta yok, irtidat da var. Tevbe etti etmedi: buna kim karar verecek? Öldüren kişi. İsterse bin defa etsin. Biraz sonra göreceksiniz arkadaşkarımız anlatacak. Aslında burada gerçekten islam alemine çok faydalı olan insanlar, zındıklık namıyla öldürülmüşlerdir.
VEDAT YILMAZ: Hristiyanlıktaki aforoz işleminin de aslında kendi kitaplarında bir dayanağı yok. Aforoz kelimesi yeni ahitte hiç geçmiyor. Dolayısıyla bunu kendi kitaplarına dayandırmak için aforozun yeni ahitteki karşılığı “anatema” kelimesidir. Bu anatema kelimesi lanetlenmiş olmak anlamına geliyor. Bunu da Galatyalılar bölümünün 1/6-9 arasındaki pasajına dayandırıyorlar. Sahte incili insanlara tebliğ edip sahte incile uyma konusuyla ilgili bir bölüm. “İster biz ister gökten bir melek size bildirdiğimize ters düşen bir incil bildirirse, o kişi lanetlenmiştir” tabiri geçiyor. Bu lanetlenmiştir tabirini aforozun delili olarak gösteriyorlar. Tıpkı yahudilikte olduğu gibi onlar da aforozu lanetlenmeye..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bizimkiler laneti bile delil göstermiyorlar değil mi? Kurandaki lanet kelimesini bile delil göstermiyorlar.
Şimdi örneklere geçeceğiz. Bugün mesela şöyle bir şey vardır bütün mezheplerin ittifakla kabuö ettiği: bir adamın iki tane oğlu olsa, oğullarından birisi kendinden önce ölse. Kendinden önce ölen oğlunun yada kızının çocukları olsa ama kendisinden so ra bir oğlu ölse. Önce ölen oğlunun mirasını baba alır ama kendisinden sonra ölen baba öldüğü zaman babanın mirasından kendisinden önce ölen çocuğunun mirasçıları hiç bir şey alamaz. Bütün miras, baba öldüğü zaman hayatta bulunan oğluna kalır. Kendinden önce ölene hiç bir şey verilmez. Bu da tamamen işte bu oyunlarla ortaya konmuş bir şeydir. Bu merkezli ki buna asabe deniyor. Asabe merkezli olarak şimdi Abdurahman bunu anlatacak kısaca. Çünkü konu çok önemli çok büyük. Günlerce anlatılsa bitmez. Kısa bir şekilde bu siyasetin bu işi ne hale getirdiğini bize anlatacak.
ABDURRAHMAN YAZICI: Kısaca Abbasiler’in kuruluş yıl dönümünde bu Abbasiler’in kendi meşruiyetlerini Peygamberimiz’e akrabalıkla, ehlibeyt olmakla, Onun asabesi olmakla nasıl meşrulaştırmaya çalıştıklarını kısaca görmeye çalışacağız. Bundan önce, tarihi arka planı görmeye çalışalım. Biliyorsunuz Emeviler döneminde bir takım zulümlerin olduğu, özellikle Peygamberimiz’in soyundan gelenlere karşı. Bazı isyanların olduğunu biliyoruz. Bunlara karşı Emeviler’in son 30 yılında gizliden bir faaliyet başlamıştı Abbasiler’e karşı. Bu esnada Zeyd Bin Ali isyanı çıkmıştı ki Ebu Hanife’nin buna destek verdiğini bilyoruz. Gizliden Emeviler’e karşı bir propaganda yürütülmekteydi. Yaklaşık 30 yıl kadar sürmüştü. Bu dönemdeki propaganda da Peygamberimiz’in soyundan gelen Haşimoğulları’nın henüz Alioğulları, Abbasoğulları diye ayrışmaya girmediğini açıkça görüyoruz. Nasıl biliyoruz bunu? Bunlar daha önce Ebva denilen bölgede yaptılları tolantıda hem Abbasoğulları’ndan hem Alioğulları’ndan önemli zatların burada bulunduğunu görüyoruz. Gizli bir toplantı. Tarihçiler kitaplarda kaydediyorlar kimlerin bulunduğunu. Yine bu propaganda sürecini yöneten Ebu Seleme denen bu kişi Muhammed ailesinin veziri olarak nitelendirildiğini ve Muhammed ailesinden kendisinden razı olunacak birisi halife olması için bir propaganda süreci diyebiliriz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Emeviler’e karşı ehlibeyti iktidara getirmeye çalışıyorlar.
ABDURRAHMAN YAZICI: Ehlibeytin tam olarak kim olduğu belli değil.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ehlibeyt denince herkesin akılına gelen Fatıma’nın çocuklarıdır.
ABDURRAHMAN YAZICI: Daha sonra Ebu Müslim El Horosani’nin Horosan bölgesinden gelerek isyan etmesi, bazı bölgeleri ele geçirmesi. Daha önce gizli bir şekilde Ebu Seleme yoluyla Caferi Sadık’a teklif ediliyor. Abdullah Bin Hasan dediğimiz Hasan’ın soyundan gelen alim bir zat var, ona teklif ediliyor. O arada Ebu Seleme Abbasi oğullarını tuttuğu ama sonunda bir şekilde Ebu Seffah denen kişi halife oluyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Caferi Sadık, biliyorsunuz Resulullah’ın torunu. Onu olmaması için Ebu Seffah Abbas’ın soyundan.
ABDURRAHMAN YAZICI: Fatmaoğulları diyebileceğimiz kişiler çok seslerini çıkarmıyor. Çünkü birlikte yürüttüler bu mücadeleyi. Ama zamanla dışladıklarını, baskı yaptıklarını görüyoruz. Sindirme hareketlerinde bulunduklarını, görev vermediklerini görüyoruz. Bunun üzerine Abbas oğulları şöyle bir meşrulaştırma yolu buluyorlar. Halifelik bizim hakkımızdır biz ehlibeytiz. Peygamber’in amcssı Abbas’ın çocuklarıyız diyerek bu anlamda mirasla ilişki kuruyorlar. Bunu nereden anlıyoruz? Konuşmalarından, çeşitli hutbelerinden. Biz Peygamber’in amcasını çocuklarıyız, asabeyiz, en yakın akrabayız diyerek diğer Fatıma’nın çocukları diyebileceğimiz Fâtımiler’i dışladıklarını ve onların öyle bir haklarının olmadığını. Bu dönem biliyorsunuz Abbasiler’in ilk dönemi bir çok tehlif hareketlerinin başladığı, bir çok ilmin, ıstılahların oluştuğu bir dönem. Bu esnada asabe kelimesinin de ıstılahi anlamını bu dönemde kazandığına şahit olmaktayız. Şöyle kitaplara bakarsanız miras bırakanla arasına kadın girmemiş olma şartı olmakla birlikte miraın tamamını alma şartı var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İstersen kısaca şöyle özetleyelim izleyicilerimize. İşin esası şu. Ali’nin çocukları Farma’nın çocukları. Fatma, Resulullah’ın kızıdır. Asabe diye kuranda ve Resulullah’ın sünnetinde olmayan, arap dilinde de öyle bir anlamda kullanılmayan bir kelimeyi alıyorlar diyorlar ki; “araya kadın girdiği zaman irtibat kesilir”. İşte Fatma’dır, Fatma kadındır, çocukları Resulullah’ın ehlibeyti değildir. Bunu yapabilmek için mirasta böyle bir sistem oluşturuyorlar ki bugün bütün mezhepler ittifakla kabul etmiştir. Esas sıkıntı orada. İşin içerisinde devlet olunca. Kadın irtibatı keser diyorlar. Bugün, erkeğin çocukları varken kadının çocuklarına bir şey vermezler. Bir kimsenin oğlunun çocukları varsa kadının çocuklarına hiç bir şey vermezler. Diyorlar ki; “Abbas’ın soyundan gelenler asıl ehlibeyttir”. Tamam, Abbas’ın soyundan geliyorlar ise Abbas da Resulullah’ın amcası ise Ebu Talib de amcası. O zaman iki tane yeni şey uyduruyorlar.
1-Ebu Talib kafirdi, kafir mirasçı olamaz. Bunlar çok büyük konular kısa geçelim.
2- Ebu Talib Resulullah’tan önce ölmüştü, Abbas hayatta idi Resulullah öldüğünde. Böyle bir sistem oluşturarak Fatma’nın çocuklarını siyasetten dışarıya atıyorlar ve bir oyunla Abbasiler’i iktidara getiriyorlar. Bu önemli değil ama bunun etkisi hala bütün mezheplerde var.
ABDURRAHMAN YAZICI: Normalde mezhepler arasındaki fıkhi konulardaki ihtilaflar oldukça yani var ama o kadar çok sayılmaz. Mirastaki temel ihtilaf çok büyük şii ve sünni mezhepler arasında. Asabeyi şia kesinlikle kabul etmiyor. Şunu da söyleyebiliriz. Emeviler’den sonra kurulan iki büyük islam devletinin birinin adı Fâtimiler, diğerinin adı Abbasiler. Bu da bu tartışmaların ne kadar büyük ne kadar devam ettiğini. Kısaca şuna değinelim. Bu dönemde henüz kitaplar yazılmıyor tabi. Abbasiler’in ilk döneminde. Daha yeni yeni başlanıyor. Ennefsu Zekiye adında daha doğrusu Hasan’ın oğlu. Bir Hasan daha var, Onun oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed adında birisi, bu ve kardeşi İbrahim de Basra’da ikisi birlikte isyan ediyor Abbasiler’e karşı. Yaptıkları hareket boşa çıkmış oluyor. 30 yıl uğraştılar, bir bakıyorlar ki zalim bir devlet başkanı geldi. Bu esnada bir çok alimin bunlara destek verdiğini biliyoruz. Bunlardan birisi de Ebu Hanife. Ebu Hanife’nin yine 50 yıllık ömrünü geçirdiği Emeviler döneminde de yine bir müdahalesi olduğunu biliyoruz. Zeyd Bin Ali adında birine de destek verdiğini..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ali soyundan.
ABDURRAHMAN YAZICI: Kendisinin borçları nedeniyle bizzat gidemediğini teşvik ettiğini biliyoruz. Nesfi Zekiye’yi de hatta kardeşi İbrahim’e de bir mektup gönderdiğini savaşa nasıl gitmesi konusunda. Bunu da biliyoruz. Yani temel espirisi: zalim bir hükümdarın başta bulunmaması gerektiğini, daha doğrusu diğerinin şeye daha layık olduğu yani alim gözüküyor kaynaklarda. Ama sonucunda tabi Ebu Cafer Mansur dediğimiz 2. Abbasi halifesi bastırıyor bu isyanı. Bir çok alim tahkikata uğruyor, sindirmelere uğruyor. Ebu Hanife’ye de baş kadılık teklif ediliyor. Başkadılık teklif edilmesi, o kişinin o iktidarın meşruiyetini kabul etmesi anlamına geliyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Diyorlar ki; “gel seni başkadı yapalım”. Ne demek? Bizi kabul et demek.
ABDURRAHMAN YAZICI: Bunun sonucunda O kabul etmiyor. Çok rivayet var o esnada hangi zulümlere uğradığına ilişkin. İslam Ansiklopedisi’nden okuyayım isterseniz. Öncelikle hapsediliyor. Bu esnada Halife Mansur, Ebu Hanife’nin kendisine bağlılığını da denemek amacıyla Bağdat şehri kadılığını Ona teklif etmiştir. Bunu kabul etmemesi üzerine Bağdat’da hapsedilmiş, işkence edilmiş, dövülmüştür. İşte bundan sonra da ölüyor zaten. Zehirlenerek öldürüldüğü hapisteyken, hapisten cenazesinin çıktığı da söylenir kaynaklarda. SufyanEs Sevri isimli bir alim 10 yıl yaşamak zorunda kalıyor. İmam Malik Medine’de destek verdiği için ikrah altındaki biatın geçersiz olduğuna ilişkin yine eziyete uğruyor ve hapse giriyor. Bunları da kaynaklarda görüyoruz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Burada esas önemli olan şu: asaba dediğimiz, mirastaki kadınlara yapılan ciddi zulüm erkeklere de yapılıyor. Bu işin esası tamamen Abbasiler’in siyasi yapılarını islama söyletmek. Hiç bir delile uymadığı halde bugün tüm mezhepler bunu ittifakla kabul ederler. Şiiler hariç. Ve bunun ilginç tarafı, Ebu Hanife’nin canını verdiği bir konuda adını verdiği Hanefi mezhebinin görüşü de öyledir. Ebu Hanife öldükten sonra o görüşe getirmişlerdir.
ABDURRAHMAN YAZICI: Yine de kırıntılar var Hocam. Ebu Hanife’nin çocukla ilgili veya akrabalık tanımıyla ilgili rivayetler yine de bize ulaşmış doğru bir şelkilde. Ama mezhebin görüşü hala muhalif.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ulaşması lazım zaten. Ondan dolayı diyebiliyoruz. Rivayetler ulaşmasa bu sözü söyleyemeyiz ki. Ama siz gelin mezhebe bakın hiç ihtilaf yoktur. Hanefi mezhebi, Ebu Hanife’nin canını verdiği bir konuda Ebu Hanife o görüşün sahibi olarak ilan edilmiştir. Çok enteresan hususlar var. Yani bugün mesela Hanefi mezhebini nakleden İmam Muhammed’dir. İmam Muhammed’in görüşleri de çok önemlidir. Hanefi mezhebinin en önemli en baş kitabıdır El Mebsud. İmam Serahsi tarafından yazılmış. İmam Muhammed’in kitaplarını şerh ediyor. 24.cidildin 38-39 ve 40.sayfalarında. İmam Muhammed, Kitabul İkrah diye bir kitap yazıyor. İkrah demek yani baskı altında söylenen söz, yapışan eylemler kişide ne ölçüde sorumluluk doğurur. Burada diyor ki; “çok ağır baskılar altında bir insan bir şey yaptıysa o alet gibi olur, dolayısıyla sorumluluk o baskıyı yapanındır”. Devrin halifesi de milletten zorla beyat almış. Hele benim halifeliğimi kabul etme seni öldürürüm. İmam Muhammed de diyor ki kişiyi alet haline getirir ve sorumluluk o baskıyı yapana aittir. Öyle olunca bunu duyan birisi gidiyor halifeye İmam Muhammed’i şikayet ediyor. Ebu Hanife’nin baş talabelerinden İmam Muhammed. Diyor ki; “bu şahıs sana hırsız dedi”. Ne demek hırsız? Yani milletin iradesini sen çaldın. Hemen geliyorlar, İmam Muhammed derdest hemen halifenin yanına. Makama çıkmadan vezirin odasına geliyor. Biraz orada bekletiliyor. Sonra yanında da Onun bir talebesi var. İbnus Semmea adında talebe de beraber geliyor. Vezirin konuşmakarından talebe anlıyor. Diyor ki; “haaa! Hocanın kitabı Kitabul İkrah’tan böyle bir şey çıkarmışlar”. Tabi halife İmam Muhammed’e soruyor; “sen bana hırsız demişsin”. “Bir şey demedim ki” diyor. “Bilmiyorum yazdıklarımdan böyle bir şey çıkar mı”. Yalan da söylemiyor orada. İmam Muhammed orada tutuluyor. Ama bu İbnus Semmea meseleyi anlıyor, hemen çıkıyor saraydan, doğru İmam Muhammed’in evine. Bakıyor ki halk, İmam Muhammed’in polis tarafından götürüldüğünü gören halk, İmam Muhammed’in kapısını çivilemiş. Çivi ile çakmış. Tabi tahta kapılar olduğu için. Niye halk çivi ile çakıyor? İmam Muhammed’e bir şey yapacaklar: bu adamın evine gelirler, kapıyı çiviliyelim de askerler içeriye giremesinler. Damdan içeriye giriyor, içeriden İmam Muhammed’in o kitabını alıyor, evin içinde kuyu var kuyunun içine atıyor. O sırada askerler geliyor kapıyı kırıp içeriye giriyorlar. Bu da kaçamıyor, evde bir yerde saklanıyor. Askerler geliyor İmam Muhammed’in bütün kitapkarını saraya götürüyor. O Kitabul İkrah’ı kuyunun içine atmış ya, araştırılıyor kitap bulunamıyor. Bulunamayınca İmam Muhammed’den özür dileyip geri gönderiyor. Görüyormusunuz ilim adamlarına ne kadar saygıları varmış. İmam Şafi Ve Ahmed Bin Hambel’i Hakan Kurt’tan dinleyelim. Bakalım onlar neler çekmişler.
HAKAN KURT: İmam Şafi, Yemen’de Necran vilayetine kadı olarak atanıyor. Orada o dönemde Necean vilayetinde zalim bir vali var. Bu vali şöyle bir şey yapıyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Necran, bugünkü Suudi Arabistan’ın orta kısmı.
HAKAN KURT: İmamları yanına çekerek onlardan fetvalar alarak halka zulmediyor. İmam Şafi’yi de dolayısıyla yanına çekmeye çalışıyor. İmam Şafi bu konuda valiye karşı net bir tutum ortaya koyuyor. Halkın yanında oluyor ve boyun eğmiyor. Her zaman halka karşı yapılan haksızlıklara savunuyor valiye karşı. Vali ne yaptıysa İmam Şafi’yi kendi yanına çekemeyeceğini görünce ona karşı bir hileye başvuruyor. O dönem şöyle bir şey var: Abbasiler, Alioğullarını, Ali yandaşlarını sevmiyorlar. Onları saltanatlarına karşı potansiyel bir tehlike olarak görüyorlar. Sürekli onlarla bir çekişiyorlar. Vali şöyle bir hile yapıyor: dönemin Abbasi halifesi olan Harun Reşid’e bir mektup yazıyor. Mektubunda da şöyle yazıyor: “bu İmam Şafi,Ali yandaşlarıyla birlikte olup halifeye karşı olumsuz tutumlar sergiliyor”. Hatta şunları söylüyor orada: “Aleviler’den otuz kişi harekete geçti. Ben onların ayaklanmasından korkarım. Onlardan biri Şafi denilen bir adamdır. Benim ona ne emrim ne de yasaklarım tesir ediyor” der. Bunun üzerine Harun Reşi de Onu Bağdat’a çağırır ve Onu rafizilik ile suçkilar. Halifeye karşı bir takım planlar yapmakla suçlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ellerini demirle kelepçeleyerek.
HAKAN KURT: İmam Şafi’nin bu Bağdat’a ilk gidişidir. Bağdat’a elleri kelepçelenerek gidiyor. Halifenin karşısına çıkarılıyor. Orada dik durup da kendini güzel savunmasıyla canını kurtarmış oluyor. Orada şunları söylüyor İmam Şafi; “hakikat şu ki ben halife aleyhine çalışmamışım ve rafizi de değilim. Ama eğer âli Muhammed’i sevmem rafizilik ise iki cihan şahit olsun ki ben bir rafiziyim” diyor. Bunun üzerine bir süre gözetim altında hapiste kalıyor. Ve o an orada Bağdat kadısı olan İmam Muhammed ki 3 yıl boyunca onlar öğrencilik yapıyorlar İmam Malik’e. Oradan tanışıyorlar. İmam Şafi hakkında kefil oluyor, iyi şeyler söylüyor ve bu şekilde hapisten kurtuluyor İmam Şafi ve canını kurtarmış oluyor. Aynı problem Ahmed B. Hambel’de de var. Orada da yine Abbasiler’de Memun döneminde zulümler oluyor. Özellikle alimlere karşı yoğun baskılar var. İnsanlara kuran hakkında görüşler soruluyor. Özellikle kuran mahluk mu konusuyla ilgili. Halife’nin ileri sürdüğü görüşleri kabul etmez ise elleri kolları bağlanıp emirul mümininin ordugahına sevkediliyorlardı. Onlardan bu görüşü kabul etmeyenler, pranga vurularak halifenin yanına gönderilecek ve bu görüşü benimseyenler de fetva vermeye ve hadis rivayetlerine devam edeceklerdi. Bağdat ‘ta halifenin vekili, kendisine verilen emiri yerine getirmek için derhal harekete geçti. Fakih ve muhaddisleri çağırttı. Aralarında A. Bin Hambel de vardı. Onlara, istenilenin yeri e getirilmesi için işkence ve ceza verileceği söylendi. Oradakilerin hemen hemen hepsi hiç tereddüt etmeden “biz sizin dediğiniz gibi inanıyoruz” dediler, “biz sizin mezhebinizdeniz” dediler. Sizin görüşünüze katılıyoruz dediler. Sadece 4 kişi kabul etmedi bunu. Bunlardan bir tanesi A. Bin Hambel idi. Allah onları bu sözlerinden korudu, onlar cesaret ve inançlarından feragat etmediler ve yakalanıp elleri kelepçelendi, ayaklarına zincirler bağlandı. Zamanla diğer üçü de bu görüşlerinden vazgeçtiler. A. Hambel tek başına kaldı. Aylarca aç susuz hapislerde zulüm gördü ve çok zaman sonra kurtarıldı hapisten.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şimdi biz bu mezhepleri tenkit ediyoruz. Tenkit ederken de diyoruz ki; “işte bu mezhepler batılda ittifak etmiş”. İnşallah araştırmalar biraz daha derinleşebilirse hemen yanımızda Süleymaniye Kütüphanesi var ki İstanbul’un en büyük kütüphanesidir. Oranın müdürü bana söylemişti. 5000 tane kitap var ki hiç dokunmadık şu ana kadar. Biz bu mezhepleri tenkit ediyoruz ama çok büyük bir ihtimalle bize gelenler, o mezhep imamlarıyla uzaktan yakından alakası olmayan şeylerdir. Onlara bu kadar işkenceyi yapan, onlar adına çok rahat şekilde kitapları yazar ve bugüne kadar intikal ettirirler ki batılda ittifak olmaz. Batılda ittifak edilmesi bunu gösteriyor. Batılda ittifak olmaz ne demektir? Birisine sorsanız ; “iki kere iki kaç etmez”, herkes bir başka şey söyler. Ama millete tembih edilse ki; “iki kere iki kaç etmez dendiği zaman hepiniz üç deyin”: o zaman ittifak olur. Yoksa olmaz. Hak da ittifak olur da batılda olmaz. Yanlışlarda insanlar ittifak etmez, herkes bir başka yanlış söyler. Aksi takdirde bu mezhepler bu kadar yanlışta ittifak edemezler. Ama biz bugün mezhep falan derken elimizdekini mecburen kıstas alarak şey yapıyoruz. Yoksa, onun arkasındaki ulemanın böyle bir şey olması çok zor ama mesela şimdi bakıyoruz, öyle acayip şeyler ortaya çıkıyor ki. Mesela Şia’da da inanılmaz şeyler ortaya çıkıyor nasıl sünnilerde ortaya çıkıyorsa. Mesela onlarda Nahl suresinin 90. ayeti her hafta hutbelerin arkasından okunan ayetler: o ayete bakalım nasıl mana veriyor. Onu da Aydın Mülayim’den dinleyeceğiz.
AYDIN MÜLAYİM: Öncelikle bu zındıklık kelimesi şiaların kendi kökenlerine yani Fars kültüründe, biraz eskilere dayandığı için, zerdüşlükte, mecusilikte din adamları kastedildiği için bu kelimeden fazla hoşlanmazlar. Aynı zamanda da Abbasiler’in diyelim bu siyasallaştırdığı için bu kelimeyi ve özellikle kendi üzerlerinde kullandıkları için bu kelimeye kurban gittikleri için aynı zamanda Alevi nasıl ki mutezileyi zındık olarak adlandırdıkları gibi Aleviler’i de zındık olarak adlandırarak bu kelimelerle bir çok Alevi bu kelimenin kurbanı olmuştur. Bu sebeple sevmezler. Aslında her mezhep kendi konumu itibarıyla bazı kavramları öne çıkarır ve üretir, onları önemserler. Şia da bunun tam tersi, zındık kelimesinin bir başka kelimesini daha çok öne çıkarırkar muhalif konumda olduğu için konumları itibarıyla. Yezidlik kavramını yani yezid: kendi görüşlerinde, fikirlerinde olmayan, imamlarını kabul etmeyen, onlara düşman olan insanları yezid olarak adlandırırlar. Bu kelime nasıl ki zındık kelimesinin muhalifi olmadığı gibi daha geniş anlamlara geldiği gibi yezid kavramı da daha geniş anlamlara gelebiliyor. Şialık’da diyelim konumları itibarıyla daha çok zulüm ve karşı gelişleri yani ehli sünnetin kurduğu bir kutsal devlete karşı geldikleri için kendi kutsallarına dokunduğu için zındık adlandırıldılar. Ve bunun karşılığında acı şekilde isyanlar bastırıldığı için imamları fazla kutsallaştırdılar. Bu kutsallaştırmanın karşısında olarak bu baskıyı yapanlara karşı bir nefret oluştu. Nefret ve sevgi üzerine şahısları fazla kutsallaştırdılar. Şialar da bu şahıslara indirgeme var. Yani kuranı da imamlarını kutsallaştırarak ve karşı gelenlere de aşırı kin ve nefret besleyerek böyle bir anlayış var. Yani yezidlik anlayışı. Hocamız’ın şimdi ifade ettği 16/Nahl suresi 90.ayetinde “İnnellahe ye’müru bil adli vel ıhsani ve ıtai zil kurba ve yenha anil fahşai vel münkeri vel bağy yeızüküm lealleküm tezekkerun” şimdi bu ayette “İnnellahe ye’müru bil adli vel ıhsani ve ıtai zil kurba: şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği ve yakınlara bakmayı emrediyor”. Bu kelimeden imamları kastederek diyorlar; “imamlar kastedilir” diyorlar. “ve yenha anil fahşai vel münkeri vel bağy” “fuhuş burada Ebu Bekir’dir”, “munker” yani “azgın olan Ömer’dir”, “bagy” yani “bozgun olan da Osman’dır”. Bunların olduğunu söylerler. unlara karşı geldiğini söylerler. Kaynağı da El Kummi tefsirinde söyler. 1.cildin 390.sayfası. Arzu edenler bakabilirler. Şialar’da konumları itibarıyla Sünnilik’ten farklı olarak kendi tarihlerinden bakış açısından da bu kaynaklanıyor biraz daha. Sünniler’de tarih güllük gülistanlıktır, dokunulmazdır, kutsaldır, fazla eleştirilmez. Karşıdırlar eleştirmeye. Ancak Şialar’da ise tarih acımasızdır. Zulüm, haksızlık ah vah, gözyaşı ve kan tarihidir. Bu sebeple Şialar bütün merasimlerinde, toplantılarında hatta düğünlerinde bile mersiye diyerek ağlaştıklarını görürsünüz. Kendilerini dövdüklerini görürsünüz. Aşırı nefretten veya sevgiden kaynaklanan. Azarbeycan açısından Hocam bekirtmek istiyorum. Bizde o zaman Sünnileri anatırken, Sünnilik’i eleştirirken Şialar bizden hoşlanırdı. Bize Alevi diyordu sünniler. Yani biz zındın gibi veya Alevi gibi bizi isimlendirirlerdi. Şimdi Şia’yı biraz eleştirdiğimiz için bizi Vahhabi olarak veya başka bir açıdan yezid olarak isimlendirebilirler. Şunu önermek istiyorum Azarbeycan halkı için. Çünkü Sünnilik ve Şialık orada %40 Şia’dır %60 sünnidir. Yani kendi mezheplerini bırakarak Allah’ın mezhebine dönmeleri gerekir yani kurana dönmeleri gerekir. Böyle olmazsa aralarındaki aşırılık, birbirlerine karşı düşmanlık daha had safhaya gelebilir. Dini olsun olmasın bütün mezhepler yani her mezhepte, ister islamda olsun kendi mezheplerinde olan insanlar bakış açılarını diğerlerini ötekileştirşirler. Yani ister Sünnilik olsun ister Şialı olsun ister mürted konusunda Vedat Hoca izah etti yahudilerde mesela insanları insan olarak görmezler. Diğerlerini kendi milletlerinin dışında başka milletleri insan olarak görmezler. Hıristiyanlar görüşleriyle kan döküyor yani bu döktükleri janla da övünüyor. Allah’ın kitabı dışında mezhep edinenler fıtratlarını bozup piskolojik sorunlar oluşturuyor. Bugün de böyle.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sağ ol teşekkür ederiz. Şimdi mesela geçen hafta da burada şey yaptık. Fıkhus Sunne de şu var: bir kimse dese ki Ebu Bekir ve Ömer cennetlik değildir, diyor ki bunların cennetlik olduğu mütevatir rivayetlerle sabittir(ki kuran hiç kimseye böyle bir yetki vermez) bunu söyleyen kimse zındık sayılır ve öldürülür. Şia’da da Ebu Belir ve Ömer kadir değildir derdeniz öldürülür. Bir de Osmanlılar’da zındık suçlamasıyla neler yaptılar? Halk arasında devlet bütçesine faiz 1840’da girmiştir ama daha önce halk içerisinde değişik isimlerle faizcilik yaplmış, ona karşı çıkanlara zındık demişlerdir. Onu da şimdi Yahya’dan dinleyelim.
YAHYA ŞENOL: Konuşmamın başında Hanefi mezhebinin görüşünü aktarmıştım. Demiştim ki; “bunun örneğini Osmanlı zamanından vermeye çalışacağız” diye. Osmanlı’da biliyorsunuz fıkhi mezhep olarak hanefilik tatbik edilmiş. Bu, zındıklık suçlamasıyla birilerine zındık denilerek ölümüne hükmedilen bir çok kişi var. Ben sadece bugün bir tanesine temas etmeye çalışacağım. Çünkü vakit de az. Bunlardan en meşhuru Molla Lutfi adındaki bir şahıs. Bu kişi Fatih döneminde yaşıyor. 11446 yılında dünyaya geldiği söyleniyor. SinanPaşa hocası. Ali Kuşçu’dan matematik almış. Çok gayretli, maharetli birisi. Sinan Paşa da padişaha yakınlığı sebebiyle Fatih Sultan Mehmet ile de içli dışlı olmuş ve Fatih tarafından saray kütüphanesine hafız-ı kütüb, kütüphane sorumlusu diyebileceğimiz bir göreve atanıyor ve oradan en iyi en bulunmaz el yazmalarını da okuma,onları iinceleme fırsatı yakalamış, kendisini çok iyi yetiştşrmiş birisi. Daha sonra bir takım sorunlar yaşanıyor. Hocasıyla bir takım sorunlar yaşanıyor ve İstanbul’dan sürülüyorlar. Fatih’in ölümüyle birlikte başa oğlu 2. Beyazıd geçiyor. 2. Beyazıd döneminde tekrar bunlar İstanbul ve çevre illere güzel görevlere getiriliyorlar. Bu adam yükseldikçe sevenleri arttığı gibi düşmanları da artıyor tabi ve bir müddet sonra zındıklık suçlamasıyla itham ediliyor, yargılanıyor ve öldürülüyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ama yargılandıktan sonra öldürülüyor.
YAHYA ŞENOL: Tabi. Yargılanıyor. Çünkü padişah razı gelemiyor. Tanıyor biliyor adamı. Nasıl böyle bir şey olabilir bu adama diye bir komisyon kuruyor. Yargılayın bakayım gerçekten zındık mı diye. Meseleyi bu konuşmamızdan sonra takip etmek isteyenler için bir kaynak vermek istiyoru. Diyanet İİslam Ansiklopedisi’nin 30.cildinin Molla Lutfi maddesi var. Ansiklopediye internet üzerinden ulaşılabiliyor. İslamansiklopedisiinfo adresinden oranın aramasına Molla Lutfi yazıp ararsanız bu anlatacağımız ve anlatamayacağımız bütün şeyleri orada bulabilrsiniz. Orada şu deniyor. Maddeyi Organ Şahin ve Şükrü Özen birlikte yazmışlar. Molla Lutfi’nin diyor zındıklıkla itham edilerek öldürülmesinin sebebi, hemen hemen bütün kaynaklar tarafından hasımlarının kıskançlıkları ve düşmanlıkları sebebiyle olmuştur. Bütün kaynaklar bunu söylerler. Zahiri gerekçe zındıklık ama gerçek gerekçe çekememezlik. Peki ne yapmışlar da bu adamı zındık gösterip kellesini alabilmişler. Bunun için bir takım gerekçeler arayıp buluyorlar. Birinci gerekçe: diyorlar ki bu adam zındın oldu ama ne yaptı da oldu biliyormusunuz? Bu adam namazla alay etti. Namazla alay ettiği için zındıklığına hükmettik. Namaz için demiş ki; “namaz dediğimiz şey de kuru bir eğilip kalkmadan iibarettir”. İşte padişaha bu gerekçe ile bunun zındık olduğu söyleniyor. Padişah da diyor ki; “hayır olmaz, Molla Lütfi dediğimiz adamın böyle bir şey söylemesi mümkün değil. Bir araştırın bakın” diye mahkeme kuruluyor. Mahkeme’de bu adamı sevmeyen adamlar yargıç olarak bulunuyorlar. Tam da davanın açılmasına sebebiyet veren adam da hakim olarak bulunuyor. Ne kadar bir yargılama ortamı varın düşünün! Araştırıyorlar, şahitlerle de tescil ediliyor “evet aynen bu adam bu lafı söyledi” ve bundan dolayı kelleyi alıyorlar. Peki bütün kaynaklar bu olaydan bahsediyor, bu lafı söylemiş mi? Evet söylemiş. Ama laf değiştirilerek naklettiriliyor ve adam kendini bir türlü savunamıyor. Tarih kitaplarında yazan bu rivayetlere göre adam Buhari okuyup şerh eden de bir adam. Gerçekten mahir bir kişilik. Çok anlatılan bir menkıbe vardır bilirsiniz. Hz. Ali’ye nisbet edilir. Denir ki Hz.Ali bir savaşta yaralanıyor. Ayağına ok saplanıyor. Bunu çıkarmak istiyorlar. Hz.Ali namazdayken kendisi huşu içinde nanaz kılarken o esnadayken oku bacağından çıkarıyorlar ruhu bile duymuyor diye. Bunu aktardıktan sonra, adam demek ki doğruluğuna inanmış bu rivayetin. Doğruluğunu aktardıktan sonra diyor ki; “işte arkadaşlar namaz dediğin böyle olur. Böyle huşu içerisinde kılınır. Yoksa bizim gibi sadece kuru bir eğilip kalkma namaz olmaz”. Bunu bütün bağlamından koparıyorlar, Molla Lütfi namaz için dedi ki; “namaz dediğiniz kuru bir eğilip kalkmadan ibarettir”, “aha” diyorlar “yakaladık şimdi! Namazla ilgili dalga geçti zındık oldu”. Padişaha aksettiriyorlar, padişah da yargılamaları için zaten sevmeyen adamları yargı heyeti içine koyuyor ve adamı ipe gönderiyorlar. Atmeydanı’nda Sultan Ahmed’de başı kesilerek idam ediliyor. Bugün onun çağdaşlarından bir tanesi Taşköprülüzade. Bunun eserleri çok meşhurdur. Molla Lütfi’yi tanıtırken şöyle diyor; “Molla Lütfi, eşi bulunmaz üstün bir kişilğe sahip, rakipsiz bir ilim adamıydı”. O devirde 1 numara. “Ama bazı kusurları vardı”. Neydi o kusur? “Akranlarına (tani devrindeki ulemaya) ve hatta geçmiş ulemaya dil uzatırdı”. Eleştirirmiş onları. “Faziletlerinin çokluğu akranlarını kıskandırdı ve dilinin uzunluğu dolayısıyla da büyük ilim adamları kendisine buğuz ettiler ve bu sebeple zındıklığına hükmedip onu infaz ettirdiler”. Gelip soruyorlar yargılanma esnasında; “gerçekten sen zındık mı oldun, kafirmisin sen” diye. Molla Lütfi’nin kendisini savunması da tarih kitaplarında var. Aynen şöyle diyor bakın: mahkeme diyor ki; “Allah sana böyle yüce makamlar ihsan etmiş ve kalbin ilim hazineleriyle dolu olmuşken, sen doğru yoldan çıkıp sapıklık yoluna girmişsin. Bunun sence ne hikmeti vardır? Söyle bakalım niye yaptın bunu?”. Adam da kendisini savunuyor: “bu kuşkusuz bir iftiradır. Benim Allah katından gelenlere iman ve tasdikim kesindir ve hakkı batıldan ayıran Allah’ın kitabında yazılı bulunan emir ve yasaklara içtenlikle innmaktayım. Müslünanlığın 7 göğün çatısı gibi sağlam ve güzel inancımın günei zevalin zirvesinden yükselmektedir. Dindarlığımdan öyle tad almaktayım ki bu ilhat acı zehriyle ağzım yanmış değildir. Temiz inancım şirk ve küfür ihtimali barındırmayacak kadar saftır. Bu hususta benim için söylenecek söz, bu söylenenler yalan yanlış bir laftır. Haşa bende küfür ve ilhad ola. Allah’a ancak kafirler küfrederler. Nasıl beni zındıklıkla itham edebiliyorsunuz?”. Ama şahit de buluyorlar. “Evet söyledi, gerçekten de namaz için kuru bir eğilip kalkmadan ibarettir” dedi. Ve deniyor ki kitaplarda; “padişah ve alimlerin icmasıyla onun zındıklığına hükmetti ve öldürülmesine ferman verdi”. Ve adamı öldürüyorlar. Ondan sonra da bakın o devirden sonra kaleme alınmış kendisini idama götüren heyetten birinin yazdığı kitap hariç hepsi Molla Lütfi’nin şehid olduğunu belirtiyorlar. İçleri de elvermiyor. Öldürüyorlar ama arkasından şehit oldu diyorlar. Hatta şunlarıda söylemeden geçmeyeyim. O devirde Muhiddin El Kocavi diye biri var şeyhlerden. Onun idam haberini alınca diyor ki; “onun zındıklık ve ilhaktan uzak olduğuna ben şahidim”. Yine başka birisi Hoca Sadettin Efendi, “merhumu ortadan kaldırmak için hileler icad etmişlerdir”. Yok ediyorlar adamı bir anda zındıklık suçlamasıyla. Ve kendisinin talebesi olan Kanuni döneminde oldukça kudretli bir şeyhulislam olan İbni Kemal Paşazade var. Yavuz Selim’in de aynı zamanda hocası.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Hani “atının ayağından bir çamur” Yavuz Selim’in şeyine sıçrıyor.
YAHYA ŞENOL: Babası 2.Beyazıd tarafından öldürüldüğünü bildiği için Kemal Paşazade’ye soruyor; “Hocam, Molla Lütfi sizin de hocanızdı. Ne yaptı da zındıklıkla suçlanarak öldürüldü?”. İbni Kemal’in cevabı şu; “padişahım, hasedi akrana kurban gitti”. Akranlarının çekememezliğine kurban gitti. Ama tevbeye de davet edilmesine gerek yok. Ve Hanefi mezhebinin, yakalanmadan tevbe etmediği için öldürülür görüşünü de buluyorlar, yamıyorlar, şer-i şerifin altına imza atıp adamın kellesini alıyorlar. Adam, idama giderken bile yalvarıyor yakarıyor; “ben kafir değilik, ben zındık değilim. Ben Allah’ına kitabına inanmış biriyim, beni tanıyorsunuz. Şehadetim var, her şeyim var”. Yakalandıktan sonra bunların hiç bir önemi yok deyip hiç bir şekilde kabul etmiyorlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Boşuna zındıklık kavramını icad etmemişler.
YAHYA ŞENOL: Vaktimiz varsa İbni Kemal’i de anlatayım çok kısa bir şekilde. Molla Lütfi’nin talebelerınden olan İbni Kemal de hem Yavuz Selim döneminde hem Kanuni dönemini gören bir adam. Para vakıfları denen bir husus var: Muamele-i şer’iye. Faizciliğin islam adı altında yapılmasının değişik şekli.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir para vakfı kuruyorlar. Ebu Suud zamanında kuruluyor. Haşa faiz haram! Öyle bir sistem oluşturuyorlar ki parayı vakfediyorlar, paranın gelirinden de insanları yararlandıracaklar. Burada bir sürü yanlışlar var ama kısaca diyelim ben vakıf yetkilisiyim. Birisi geliyor 100 altın borç istiyor. Ne zaman vereceksin? Bir yıl sonra vereceğim. Padişah da emir yayınlıyor; 10’u 11 buçuktan fazla olmaya yada 12’den fazla olmaya yani yüzde 15-20’den fazla faiz almayın diyor altın üzerinden. Kağıt para üzerinden değil. Ben arşivde bu tür padişah fermanlarını çok gördüm. İstanbul Müftülüğü’ndeki arşivde bu işlemler için Mudayenat Sicilleri adında özel siciller vardır. Geliyor birisi, şöyle bir kitap bulunuyor masanın üstünde. Genellikle Çatalcalı Ali Efendi’nin fetva kitabı olur. Geliyor adam 100 altın alacak. 100 altın yüzde 15 faizli 115 altın eder. Diyorlar ki; “tamam şimdi sana 100 altın borç veriyoruz, imzala şurayı. Kefillerini getir”. Rehin gerekiyorsa onların hepsi alınıyor. 100 altını alıyor. Ondan sonra diyor ki; “sana şu kitabı 15 altına bedelini 1 yıl sonra ödemek üzere sattım”. Onun da belgesini imzalıyorlar. Ondan sonra bu diyor ki; “bu kitabı ben vakıfa bağışlamak istiyorum” diyor. Vakıfa geriye veriyor, oradan 100 altını alıp gidiyor. Aldığı para 100 altın, borcu 115 altın. Bir başkasına bu kitap 200 altına satılıyor, bir başkasına 5 altına, bir başkasına 1 altına satılır,alınacak faizi alım satım olarak gösterir ve böylece faizin gelirleriyle medreseleri, camileri, şunları, bunları yaparlar. Ve buna karşı çıkan ciddi ulema var. Bunu kimse kabul edemez zaten. Evet şimdi onunla ilgili hocasını savunan İbni Kemal bakalım ki neler yaşamış.
YAHYA ŞENOL: Bu İbni Kemal, para vakıflarının meşruiyetine dair ilk defa müstakil bir kitap kaleme ala kişi aynı zamanda. Ve o dönemde kendisi şeyhulislam iken padişahtan emirname de çıkarttırıyor bunların meşruiyetine dair ve para vakıfları kuruluyor. Ama çatlak görüşler de var. Onların da bir şekilde susturulması lazım. Onlar için de yine kaynak göstermek suretiyle konuşayım. Yine Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin 25.cildinde Kemalpaşazade maddesi var. Orada 241.sayfada aynen şu söyleniyor: “muamele-i şer’iyenin” bu şekilde kurulmuş olan para vakfının “muamelenin problemli olduğunu ve bu şekilde elde edilecek kârın haramlığını savunan kimselerin kafir olup imanlarını yenilemeleri gerektiğini ve bu inançtan dönmedikleri takdirde idam edilmeleri gerektiğini söylüyor Kemalpaşazade”. Onun da kaynağını hemen söyleyeyim. Bu konuda yapılmış bir doktora çalışması var. Bizzat kendi fetvası şöyle. Sorulmuş; “bir kimse muamele-i şer’iye nedir, Allah’ı aldarmaktır, bundan hasıl olan riba yani kar haramdır ve caiz değildir dese şer’an ne lazım gelir?”. O zamanın kudretli şeyhulislamı İbni Kemal. El cavap: “kafirdir. Ol itikattan dönmez ise katli lazımdır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Tevbe teklif edilir” değil. Zındık çünkü.
YAHYA ŞENOL: Çok hürriyetçi bir ortamını söylemek lazım! Faize faizdir deseniz kafir olup derhal öldürülmeniz gerekir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bugün mezheplere bakın, hiç bir mezhep faizi tarif edememiştir. Öyle acayip tarif ederler ki istediğinizi anlayın. Ve bu mezheplerin tamamına göre siz faiz sayılmayan yöntemle bir faizli banka kurup çalıştırabilirsiniz. Kendisine islam bankası denen bankaların halk tarafından kabul edilememesinin temelinde bu var. Para vakıflarını da halk kabul etmemiştir. Müdaba-ı şer’iye demişlerdir, muamele-i şer’iye demişlerdir. Bu kelimeleri halk mahkum etmiştir. Çünkü insanların fıtratı bunu reddediyor. Hatta şu var mesela Ebu Suud fetvalarında: borcunu zamanında ödeyemedin, geldin. “Ne yapacaksın?”, “borcu uzatacağız”. Uzatmak kolay. Geçen defasında 15 altına satmıştık kitabı, şimdi 20 altın. Bir sene sonraya ertelersin, adamın borcu olur 1135 altın. Bu şekilde tam bir faizli sistem oluşturmuşlardır. Bizim Ticaret Ve Faiz kitabında bütün ayrıntılarıyla vardır. Tarihi belgeler de vardır orada. İşte bakın görüyorsunuz. Fatih kanunnamelerinde şehzadelerin öldürülmesi olayı var biliyorsunuz. Kardeş katli meselesi var. Bu, Abbasiler’den sonra başlamıştır. İlk Abbasi halifesi Ebul Abbas, Es Seffah diye adlandırılır. Niye? Rastladığını öldürüyormuş. O kadar çok insan öldürmüş ki sayısı belli değil. Bunlar, öldürebilmek için de kendilerini tanrılaştırmışlardır. Ve fıkıh kitaplarında bunlarla ilgili hükümler vardır. Siyaeten katl diye bir şey ortaya çıkarmışlar. İlla devlet başkanı olması gerekmiyor. Onun yetki verdiği herhangi bir kişi yargıya gerek olmaksızın sâi bil fesaddır: o kelimeyi kullanıyorlar. Sâi bil fesad yani bozgunculuk yapıyor. Bozgunculuğun tarifi ne? Yok! Bana göre bozguncu. Bitti. Çünkü kimseye hesap vermem gerekmiyor. Böyle olunca da islam dini delil gösterilerek böyle bir yapı oluşturulmuş. Tabi Abbasiler’den itibaren. Emeviler nedir diye sorarsanız: Emeviler ile ilgili bilgilerin tamamını biz Abbasiler’den öğreniyoruz. Dolayısıyla mesela Molla Lütfi’nin ölümüne fetva veren o kişi eğer Molla Lütfi’yi anlatacak olsaydı herhalde bize çok kötü bir insan olarak anlatırdı. Ama ondan canı yananlar, üzülenler anlattığı için Molla Lütfi’nin ne kadar değerli insan olduğunu öğreniyoruz. Bu Seffah denen ilk halife Emeviler’in bütün soyunu öldürdüğü için tatmin olmuyor, kabirleri açıyor ve onlardan hıncını almaya çalışıyor. Ölmüş kişilerden hıncını almaya çalışıyor. İşte böyle bir ortamda ilmin ne kadar zor şartlar altında olduğunu görüyorsunuz. Bugün Türkiye’de biliyorsunuz yeni bir anayasa çalışması var. Şu, olmazsa olmaz şarttır insanlar için: hürriyet, kişisel hak ve hürriyet. Bakın biz günde 40 kere Fatiha suresini okuyoruz, “iyyake na’budu ve iyyake nestain” diyoruz. Ne demek? “Ya rabbi kulluğu yanlız sana yapar, yardımı yanlız senden isteriz. Kulluğu yanlız Allah’a yapmak ne demek? Ben erkek olduysam buna karar veren Allah’tır. Türk olduysam Allah karar vermiştir. Annemi babamı O seçmiştir. Yaşadığım bölgeyi O seçmiştir. Benim kabiliyetlerimi O vermiştir, Onun yarattığı yiyeceklerle besleniyoru . Dolayısıyla dünyanın en isyankar kişisi, yüzde 90 Ona zorunlu olarak kulluk eder. Geriye bir yüzde 10’luk gönüllü kulluk kalır. Onu da yaparsan son derece mutlu olursun rahat edersin. İşte o yüzde 10’luk kısımda kişinin tam hür olması lazım. Hiç bir baskı altında olmaması lazım. Devlet başkanının insanlar üzerinde ayrıca bir yetkisi yoktur bizde. Devlet başkanı da kurandan sorumludur, sıradan insanlar da kurandan sorumludur. Mümtahine suresinin 12.ayetinde, Nebimiz devlet başjanı olduğu halde Mekke’den hicret eden kadınların onunla yaptığı bir sözleşme var. Onun devlet başkanlığını kabul etme sözleşmesi var. Bugün kadınlara oy hakkı tanınmıştır deniyor. Kuran kadını nebi olan devlet başkanıyla sözleşme hakkına sahip olduğunu söylüyor. O sözleşme maddelerinden bir tanesi de “ve la ya’sıneke bil maruf: marufta/doğru şeylerde sana karşı çıkmayacaklar”. Demek ki yanlış gördükleri şeylerde karşı çıkabilirler. Bakın tarihte insanların en zayıf gördüğü kesimi Allah örnek veriyor. Ve insanlara Nisa suresinin 59.ayetinde devlet başkanı ile nizaya girme yetkisi veriyor. “Ve in tenazatum fi şey in ferudduhu ilallahi ve resul: herhangi bir konuda yetkili kişi ile nizaya girerseniz onu Allah’a ve resuluna (yani kurana) götürün” diyor. Ve kurandan çıkarılacak hikmete götürün diyor. Böyle olunca her şey objektif oluyor. En küçük vatandaş bile en yüksekteki devlet başkanı arasında kurana uyma konusunda en küçük bir şey yok. Ama işte bu zındıklıktır, mürtedin öldürülmesidir, geleneksel din anlayışının ortadan kaldırılması, uydurma dinin ortaya çıkarılması falan.. Bu gibi eylemler sırasında kitaplara bakınız, Nisa suresinin 59.ayetinde hep şey yaparlar: “etı’ullahe ve etı’ur resul ve ulıl emr: Allah’a itaat edin, resule itaat edin ve sizden olan devlet adamlarına”. Ondan sonra Resulullah’a hadis uydurulmuştur. Ben İstanbul Müftülüğü’ne o mahkeme sicillerinin olduğu yerde otururken benim tam arkamda olan bir hadis, büyük bir levha: “bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiş olur”. Resul olmktan çıkıyor “ben”e dönüşüyor. Ondan sonra “kim benim emirime itaat ederse bana itaat eder, kim emirime isyan ederse bana isyan eder”. Emir dediği de yetkili. O zaman, devlet başkanı olan kişi emir durumuna geliyor. Emire itaat eden Allah’a itaat etmiş oluyor. Emir kendisini Allah’ın yerine koymuş oluyor. Allah’ın yerine koyduktan sonra da bir işaretle yargısız infaz da dahil olmak üzere her türlü yetkiyi almış oluyor. Tamam biz bunu biliyoruz, tarihte bir çok devlet başkanında var ama islamda bu iş olmaz. Onun için yeni anayasa kuruluşunda kişisel hürriyet konusunda çok ciddi manada yer vermek lazım. Buna karşı olacak daveanışların çok iyi bir şekilde cezalandırılacağının ortaya konması lazım. Aksi takdirde şu geleneksel islam anlayışı ile biz ne kendi ülkemizde müslümanca huzur içerisinde olabiliriz ne de dünyada herhangi bir kimseye bir şey söyleme hakkımız olur. Bugün islam alemi eğer cezalandırılıyorsa bunların neticesidir. Dikkat ederseniz bugün müslümanlar Avrupa’ya göç ediyorlar ve denizde boğuluyorlar. Müslüman nasıl Avrupa’ya gider, Avrupalı’nın bize gelmesi lazım. Çünkü bizde uydurulmuş din insanları yaşayamaz hale getiriyor ve insanlar oraya kaçıyorlar.
Son olarak size bir hatıramı tekrar anlatayım. İstanbul Müftülüğü mahkeme arşivlerini ben idare ederken 21 sene orada bulundum. Fetva işlerini yürütürken o işi de yürütüyordum. Amerika’dan doktora yapmak için bir kız öğrenci gelmişti. 2 yıl kaldıktan sonra baktım ki üzgün. “Niye üzülüyorsun?”. Dedi ki; “izin bitti, uzatmak için Washington’a dönmem lazım”. “Ee dön. Annen var baban var arkadaşların var. Sevinmen lazım”. Dedi ki; “insan olduğumu ben burada öğrendim. Ben 2 yıldır burdayım, geldiğim günden beri bana o kadar iyi davrandınız ki ben böyle bir davranışı hiç görmedim şimdiye kadar. Her yerde benim cinselliğimle ilgilenirlerdi. Siz benim o tarafımı hiç bir şekilde dikkate almadınız, benim insanlığımla ilgilenmeye başladınız. Beni bir kızınız, kardeşiniz gibi aldınız yanınıza ve kendini burada o kadar mutlu o kadar hür o kadar rahat hissediyorum ki Amerika’ya gitmek istemiyorum”. Şimdi bakın islamca davrandığınız zaman bu böyle. Ama başka şekilde davrandığınız zaman, geleneksel yapıyı din diye ortaya koyduğunuz zaman işte insanlar Avrupa’ya kaçıyorlar. Amerika’ya gitmeyi çok uzak olduğu için herhalde kimse göze alamıyordur. Bu konulara çok dikkat edelim. Ve gerçekten C.Hakkın dinini en iyi şekilde yaşamanın yollarını şey yapalım. Her defasında sorgulayıcı olalım. Bize din adına anlatılan şeylerin doğruluğuna dair anlatan kişiden delil isteyelim. Çünkü geçmişimiz bu konularda hiç sağlam değil.