…âlihî ve sahbihî ecmaîn. Subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm.
“Faslun ve yukrehu lil musalli en ya’bete bi sevbihi ev bi cesedihi.” Yeni bir bölüm bu. Namaz kılan bir kişinin elbisesiyle ya da vücuduyla oynaması mekruhtur. Yani bir sebep yokken oynaması. Abes dediğimiz. Yani gayesiz, hedefsiz bir meşguliyet.
“Ligavli aleyhissalâti vesselâm ‘İnnallâhe Teâlâ kerihe lekum selasen ve zekere minha el abese fissalâti.” Peygamber’den (s.a.v) bir hadise dayanarak bunu söylemiş. “Allah size namazda üç şeyi mekruh kılmıştır. Bunladan bir tanesi de elbiseyle oynamak.” Allah mekruh kılmıştır dediğine göre ayetle ilgisi olması lazım. Elbiseyle oynamanın ayetle ne alakası olabilir?
Abdurrahman Yazıcı: Öyle bir ayet…
Yahya Şenol: Huşuya engel olursa belki.
Abdulaziz Bayındır: Engel olur mu? Şununla oynuyor (elbisesiyle oynar). Buraya bakıyor. Mesela…
Bir katılımcı: Dış görüntüsüne önem veriyor o ara.
Abdulaziz Bayındır: Hani şeyde, gereksiz yere olur ya. Adamın alnında bir ter birikmiştir, terden rahatsız oluyordur, onu siler. Ondan sonra, ne bileyim bir yerde gerçekten kendini rahatsız eden bir husus vardır. Bu namazın daha güzel olmasına hizmet eder o tip şeyler. Ama abes dediği için, yani sahih bir garazı, elle tutulur bir gerekçesi olmadan yaptığı bir takım davranışlarla yaparsa ayetlerden huşuya engel olmuyor mu?
Bir katılımcı: Oluyor.
Abdulaziz Bayındır: Tabi, Allah-u Teâlâ “Ellezîne hum fî salâtihim hâşiûn” (Mu’minûn 2) demişse, bu gereksiz oynamalar da gerçekten huşuya engeldir.
Bir katılımcı: Mesela Hocam…
Bir katılımcı: Pardon. Gerektiğinde mesela hani şey var ya meşhur işte hani ütüsü bozulmasın diye pantolonu … çekmek. Yani o bazısına göre çok büyük gereksinimdir, bazısı da umursamaz yani.
Abdulaziz Bayındır: Şimdi, pantolonu ütüsü bozulmasın diye çekmek var, bir de rükuda ve secdede şeyine yapışıyor, ayağına yapışıyor, onun için çekmek var. Yani şimdi, ütüsü bozulmasın diye çekmek de aslında bir garazdır; yani namazla ilgili olmasa da doğru bir hedefi olan bir maksattır. Çünkü o çevrede ütüsüz pantolonla bazan, mesela öğretmenseniz, ya da önemli bir şeydeyseniz gidemeyebiliyorsunuz. Fakat o huşuya engel olur şüphesiz. Yani namaz dışında sırasında namazın dışında bir şeyler düşünüyorsunuz. O huşuya engel olur.
Katılımcı: Gerçi alışkanlık haline geliyor bazı insanlarda.
Abdulaziz Bayındır: Farkına varmıyorsa o ayrı bir konu. “Vele ennel abese halices salati haramun femazanneke fissalati.” Çünkü… Yani maksatsız bir davranış. Hedefsiz bir davranış. Namazın dışında haramdır, namazın içerisinde niye olmasın? Ben bunun doğrusu gerekçesini bilemiyorum. Namazın dışında niye abes, haram olsun? Yani insanlar yirmi dört saat bütün yaptıkları davranışlarda öyle salih maksatlarla mı hareket ederler?
Enes Alimoğlu:… (anlaşılmıyor)
Abdulaziz Bayındır: Öyle mi demiş? Ya bunun bir şeysi yok. Yani bu… Bir kere haram kelimesini kullanmak bu tip şeyler için hoş değil.
Bir katılımcı: Misal olarak ne diyor mesela bu eğlence olsun, mesela pantolon?..
Yahya Şenol: Bu vahlar bile gidiyor gümbürtüye o zaman.
Abdulaziz Bayındır: Yani bunun bir şeysi yok. Yani bu sözün bir anlamı yok. Ben bu sözü bir yere oturtamadım doğrusu.
Bir katılımcı: Aslında genellikle bunu şu ayetle açıklıyorlar; “Lehvu ve lâib” Mesela bir oyun hakkında… Bir oyunu sorarlar sana; nasıldır, hükmü nedir? Helal dersin ya da haram dersin. Ama bu lehvu’ya girmiyor mu? Lâib’e girmiyor mu?
Rüstem Hoca: “Kul lehum haramun” demiş Peygamber (a.s).
Abdulaziz Bayındır: Öyle mi demiş? Mesela lâib kelimesi için de aynı şeyler söyleniyor.
Fatih Orum: “İnnemel hayâtud”…
Abdulaziz Bayındır: Evet, “İnnemel hayâtud dunyâ laibun ve lehvun” demiş (Muhammed 36).
Bir katılımcı: O zaman hayat… (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Şey var. Yani ciddi bir sıkıntı var. Mesela, “İllezînettehazû dînehum”… Öyle miydi? “Laiben”… “Lehvu ve laiben” (A’râf 51). Lehvi ve laibi din edinenler, aslında burada. Ya da dinlerni oyun ve eğlenceye alanlar. “… ittehazû dînehum”, şey ittehazû kelimesi iki tane meful alıyor. Birisi mübteda birisi haber oluyor değil mi? Şey, “dînihum lehvu ve laib”… Mübteda ve haber. “Onların dini oyun ve eğlencedir.” O zaman, “Dinini oyun ve eğlence sayan.”
Ya da hadi, mübteda mukaddem haber muahher dersen “Oyunu ve eğlenceyi kendisine din yapan.” Ki, iki grup da var gerçekten. Yani adam dinle oynuyor. Bile bile oynuyor ve kendisinin arzularına uygun hale getiriyor. Bazıları da oyun ve eğlenceyi din sayıyor. Yani bir hayat biçimi yapıyor kendisi için. Bu ayrı. Ama şimdi iki gruba da girmeyen, yine de laib ve lehivde bulunan insanlar var. Buna da nasıl haram deniyor onu anlamak gerçekten mümkün değil yani.
“Ve lâ yukallibu el hasa ennehu lehu abeten” diyor. Şey, taşla da oynamaz. Yani taşı böyle sağa sola alt üst etmiyor, yuvarlamıyor. Bu da bir çeşit oyundur namaz sırasında. “İlla ella yumekkinehu minessucudi fe yusevviyehu merraten vahideten.”
Yahya Şenol: … (anlaşılmıyor)
Farketmez, o şey değil. Yani o min zaiddir. Olsa bile önemli değil. “İlla ella yumekkinehu minessucudi fe yusevviyehu merraten vahideten.” Şimdi, yani secde yaptığınız zaman secde yerinde taşlar var alnınızı koyamıyorsunuz. Koyduğunuzda mesela bazı taşlar vardır ki alnınızı keser bile yani. O zaman diyor şöyle tek bir hareketle onu düzeltebilir. Ama yoksa böyle biraz, bir kaç tane hareket peş peşe yaparsa olmaz.
“Ligavli aleyhissaltu vesselam…” Peygamberimizin şu sözünden dolayı… “… Marraten ya Eba Zer ve illa feder.” Tam bir şiir yani. “Marraten ya Eba Zer ve illa feder.” Bir kere Ebu Zer.
Bir katılımcı: Yoksa bırak…
Abdulaziz Bayındır:Yoksa boş ver. (gülerek) Biz de bari şiirsel tercüme edelim. Bırakıver. Evet. “Ve lienne fihi ıslaha salatihi” “Çünkü bu davranışta namazını ıslah vardır.”
Evet. Şimdi bu hadisin sahih olanı şöyleymiş. Kütübi Sitte’de olanı. “Lâ temsahil hasa ve ente tusalli.” Peygamber (s.a.v) Kütübi Sitte’de Muaykib’den (r.a) tahric dilen hadiste Peygamberimiz şöyle demiş, “Lâ temsahil hasa ve ente tusalli.” Namaz kılarken şeyi silme, taşı temizleme yani. “Fe in kunte lâ budde fainen fe vahideten.” İlla yapacaksan tek bir hareketle yap.
Enes Alimoğlu: Hatta burada şöyle demiş; … Ebu Zer. Hayral beşer. Hatta … hacer. Ve galak hayrul beşer. Ya Eba Zer verraten evzer.
Abdulaziz Bayındır: (gülerek) Çok güzel. Tam şiir. Bu hadis olmadığı belli her halikarda. Ama yani aynı manada Kütübi Sitte’de varmış.
Enes Alimoğlu:… (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Burada … (anlaşılmadı). Onu da sormak lazım. “Ve lâ yufarkiu asâbiahu.” Parmaklarını (çıtlatarak) böyle yapmaz. Çıtlatmaz. Bak bir tanesi çıtladı. Parmaklarını çıtlatmaz. Şimdi bazıları mutlak olarak parmakları çıtlatmayı mekruh sayıyor. Halbuki bu mutlak değil, namazda mekruh. “Ligavli aleyhisselam ‘Lâ tufarkî’ asâbiate ve ente tusalli.” “Namaz kılarken parmaklarını çıtlatma.” demiş.
Abdurrahman Yazıcı:… geçiyor da onu… lâ tufakkî …
Yahya Şenol: Hadislerde tufakkî’ diye geçiyor da.
Abdulaziz Bayındır: Öyle mi? Fa’dan doğruadan doğruya… Zaten ra’yı bazıları teleffuz edemez herhalde.
Bir katılımcı: … ama … varmış.
Abdulaziz Bayındır: Tamam.
Enes Alimoğlu:…
Rüstem Hoca: …, daha çok göze zarar verme. Gözü çıkarma.
Abdulaziz Bayındır: Gözü çıkartmak değil mi? Neyle? Kazmayla mı?
Rüstem Hoca: Musa (a.s) … bir şeysi de var ya…
Abdullah Bayındır: Ama elifle değil mi göz çıkarmak.
Enes Alimoğlu: Bu ayn. Fakaat ve ferkaat.
Abdulaziz Bayındır: Ha fakaah ayınla. O fekaeh hemzeyle. Ben de sık sık bu tür hataları yapaıyorum. Sin’le sa’yı, sad’ı falan karıştırıyorum. Evet. Ben bu “velayete hassaru”yu pek fazla anlayabilmiş değilim.
Bir katılımcı: Hiç kimse anlamamış zaten.
Abdulaziz Bayındır: Öyle mi yazılı.
Katılımcı: Burada üç görüş var. Şafiiler daha çok…
Abdulaziz Bayındır: Şafiler bunu yaparlar. Yani Şafiilerde bu…
Katılımcı: Yo, göbek üstünde. Zaten öyle açıklıyorlar. Mekruhtur diyorlar. Peygamberimizin sözünü öyle açklıyorlar. İkinci görüş; bir şeye yaslanmak. Üçüncü neydi? Üçüncü de şey demiş, sureleri tersden okumak. Tersden. Yani bu sihir falan yapanlar gibi değil de, başta İhlas’ı okuyor daha sonra…
Abdulaziz Bayındır: Tebbet’i okuyor.
Katılımcı: Evet. Dördüncü görüşde demiş ki…
Abdullah Bayındır:Tertibe uymamak da … için de yani.
Abdulaziz Bayındır: Neyse, önce buradakini bir okuyayım. Sonra sen onu tekrar söylersin. “Velayete hassaruhu … hâsireti … aleyhissalati vesselam nehalin iktisari…”, “… fıssalah.”, “… iktisar fıssalah tahassur”. Yani bir acayip şey. “… nehalin iktisari fıssalati.” Bununla tahassurun alakası ne yani? Şimdi, tahassur dediği bu eli böğrünün üzerine koymak. Bu şekilde, Şafiiler böyle kılıyorlar namazı.
Katılımcı: Yani Şafiilerde öyle kılanlar da var. Ben böyle kılıyorum.
Abdulaziz Bayındır: Sen demek ki tam Şafii olmamışsın. Daha yukarıdan tutuyor böyle yapıyorlar. Daha yani kalbinin altına koyuyor.
Enes Alimoğlu: (namazda el bağlama şekli hakkında konuşuyor.)
Abdulaziz Bayındır: Cık cık. O da var. Bak bir uyluklarının üstünde var. şimdi biraz sonra açıklamasını getirecek. Bak bu da var bura da var (böğrünü gösteriyor). Şuraya da deniyor. Yani şu şeylerin, kaburgaların dışındaki yumuşaklığa da hâsıra deniyor. Şurada hah. Ama yok, Şafiiler daha yukarı, kaburgalarının üstüne koyuyorlar. Yumuşağa koymuyorlar. Neyse, biraz sonra bakarız.
Bir katılımcı: Biraz göbekli insan olursa da eli yetmez.
Abdulaziz Bayındır: Diyor ki; “Ve lienne fihi terkele vade’il mesnun.” Çünkü yani elini…
Enes Alimoğlu:… diyor … O zaman Yahudiler …
Abdulaziz Bayındır: Yahudiler ibadet yaparken böyle mi yapıyorlar bilmiyorum(elini göbeğe koyar). Hiç göreniniz var mı ibadette?
Rüstem Hoca: … Yahudiler ibadette elleriyle tutuyor Kur’anı… Şey Kur’anı diyorum, kendi kitabını. Şöyle tutup, şöyle sallanarak okuyor.
Bir katılımcı: İmam öyle duruyor. Önündeki … kitap olarak duruyor. Arkasındakiler de ya sallanıyorlar ya da ellerini biraz geriye atıyorlar. Öyle gördüm resimlerde.
Abdulaziz Bayındır: (Ellerini iki böğrüne koyarak) Böyle de yapıyorlar olabilir ama…
Enes Alimoğlu: (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Şimdi yukarıda yedihi demedi yedihu dediğine göre seni haklı çıkarıyor o. Neyse, burada biraz daha açıklama getiriyor. Ha bak şimdi şerhinde getirmiş, diyor ki; “Ve fil iktisarite evilatun eşura…” Ben şeyden, Fethul Kadir’den okuyorum. “… eşurnaha ma kalabun sirinuhu ma fil kitâbi … hadisi … Ebu Davudu munfesserun fihi ve finniha ya … ved’un yed’i alelhasri ve huvel mustedakku fevkal verik.”
(Enes Hoca’ya) Senin dediğin şurası (böğrünü gösteriyor). Eli buraya koymak. O zaman, iki elini değil bir elini koyuyor. Ben şimdi iki el birden konduğu için öyle düşündüm. Senin ifaden öyle. … hasirete ya da hasiresu üzerine olması… Ne diyor? “Ve huvau hasire fevkattaftafavki…” Böğrün üstü. Böğür bura değil mi? Böğrün üstü, “…ve şerasîfi…” Şerasif de şey, kaburgalardı galiba. Bak, “…ve taftafatu…” demiş, “…etraful hâsireti…” Hâsiretin çevresidir taftafa.
“…ve şerasif etrafutdal illezi muşrifi alel badri intehe.” Şimdi bu şeyin, bu eğe kemiğinin çevresi. İşte şuralar oluyor yav. Şu kısımlar oluyor. Her halukarda buralar işte, alt taraf da oluyor, bura…
Enes Alimoğlu: şerasif tarafun … diyor.
Abdulaziz Bayındır: İyi ya işte. Şimdi bu şu kısım oluyor işte. Şeyin… Ne diyorduk buna? Eğe kemiği diyoruz. Eğe kemiği buydu galiba değil mi? Bu kaburga kemiği. Eğe kemiği deniyor. Neyse, işte bu kaburga kemiklerinin alt tarafına deniyor şerasif. Şuralara deniyor. (ellerini iki böğrüne koyarak) Böyle durursak zaten namazdaki huşuya münafi olur.
Bir katılımcı: … yaslanmak …
Fatih Orum: O da var. Öyle bir şey.
Abdulaziz Bayındır: İşte yaslanma da olur da. Yalnız ben ihtisar kelimesinden o manayı nasıl çıkardılar onu anlayamıyorum yani. Tahassur başka ihtisar başka.
Abdullah Bayındır: Hiç eş anlamlı saymış mı?
Abdulaziz Bayındır: “Ve lâ yeltefitu…” “Sağa sola dönmez.” “…Ligavli aleyhissalati vesselam lev alimel musalli men munâci meltefete.” Peygamberimiz (s.a.v) demiş ki; eğer namaz kılan kime münacaatta, yalvarıda bulunduğunu bilse dönmezdi. “Ve lem nazare bimu’hire aynihi yemleten ve yesreten.” Mu’har, mu’har, mu’har, mu’hir. Mu’hir. Muahhar da olabilir. Ama mu’hir, işte şu…
Enes Alimoğlu:…
Abdulaziz Bayındır: Tamam, mu’hir. Şura işte, şu iki ucu gözlerin. Evet yemleten ve yesreten. Sağ ve sol. “Min gayri en yelviya unukahu…” Boynunu çevirmeden böyle bakıyor. Boynunu çevirmeden göz ucuyla bakıyor iki tarafa. Böyle yaparsa “…lâ yukrehu.” Mekruh olmaz. “Le enna aleyhissalati vesselam kâne yulahidu ashabehu salatihi bimukî aynehi.” Peygamber efendimiz namaz sırasında iki gözünün ucuyla ashabını kontrol ederdi. Gözetlerdi yani. Kim ne yapıyor?
Abdurrahman Yazıcı: İmamken mi gözetliyor?
Abdulaziz Bayındır: İmamken tabi.
Abdullah Bayındır: Arkaya bakamaz ki.
Enes Alimoğlu: Onu kim görür ki acaba?
Abdulaziz Bayındır: (gülerek) Çok güzel bir soru gerçekten. Kim göreblir onu?
Abdullah Bayındır:Arkada sünnet namaz mı kılıyor?
Fatih Orum: Namaz kılmayan birisi.
Abdulaziz Bayındır: Namaz kılmayan birisi nerede olacak.
Fatih Orum: Abdest alıyordur, geliyordur, görmüştür.
Abdulaziz Bayındır: Önde duvar var ön tarafta. “Ve lâ yuk’î…” Biz de buna it oturuşu derler. Yani köpek gibi oturmaz. Uyluklarını yere koyup dizlerini dikme şeklinde. “… ve lâ yefterişu zirâihi…” Kollarını yere yapıştırmaz. Genellikle kadınlara farklı bir şey söyleniyor. Yok işte, böyle bir şey yok. Erkek nasıl namaz kılıyorsa kadın da öyle kılar.
Bir katılımcı: Şafii mezhebinde fark var.
Abdulaziz Bayındır: Nedir?
Katılımcı: Bayan koyar erkek koymaz.
Abdulaziz Bayındır: İşte delili yok. Hanefide de var. Delili yok. Delilsiz o.
Enes Alimoğlu: Kadın erkek farkında namaz konusunda le innehu …
Abdulaziz Bayındır: Le innehu … de insanların kendi kafalarına göre söyledikleri şeylerdir. Burada delil olarak diyor ki; “Li kavle … (r.a) hune heni halilian selesin.” “Dostum beni üç şeyden yasakladı.” “En enkura nakreddik” Bizde tavuk derler ama demek ki onlar horoz diyorlar. Mesela tavuğun yem toplaması gibi derler. Orada da horozun yem toplaması gibi.
Abdullah Bayındır: Gagalama
Abdulaziz Bayındır: Gagalama da denebilir. Gagalaması gibi yapmam. Hani namaz kılarken hakikaten kafayı koymasıyla kaldırması bir oluyor bazılarının.
Abdullah Bayındır: Mesela bu şeyi biz yapıyorduk, burada geçtiğini bilmiyordum böyle. Tavuk yem toplar gibi kılmayın falan diyoruz. Görmek şaşırttı yani.
Abdulaziz Bayındır: (gülümseyerek) Bu horozmuş işte. Yanlış yapıyorsun.
Rüstem Hoca: Horozlar üç tane tahıl buldu mu böyle yermiş gibi yaparlar. Tavukları çağırmaya başlıyor. O kastediliyor olabilir.
Katılımcı: Aslında öyle değil o. Onların döneminde horozmuş daha sonra tavuk olmuş o.
Abdulaziz Bayındır: Şimdi mi tavuk olmuş. Ha eski horozlar tavuk oldu.
Rüstem Hoca: Normal tavuklar şey yapmaz. Yani gagasını kaldırıp indirip yapmaz. Bunu sadece horoz yapar.
Abdulaziz Bayındır: Şimdi o öyle de. Bak tavuğun önüne yem koy tak tak tak toplar öyle. Yem yerken öyledir. Ama yer gibi gözükme işini bilmem. Bu kadar ihtisasım yok. “Vel ik’au”…
Rüstem Hoca: Hayatında öyle tavuk … olmadığı için…
Abdulaziz Bayındır: Siz beslemişsinizdir. “Vel ik’au en yedaa elyet.”
Enes Alimoğlu:… var.
Abdulaziz Bayındır: Aa atladım değil mi? Tamam. Peygamber… “Enkura nakreddik.” Şeyin, horozun yem toplaması gibi yapmamı yasakladı. “Ve en uk’iye ik’a el kelp.” “Köpek oturuşu gibi oturmam.” “Ve en efteri şebsiraşet sa’lep.” “Tilkinin yere yayılması gibi yayılmam bana yasaklandı.”
Bir katılımcı: Sade namaz için …
Abdulaziz Bayındır: Yani namaz diye burada bir kayır yok ama…
Fatih Orum: Zaten başka zaman insan nasıl tavuk gibi şey yapar ki sürekli?
Abdullah Bayındır: Ama namazdır evet. Namazda nasıl oturulucağına dair. Normal bir vakitte insan istediği gibi oturur yani. Bunun şeyi, ne sakıncası olabilir ki rahat etmek istiyorsan…
Enes Alimoğlu:… namazda olduğu çıkıyor zaten.
Abdulaziz Bayındır: Neyse, şimdi bu ik’a yı anlatıyor. “En yedaa … ardi ve yensibe rutbetehi nasven ensahihahu.” Şimdi, az önce söylediğimiz gibi oturaklarını yere koyuyor dizlerini dikiyor. İşte ona köpek oturuşu derler.
Katılımcı: Aslında onun başka bir oturuşu da var yani. Ellerini yere seriyor…
Abdulaziz Bayındır: Köpeğin mi öyle oturuşu var? Ha. Tabi yani köpek oturuşlarının hepsi değil, bir tanesi (gülerek).
Katılımcı: Köpek oturuşu. Yatışı değil.
Abdulaziz Bayındır: Hayır, ellerini yere koyup oturuyor ya. Demek o dahil değil buna.
Katılımcı: Ashabı Kehf’in köpeğinin oturuşu gibi.
Abdulaziz Bayındır: “Ve lâ yeruddu selame bi nisânihi ennehu kelâmun.” Birisi namazda selam verirse alekümüsselam demez. Çünkü bu konuşma sayılır. “Ve lâ biyedihi.” Eliyle de almaz selamı. “Dennehu selamun manen” Eliyle alması da anlam itibariyle selamlaşmadır. “Hatta levsa fa … teslimi…” Birisine selam vermek niyetiyle musafahada bulunsa, şöyle elini tutsa, “… tefsudu salatuhu.” Namazı fâsıt olur da, peki başka niyetle musafahada bulunsa ne olur?
Abdullah Bayındır: Başka niyeti varmı ki?
Abdulaziz Bayındır: Yani bunu söylemenin bir anlamı yok ki. Bir niyeti …
Abdullah Bayındır: Hani kafayı sallasa selam niyetiyle dese anlayacağım. Namazda belki okurken … olabilir.
Abdulaziz Bayındır: “Ve lâ yeterabbau illa min udrin” Yani bağdaş oturmaz. Terabbu denmesi, herhalde hem uylukların hem ayakların üzerine oturulmasından dolayı. Uyluklar iki, iki de dizden aşağı sâk denen şey var dört. O dördünün üzerine oturduğu için belki terabbau denmiştir. Teverrut ve terabbunun bir farkı var mı?
Yahya Şenol: Bir tanesi iki ayağı da sağdan çıkarıp üstüne oturmak da…
Katılımcı: O teverrutdur. Terabbu da şu şekil değil mi? (gösteriyor)
Yahya Şenol: Tam bağdaş işte.Teverrut, hani kadınların namazda oturduğu gibi.
Abdulaziz Bayındır: Dört tarafı da…
Yahya Şenol: İki ayak da sağda. Tahiyyatdayken sağda…
Abdullah Bayındır: Genelde Şafiiler de ona yakın oturur.
Enes Alimoğlu: Teverrutda iki ayak sağdan çıkıyor. … yere değiyor.
Abdulaziz Bayındır: Onlarda da dördü yere değiyor ama şekli farklı.
Abdullah Bayındır: Daha mı rahat o oturuş?
Bir katılımcı: Bağdaş olsa rahat olur.
Abdulaziz Bayındır:Ya şimdi bunlar… Abdullah Ürdün’den geldikten sonra bir şey yapmış. Bu oturmalarla ilgili hoşuma giden bir değerlendirme yapmıştı. Diyor ki şey, e tabi diyor, oturduğun yere göre sen sıcakta gittin çölde dizlerinin üzerine oturamazsın ki. Gerçekten oturamazsın yani. Orada mecburen ayaklarını bir kenardan çıkaracaksın. Vücudunun en yumuşak bölgesini yere koyacaksın. Yoksa hem yakar hem da yaralar insanın ayaklarını. Orada oturamazsın şeyin üzerinde. Bilhassa o bölgelerde bir çok yerde de yanardağ kalıntıları var ki bıçaktan daha fazla kesiyor insanın vücudunu.
Peygamber (s.a.v) bunları yapmıştır ama tabi nerede, hangi şartlar altında yapmışo bize gelmiyor. Yani o zemin özellikleri gelmiyor.
Abdullah Bayındır: Vücudun ağırlığının daha fazla bölgeye yayılıması da…
Abdulaziz Bayındır: Teverrutda daha fazla bölgeye yayılıyor.
Abdullah Bayındır: Vücudun seksen kiloysa yirmişer kilo veriyorsun ayrı ayrı yerlere.
Abdulaziz Bayındır: Yani şimdi senin altında halı var, serin bir yerdesin. Oradaki oturmak başka bir şeydir. Yani açık sahada otur… Bir namaz kılana kadar mesela gerçekten çok ciddi tehlikeler atlattı. Yukarıdan aşağı ateş iniyor. Aşağıdan yukarı ateş dönüyor.
Abdullah Bayındır: Ayaklarının üzerinde durduğun zaman, seksen kiloysan kırk kırk iki bacağa. Ama yaydığın zaman yirmişer kilo dört bölgeye. Gerçekten öyledir yani bu ağırlık şeyi.
Abdulaziz Bayındır: Hayır ayakları daha az kalır o zaman. “Ve lâ yekuffu sevbehu lennehu lehu tecebburin .” Elbisesini…
Yahya Şenol: Atladık Hocam.
Abdulaziz Bayındır: Öyle mi yaptık? Ha ha ha… Hatta “Ve lâ yeterebbau illa min udrin.” Oradan başlayalım. “Özürü olmazsa bağdaş kurup oturamaz.” Tabi özürü varsa yapacak bir şey yok. “Yenefihi terke sunnetil kuhudi.” “Kuhud sünnetini terketmektir.” Yani Peygamber efendimizden gelen şekle göre oturmuş olmamaktır. Oturuyor ama o şekilde oturmuyor. “Ve lâ ya’kısuşârahu…” Saçını tepesinden, yani saçlarını böyle toparlayıp tepesinden iple bağlama ya da işte telebbüd dedikleri…
Bir katılımcı: Topuz yapmak…
Abdulaziz Bayındır: Ha topuz kelimesi ikisini de kapsıyor.
Yahya Şenol: Bu erkek için mi kadın için mi?
Abdulaziz Bayındır: Erkek erkek. Ve lâ ya’kısu diyor, tâ’su demiyor. Şârahu diyor.
Abdullah Bayındır: Arkadan bağlasa?
Yahya Şenol: Hepsi öyle de, yani bunun..
Abdulaziz Bayındır: Ha doğru.
Yahya Şenol: Hepsi zaten…
Enes Alimoğlu:… musavi diye aldığımız zaman herkesi kapsar.
Yahya Şenol: Herkesin girmesi lazım.
Abdulaziz Bayındır: Neyse, tutturamadık yani.
Bir katılımcı: (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Erkek içindir bu da.
Abdullah Bayındır: Tamam başını örtüyor zaten kadın.
Bir katılımcı: Kadın saçını önceden bağlaması gerektiğinden. Bir de zaten saçı gözükemez örtülü olduğundan. Erkeğin saçı…
Abdulaziz Bayındır: Yok yani hayır örtülü de, kadın da o şekilde toplamış olabilir, onda bir sakınca yok. Yani bu tür şeyler… Hatta diğer kitaplarda kel edrâki diye de yazarlar yani. Demek eskiden Türkler öyle yapıyorlarmış.
Abdullah Bayındır: Türklerin şu şey saç modeli var. Hatta 4. Murat zamanının İstabulunu resmeden bir şey. Şuradan bir topuz. Şu arkadan bir topuz, kenarları da traş ediyorlar; kel, o bir Türk modeliymiş.
Katılımcı: Bunu yapanlar saçalrı kirlenmesin, tozlanmasın diye bunu yapıyorlar. Demek o dönemde insanlar kibir için, … için adamlar saçlarını buraya toplarmış. Yoksa…
Abdulaziz Bayındır: İşte o yani bazı büyük kitaplarda kel etrâki diye yazdıklarını hatırlıyorum ona. Erkekler için diye geçtiğinden dolayı ben de o ibarenin şeklini uyduramadım.
Katılımcı: Birisi İbni Abbas’ın yanında namaz kılıyor. Saçı bağlı. Adını şimdi hatılamayacağım. İbni Abbas gidiyor saçını açıyor. Diyor sen böyle nasıl namaz kılarsın? Saçınla beraber secdeye gitmen gerekiyor.
Abdulaziz Bayındır: Ha saçı geri kaçıyormuş.
Abdurrahman Yazıcı: Hocam Ümmü Seleme’den bir rivayet var. O da … (tam anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Tamam, yani erkekle alakalı bu. Peygamber efendimiz, saçı tepeden bağlı olarak namaz kılması mekruhtur diye mi geçti ifade? Ve yukrehum diye mi?
Abdurrahman Yazıcı: Neha…
Abdulaziz Bayındır: Kılmasını yasakladı. “Ve huve en yecmau şarâhu alâ hâmetihi.” Bu saçını tepesine toplamasıdır. Hâme tepe demek. “Ve yuşuddehu bi haytin” Bir iple bağlaması. “Ev bi samgîn…” Ya da bir zamk dediğimiz, “ … telebbete”… Sakız değil mi? Samg sakız mı?
Abdullah Bayındır: Jöleyle…
Abdulaziz Bayındır: Zamk gibi bir şey olmuş oluyor. Yani orada keçeleşsin diyei dağılmasın diye. “Ve … alehissalatu vesselam nehâ…” Hah işte buradaymış. Şöyle bir rivayet var; Peygamber (s.a.v) “… nehâ en yusalli adracîlu ve huva mâkkûsun.” Peygamber’in (s.a.v) erkeğin işte bu şekilde, yani saçları tepesine bağlı olarak namaz kılmasını yasaklamıştır şekline rivayet vardır diyor.
Evet. Şimdi “ve ellâ yekufe fevbe”, oradayız değil mi? “Ve elbisesini kevfetmesi de yasaklanmıştır.” Elbiseyi kevfetmek aslında şu; televizyonda görüyoruz ya uzun bir elbise giyiniyor, bilhassa batılılar, kadın olsun erkek olsun. O uzun elbiseyle bi kere bir öğünüyorlar; çünkü eskiden kumaş şimdiki kadar bol değil ya. Bol miktarda kumaş. Yürürken de yere sürünmesin diye yukarı çekerler elbiseyi. Kevf o. O manada.
Abdullah Bayındır: Rükuya giderken hani pantolonu bazıları…
Abdulaziz Bayındır: O ayrı bir şey. Bu o değil. Ama şimdi mesela bizde bu şeyi (elbisenin kolunu) geri çevirmeyi de…
Enes Alimoğlu: Ona teşmir diyor.
Abdulaziz Bayındır: Teşmir ama ona da kevf diyorlar. Yani teşmiru sakıta bu kapsama sokarak mekruh sayıyorlar.
Abdullah Bayındır: Bazıları da bundan hareketle pantolon paçalarını gereğinden fazla yukarıda kestiriyorlar. Değişik gözüküyor tabi.
Bir katılımcı: Belkıs’ın eteklerini toplaması ne diye geçiyor o zaman?
Fatih Orum: Orada ama su sanıyor ya.
Abdulaziz Bayındır: Şimdi bu bir hadise dayandırılıyor bu görüş. Diyor ki burada “Ve kad ahraca sittetu anhu sallallahu aleyhi vessellem … sulalese ve atin ve ellâ ekufeşâran ve lâ fevben.” Şimdi, ben yedi organ üzerine secde etme emri aldım. Bir de elbiseyi ve saçı kevfetmeme konusunda emir aldım. Şimdi, bu elbiseyi kevfetme, saçı kevfetme herhalde… Belki saçı kevfetme şu olabilir, sürekli öne iniyor arkaya atıyorsun. İniyor, atıyorsun. Belki o olabilir.
İşte bu elbiseyi kevfetmeyi de… Yani katlamayı da kevfetme gibi düşünerek, diyorlar ki kolları geriye doğru katlamak mekruhtur. Şimdi, iş burada kalmıyor, kısa kollu gömlekle namaz kılmak da mekruhtur diyorlar. E orada kevf falan yok. Zaten yapısı öyle.
Abdullah Bayındır: Kolu çemremek kibir alameti diye, kabadayılar yapıyordu bir zamanlar diye.
Abdulaziz Bayındır: Şimdi, kibir alameti, kabadayılar yapıyor ama onu ince dayılar da yapıyor. Şimdi şöyle, mesela bir iki ay sonra… Bak işte bu, kabadayı mı bu? Yiğido.
Abdullah Bayındır: Hayır hayır. Şöyle, özellikle eski şeylerde, Osmanlı’nın sonundaki şeylerde kollar çemreniyor, kunduranın arkasına basılıyor, kasket yamuk takılıyor.
Abdulaziz Bayındır: Canım bugün de o tür insanlar vardır, her zaman vardır. Ama şimdi mesela yazın sıcaktan bu gömleklerin kollarını geriye katlıyor insanlar. Bak Yusuf da katlamış o kadar sıcak olmamasına rağmen. Demek bu Sivaslıların bir özelliği. Sen Sivaslıydın değil mi? Ya. Karşılıklı oturmuşsunuz Sivaslılar.
Abdullah Bayındır: Kabadayı mı oluyorlar?
Abdulaziz Bayındır: Yok. Yiğido oluyorlar. Şimdi, yani hadisi şerifte anlatılan bu değil. Yani kibir olan bu değil. Kibir olan, işte o elbiseyi uzun yapıp şey yapmak. Çünkü yürüdüğün zaman yeri süpürüyor.
Rüstem Hoca: … (anlaşılmadı)
Bir katılımcı: Bütün bu rivayetlerde amaca bakmak gerekiyor herhalde. Çünkü mesela bizim İlahiyat’da falan da bazı arkadaşlar vardı, kibir alameti diye şalvar veya pantolon giydiyse onun paçasını kısa tutardı mesela.
Abdullah Bayındır: Hiç de güzel durmaz.
Katılımcı: Acayip durur. Yani böyle garip bir şey.
Abdullah Bayındır: Çoraplar da beyaz olur.
Katılımcı: Eğer şu anda yani kibir alameti değilse tamamdır, bir problem yok o manada.
Yahya Şenol: Hz. Ebu Bekir’e Peygamberimiz sen yap diyor, sen onlardan biri değilsin diyor mesela.
Enes Alimoğlu:… (anlaşılmadı)
Bir katılımcı: O zaman marka almak da kibre girer. Hiçbir markayı alamazsın.
Abdulaziz Bayındır: (hırkasındaki markayı gösteriyor) Markayı buraya… Bak buradaki gibi çıkarsa kibre girer. (gülüşmeler) Böyle kapatırsan girmez.
Katılımcı: Öyle tipler var. Gömleğe bakıyor, der falanca markadır yani.
Abdullah Bayındır: Yara bandı taşıyacaksın üzerinde. Namazda yapıştıracaksın.
Abdulaziz Bayındır: Şimdi, geçenlerde Roma’ya gittik ya; dikkatimi çekti papazların tamamı yakasız gömlek giyiniyorlar. Bizim buralarda işte İslâmi olsun falan diye giyenler var ya. Oradan baktım… Yani onun alâmeti fârikası. Zaten başka anlaşılacak bir tarafı da yok.
Yahya Şenol: Nedir o? Yakalı gömleğin şeyi neyki Hocam. Niye yakasız oluyor gömlek. Sünnet falan deniyor çünkü de.
Abdulaziz Bayındır: Onlarda mı sünnet?
Yahya Şenol: Yok, bizimki…
Abdulaziz Bayındır: Tabi yakasız derken, onlar da yakasız değil yakalı. Yakası var da; şöyle…
Abdullah Bayındır: Papyon yaka diyorlar. Papyon takılması için ucunda bir parça oluyor.
Abdulaziz Bayındır: Yok, şöyle, bu kadar geniş değil yakaları. Bir santim kadar, belki bir santimden bir kaç milim fazla, yuvarlak bir şeyle… Hakim yaka diyorlar değil mi ona?
Bir katılımcı: Şöyle…
Abdulaziz Bayındır: Öyle değil. O çok geniş. Onun yarısı kadar.
Yahya Şenol: Bizim Ali Rıza Hoca hep giyiyor.
Abdulaziz Bayındır: Hah işte. Ali Rıza Hoca’nın giydiği.
Yahya Şenol: İnternette Ali Rıza Hoca’yı tanıtırken biri de öyle yazmış. Sık sık böyle şey, ninja gibi giyinen hoca.
(gülüşmeler)
Abdulaziz Bayındır: Şimdi, onlar dikkatimi çekmişti. Baktım o Katolik papazlar o şekilde giyiniyorlar. Ama bir de şu ortada bir boşluk var (yakasını gösteriyor), bu boşluğa da bir şerit geçiriyorlar. O şeritin renkleri değişiyor. Herhalde o rütbeyi gösteriyor galiba.
Yahya Şenol: Sırf şey mi yani, bu tip gömleklerin kravat takılmaya müsait olmasından dolayı. Ben öyle anlıyorum. Hanişu kravatı örtmek için vardır ya, şurası. Kravatın…
Abdullah Bayındır: Ama diğeri de papyon takılma gömleğidir ona bakarsan.
Abdulaziz Bayındır: Ama mesela bizim Osmanlılarda yanlış hatırlamıyorsam gömlekte yaka yok. Yaka hiç yok. Yani şu şey manasında, bu ayrıca takılan kısım manasında yaka yok. Evet. “Ve lâ yustile…” Oraya geldik değil mi? “Ve lâ yustile sevbehu lenna aleyhissalâti vesselâm nehle anissedli.” Elbisesini üstten aşağı sarkıtması. Giyme şeklinde değil de sarkıtma olarak. İşte omuzdan atmak, baştan aşağı sarkıtmak. Zaten açıklamış burada.
“Ve huve enyec’ale sevbe huve lâ ra’sihi.” İşte kumaşın tepesini ya da elbisesini başına koyuyor, kollarını takmıyor, o da baştan aşağıya doğru sarkıyor. “Ve ketifeyhi.” Omuzlarının üzerine koyuyor. Ceketleri omuza atmak gibi. “Summe yursile atrâfehu min cevânibi” Sonra etrafından… Yani o uçlarını, elbisenin eteklerini çevresinden aşağıya doğru sarkıtması. İşte biz ona omuza atmak, başa atmak diye ifade kullanıyoruz. Bu da mekruh olarak geçiyor.
Bir katılımcı: Peki puşiyi başa koymak buna girer mi?
Abdulaziz Bayındır: Yok o şey değil. O maksatla yapılmış bir elbise. Bunlar o maksatla olan elbiseler değil. Onun giyimi öyle o elbisenin.
Abdullah Bayındır: İçeri namaz kılmak için girdiklerinde sarık olarak sarıyorlardır. Acaba böyle bırakmayı…
Abdulaziz Bayındır: Hayır şimdi Araplarda mesela o başlarına örttüklerini dışarıya çıktkları zaman başlarından aşağı sarkıtmak zorundalar ki boyunlarını, yüzlerini, gözlerini… E kapalı bir yere geldiği zaman da etrafına, kulakları ve boyunları açılsın diye etrafa sarıyorlar, millet de ona sarık diy bir din mana vermeye başlıyor. O tabiatta yaşayan herkesin, Ebu Cehil de olsa, başka bir şey de olsa mecburen giyeceği giysidir.
“Ve lâ be’se bi enyekûne makamul imâmi fil mescidi ve sucûduhu fıttâk.”
Yahya Şenol: Atladık Hocam…
Abdulaziz Bayındır: Öyle mi yaptık? Ha. Doğru ya. “Ve lâ ye’kulu ve lâ yeşrevu … salâh.” Namaz kılarken yiyip içmez. “Fe in ekelev ev şerive âmiden.” Kasden yer içerse. “Ev nâsiyen.” Ya da unutarak, “Feshedes salâtu” Namazı bozulur. Peki unutarak da niye bozulur. Oruç tutan kişi yediği zaman bozulmuyor da, namaz kılanınki unutarak yese niye bozulur?
“Le ennahu amelun kesirun ve hâlitus salâti muzekkiretun.” Namazın hâli onu hatırlatıyor ama orucun hâli hatırlatmıyor mesela.
Bir katılımcı: Namaz kılana kadar unutarak yemek yediyse orada
Abdullah Bayındır: Bir de namazda unutrak yemek yemek… Mümkün değil ki namazda unutarak yemek yemek. Nasıl olabilir?
Abdulaziz Bayındır: Namazda da unuttum derse, yani gerçekten ciddi bir problem var demektir.
Bir katılımcı: Ama şöyle olabilir. Yani bazı insanlarda hastalık oluyor unutkanlık.
Abdullah Bayındır: Zaten özre girer ama o da.
Abdulaziz Bayındır: İşte olmaz diyori gene bozulur diyor.
Enes Alimoğlu:… unutarak mutfağa mı gidiyor.
Abdulaziz Bayındır: Yok, mutfak deme…
Fatih Orum: Cebinde falan bir şeyler var.
Abdulaziz Bayındır: Şimdi cebinde bir şey var. Kuruyemiş var. Namaz kılarken alışkanlık atıyor ağzına ve yiyor.
Yahya Şenol: Örneği varmış…
Abdulaziz Bayındır: Sen yedin mi?
Abdullah Bayındır: Çocukkendir o.
Abdulaziz Bayındır: Çikolata yedin.
Bir katılımcı: O ağzında kalan, yani bir miktar parça kalırsa onu yesem…
Abdulaziz Bayındır: Ona yemek denmez ona. Yiyor değil. Yani dışarıdan almış falan değil.
Katılımcı: Dişinizde kalanı Peygamber efendimiz zaten yemeyin diyor. Çünkü sıkıntılı. Öyle bir hadis hatırlıyorum da. Dişinizde kalan falan artık olursa onu çıkarıp da yutmayın diye bir şart koyuyor.
Abdullah Bayındır: Dişin kovuğuna bazen susam tanesi gibi bir şey giriyor. Öyle rahatsız ediyor ki, insan diliyle uğraşıp duruyor onu çıkarmaya.
Abdurrahman Yazıcı: İbni Haldun’un … fazla … Bunları hep sayıyor.
Fatih Orum: “Yâ benî âdeme huzû zînetekum”dan sonra “ve kulû veşrebû” geliyor değil mi?
(gülüşmeler)
Abdulaziz Bayındır: O namazdan sonra. Evet…
Bir katlımcı: Dişlerimizin arasında bir şey kalırsa, onu yutarsam ne gerekir…
Abdulaziz Bayındır: Valla bu ekilmeşrup sayılmaz hata olarak.
Katılımcı: … (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Yani bu şeyde, mekruh olduğu sayılıyor kitaplarda bu Hanefi kitaplarında. Ağızda kalan bir şeyin yutulması. O ekil sayılmadığı için.
Enes Alimoğlu: Burada bir şey var; “… nusalli mâbeyne … fedle taamin ekelehu … ” diyor. (tam anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Namazı bozulmuyor. Yani çünkü ekilmeşrup değil. (çay bardağını alarak) Ben bunu ağzımdaki… Gerçi bu şey değil de. Mesela ağzımda kalan bir yiyecek parçasını ben yuttuğum zaman kimse buna ekil demez. Ama dışarıdan alırsam buna ekil denir. Yemek yemek denir.
Evet. “Ve lâ be’se bi enyekûne makamul imâmi fil mescidi ve sucûduhu fıttâk.”
Enes Alimoğlu: Ama Şafiilerde bozuluyormuş.
Abdulaziz Bayındır: Ha. O artık Haşim’in problemi. Ve Serkan’ın problemi.
Bir katılımcı: Huşuyu bozuyor
Abdulaziz Bayındır: Ha huşuyu bozuyor. Namazı bozmuyor mu?
(gülüşmeler)
Abdulaziz Bayındır: Bu Hanefilerin kitabı bu sayılmaz, Şafiilerin kitabında ne yazıyor ona bakacaksın.
Katılımcı: Benim hatırladığım bozuluyor.
Abdulaziz Bayındır: Bozuluyor değil mi namaz. Ihtilafe Şâfiriyyun. Evet. “Ve lâ be’se bi enyekûne makamul imâmi fil mescidi ve sucûduhu fıttâk.” İmamın makamının mescid olması. Yani imam mescidin içinde namaza duruyor, mihraba secde ediyor. Aslında bizim Türkçemiz açısından mihrap da mescidin içidir de Araplar böyle kullanıyor demek ki dili. Yani caminin mihrabı mescidin dışı sayılmaz. Böyle…
Yahya Şenol: Yüksek falan olunca. Hani o şey var ya, bir karıştan fazla yüksek olursa olmaz, alçaksa olur diye. Herhalde yükselince mescit dışına çıktı mı sayıyorlar?
Abdulaziz Bayındır: Ya bizim dilimizde böyle sayılmaz. “Ve lâ be’se bi enyekûne makamul imâmi fil mescid…”
Katılımcı: … konuyla ilgili. “Ve hâzel nuktilu elkân ev usûlu en muhtericu fehu vechan yasahnu mesâni.”
Abdulaziz Bayındır: Evet namazı bozduğu kesin. Ama niye bozuyor? Acaba ağzındakini yutmak mı yoksa onun mideye gitmesi mi?
Katılımcı: Öyle demiyeyim o zaman. Baştan okuyayım. Biraz yanlış herhalde anlaşıldı.
Abdulaziz Bayındır: Hayır sen okuduğuna göre bozuyorduyu ispatlayacak, Serkan olsaydı başka mana verecektik.
Katılımcı: … (anlaşılmadı). … dediğim bu. … (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Tamam yani bunlar da ikiniz gibi ihtilaf etmişler.
Katılımcı: “Ve hâzel nuktilu elkân…” Yani yemek mi “… ev usûl en muhtericu fehu…”
Abdulaziz Bayındır: Tamam yani yemek mi o namazı bozuyor yoksa onun mideye ulaşması mı?
Katılımcı: Evet. “yasahnu mesâni” demiş. Yani bozuluyor. Şurada da … (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: Sen okuduğuna göre tabi o iba reyi okuyacaksın. Normaldir.
Bir katılımcı: … varsa sorun yok.
Abdulaziz Bayındır: … varsa sorun yok tamam. Problem halledilmiştir. Şimdi, “Ve lâ be’se bi enyekûne makamul imâmi fil mescid.” İmam mescitde dursun… Ne diyeceğiz Türkçede.
Enes Alimoğlu: İmamın ayağı mescidin içerisinde secde ediceği yer mihrapta…
Abdulaziz Bayındır: Hayır Türkçeye uymuyor bu ifade tarzı. Arapçaya da uyduğunu zannaetmiyorum ama.
Bir katılımcı: … (anlaşılmadı)
Abdulaziz Bayındır: O mümkün olmaz.
Enes Alimoğlu: Şimdi o cemaatin durduğu yer kastediyor ya.
Yahya Şenol: Kapıyla ayrılan bir yer miydi orası? Yani normalde belki…
Enes Alimoğlu: Devamını okuyalım …
Abdulaziz Bayındır: Şimdi devamını okuyalım ortaya çıkacak. Yani şimdi mihraba secde etmesi caizdir diyor, bunda bir beis yok. “Ve yukrehu en yekumefittâk” Ama o tâkta imamın ayağa kalkması ya da…
Enes Alimoğlu: Tâkın içerisinde durması. Şimdi duvardan bakarken imam caminin içerisinde durmuyor, tâk kayboluyor oradan.
Abdullah Bayındır: Ya bu Süleymaniye Camii’nin pencereleri nasıl içeriye kovuk. Öyle bir şey olması…
Yahya Şenol: Kapıyla kapalı ya, kapandığı zaman ayrılıyor yani.
Abdullah Bayındır: Kapı kapanmıyor da, bence öyle bir kovuğa girmesini…
Abdulaziz Bayındır: Neyse hiç acele etmeyin bitirelim. Bu mesela burada halledilecek gibi gözüküyor. “Ve yukrehu en yekumefittâk” O tâkta durması mekruhtur. “Lennehu yuşbuhu sania ehlil kitâbi min haytu tahsisi limavi bilmekân.” İmama bir yer tahsisi itibariyle ehli kitaba benziyor. Yani caminin dışında bir mekânda durmuş oluyor. Kiliselerde de papazların durduğu bir yer var. Neyse. Böyle bir anlayış varmış.
“Hilâfı maidânakâne sucûdu fittâk.” Ama secdesini tâka yaparsa cemaat de aynı yerde durmuş olur diyor. Ve lâ yukrehu limav yekûne vahdehu aleddukkân.
Enes Alimoğlu: Ve yukrehu
Abdulaziz Bayındır: Ve yukrehu. Ha, baktım tutmadı. “Ve yukrehu yekûne…”
Enes Alimoğlu:… akşam okuduya … (anlaşılmadı)
(gülüşmeler)
Abdulaziz Bayındır: Hayır ben öyle okuyunca aslında benim hesabıma da gelmedi, nasıl mana vereceğimi düşündüm. (bilgasayar için) Bunda şey var galiba. Harhalde virüs var.
Abdullah Bayındır: Virüs böyle ses çıkarmaz ki. Fare sesi.
Abdulaziz Bayındır: Öyle mi? Fare olabilir hı. Bir kere daha yaptı çünkü. “Ve yukrehu en yekûne limav vahdehu aleddukkân.” İmamın tek başına o yüksekçe yerde durması. Dükkân dediği bizim dükkân değil tabi. Yüksekçe yerde durması mekruh olur. “Limâ kulna” Söylediğimizden. Yani şeye benziyori ehli kitabın papazlarına benziyor.
“Ve kezâ alelkalbi fi zahirir rivâyeh.” Yani tam tersine çukurda durması da mekruh olur. Yani tersinde durması alelkalbi dediği. “Le ennehu zırâun bil imâmi.” O da imama ihanet olur. Yani bu imam oldu da o kadar da aşağıya düşmedi demek istiyorlar. Evet. “Ve lâ be’se bien yusalliye ilâzah … raculin zâhidin yetehaddesu.” Bir adam oturmuş, sırtını çevirmiş konuşuyor. Birisiyle sohbet yapıyor. İmam da onun arkasında namaz kılıyor. Bunda bir sakınca yok diyor.
Rüstem Hoca: Çünkü sutre yapmış …
Abdulaziz Bayındır: Zaten istitar, evet sutre yapmış.
Enes Alimoğlu: Sutre o kadar kalın olmaz ki.
Abdulaziz Bayındır: Adamın şişman olduğunu düşünüyorsun.
Enes Alimoğlu: Yok şimdi, bir parmak…
Abdulaziz Bayındır: Ha, parmaktan şişmandır.
(gülüşmeler)
Abdulaziz Bayındır: Şimdi diyor ki, “Le enneble omera radiallah anhuma rubbema kâne yestetiru binâfein fi ba’dı esfarihi.” Bazı seferlerinde demek ki Nâfi’yi önde oturtuyormuş. Sen şurada otur da ben bir namaz kılayım diye.
(gülüşmeler)
Onun râvisi Nâfi var ya. Diyor sen şurada otur ben de orada namaz kılayım. O da oturuyor, sırtını çeviriyor, o da namaz kılıyormuş. Evet. “Ve lâ be’se bien yusalliya ve beyni…”
Enes Alimoğlu: O ayet … İbni Ebi Şeybe … ayemiş. “Kâne İbni Ömer izâ … sebile ilâ sâriyetin min savarin mescidi kaleni vellini zehrek.”
Abdulaziz Bayındır: (bilgisayar için) Burada şey varmış. Anlaşıldı tamam. Hoparlörü susuturalım, çünkü ders dinleyenler var ya.
Abdullah Bayındır: Skype geliyor. O ses çıkıarıyor.
Abdulaziz Bayındır: Evet?
Abdurrahman Yazıcı:“Enne rasulullah sallallahu aleyhi vessellem raaraculen nusalli ilâ racilun … en yurûdi salâti.” … “Enne rasulullah inni salleytu ve ente tanzuru ileyye.” …
Abdulaziz Bayındır: Ben o şeyi dinleyemedim. Bir daha okur musun?
Abdullah Bayındır:“Enne rasulullah sallallahu aleyhi vessellem raaraculen nusalli ilâ racilun…”
Abdulaziz Bayındır: Ha, bir adama karşı namaz kılan birisi…
Abdullah Bayındır:“… en yurûdi salâti.”
Abdulaziz Bayındır: Ha, adma karşı namaz kılınca namazını tekrar kıl demiş Peygamberimiz. Öyle bir rivayet varmış. Gene de yüzüne karşı falan olabilir. Onun için burada sırtına dedi. “Ve lâ be’se bien yusalliye ve beyniyedeyhi mushafun” Yani bir kimsenin diyor “ve lâ be’se” bir beis yoktur. “bien yusalliye ve beyniyedeyhi” Karşıda mushaf var, mushafa doğru namaz kılıyor. “Muallâkun” Asılı bir kabın içerisinde. “Ev seyfun muallâkun” Ya da asılı bir kılıç var. Ona karşı namaz kılmış oluyor. Bunda bir beis yoktur.
“Le innehuma lâ yubadâni.” Çünkü hiç kimse mushafa ibadet etmez, kılıca ibadet emez. “Ve bi’ tibârihi tetki turkarâhetu.” Yani mekruh deniyorsa, ibadet edilen şey olması itibariyle mekruh deniliyor. Yoksa her hangi bir şeye dönüp namaz kılmak mekruh değil elbette.
“Ve lâ be’se en yusalliye alâ bısâtın fihi tesâvîru.” Bu nasıl oluyor? Bunu da ben pek anlayabilmiş değilim. Çünkü tasviri biz resim diye tercüme ediyoruz. Tasvir resim değil heykeldir. Ne diyor Cenab-ı Hak; “Huvellezî yusavvirukum fîl erhâmi keyfe yeşâ” değil mi? (Âli İmrân 6). Yani Allah bizi ana rahminde tasvirimizi yapıyor, resmimizi yapıyor değil. Şeklimizi belirliyor.
Bir katılımcı: … (anlaşılmadı)
Yani bu bir… Şeyi kastediyorum, yani naslarda olanla buraya yansıyan aynı değil. Onu ifade etmek istiyorum.
Yahya Şenol: Yani burada kastedilen resim.
Abdulaziz Bayındır: İyi ya şimdi, resime tasvir demek mecazen olabilir. Hakikaten olamaz.
Abdullah Bayındır: İran güzel sanatlarında bütün halılarda neredeyse bir hayvan resmi kesin vardır.
Abdurrahman Yazıcı: Bir de Hocam İran Camisinde de var. Arkada…
Abdullah Bayındır: Sözünü unutma da İran’dan gelen halılara bakarsanız bir çoğunda ya aslan vardır…
Abdulaziz Bayındır: Sen İran hatıratını anlatmadın tabi, ara ara anlatacaksın. Kaç gün kaldın orada?
Abdurrahman Yazıcı: Gittik de hep yollarda geçti. Otobüsle gittik. Kırk dört saat gidiş, kırk dört saat geliş. Şiraz’a, İsfahan’a, Tebriz’e gittik. Bir de … Ya toplam on gün falan.
Abdulaziz Bayındır: Kaç kişi gittiniz?
Abdurrahman Yazıcı: Üç kişi.
Abdulaziz Bayındır: Kendiniz mi? Mesela orada bir turla …
Abdurrahman Yazıcı: Kendimiz Hocam.
Abdulaziz Bayındır: Mesela orada bir turla …
Abdurrahman Yazıcı: Turla değil.
Abdulaziz Bayındır: Turla olsa çok iyi olur.
Abdurrahman Yazıcı: Şey oldu biraz öyle. Birden bire oldu.
Abdulaziz Bayındır: Çünkü siz turla gittiğiniz zaman onlar oraları biliyor. Nereye gideceğinizi ayarlıyorlar. O çok iyi oluyor.
Evet. Yani tasvirle tabi burada resimden başka bir anlam verme imkanı yok da. Fakat şey, oradaki o resimler bizim bugünkü fotoğraf da değil. Yani bunu insanlar fotoğrafla karıştırıyor. Mesela şimdi aynanın karşısında namaz kıldığınız zaman o aynaya yansıyan fotoğraf olur. Çünkü fotoğraf bir gölgenin hapsedilmesi, olanı muhafaza etmektir. Ama tasvir öyle değil. Tasvir birisi tarafından suretlendirme, şekil vermedir.
Tasvir değil fotoğraf. Belki mecazen tasvir falan diyebilirler, sure falan diyebilirler ama fotoğraf başka bir şey.
Abdurrahman Yazıcı: Hocam, bizim bir tane amca var. Namaz kılacağı zaman arkada küçük fotoğraflar da olsa … falan hepsinin üzerine bir şeyler örtüyor ya da ters çeviriyor.
Abdullah Bayındır: Ya da resmi dairede adam, seccadesi var mesela, kapatıyor kapısını o arada seriyor ama orada Atatürk şeyi var…
Bir katlımcı: Aynayla fotoğraf arasında bir… Yani dil açısından da bir şey vardır. Aynı kökten geliyor. Fotoğrafa da aynaya da aynı ismi veriyorlar. Mesela Farsça’da, Kürtçe’de olduğu gibi.
Ya o şimdi, peki…
(ilk bölüm burada bitiyor)