ABDULAZİZ BAYINDIR: Değerli izleyiciler bugün yeni bir konu ile karşınızdayız. Kuramda bulunan Musa-Hızır kıssasının bize vermiş olduğu evrensel mesajlar üzerinde duracağız inşallah. Bu konuyu ele almamızın sebebi, son zamanlarda Türkiye’de bilhassa ilahiyat fakültelerinde ve Kur’an araştırmaları merkezi olarak kurulan yerlerde bir tarihselcilik söylemi geliştiriliyor. İşte şöyle bir mantık ortaya konuyor: Muhammed 7.asırda yaşamış bir kişi, Mekke ve Medine şartlarında o dönemde Mekke ve Medine’de gördüklerini derlemiş bir araya getirmiş. Bunu böyle söylediğiniz zaman Kur’an Allah’ın değil Muhammed’in kitabı olacak. Bunu batılılar yıllarca söylediler. Onun için batılılar islam demezler Muhammedilik derler. Kur’an’ı Muhammed’in yazdığı kitap kabul ederler. Ondan dolayı da onların önündeki en büyük engel Onun okuma yazma bilmemesi çıkar. Onu da bir şekilde aşmanın yolunu ararlar. 7.asırda yaşayan Muhammed Mekke ve Medine’de ne görmüşse onları yazmıştır. Dolayısıyla Kur’an’da bulunan her şey aslında Mekke ve Medine’deki kültürün, anlayışın bize aktarılması olduğu söylenir. Bir ara Ankara Okulu diye Ankara İlahiyat Fakültesi’nde bulunan bir çok ilahiyatçı bu temelde uzun süre yayınlar yaptılar. Fazlulrahman bu işin öncülüğünü yaptı. Bunların batılılardan tek farkı aslında vahyi kabul etmezler yani Cebrail getirdi de Muhammed’e vahyetti. Bunu kabul etmezler. Tabi burada meleklere iman denen bir olay da ortadan kalkıyor. Vahyi Muhammed’in o toplumdan içine doğan şey. Tabi vahyi inkar etmek de olmuyor. Çünkü islam toplumumdasınız, vahiy yoktur derseniz herkes size kafir der ve kimse sizi dinlemez. İşte Muhammed’in içine doğduğu şeyler onun ağzından dökülüyor. Onun için hicri 7.yılda Mekke ve Medine şartlarında olşturulmuş bir kitap. Muhammed’in kitabı. Yani şöyle düşünün: o zaman Mısır’da, Yunanistan’da, Avrupa’da nerde olursa olsun yaşayan her hangi biri bir kitap yazarsa o kitabı olduğu gibi bu güne aktaramazsınız ama oradan bazı prensipler alabilirsiniz. Onun için öyle derler ki işte Kur’an’dan bazı prensipler alınabilir ama olduğu gibi çağımıza aktarılamaz. Ve böyle bir kitabın evrensel olması da söz konusu değil. Allah’ın kitabı olması da söz konusu değil. Ama Allah’ın kitabı değil demezler. Dedikleri zaman yine islam toplumunda barınmaları mümkün değil. Muhammed Allah’ın elçisi değildir demezler. Batılılardan tek farkları aynı söylemi tekrarlarlar fakat tek farkları şudur: Muhammed Allah’ın elçisidir, Kur’an Allah’ın kitabıdır. Bu iki söylemle ama içerisini tamamen batılı görüşlerle doldururlar. Şimdi o hava oldukça zayıfladı fakat tarihselcilik bir başka şekilde devam ediyor. Yine işte oradaki zatların da bulunduğu bir takım Kur’an araştırma merkezleri, mucizelere karşı çıkmalar, Kur’an’da geçen kıssaların aslında olmadığı, böyle bir olayın bulunmadığına dair gözlemler, bunların Allah’ın sözü olamayacağına dair ifadeler falan. Geçtiğimiz günlerde Ankara İlahiyat Fakültesi hocalarından İlhami Güler’in Kur’an’dan bazı şeylerin çıkarılması gerektiğine dair konulmaları internette yayıldı ve insanlar bu konuda çok ciddi ikileme düştüler. Bazıları Musa-Hızır kıssası dolayısıyla konuyu anlamamaktan kaynaklanan sorularla geldiler. Bazıları da bunun böyle olması gerektiğini, zaten işte Kur’an’ın öyle bizim düşündüğümüz gibi bir kitap olmadığını söylemeye başladılar. Biz de bunu bugün konu olarak aldık. Aslında burada bu tarihsel söylem Kur’an’da bir çok yerde “esatirül evvelin” diyr geçer. Yani “öncekilerin masalları”, “öncekilerin kitaplarında olanlar” şeklinde geçer. Kur’an’ın indiği dönemde de bu tarihsel söylem vardı daha önce de vardı. Mesele şu: insanlar Allah’ın kitabına uymak istemedikleri zaman onun önüne binbir türlü engeller çıkaracaklardır. Allah’ın herhangi bir ayetini görmezlikten gelmek kafir olmak için yeter. Mesela şöyle söyleyelim: mesela Kur’an’da bize anlatılan ilk kafir İblis’tir biliyorsunuz. Allah, Adem’e secde emrini verdi, etmedi, Allah ona sordu dedi ki niye etmedin? Ben sana emrettiğim halde neden secde etmedin? Bu kısıma dikkat edelim lütfen. Bakın diyor ki Allah; “ma meneake la tescudu emertuk: emrettiğim sırada senin secde etmene engel ne?”. Onu ben istedim diyor. İblis bunun Allah’ın emri olduğunu görmüyor. Olaya başka tarafından bakıyor. “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın onu çamurdan”. Beni ateşten yarattın derken Allah’a karşı saygıda kusur etmek istemiyor. Allah ile ilişkiyi kesmiyor ama yaptığı nedir? Allah’ın o emrini görmezlikten gelmek ve kendi yolunda direnmek. Onun için Allah diyor ki; “eba vestekbera ve kane minel kafirin” Bakara suresinde. “Direndi, kendini büyük gördü ve kafirlerden oldu”. Kendini büyük görmek ne? Kendi görüşünü Allah’ın görüşünün önüne geçirdi. Kendi görüşünü birinci Allah’ın görüşünü ikinci. Yani ya Rabbi ben senin emrini tutmam demedi hiç bir zaman için. Bu söylemlere de dikkat ederseniz bu Allah’ın sözü olamaz diyorlar. Aynen İblis’in ifadesidir. Yani ben senin emrini tutmam demez. Allah’ın sözünü yerine getirmem demez. Hiç kimse demez bunu. Yani dine karşı çıkarken çok daha dindar gözükerek çıkarlar tıpkı İblis gibi. Nasıl dindar gözüküyor? “Halakteni min narin ve halakteni min tiyn”. “Beni sen yarattın ya Rabbi ateşten, onu çamurdan yarattın”. Halbuki o verilen emri gözardı ediyor. Sanki o emri Adem vermiş gibi oluyor. Yapı budur. Bu işin tarihselliği İblis’e kadar dayanır yani. Tarihselciliğin tarihi diye bir olay vardır, bugün bizim karşımıza tarihselci olarak çıkanlar değil. Bizim gayet iyi tanıdığımız yapılardır. Bu konuda önce tarihselciliğin tarihselliği konusunda önce bir Dr.Fatih Orum’u dinleyelim. Ondan sonra bu söylemleri biraz daha ilerleteceğiz.
FATİH ORUM: Hocam’ın biraz önce atıfta bulunduğu İblis kıssasında esasında bir büyüklenme mütekebbir tavır var. Tarihselciliğin geçmişine baktığımızda yani bir kere şunu kesinlikle ortaya koymalıyız. İddia edildiği gibi modernitenin getirdiği bir söylem bir tarz falan değil. İşte genelde tarihselcilik ile ilgili konuşmalar matbuata falan bakıldığında işte batıdaki bir takım anlam, bilim, yorum bilim, belagat türü yani bir metini nasıl anlamalı nasıl okumalı, onun tarihselliği bizim için ne anlam ifade eder, indiği dönemin şartları nasıl göz önünde bulundurarak o metine bir anlam giydirmeliyiz veya ondan bir anlam çıkartmalıyız tartışmalarının bir uzantısı falan değil. Bu esasında Kur’an’a bakıldığında insanlık tarihi kadar eski bir söyle tarihselcilik. Belki de bugünün yaklaşımı ile bakarsak tarihselcilik irticai bir faaliyet esasında. İrticai bir davranış biçimi. Nereden çıkartıyoruz dersek, Kur’an’a baktığımızda inen ayetlere karşı şımarık bir tavır, onları beğenmeyen, onların tarzına Allah’ın kullandığı kelimeleri yavan bulan yani Allah böyle şey söyler mi, Allah bizimle böyle konuşur mu? Hiç yüce Allah çıkıp bir adamın karısını boşadığında şunları yapması gerekir diye bir takım şartlarla uğraşır mı, hiç o yüce Allah aşağıda bir takım insanlar birbirleri ile tartışırken onların arasına girip arabuluculuk eder mi? Bizim zaten gündelik hayatta konuştuğumuz bir tarzla bizimle konuşur mu? Diyerek her ne zaman kendilerine bir kitap indirilse o toplumun içerisindeki mütekebbir takım insanların tarzı, söylemi, itirazı bu noktada olmuştur. Mesela bununla ilgili bir örnek vermek gerekirse Enbiya suresinin yani Kur’an’ın 21. Suresinin 2. Ayetinde ENBİYA, 2.. Ayet: Ma ye’tıhim min zikrim mir rabbihim muhdesin illestemeuhü ve hüm yel’abun: her ne zaman rablerinden yeni bir kitap indirilse insanlara, davranış tarzları hep şu olmuştur: dinlerler ve hiç umursamazlar” yani alaya alırlar, dalga geçerler. ENBİYA, 3.. Ayet: Lahiyeten kulubühüm: içten içe yani heralde böyle olmamalı” onun için mesela hep bu tür ayetlerin devamında sen Allah’a iftira atıyorsun. Niçin iftira atıyorsun diyorlar Allah’ın resullerine nebilerine? Çünkü Allah böyle konuşmaz. Allah böyle bir ağız kullanmaz. Bu, toplumdaki herkesin anlayacağı bir ifade biçimi. Allah konuşacak olsa öyle cümleler kullanır ki öyle bir tarz geliştirir ki böyle kolay kolay herkes anlayamaz onları. Oysa senin bize tebliğ ettiğin şeylerde açık net oraya buraya çekilemeyecek şeyler var. Bu, Allah’ın tarzı değil, normal insanların konuştuğu ağızla sen bizimle kpnuşuyorsun.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani Allahça diye bir dil olması gerekir.
FATİH ORUM: Onun için mesela diyorlar ki ENBİYA, 5.. Ayet: Bel kalu adğasü ahlam” yani senin bu anlattığın şeylerin esasında bir hakikati de yok. Bunların bir temeli yok bir bağlantısı yok. Bunlar olsa olsa bir beşer sözünden başka bir şey değil. Bu ifadeler geçmişte ve işin ilginç tarafı bunalrın sadece MuhammedAs’a muhatablarının yaptığı itirazlar olarak değil de daha önceki toplulukların da resullerine aynı söylemi geliştirdiklerini Kur’an bize söylüyor. Yani her zaman resullere bunu söylemişler. Bugüne baktığımızda mesela diyorlar ki; “şu Kur’anı okuduğunuzda esasında Allah’ın tarzının sakın bu olduğunu falan düşünmeyin. Yani bizim kulluk edeceğimiz Allah esasında bu işlerle uğraşmaz. Böyle konuşmaz. Dolayısıyla siz bugün Kur’an’da Allah bu konuda şöyle buyurmuştur dediğinizde siz farkında olmadan Allah’ım imajını yerlebir ediyorsunuz. Esasında Allah bunları söylemek istemedi. Söylemek mecburiyetinde kaldı. Çünkü adamlar o dönemde böyle anlıyorlardı. Seviye buydu. Adamların bir takım takıntıları vardı, adamlar eşlerine zulmediyordu, Allah da ne yapsaydı ya. Bari hiç olmazsa boşarken şunları şunları gözetin de öyle boşayın diyordu. Veya kadınlara hiç mirastan..”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Aslında bunlar hiç Allah söyledi demek istemiyorlar ama Muhammed söyledi diyecekler de islam toplumunda olduğu için öyle diyorlar.
FATİH ORUM; Zaten ona biraz sonra Vedat onu ortaya koyacak. Mesela işte bakmayın siz Kur’an’da mirasta kadınla erkek arasında ikide bir Allah’ın taksimatta bulunduğuna. Ne yapsaydı, çünkü indiği dönemde adamlar hiç vermiyordu. Allah da dedi ki bari yarısını verin de hiç böyşe tamamen yok saymayın dedi. Dolayısıyla Kur’an’ı bugün en iyi anlayanlar biziz, Allah’ı en iyi anlayanlar biziz, Allah böyle konuşmak zorunda kaldı. Oysa 2016 yılında bir nebi indirilseydi ve o nebiye de bir kitap verseydi böyle olmayacaktı. Elimizdeki gibi bir kitap olmayacaktı. Allah bizimle böyle konuşmayacaktı. Dolayısıyla siz herhangi bir konuda Kur’an’a atıfta bulunarak bakın Allah bu konıda böyle buyurmuştur dediğinizde asasında Allah’ın imajını yerle bir ediyorsunuz. Ve bizi “ele güne karşı rezil ediyorsunuz, bir batılıya karşı rezil ediyorsunuz”. Çünkü biz bunu batılıya izah edemeyiz. Nasıl izah ediyorlar? Diyorlar ki; “ya siz burada yazılanlara bakmayın. Bunların bir kısmı tarihseş. Allah o dönemde öyle konuşmak zorunda kaldı. Oysa burada bir takım ilkeler vardır. Nedir bu ilkeler? Hakkaniyettir, çalmamak çırpmamaktır, dürüst olmaktır, ahlaklı olmaktır. Biz o mesajı satır aralarından anlıyoruz. Diğerlerinin hepsi detay. Hatta kıssalar bile detay. Bir anlamı olmayan, sadece o dönemin insanına o dönemin zihnine kültürüne uygun bir takım söylemlerdi” diyorlar ama bunların tamamı Muhammed As dönemindeki bir takım insanların Kur’an’a karşı yaptığı itirazlarla tıpa tıp aynı. Hiç bir farkı yok Kur’an’a bakıldığında. Aynı şeyi söylüyorlardı. Diyorlardı ki; “Muhammed sen Allah’a iftira atıyorsun. Allah böyle konuşmaz. Bunlar çok basit şeyler. İşte şunu yapacaksın, bunu yapacaksın, çalmayacaksın, çırpmayacaksın, şunu yaparsan cezası şu olur. Allah’ın böyle bir tarzı olamaz” diyerek mütekebbir yani kendini büyül gören bir tavır vahye karşı alıyorlardı. Kur’an’ın bildirdiğine göre insanlık tarihi boyunca hep bu tavır olmuştur Allah’ın kitabına karşı. Dolayısıyla biz bugün tarihselciliğin böyle son yüzyıl içerisinde ortaya çıkmış bir söylem falan olduğuna asla bakmayalım. Bu insanlık tarihi kadar eskidir ve irticai bir söylem irticai bir davranış biçimidir tarihselcilik.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ben şimdi baktım da Allah’a yalan iftira etti sözü Kur’an’da 14 ayette geçiyormuş. Mesela burada bir ayette şöyle diyor. Muminun suresinin 38.ayetinde. Resulullah, az önce Fatih’in söylediği gibi Resulullah’a karşı Allah’ı kolluyorlar. Allah niye bu işlerle uğraşsın kardeşim! Allah’ı getirip de günlük işlere niye karıştırıyorsun? Bak şöyle diyorlarmış. MUMİNUN, 38.. Ayet: İn hüve illa racülüniftera alellahi kezibe: bu adam kendi yalanlarını Allah’a mâlediyor” yalan söylüyor, Allah dedi diyor. Resulullah’a söyledikleri söz. Biraz sonra göreceksiniz bu tarihselcilik Allah’a mâlediyor. Aslında bu ne demek? Muhammed Allah’ın elçisi değil, Kur’an Allah’ın kitabı değil! İslam toplumunda bunu söyleyemeyeceleri için büyük sıkıntı. Söylerlerse hiç kimse onları ilahiyat fakültelerine hoca yapmaz, söylerlerse hiç kimse onları Kur’ancı ya da müslüman saymaz. Dolayısıyla bu sıkıntıdan dolayı söylemlerde ufak tefek farklılıklar meydana getiriyorlar. Bu, kendi yalanını Allah’a mâleden bir kişidir, biz ona inanmıyoruz diyorlardı Resulullah zamanında. İşte Kur’an’da böyle. Bugünkü tarihselcilerin Türkiye’deki tarihselcilerin durumunu da Erdem Bey’den dinleyeceğiz inşallah.
ERDEM UYGAN: Teşekkür ederim. Fatih Hocam’ın özetlediği gibi tarihselcilik gerçekten de bugün karşımıza çıkmış bir şey değil. Zaten mesela İlhami Hoca videosunda bu ayetler o gün de tarihseldi diyerek o güne de atıf yaptı. Artı mesela Türkiye’deki herkesin mesela Mustafa Öztürk kendi mealinde bu “vel yahkum ehlul incil bi enzelallahu fihi” yani incil ehli de Allah’ın onun içinde indirdiği ile hükmetsinler ayetini şöyle meallendirmiş: “bu yüzden kendilerine incil verilenler Allah’ın onda indirilen ayetlere hükmetsinler diye emrettik” demiş ve o ayeti o güne geçerli kılmış. Yani bugüne..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani Kur’an’ın indiği gün ile alakası yok.
ERDEM UYGAN: Alakası yok. Zaten onu bir de dipnotta şöyle açıklamış: “bu ayetteki ‘vel yahkum ehlul incil’ ifadesi Kur’an’ın nazil olduğu döneme değil incilin gönderildiği zamana işaret eder. Yani bu ifade geçmiş zamanın hikayesidir. Bu yüzden biz söz konusu ifadeyi ‘kulna’ yani ‘diye emrettik’ şeklinde bir lafız takdiri ile çevirdik” demiş. Yani bu İncil varken vardı, Kur’an’ın indiği dönemde geçerli değildi.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Halbuki Allah diyor ki ARAF, 157.. Ayet: Ellezıne yettebiuner rasulen nebiyyel ümmiyyellezı yecidune mektuben ındehüm fit tevrati vel incıli: yanlarındaki tevrat ve incilde yazılı olan bu ümmi nebiye uyanlar” diyor. Tabi ki yanlarındaki tevrat ve incile uyacaklar, ona uyacaklar ki o bu nebiye uymayı emretmiş olsun.
ERDEM UYGAN: Aynı ayetin devamında meal şöyle: “kim Allah’ın indirdiği ayetlere göre hükmetmezse işte onlar doğru yoldan sapmışların ta kendileridir” diye.. Noldu şimdi? Mustafa Öztürk ile başladık. Ondan, tarihselciliğin me olduğu, bunun Kur’an’a nasıl bir bakış getirdiği ile ilgili bazı görüşler kendi yazdıklarından okuyarak bir kafamızda resmin oluşmasını sağlamaya çalışalım. Mesela Kur’an’ın tarihsel bir kitap oluş keyfiyeti 2006 yılında İslami İlimler Dergisi’nin birinci yılının 2.sayısında verdiği bir makale var yazdığı. Şöyle diyor; “Kur’an’ın tüm insanlara ve tüm zamanlara gönderilmiş bir kitap olduğuna inananlara-ki müslümanların kâhir ekseriyeti böyle inanmaktadır-göre Allah hüküm koyarken muhtemel mustakbel gelişmelerin tümünü hesaba katmıştır” dediktrn sonra bir süre sonra şöyle diyor; “kanaatimizce Kur’an bazı temel mesajlar hariç tamamen tarihseldir. Hatta tüm peygamberlerin ortak mesajını teşkil eden tevhid inancına ilişkin bazı Kur’an ifadeleri dahi tarihsel unsurlar içermektedir. Keza tarih üstü bir inanç umdesi olduğunda şüphe bulunmayan ahiret ile ilgili tasfirler de bütünüyle yerel ve tarihsel karakterlerdir”. O gün oradaki insanlara hitab ediyor diyor. “Bilindiği gibi muhtelif ayetlerde Kur’an’ın Arapça ve Arabi bir hüküm olduğu, Hz.Peygambere genelde arap toplumumu özelde Kureyş kabilesini, diğer bir deyişle Mekke çevreside yaşayan müşrik arapları uyarması için gönderildiği belirtilmektedir. Diğer bazı ayetlerde ise Kur’an’ın hem Hz. Peygamber hem kavmi için bir şan ve şeref meselesi olduğu belirtilmektedir” diyerek hani o döneme hitab ettiğine dair ayet delil getirmeye çalışmış. Kur’an’da Allah’ın sınırsız kudreti ve eşsiz yaratma sanatı tarihsel ifade kalıpları içinde sunulur. Mesela Ğaşiye suresi 17. ayette müşriklere atfen “peki onlar deveye ibret nazarıyla bakıp onun ne denli ilginç bir şekilde yaratıldığını görmezler mi?” diyor ve bu ayet deveden bahsettiği için bu tarihsel ve o dönemin koşullarına hitab eder insanlara hitab eder.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tamamına yakını tarihsel dedi.
ERDEM UYGAN: Delillendiriyor şuan. Yine Bakara Suresi 110. ayette Allah’ın bulutlardaki gölgelerin arasından çıkıp gelmesinden bahsedilmektedir” deniyor. Halbuki ayet, burada paylaşmamış ama ayet aslında kastedilen şekilde değil. Öyle bir Allah mı bekliyorlar mealinde bir ayet var. Burada ondan bahsediliyor. Yine bir yerde diyor ki; “Kur’an’da Allah’a atfedilen nitelikler tanrı hakkında konuşup düşünmenin iktidai biçimini ifade etmekte. Ve dolayısıyla nuzul dönemindeki insanların tanrıyı algılama tarzlarına dair önemli ipuçları içermektedir. Bu noktada Kur’an’ın bir çok ayetinde Allah’a atfedilen antropoformik özellikleri aşkın varlığın zihinle idrak edilmesini sağlayan nesnelleştirici kavram ve imajlar olarak değerlendirmek yanlış olmaz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Allah inancı da tarihsel oluyor.
ERDEM UYGAN: O da tarihsel. Bize göre ise Allah ahkam ayetleri de dahil olmak üzere tüm ayetleri Hz.Peygamber ve vahye tanıklık eden insanların içinde bulundukları fiili durumu dikkate alarak inzal etmiştir. Dolayısıyla Kur’an’da gelecek nesillerin sorunlarına çözüm sunmak gibi bir maksat gözetilmemiştir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kur’an evrensel değil, problemlere çözüm değil. Halbuki çok sayıda ayet Allah’ın herşeyi ayrıntılı bir şekilde açıkladığını ve bütün problemlere çözüm sunduğunu gösteriyor.
ERDEM UYGAN: Şimdi Hocam bir de şu var: o dönemdeki Mekke toplumunu çok batmış bir toplum çok aşağı seviyede, her türlü kötülüğü negatif eylemi yapan bir toplum olarak kabul edip bir takım ayetler, dolayısıyla o topluma hitab ediyordu şeklinde bir algı yaratılıyor görüldüğü kadarıyla. Mesela az evvel okuduğumuz kısımlara delil teşkil edecek şöyle deniyor; “kaldı ki ahkam ayetlerinden hiç bir evrensel mesaj üretme imkanı da yoktur. Mesela Talak 4. ayette adetten kesilmiş ve adet görmemiş kadınlarınıza gelince: eğer onların iddet süreleri ile ilgili bir tereddütünüz varsa bu süre 3 aydır mealinde bir ifade yer almaktadır. Dikkat edilecek olursa burada hiç adet görmemiş kadınların iddetinden bahsedilmektedir. Bilindiği gibi iddet, boşanmış bir kadının başka bir erkek ile evlenebilmesi için beklenmesi gereken süreyi ifade eder”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir kere iddet o değil. İddet, Ahzab suresinin 49.ayetinde ne diyor Allah? İddet, nikahtan sonra ilişkiye girip sonra boşanmış olan kadının beklemek zorunda olduğu süredir. Yoksa sırf nikah iddetin sebebi değildir. İddette mutlaka ilişki vardır. Onu örtüyorlar. Ömer Nasuhi Bilmen de örtmüş. Onu inşallah önümüzdekü haftalarda konuyu anlatacağız. Çünkü İlhami Güler de bu konuyu örnek vermiş. Çocukların evlendirilmesi Kur’an’da varmış, Resulullah’ın hayatında varmış, işte biz bugün karşı çıkıyormuşuz koruma şeyiyle. Ben aslında bu tür şeylerden son derece memnun oluyorum. Hiç olmazsa tartılma ortamı ortaya çıkıyor. Hadi bakalım biz onlara cevap veriyoruz onlar da bize cevap versinler bekliyoruz.
ERDEM UYGAN: Hocam şöyle bir cevap vermiş burada. Demiş ki; “peki hiç adet görmemiş kadınlardan maksat nedir? İlk bakışta ayetin herhangi fizyolojik sebepten ötürü adet görnemiş olan yetişkin kadınlara işaret ettiği düşünülebilir. Nitekim Muhammed Esed böyle düşünmektedir. Kuşkusuz bu düşünce Kur’an’ın her yönüyle tarih üstü inancından mütevellittir” demiş. Şimdi cevap geliyor: “ama kesinlikle yanlıştır”. Cevap da bu zaten. Yanlışmış.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Böyle bir sözü söylemenin tirilyonda bir ihtimali yoktur. Bu tamamen Kur’an’a iftiradır. Onu önümüzdeki hafta inşallah anlatırız.
ERDEM UYGAN: Hocam yine Mehmet Azimli, ‘Cahiliyeyi Farklı Okumak’ kitabında mesela ne gibi iddialar yani tarihselliği temellendirdikleri Kur’an’a göre bir takım iddialar var. Onlar şöyle bir kısmı; “Kur’an 7 kat gökler ifadeleri veya dünyanın düz oluşu konusunda o günkü arap algısını kasten aşmamaya çalışmıştır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Halbuki Kur’an, matematik coğrafya konusunda o kadar bilgiler veriyor ki bugün inşallah çalışmalarımız ilerletiriz, astronominin eksiklerini Kur’an’dan tamamlama imkanımız var.
ERDEM UYGAN: “Aslında bu ifadeler mesajın ilahiliğine de hiç bir şekilde zarar veren bir durum değildir. Çünkü Kur’an’ın amacı astronomik doğruları anlatmaktan öte o günkü algı üzerinden kendi mesajını topluma ulaştırmaktır. Örneğin vahiy, dünyanın yuvarlak olduğu şeklinde o günkü algıya ters bir ifade ile nazil olsaydı, bu durumda Hz.Peygamber kendini içinden çıkılmaz bir çok lüzumsuz teknik tartışmanın içinde bulmuş olacak,alacağı şiddetlü tepkinin sonucu olarak müşrikler mesajı reddetmek için bir çok ilave gerekçeler üretecekti”. Öyle yapmadığı için akın akın müslüman oldular, kimse karşı çıkan olmadı! “Yine Kur’an doğal olarak yabancı milletlere ait değimleri değil de o günkü araplara ait değim ve atasözlerini kullanmak zorunda kalmıştır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR : “Zorunda kalmıştır” sözü Allah için kullanılır mı? Haşa. Bu Allah’ın dini olur mu? Bu Allah’ın kitabı olur mu?
ERDEM UYGAN: Mesela Hocam tabi tedricilik ile ilgili bir takım iddialar var. Yine Mehmet Azimli, ‘4 Halifeyi Farklı Okumak Hz. Ömer” kitabından İçki Yasağı bölümü: “Hz. Ömer’in kendisi cahiliye döneminde içkiye düşkün birisi olmasına rağmen müslümanlık döneminde içkinin yasaklanması için çok uğraşmış, Hz.Peygamber’e bu konuda müracat etmiş ve nihayet bu konudaki ayetler Onun teklifi doğrultusunda gelmiştir. Hz.Peygamber’in içki konusundaki ağırdan alma tavrı ise toplumun bu yasağı hemen kabullenemeyeceği endişesi olmalıdır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani bu Allah’ın dini değil. Bu, Muhammed’in dini. Acele etmiyor. Sabırlı ol kardeşim! Sanki o Allah’ın ayetleri değil.
ERDEM UYGAN: Tedricen yasaklanan içki ile ilgili sırayla 4 ayet nazil olmuştur. Hz.Ömer her ayet indikçe bunu yeterli görmemiş ve “ey Allah’ım, bize içki hakkında sadra şifa olacak bir beyanda bulun” diye dua etmiş”. Hz.Ömer yeterli görmüyor yani. “Nihayet kesin yasak bildiren Maide 91.ayet nazil olunca “ey Rabbim artık vazgeçtik” demiştir. Hülasa içki ile ilgili ayetler Hz.Ömer’in bu konudaki şikayetini Hz.Peygambere iletmesi ve yine Allah’tan bir açıklama beklemesi üzerine nazil olmuştur”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ama bu Mehmet Azimli şey değil ki. Açın kitapları hepsi böyle yazar. Halbuki içki ile ilgili ayetlerin hiçbirisi tedricilik ifade etmez. Tamamı bugün için yürürlüktedir. İçki ile ilgili bir ders yapmak gerekebilir belki.
ERDEM UYGAN: Hocam son olarak muta nikahı ile ilgili örnek vereyim. Yine Mehmet Azimli Hoca’nın ‘Cahiliyeyi Farklı Okumak kitabından.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Muta, yararlanma demektir. Yani bir erkek bir kadına diyor ki-kadın tabi evli olmaması gerekiyor-: “bir saatliğine anlaşma yapalım, sana şunu vereyim gel bir saat benimle beraber ol”. Bir saat dolduktan sonra çekip gidiyor. Bu, Şia’da vardır mesela. İran’da vardır. Bunu diyorlar ki; “Resulullah zamanında uygulanmıştır, sahabe zamanında uygulanmıştır Ömer kaldırmıştır” diyorlar. Tabi bunun da ilertutar tarafı yok. Ama biz muta ile ilgili bir ders yapalım.
ERDEM UYGAN: Burada da sizin dediğiniz gibi deniyor ki; “nikahı muta, süreli nikah idi ve genelde yolculuklarda mola verilen yerlerde yapılırdı”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İmkan ve ihtimal yok. En küçük bir ihtimal yok muta nikahının olmasına.
ERDEM UYGAN: Bu nikah türünü Hz.Peygamber’in birkaç defa yasakladığını ancak çok alışkın olan arapları bundan vazgeçiremediğini görüyoruz. Daha sonra Hz.Ömer’in kesin bir yasağı olsa da bu nikah türü devam etmiştir. Sonra Hz.Ali zamanında tekrar gelmiş”. Bu muta nikahı bir kitapta böyle anlatılıyor da hani mealde buna değinilmesi ne derece gerekliydi ben onu bilmiyorum. Çünkü Mustafa Öztürk’ün mealinde Nisa suresinin 24.ayetinin dip notunda yine aynı ifadeler var. Deniyor ki; “ayetin bu kısmı büyük bir ihtimalle sınırlı süreli evliliğe işaret etmektedir. Nitekim İbni Mesud, Übey Bin Kaab, İbni Abbas gibi bazı büyük sahabeler bu ayeti.. Neyse oraları geçeyim. Okumuşlardır. Hz.Peygamber döneminde ruhsat olarak bir çok kez uygulanan muta nikahı, Hz.Ömer tarafından son derece isabetli bir içtihatla” Hz.Peygamber döneminde uygulanıyor, isabetli içtihatı Hz.Ömer yapıyor. “Kesin olarak yasaklanmıştır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: O zaman Kur’an Allah’ın kitabı değil. İslam dini aslında Obüskont’un dediği gibi toplumun icad ettiği bir şey oluyor. Allah’ın dini olmuyor buna göre.
FATİH ORUM: Kur’an sürekli tasdik ilişkisinden bahsediyor ve kendi meşruiyetini hep önceki kitapları tasdik etmesine bağlıyor ve bütün ilahi kitaplar arasında böyle bir ilişki var zaten. Bütün ilahi kitaplar kendi meşruiyetini kendinden önceki kitapları tasdik ettiği ile şey yapıyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Mecbur o. Kur’an onu zorunlu tutuyor.
FATİH ORUM: Şimdi bir tasfir yapalım bir iki saniyelik: diyelim ki elimizdeki Kur’an yeni bir nebi geleceğini müjdelemiş olsaydı MuhammedAs en son nebi olmasaydı ve 2016 yılında İstanbul’da Allah bir nebi gönderseydi ona indirilen kitap şu an elimizdeki Kur’an’ı tasdik eden bir kitap olmalıydı. Aksi takdirde bizim o yeni gelen nebiyi ve yeni gelen kitabı kabul etmemizi gerektirecek bir şart olmazdı tasdik etmeseydi. Yani bu Kur’an’ı tasdik edecekti. Buradaki hükümler ne ise yeni gelen nebi de aynı hükümleri bize tebliğ edecekti. Ve bu tür düşünen insanların hiç birisi böyle bir nebiye iman etmezdi, böyle bir kitaba iman etmezdi asla. Derlerdi ki; “Allah böyle saçma sapan şeyler konuşmaz. 2016 yılında gelecek bana nikah nasıl yapılır, boşama nasıl yapılır, faiz nedir ne değildir, işte şunu yaparsan böyle olur, bunun cezası böyle olur şekliyle benimle konuşmaz” diyecekti. Dolayısıyla bu tür insanlara mesela bugün sorduğunuzda “Allah bir kitap gönderseydi şu elimizdeki kitap gibi olmazmıydı?” desek hepsi diyecekti ki “tabiki olmaz, böyle bir kitap olmaz 2016 yılında. Dolayısıyla meselenin böyle bir yönü var. Bu sadece fantezi türünden bir düşünce meselesi değil. Bugün insanlar böyle bir imtihana tâbi tutulsaydı büyük bir kısmı Allah’ın kitabına cephe alırlardı ve beğenmezlerdi yavan bulurlardı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Peki teşekkür ederim. Bu tarihselcilik eskiden de Allah’ın dinine karşı yürütülen sistemli bir çalışmanın ürünüydü. Fatih Orum Hoca’dan dinlediniz. Ve bugün türkiye’de bu yapılıyor. Bu işin aslında asıl yönetildiği merkez batıdır. Bugün dünyanın en büyük sıkıntısı, yeni dünyaya hakim olabilecek tek inanç müslümanlardır ve tek kitap Kur’an’dır. Bunu herkes biliyor. Batılılar gayet iyi biliyor bunu. Bunu engelleyebilmek için bu çalışmalar yapılıyor. Batılılardaki durumun ne olduğunu da şu anlatılanların hepsinin aslında kaynağının batılılar olduğunu da Vedat Yılmaz’dan dinleyelim.
VEDAT YILMAZ: 2007 yılında Almanya’da Avrupa’daki Dinlerin Geleceği başlığı altında bir rapor yayınlandı. Bu çalışma bizzat Alman hükümeti tarafından finanse edildi, Alman hükümeti tarafından desteklendi. Bu çalışma içerisinde islamın gelecekte Avrupa’daki yeri ne olacak konusu tartışıldı. Ve eğer Almanya’da Avrupa’da islami eğitim verilecekse tarihselcilik üzerinden verilmesi sonucu çıktı. Bu rapor içerisinde tebliğ yapan akademisyenlerden bir tanesi o dönemde yani 2007 yılında Münster Üniversitesi’nde profesör olan Muhammed Kaliç bu raporda şöyle söylüyor. Kendisi islam profesörü tekrar hatırlatayım.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ama müslüman olup olmadığına siz karar verin.
VEDAT YILMAZ: 15 yaşında müslüman olduğu söyleniyor. Kendisi öyle söylüyor. 15 yaşında müslüman olduğunu söylüyor. “Zamanında islam hukuku insanlığa önemli başarılar kazandırdı. Hakikaten ileri bir hukuktu. Fakat zaman geçtikçe bu hukukun bazı sorunlara cevap veremeyeceği anlaşıldı. Bugün insanoğlunun hukuk problemlerinin çözümünde kullanabileceği tek kaynak aydınlanmadır. Aydınlanma, insanlığa kendi entellektüel ve felsefi kaynaklarından demokrasi, insan hakları, çoğulculuk ve hukuk devleti kavramı olarak 4 önemli kazanç sundu. Semavi dinler; yahudilik, hıristiyanlık, müslümanlık geçmişte kendi teolojik ve entellektüel kaynaklarından bunları ortaya çıkaramadılar. Fakat yahudilik ve hıristiyanlık kendi kaynaklarındaki yetersizliğin farkına varıp tarih karşısında yanlışlanan bir çok hükmü yorum yapmak suretiyle nötralize etti. Böylelikle aydınlanma kendi kaynakları ile yüzleşti. Sonuçta bu 4 temel alanda aydınlanmanın getirdiği değerlerle uyuşmayan bütün hükümler yorumlanmak sureti ile adeta dinlerden çıkarılmış oldu. Fakat müslümanlık geç kaldı. Bir türlü böyle bir yoruma doğru gitmiyor. Zira bu konuda islamiyetin kendisinde bir isteksizlik var. Müslümanların bir kısmı iyi niyetle islamiyetin demokrasiye, çoğulculuğa, insan haklarına be hukuk devletine uygun olduğunu söylüyorlar. Fakat bunu hakikatte kendi dinlerine rağmen söylüyorlar. Dinlerinin özüne ve temel kaynaklarına indiklerinde bu dört temel alanda ilgili meşrulaştırıcı hükümler bulmak mümkün değildir. Peki bu nereden kaynaklanıyor? Birincisi bu durum müslümanların kendi kitapları ile ilgili tasvvurlarından kaynaklanıyor. Müslümanlar Kur’an’da ifade edilen birçok tasvirin ve kıssanın gerçek olduğunu düşünüyorlar. Oysa bunlar tarihsel olarak gerçek olaylar değildir. Mesela Hz. Musa’nın Firavun ile olan meşhur karşılaşması, Kızıldeniz’in içinden geçmesi ve suyun ikiye yarılması, Hz. İbrahim’in ateşe atılması, ateşin Onu öldürmemesi ve bir gülbahçesi, su veya havuz olması ve benzeri olayların tarihsel bir değeri yoktur fakat müslümanlar bunları doğru olarak kabul ediyorlar”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tarihsel de değildir yani bunlar. Değil mi? Çünkü mucizeyi kabul etmiyorlar ya. Tarihsel de değildir.
VEDAT YILMAZ: Tarihsel bir vakıa da değildir diyor. “Aslında Yahudiler ve Hristiyanlar kendi peygamberlerinin yani Musa’nın ve İsa’nın tarihi şahsiyetler olmadığını biliyorlar. Zira tarihte ne Musa yaşadı ne de İsa. Bunlar efsanevi kişiliklerdir. Son oryantalist araştırmalara göre Hz. Muhammed’in de tarihte yaşayıp yaşamadığı konusında şüpheler vardır. Hz. Muhammed tarihi bir şahsiyet mi yoksa tarih içerisinde efsaneleşmiş bir kişilik mi? Belki onum tarihi şahsiyetini inkar etmek mümkün değil. Çünkü böyle birisi Arap yarımadasında 571 yılında doğdu 632 yılında öldü? Mekke ve Medine’de bütün bu olaylar yaşandı fakat Kur’an’ın ve İslam kaynaklarının anlattığı gibi değil. Kur’an’da İslam’ın hadis ve siyer kaynaklarında tarih kitaplarında ve sonraki kaynaklarda anlatılan Muhammed efsanevi bir kişiliktir. Gerçekte ise bu profildeki bir kişi yaşamadı. Dolayısıyla son oryantalist araştırmalara göre iki görüş var. Ya böyle bir kişi hiç yaşamadı, gelmedi dünyaya yada böyle biri var fakat onun hakkında efsaneler üretildi. Bunun efsane olduğuna karar veren bilim ve bilimsel araştırmalardır. Bu bilimsel araştırmalardan bir tanesi de Patrisya Kıran ve Michael Cook’un yaptığı çok detaylı önemli araştırmadır. Ben de kendilerine katılıyorum. Dolayısıyla Hz.Muhammed belki yaşamış olabilir fakat o kıssalar, tasfirler birer efsanedir, tarihsel olay değildir. Keza mucizeler de böyledir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Burada biraz ileri gitmişler. Efsane diyor. Öbürleri gene tarihsel diyor, eskiden olmuştu: bunlar efsane diyor.
VEDAT YILMAZ: “Keza mucizeler de böyledir. Mucizeleri bilimsel açıdan kabul etmemizi gerektiren hiçbir şey yoktur. Çünkü mucizenin kendisi imkansızdır. Mucize muhtemel olsaydı bile kanıtlanamaz ve tarih araştırmaları bunu imkansız kılardı. Çünkü bütün zamanlarda ve her tarafta insan hareketleri ve faaliyetleri için aynı tâbi kanunlar geçerlidir. Dolayısıyla tabiat kanunları evrenseldir. Bu kanunlar şu veya bu tarihsel dönemde şu veya bu peygamberin veya peygamber diye ortaya çıkan bir kişinin müdahalesi ile ihlal edilemez. Böyle bir şey bilimin kabuş edebileceği bir varsayım olamaz. Şu halde ateş yakıyorsa yakıyordur, su boğuyorsa boğuyordur. Dolayısıyla milattan önce 1700 yılında Kızıldeniz’in ikiye yarılması veya 4700 yıl önce Hz.İbrahim’in ateşe atılması, ateşin bir gül bahçesi olması mucizedir ve bu mucizenin arapçadaki karşılığı da adet halinde yürümekte olan cari sünnetin tabiat kanunlarının bir an için dışına çıkılmasıdır. Tevrat ve incil tarihi mahiyeti olmayan dini malzemelerdir, şiirsel dille yazılmış etkileyici metinlerdir. Ortada vahiy olduğu iddia edilen bir metin bir Kur’an var. Bu nedir? Söz konusu olan Allah’ın elçisi olduğu iddiası ile ortaya çıkan bir insanın Muhammed’in, Musa’nın veya İsa’nın ruhi manevi tecrübesidir. Dolayısıyla iki şey kabul edilemez. Hatta saçmadır. Bunlardan biri; Allah’ın peygambere kitap yazdırıp göndermesi, ikincisi de bir dini kendini hakikatin merkezinde görmesi, böyle bir iddia ile ortaya çıkmasıdır. O zaman netice itibarıyla yapılacak olan şudur: birincisi dinler gerçektir fakat dünyamıza ait gerçekler değildir. Metafizik gerçeklerdir. Metafiziğin kendine ait hakikati varıdır. Fakat fiziki dünyanın da hakikati vardır. Biz metafizik dünyanın hakikatini aklımızla kavrayacak durumda değiliz. İkincisi: vahiy manevi ve mistik bir tecrübedir. Peygamber iddiası ile ortaya çıkan insanın ruhi bir tecrübesidir. Zira Farabi, İbni Sina, Süheverdi gibi islam filozofları ve bilginleri de buna yakın şeyler söylemişlerdi. Dinler hiç bir zaman mutlak hakikati taşıyamazlar temsil edemezler. Bunlar tarihsel şartlarda ortaya çıkmış metinlerdir. O halde bu metinlerin ne anlama geldiğini anlamak için hem aklın kritiğini hem tarihsel metodu tarihselciliği bu dinlere ve metinlere uygulamamız gerekir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İşte görüyorsunuz. Yani aslında ortada Allah’ın dini diye bir şey yok. Hıristiyanlık da yok yahudilik de yok islam da yok ama batıda bir hıristiyan gerçeği var, onlar kendilerini ayakta tutmaya çalışıyorlar. Doğuda müslümanım diyorsanız deyin canım ne yapalım yani, sizi vazgeçirmek mümkün değil ama bilin ki ne öyle bir Allah’ın elçisi gelmiştir ne de öyle bir kitap gelmiştir diye anlatılıyor.
VEDAT YILMAZ: Bu yazıyı Ali Bulaç makalesinde çeviriğ Almanca’dan kendi makalesine koymuş. İsteyenler oradan bulabilirler. Burada Ali Bulaç bunu tenkid etmek amaçlı koymuş. Onu da söyleyeyim.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tenkid amaçlı koymuş Ali Bulaç kabul ettiği için değil. Batıda ve dünyanın her tarafında çok ciddi bir islam meselesi var. Geçen sene buraya Rusya’dan yani Türkiye ile Rusya arasında problemler çıkmadan epeyce önceydi. Prof. Dr.Victor Alexander Refimov gelmişti. Kendisi orada etkili bir düşünce kuruluşunun başkanı ve Senpetersburg’da üniversitenin rektörü. Kur’an’ın önemini çok iyi kavramış, Kur’an’ı öğrenmiş hatta buradaki ifadesine göre oradaki Tatar hocaları toplamış, Kur’an’ı anlatınca onların Kur’an’dan haberdar olmamalarına şaşırmış. Buraya geldi burada bir kaç gün kaldı. Dünyanın yüzyüze olduğu ekonomik problemler, bilhassa Rusya’da ortaya çıkan ekonomik problemler üzerinde birazcık durduk. Onun söylediği bir şey vardı. Diyor ki; “Yeni Dünyada bize asıl lazım olan şey Kur’an’dır” diyor. “Ancak Kur’an ile ekonomiyi düzeltebiliriz, ancak Kur’an ile Uluslararası ilişkileri düzeltebiliriz, ancak Kur’an ile hem kendi problemlerimizi hem insanların problemlerini çözebiliriz. Ama bunun karşısında iki önemli mesele var. Batılılar bu konuda çok fazla çalışıyor aman ona dikkat edelim. Birincisi halifelik konusu. Bir halife devleti modeliyle müslümanları vurmak istiyorlar. Dikkat ederseniz İşid o şekilde çıktı. Başında bir halife var. Bunun hazırlıklarını da biz Avrupa’ya gittiğimiz zaman görüyorduk. Başka ülkelerden de duyuyorduk. Bir bununla vurmak istiyorlar. İşte gördünüz nasıl bir resiö ortaya çıkardılar. Herkesin nefret edeceği bir islam resmi. Ama tabi malesef geleneksel yapı bu. Defalarca burada konuştuk, İşid’e karşı çıkanlar böyle bir şey yoktur sloganının ötesine geçemiyorlar çünkü onların islam dedikleri mezhepler yüzde yüz onun davranışını kabul ediyor. Onun o davranışını uygun gören mezheplerdir bunlar. Hepsi. Yani o mezheplere yüzde yüz uygundur ama çok şükür yakın zamanda Türkiye’de mezheplere karşı da bir tavır ortaya çıktı. Artık bundan sonra gerçekler daha güzel bir şekilde belki insanlara anlatılabilir. Birincisi bu dedi, ikincisi tarihselcilik dedi. Bu iki şeye çok dikkat etmemiz lazım dedi. Bir de bu şeyde Vedat anlatırken aklıma geldi. Biz 2009 senesi-belge karşımda-Mart’ın 10’unda Roma’ya gitmiştik. Roma’da kilisenin bütün kardinalleri ile görüştük. Ve kilisenin başbakanı olan Jean Lui Pier Turan ile görüştük ki onunla görüşmemiz çok uzun sürdü. Orada O, diyalog kurulu başkanıydı. Buna dikkat edin. Müslümanların da bir diyalog şeyleri var biliyorsunuz. Yani islam-hıristiyan diyaloğu. Hatta hıristiyan meselesi değil. Mesela “la ilahe illallah yeter, Muhammeden resulullaha gerek yoktur” düşümcesinde olanları biliyorsunuz. Zaten muhammedun resulullah demediğin zaman islam diye bir şey kalmıyor. Orada J.L. Pier Turan’ın bana söylediği şu idi. Birbuçuk-iki saat konuştuk kendisiyle. Heyette sadece benimle konuştu. Diğerleri ile değil. Dedi ki; “siz Kur’an’a uyduğunuz sürece sizinle diyalog olmaz”. Demek ki diyaloğun birinci şartı Kur’an’a uymamakmış. Yanımda da Fetullah Gülen’i temsil eden. Onların Vatikan’ın hemen yanında bir merkezleri var. Bu merkezin yöneticileri falan da vardı. Onlar da bu bizim başkanımız diyorlardı. Birinci şart: Kur’an’a uymayacaksınız. Kur’an’a uymadın mı zaten islam dini diye bir şey kalmaz. Tabi benim konuşmalarım oldukça biliyorsunuz çok yumuşak konuşurum! Hiç öyle sert konuşmak adetim değildir! Çok heyecanlandı ve böyle “tabi canım, sizinle diyalog yapmayıp da kiminle yapacağız” dedi. “Avrupa’da ikinci büyük din oldunuz”. Bu kısma dikkat edin; “Avrupa’da ikinci büyük din oldunuz” dedi. İslam habire yayılıyor. Ondan birkaç ay sonra Viyana’ya gitmiştim. Viyana’da Rabıtatul İslami’nin merkezi. Orada bana verilen bilgiye göre birkaç ay sonrs yapılan yeni sayımlarda islam Avrupa’da birinci din haline gelmiş. Dolayısıyla burada tabi ister istemez büyük bir sıkıntı söz konusu. Bir de size bir ayet okuyayım ondan sonra Musa-Hızır kıssasına geçeceğiz. Allah diyor ki; ALİ İMRAN, 149.. Ayet: Ya eyyühellezıne amenu in tütıy’ullezıne keferu yerudduküm ala a’kabiküm fe tenkalibu hasirın: müminler! Eğer kafirlere boyun eğerseniz sizi gerisin geri çevirirler ve kaybedersiniz”. İslam alemi bugün kaybetmiş vaziyettedir. Öylesine kaybedilmiş ki buradan İngiltere’ye ilahiyatçılar gönderiyorsunuz adam gidiyor orada bir papazın yanında doktora yapıyor, ne ingilizceyi biliyor, bir tane kitap hazırlayıp veriyorlar adını yazıyorlar,tamam sen doktor oldun git. Onların kafalarını güzel bir şekilde dolduruyorlar, ondan sonra işte bir sürü adam. Türkiye’ye geldikleri zaman da hava atıyor. Havadan başka atacakları bir şey yok ki. Bilgi yok ne yapsın? Mecburen hava atacak yani. Ondan sonra önüne gelen herkesin önünde secdeye kapanıyor Allah’ın dışında. Boyun eğiyor. Dik duracağı bir şey yok elinde. Ondan sonra kısa sürede bakıyorsunuz ki profesörlüğe yükseltilmiş. Ve onlar Türkiye’de işte az önce Vedat’ın okuduğu görüşün temsilcileri oluyorlar. Açıkça da söyleyemiyorlar. Çok ciddi bir sıkıntı içerisinde. Hepsi de öyle değil elbette. Çok değerli arkadaşlarımız da var bunların içerisinde. Gerçekten çok değerli arkadaşlarımız var. Ciddi ilmi çalışma yapmış olanlar var. Onları tabiki istisna ediyoruz.
Gelelim esas konumuza. Konumuza geçmeden önce İlhami Güler Bey’in ki İlhami Güler de çok yakından tanıştığımız biri. Kişisel olarak bakıyorum şey yok, kafalar nasıl bu hale geldi aklım ermiyor. İlhami Güler’in videosunu arkadaşlar bir izleyebilirsek manzarayı halkımız güzel bir şekilde görebilsin. Ondan sonra ben bu hafta Musa-Hızır kıssası, önümüzdeki hafta da onun söylediği diğer konular üzerinde inşallah duracağız.
Evet değerli izleyiciler gördünüz. Ankara İlahiyat Fakültesi hocası Prof. Dr. İlahami Güler Bey bu tarihselcilik anlayışının bir temsilcisi olarak Musa-Hızır kıssasının o dönemde bile bir şey ifade etmediğini söylüyor. Daha çok mitolojik bir takım şeyler yani tarihsel bile değil. Tabi bir de çocukların evlendirilmesi ve kölelik cariyelik meselesinden bahsediyor. Onu inşallah önümüzdeki haftalarda ortaya koyacağız. Diğer görüşleri de ortaya koyarak anlamaya çalışacağız. Bugün fazlaca vaktimiz kalmadı hemen Musa-Hızır kıssasına geçiyorum. Bakın burada Kehf suresinin 60.ayetinden itibaren başlıyoruz. Allah burada şöyle diyor:
KEHF, 60.. Ayet: Ve iz kale musa li fetahü la ebrahu hatta eblüğa mecmeal bahrayni ev emdıye hukuba: yılarca sürse bile o iki denizin birleştiği yere gidinceye kadar hiç durmadan gideceğim” diyor. İki denizin birleştiği yer çok büyük bir ihtimalle Süveyş kısmıdır.
KEHF, 61.. Ayet: Felemma beleğa mecmea beynihima: o ikisinin birleştiği yere gittikleri zaman” ,”esiya hutehüma fettehaze: balıklarınu unuttular”, “zebılehu fil bahri seraba: balık taşların arasından denize akıp gitti”. Alttan akıp gitti.
KEHF, 62.. Ayet: Felemma caveza” orayı geçip yürüdükten sonra MusaAs yorulmuş azıcık uzanmış dinleniyor, yanında da bir genç yardımcısı var. Yollarına devam ediyorlar. Biraz sonra göreceksizin balığın ordan denize düşüp gitmesi onşar için bir işaret. Hızır ile karşılaşacaklar. Hızır kelimesi hadiste geçiyor Buhari’de geçen. Resulullah’tan öğreniyoruz. Yoksa Kur’an’da Hızır kelimesi yok. Biraz sonra göreceğiz onu. “kaleli fetahü atina ğadaena le kad lekıyna min seferina haza nesaba: orayı geçtikten sonra hadi şu bizim yiyeceğimizi getir” diyor şeye. Artık diyor çok zamam geçti, öğle yemeği yani çok yürüdük öğle yemeğimizi getir de yiyelim diyor ve çok da yorulduk diyor.
KEHF, 63.. Ayet: Kale eraeyte iz eveyna iles sahrati fe innı nesıtül hute” bakarmısın diyor o yanındaki genç. Biz o kayaya dinlenmek için oraya yerleştik ya diyor, birazcık oturduk ya kayanın üzerinde, ben balığı orada unuttum. Şu anda getirecek bir şeyim yok. “ve ma ensanıhü illeş şeytanü: bana onu şeytan unutturdu” diyor. Şimdi bu kısıma dikkat edelim: “onu bana şeytan unutturdu”, “en ezkürah: bana unutturdu” diyor. “vettehaze sebılehu fil bahri aceba:şaşırtıcı bir şekilde yolunu tuttu, denize gitti”. Yani bunu onun sözü olarak da anlayabiliriz. C. Hakkın bize bildirmesi; halbuki denize doğru akıp gitmişti diye. Şaşırtıcı bir şekilde sepetimizdeki balık denize gitti diyor. Nasıl gider! Şimdi bu Allah’ın elçisi tabi. Mucize inancı tarihselcilerde yok. Mucize kabul edilmiyor. O mucize konularına da daha sonra inşallah ayrı bir ders olaral yaparız.
KEHF, 64.. Ayet: Kale zalike ma künna nebğı: Musa dedi ki; işte bizim istediğimiz bu”. Bakın buradan hemen bir şey öğreneceğiz. MusaAs’ın yanındaki gencin şeytana mâlettiği olayı Musa As “işte bu bizim istediğimiz: şeklinde yorumluyor. Bu nedir? Bu bizim içim bir şeydir. Hiç bir olay Allah’ın onayı olmadan olmaz. Eğer herhangi bir şey sizin elinizde olmadan olmuşsa bilin ki bu C.Hakkın ortaya koyduğu bir iştir. Sizin hayrınıza da olabilir şerrinize de olabilir. Bazen şer gibi gördüğünüz şey hayrınıza olur. Mesela Nur suresinde 11.ayetinde Ayşe validemize zina iftirasının yapılması Resulullah’ı çok ciddi anlamda üzdüğü halde Allah “siz onu aleyhinize bir olay olarak düşünmeyin, şer değildir. O sizin içim hayırlıdır” demiştir. Buradan şunu anlamamız lazım alacağımız şeyde: Allah’ın emri olmadan hiç bir şey olmaz. Eğer herhangi bir şey olmuşsa o bizim hoşumuza gitse de gitmese de mutlaka bizim lehimizedir. Bizi rahatsız etse de. Rahatsız ettiği zaman da hoşumuza gitmediği zaman da. Çünkü biz imtihan ediliyoruz. Asla gevşememeliyiz ve doğru bir şekilde gitmeliyiz. Ondan sonra diyor ki: “Kale zalike ma künna nebğı: işte bizim aradığımız bu diyor Musa”. “fertedda ala asarihima: ve gerisin geriyr döndüler”, “kasasa” geldikleri yönden gerisin geriye döndüler. Çünkü o balığın bulunduğu yerde Hızır ile karşılaşacaklardı. Kendisine C. Hakk daha önce bildirmiş. Zaten onu ayetten anlıyoruz.
KEHF, 65.. Ayet: Fe veceda abdem min ıbadina: kullarımızdan bir kul buldular orada”, “ateynahü rahmetem min ındina: katımızdan bir rahmet verdiğimiz bir kul/bir ikramda bulunduğumuz kul”. En sonunda göreceksiniz bu bir melek. Bu sıradan bir insan değil. Yaptığı şeylerin hiç birisi bir insanın yapanileceği şey değil. Ama MusaAs onun melek olduğunu düşünmüyor. Mesela biliyorsunuz İbrahimAs’a melekler geldi, onlara yiyecek getirdi ellerini uzatmadığını, yemediklerini görünce o zaman kuşkulandı. Onların melek olduklarını anladı. Aynı melekler LutAs’a geldi birer genç delikanlı suretinde ama Lut as çok üzüldü. Onlar “biz rabbinin elçileriyiz” deyince rahatladı. Yani bu şudur; bizim de karşımıza bir takım insanlar çıkabilir. Melekler insan şeklinde bizim de karşımıza çıkabilirler. Bunu da bizim bilmemiz gerekiyor. Biraz sonra görürsünüz en sonunda MusaAs bunun melek olduğunu anlıyor. Nasıl anladığını hep birlikte göreceğiz inşallah. Kullarımızdan bir kul ki ona katımızdan ikramda bulunmuş, “ve allemnahü mil ledünna ılma: bizim katımızdan ona bir bilgi öğretmiştik”. Allah Fatır suresinde “cailul melaiketi rusulen: melekleri elçiler yapan Allah’tır” ve Duhan suresinde de onalara verilen görevlerden bahsediyor. Melekler bir takım görevlerle yeryüzüne gelirler. Ve o kendilerine verilen görevleri yaparlar. Kur’an’da bu konu ile ilgili ayetler var. Vaktimiz çok daraldığı için fazlaca şey yapamıyorum. Diyor ki burada; :katımızdan bir ilim verdiğimiz. Mesela bunu tarikatlar çok fazlaca istismar ederler. İlmi ledün diye bir şey uydururlar. MusaAs’ın bilmediği bilgiyi bu tarikat şeyhleri bilir. Niye? Çünkü insanların dini nasıl kendi arzularına uydurduklarının da bu bir delili ayno zamanda. Kendi katımızdan bir bilgi verdik diyor, MusaAs bilmiyor o bilgiyi. Resulullah Buhari’de olan bir hadiste diyor ki; “Allah Musa’ya rahmet eylesin, biraz daha sabretseydi de biraz daha fazla şeyler öğrenseydik ondan”. Resulullah da bilmiyor ama bugün tarikatlara bakın, “ilmi ledün sultanıdır”: onu Resulullah’a mâl ederler. Az önce Vedat, batılıların Resulullah ile ilgili konuşmalarını okurken o hayali uydurmalar da aklıma geldi. Bugün mesela Kutlu Doğum Haftası var. Neler neler söylüyorlar çeşitli yerlerde. Geçen sene biliyorsunuz en yetkili ağızdan “sen olmasaydın kainatı yaratmazdım” uydurması sanki Resulullah’ın sözü gibi anlatıldı. Allah’ın öğrettiğinden başka şey bilmez melekler de tabi. İşte burda Allah ona bildirmiş. Musa onu insan olarak düşünüyor. Daha bilgili bir kişi. Bu olay Firavun’un boğulmasından sonra MusaAs’ın İsrailoğulları’nın Mısır coğrafyasını hakimiyetinin arkasından oluyor. Ve MusaAs C.Hakk tarafından daha bilgili birisiyle karşılaştırılıyor. Daha bilgili ne demek? Sen ne kadar yaparsan yap “fe kulli zil ilmin azim” her bilgi sahininin üstünde bir bilgin vardır. Hiç kimse kendisini yeterli görmemelidir. Yeterli gördüğü an sınırları aşar. MusaAs’ın da hşç garantisi yok. Allah’ın elçisi olmak demek garantiye sahip olmak değil. Adem As Allah tarafından bilgi öğretilen kişi olmasına rağmen kendini kendine yeterli gördüğü içim aşırılığa kaçtı “ve asa ademu rabbihu fe ğava” dedi Allah Taha suresinin 127.ayeti miydi? MusaAs da şeye hakim oldu. Yani Firavun’u alt etmiş oldu. Tüm Mısır Onun hakimiyeti altına girdi. Dolayısıyla MusaAs kendini bir şey zannetmeye başlayabilirdi. Allah Ona bu olayla “bak, Adem gibi olma” diye yol göstermiş oldu. Zengin olduğunuz zaman, belli bir mevki makama geldiğiniz zaman en zor şey kendinize hakim olmaktır. Çok zordur. Kendinizi bir şey zannetmeye başlarsınız. Bu da bizim için çok önemli bir mesajdır. MusaAs da olsa Allah kimseyi korumaz dikkat edelim. Bak işte burada Onun başına böyle bir olay getiriyor. Ve onun insan olduğunu şey yapıyor. Baştan melek olduğunu bilse iş farklılaşır. Ondan sonra diyor ki;
KEHF, 66.. Ayet: Kale lehu musa hel ettebiuke ala en tüallimeni mimma ullimte ruşda: senin öğrendiğin olgunluklardan” yani o şimdi Hızır’ın kendi bilgisi ile belli bir seviyeye geldiğini düşünüyor. Halbuki bu Allah’ın verdiği bir takım görevlerdir. Ama onun arka planını MusaAs bilmiyor.
KEHF, 67.. Ayet: Kale inneke len testetıy’a meıye sabra”. Hızır diyor ki; “sen benimle beraber olmaya dayanamazsın ki” diyor. “Senin gücün yetmez”.
KEHF, 68.. Ayet: Ve keyfe tasbiru ala ma lem tühıt bihı hubra: sen nasıl sabredebilirsin ki?”. Yani iç yüzünü bilmediğin, iç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebileceksin? Bir şey yapıyorum ama iç yüzünü bilmediğin bir şeye nasıl sabredebilirsin? Yani insanın sabretmesinin de bir sınırı var. Sabredebilmek için arka planını bilmek lazım. Onun için dikkat ederseniz Allah’ın elçileri geldiği zaman önce kendi elçiliklerini ıspat ediyorlar, arkasından Allah’ın ayetlerini getş
iriyorlar. Allah’ın ayetlerinin herbirisi için benzerini getirebilir misiniz diyorlar. Sonra kendi fıtratları ile örtüşüyor, “hah” diyorlar “ben inandım”. Yani haberleri olmayan bir şey değil Allah’ın kitapları. Ama burada o zat ile karşılaştığı zaman MusaAs’ın bilmediği bir şey ile karşılaştığı ifade ediliyor, “buna sen sabredemezsin” diyor.
KEHF, 69.. Ayet: Kale setecidünı in şaellahü sabirav ve la a’sıy leke emra” koskoca Allah’ın elçisi, öyle bir galibiyet elde etmiş ki tüm Mısır’a hakim olmuş. Firavun falan ki o güçlü, onu bitirmiş “sen sabredemezsin” diyor. Yani insan her zaman haddini bilmeli. Bu eğitim oluyor MusaAs için. Diyor ki; Allah da bana lutfederse diyor, yardım ederse sen beni sabredici bulursun. İnşallah’ı söylüyor bakın. Çok önemli. Yani ben kendi gücüm ona yeterim demiyor. Allah da lutfederse sabırlı bulursun diyor. Hiç bir konuda sana karşı gelmeyeceğim diyor.
KEHF, 70.. Ayet: “Kale”: o zaman Hızır diyor ki; “fe initteba’tenı fe la tes’elnı an şey’in hatta uhdise leke minhü zikra: eğer benimle beraber olacaksan bana bir şey sorma. Ben onunla ilgili sana bilgi verinceye kadar hiç bir şey sorma sadece takip et. Sus”.
KEHF, 71.. Ayet: Fentaleka: yürüdüler”, “hatta iza rakiba fis sefıneti harakaha: bir gemiye bindiler”. Denizin kenarı ya. Ya Akdeniz’de bir gemidir yada Kızıldeniz. Artık neredeyse. “Gemiyi yaraladı”. Hemen şaşırdı! Gemi nasıl yaralanır? Önceden yapılan tembihler unutuldu çünkü öyle bir şey yaptı ki şok! Şok! Çünkü o gemi yaralandı. O gemi batarsa kim ölür önce? Musa ölür, Hızır ölür, gemideki bütün yolcular ölür,herkes ölür. Ne kadar büyük bir yanlış. Böyle şey olur mu! “kale eharakteha li tüğrika ehleha: sen şimdi bu geminin içerisinde bulunanları batırmak için mi bunu yaraladın” diyor gemiyi. “le kad ci’te şey’en imra: çok acayip bir şey yaptım. Böyle şey olur mu” diyor. Acayip bir şey yaptın.
KEHF, 72.. Ayet: Kale e lem e kul inneke len testetıy’a meıye sabra”: sana demedim mi? Sen bu işin iç yüzünü bilmiyorsun ki. Demedim mi sen benimle birlikte olmaya sabredemezsin diye.
KEHF, 73.. Ayet: Kale la tüahıznı bima nesıtü” dedi ki; unuttum. Unuttuğum şey için beni sorumlu tutma diyor. “ve la türhıknı min emrı usra: bu iştr beni sıkıntı altınds bırakma”. Bir şeyler öğrenmek istiyor. Benden ilişkiyi kesersen ben sürekli üzülürüm bundan dolayı. Peki.
KEHF, 74.. Ayet: Fentaleka: yürüdüler”, “hatta iza lekıya ğulamen fe katellehu: sonra bir erkek çocuğuna rastladılar, tuttu onu öldürdü”. Bak burada bir erkek çocuğunu öldürdü. Az önce kaç kişi öldürecekti. Musa, Hızır, gemidekileri. Giderek doz düşüyor. Eğer orada sabretseydi belki daha büyük bir olay gösterecekti ama giderek küiültüyor. Sabırsızlık gösterdiğiniz zaman alacaklarınız azalır. Yani mertebenizin yükselmesi için sürekli sabırlı olmanız lazım. Bu da bizim için çok büyük bir şeydir. Bütün gemi şeyini öldürecek eylemden tek bir çocuğa geldi. Ama çocuğu öldürdü tabi. “kale e katelte nefsen zekiyyetem bi ğayri nefs: bu çocuğun ne suçu var? Bu çocul bir adam mı öldürdü ki onu öldürdün?”. Şimdi burada bir şey var. Adam öldürmek ancak adam öldürmeye karşılıktır. Başka şekilde olmaz. Bak şimdi devlet başkanı oldu. Bizde devlet başkanı işaret eder “efendim fesad çıkardı beğenmedim”. Öyle keserler, öldürürler falan. Yoo öyle değil. Ancak adam öldürmeye karşılıktır o. Başka olmaz. Bugün de öyledir. MuhammedSav şeriatımda da öyledir. O zaman da öyleydi. Bir de savaş sırasında olur. Bir de terörde olur. Ama o çocukta ne savaş var ne terör var. Onun ancak yapacağı bir adam öldürmektir. “le kad ci’te şey’en nükra” Çok yadırganacak, şaşılacak bir iş yaptın, bir türlü aklım yatmıyor.
KEHF, 75.. Ayet: Kale elem e kul leke inneke len testetıy’a meıye sabra: sana demedim mi benimle birlikte olmaya sabredemezsin diye” cevap verdi. Şimdi bu iki değil mi? Bir kişi en fazla kaç kere yanlış yaparsa bağışlanır? 2 kere. Üçüncüsünde bağışlanmaz. Onun için halk arasında “Allah’ın hakkı üçtür” denir. Bakalım onun bir şeyi var mı? Dikkat edin. Musa bu kuralı söylüyor burada;
KEHF, 76.. Ayet: Kale in seeltüke an şey’im ba’deha fe la tüsahıbnı: eğer bundan sonra sana bir şet sorarsam artık benimle arkadaşlığı bırak”. Bir daha sorarsa kaç eder? Üç. O zaman ne olur? Biter. Özür dileme sınırı biter. “kad belağte mil ledünnı uzra: o zaman benim senden özür dileme sınırıma ulaşmış olursun”. Üçüncsünden sonra artık özür dileyemem. Birincisinde özür dilerim, ikincisinde dilerim üçüncüsünde dileyemem. Mesela dikkat edin bir erkek karısını kaç kere boşar? Bir kere boşar dönebilir. İki kere boşar. Üçüncüsünde dönemez. Kusura bakma bu senin oyuncağın değil. Ama tabi Kur’an’a göre olursa. Geleneğe göre olursa değil. O başka.
KEHF, 77.. Ayet: Fentaleka: yürüdüler”, “hatta iza eteya ehle karyetinistet’ama ehleha” bakın buraya kadar İbrajimAs kendine gelen kişilerin melek olduğunu ne ile anlamıştı? Önüne yiyecek koyduğu zaman. İlk defa yiyecek ile yüzyüze geliyorlar. Buraya kadar yiyecek yok dikkat edin. Yiyeceği sundu, ellerini uzatmayınca anladı ki bunlar melek. Ama MusaAs şaşkın. İbrahimAs gibi değil. O olaylar Onu öylesine etkilemiş ki O burada anlayamıyor. Gerçi anlaması için ortam da oluşmadı. Önlerine yiyecek gelmedi ki yemediğini görsün Musa. Diyor ki; KEHF, 77.. Ayet: Fentaleka hatta iza eteya ehle karyetinistet’ama ehleha fe ebev ey yüdayyifuhüma: o halka dediler ki bize bir şeyler getirin karnımız aç. Bunlar onalara yiyecek vermeyi reddettiler”. Onları misafir etmeyi reddettiler. Bir şey yok gidin Allah versin. Burada sizden bir şey isteyen birisini reddettiğiniz zaman bu aklınıza gelmesi lazım. “fe veceda fıha cidaray: orada bir duvar buldular”, “yürıdü ey yenkadda: duvar yıkılmak üzere. Yıkıldı yıkılıyor”. “fe ekameh: (Hızır) o duvarı doğrulttu”. Yıkıp yenidem yapmadı. Duvarı böyle doğrulttu. MusaAs orada anlamalıydı ama önceki olayın şoku ile henüz düşünemiyor. Çünkü yıkılmak üzere olan bir duvar doğrultulmaz ki. Onu yıkarsınız yenifen yaparsınız. “kale lev şi’te lettehazte aleyhi ecra: isteseydin buna karşı ücret de alırdın”. Bak bu adamlar hem bizim karnımızı doyurmadılar hem de daha da nazik. Niye doğrulttun demiyor, istedeydin ücret alırdın diye bir itiraz yapıyor. Onlardan yiyecek alırdık karnımızı doyururduk.
KEHF, 78.. Ayet: Kale haza firaku beynı ve beynik: bu beninle senin arasının ayrılmasıdır”. Üçüncü itirazı da yaptın bitti artık. Bundan sonra yok. O zaman siz hayatınıza bakın: birisi bir kere hata yapar bağışlayabilirsin, iki kere yapar bağışlarsın, üçten sonra bağışlarsanız size ciddi problem olmaya başlar dikkat edin. Yöneticiler şunlar bunlar.. O da diyor ki; “se ünebbiüke bi te’vıli ma lem testetı’ aleyhi sabra: ben şimdi senin sabredemediğin şeylerin bağlantılarını bildireceğim”. Bunu yaptım ama niye yaptım onu sana göstereceğim diyor.
KEHF, 79.. Ayet: Emmes sefınetü: o gemi: gemiyi yaraladım”, “fe kanet li mesakıne ya’melune fil bahri: o gemi denizde çalışan bir kısım miskinlerle ilgiliydi” Kur’an’da miskin kelimesi geçiyor. Miskine fukaha ne yapar? Fakirden daha aşağı sebiyedeki kişi diye anlam verir. Ama Allah burada gemi sahiplerine miskim dedirtiyor. Gemi yaa armatör. Nasıl miskin oluyor bu? “fe eradtü en eıybeha: istedim ki o gemiyi ayıplı hâle getireyim”. Niye ayıplı hale getiriyorsun? Onların lehine mi aleyine mi? Baştan okuduk ya Aişe validemize iftira atılması. Aslında lehinizedir dedi aleyhimize gördüğünüz bir çok şey dedi. Hepimiz hayatımızda bunu şey yapmamız lazım. Diyor ki; “ve kane veraehüm meliküy: önlerinde bir melik vardı”. Vera kelimesi çevredir yani. Ön, arka, sağ, sol her anlamda da kullanılır. Burada önlerinde demek gerekiyor. “ye’huzü külle sefınetin ğasba: gördüğü gemileri alırdı”. Bunu yaralı görünce almayacak. Kimin lehine oldu? O miskinlerin. Miskin ne demek? Yani bu adamların yaptıkları tek iş gemi. Gemi ellerinden alındı mı ne olur? İşsiz kalırlar. O zaman Kur’an’daki miskin kelimesinin anlamı ne mi? İşsizlik imiş, İşte onun delili. Miskin kelimesinin anlamı işsizliktir. Gerçi Resulullah da bunu tarif etmiştir. Öyle gidip üç-beş kuruş isteyen değil. Görenler bunu zengin zanneder. Gemi sahiplerini düşünün. Armatör kardeşim! Adamın gemisi gitmiş, herkes hala onu armatör görür. Bilmezler ki bir sürü borcu var. Hep gitmiş. İşi de kalmamış. Ona yardımcı olmak lazım. İşte işsizlerle ilgili. Onun işsiz olduğunu Allah bize anlatmış oluyor.
KEHF, 80.. Ayet: Ve emmel ğulamü; o çocuğa gelince”. Tamam o çocuk suçsuzdu “fekane ebevahü mü’mineyni; annesi babası mümin kimselerdi”, “fe haşına ey yürhikahüma tuğyanev ve küfra: onu öldürdük. Korktuk ki bu çocuk annesini babasını isyana ve kafirliğe yada nankörlüğe yöneltir”. Nankörlük anlamına da gelir çünkü kafirlik. SüleymanAs atları teftiş ettiği zaman “Rabbim beni, şükür mü edeceğim kafir mi olacağım diye imtihan etti” de nankörlük manasınadır küfür. Kafir yapmasından korktuk da olabilir nankör haline getireceğinden korktuk olabilir. Allah korkar mı? E tabi siz tutar da kader inancı diyr bir inanç uydurursanız böyle söylersiniz. Derseniz ki Allah zamandan münezzehtir böyle dersiniz. Siz kendi hayallerinizi din olarak ortaya koyuyorsunuz. Kur’an’ın herhangi bir ayetinde kadere iman var mı? Yok. Ben korktum. Allah korkar mı? Tabi siz herşeyi ezelden yazılmış falan derseniz Allah’ım şu anda zaten varlığının da bir anlamı yok. Siz Allah’ı tamamen emekli edip hayatın dışına çıkarıyorsunuz. Ondan sonra bakın onu öldürdük diyor. Siz derseniz ki ecel ne uzar ne kısalır, bu ayete tabi ki aklınız ermez. Ecel ne uzalır ne kısalır dediğiniz zaman da hiç kimseye trafik kurallarına uyun demenizi bir anlamı yok. Hiç kimseye sağlığına dikkat demenizin anlamı yok. Vakit çok daraldığı için fazla konuşamıyorum ama mesela bizim Doğru Bildiğimiz Yanlışlar’da hem kader ile ilgili hem ecel ile ilgili çok geniş bilgiler bulacaksınız.
KEHF, 81.. Ayet: Fe eradna ey yübdilehüma rabbühüma hayram minhü zekatev ve akrabe ruhma: istedi ki rableri ona”. Allah ömrü kısaltır. Uzatmaz ama kısaltır. Diyor ki Hızır, Musa’ya; “istedik ki rableri onlara gelişimi daha iyi ve daha merhametli çocuk versin”. Bu ne demek? O çocukta bir gelişme problemi vardı. Bir de çok haşin bir çocuk. Dolayısıyla bu, anne banasını çıldırtacak bir yapıda çocuk. Bunlar da iyi insanlar, anne babası nankör yada kafir olmasın. Onun için öldürüyor, yerine daha iyi bir evlat veriyor C. Hakk. “Niye öldürüyor çocuğun suçu ne?”. Allah sorgulanamaz. Bakın o da çocukken ölüyor, cehenneme gitme falan da yok. Daha küçül yaşta. Ondan sonra diyor ki;
KEHF, 82.. Ayet: Ve emmel cidaru: duvara gelince”, “fe kane li ğulameyni yetımeyni: o duvar da iki yetim çocuğa aitti”. Yani banaları ölmüş. “fil medineti: o şehirde” iki yetim çocuğa aitti. “ve kane tahtehu kenzül lehüma: o duvarın altında onlara ait nir hazine vardı”. Babası orada altın saklamış bir de duvar yaptırmış kimse anlamasın diye. “ve kane ebuhüma saliha:babaları da çok iyi bir insandı”. Allah’ın salih insanlara nasıl ikramda bulunduğuna bakın. İyi insan olmaya çalışacaksınız. İyi insan olursanız, Allah öldükten somra da size ikramda bulunur. Ölmüş gitmiş. Alacağımız hiç bir şey yok değil mi! Ne dersler var. Hızlı olmasaydı diğer ayetlerle karşılaştıracaktık ama vakit yetmedi malesef. “fe erade rabbüke ey yeblüğa eşüddehüma: rabbin istedi ki”. Rabbin istedi ki sözünü kim söyleyebilir? Bu zat bir nebi değil. Bu zatın yaptıklarını hiç bir nebi yapamaz. Çünkü nebilerin yaptıklarının arka planını herkes bilmesi lazım. Eğer bu zat bir nebi olsaydı birisi gelir bir adamı öldürürdü, niye? Bunun niyeti kötüydü der. Bu zat bir nebi olsaydı gelir sizin otomobilinizi çizer, niye? Yaptım ki bi sor niye yaptım. Bak ileride adamlar gelecek senin arabanı alacaktı onun için yaptımder, hayat altüst olur. Böyle bir şey olmaz. Rabbin istedi ifadesi bunun melek olduğunun en sağlam delili oluyor.fe erade rabbüke ey yeblüğa eşüddehüma: güçlü kuvvetli hale gelmelerini rabbin istedi”, “ve yestahrica kenzehüma: ve gelip bu hazinelerini buradan çıkarmalarını arzu etti Allah” onun için ben böyle yaptım diyor. İşte Allah’ın görevlendirdiği melekler bu tür şeyleri yapıyor demek ki. “rahmetem mir rabbik: bu, senin rabbinden bir ikramdır”. Gemi sahibine de ikram, o çocuğun anne babasına da ikram duvarın yıkılmaması o çocuklara ikram, onların iyi banalarına C. Hakkın bir ikramı. “ve ma fealtühu an emrı:bunların hiç birisini ben kendiliğimden yapmadım”. İşte burada onun bir melek olduğu net bir şekilde ortaya çıkıyor. Zaten düşünüm: Niye Musa’dan başkası itiraz etmiyor? Eğer bu bir insan olsaydı başkaları da onu görürdü. Sadece Musa görüyor. O zaman onu boğarlardı gemide. Ondan sonra çocuğu öldürüyor. Niye Musa’dan başkası görmüyor. Başkası görseydi hemen onu yakalar cezalandırırlardı. Devrilmekte olan duvar hemen doğrultuluyor. Böyle bir duvar doğrultması var mı? Ancak bir melek yapabilir bunu.“ve ma fealtühu an emrı: ben bunların hiç birisini kendiliğimden yapmadım”. Arka planlarını bilmiyorsun, arka planlarını bildiğin zaman “haa meseleyi anladım şimdi teşekkür ederim” diyorsun. “zalike te’vılü ma lem testı’ aleyhi sabra: işte senin sabredemediğin olayların ana bağlantıları bunlar. Tevil; ana bağlantı demektir. Mesela ayetlerin bağlantısı konusuna bu ciddi bir örnektir bizim açımızdan. Ayetlerin tevili ne demektir? “Bu ayeti anlayamadım”. Anlamadıysan bağlantılı ayete bakarsın ayeti anlarsın. Şimdi burada Musa-Hızır kıssasının bize amlattığı çok şey var. Onlardan birisi de şu. Yani sizin anlayamadığınız bir takım olayların arka planlarında sizin için hayırlı bir şey vardı. Allah; “bazı şeyleri şer olarak görürsünüz ama sizin hayrınızadır” der. Mesela hepinizin hayatında vardır. Benim hayatımda bu şekilde yaşadığım çok olay vardır. O anda siz kötü gibi görüyorsunuz ama sonra diyorsunuz “ya rabbi ne kadar da güzel olmuş onun böyle olması”. Biz şunu bilmemiz lazım: başımıza gelen hayır da Allah’tandır şer de Allah’tandır. Allah bizi imtihan ediyor. Olayda ne olursa olsun dik durmaya devam edip yürüyeceğiz. Sonuç olarak; şimdi biz burada elbette bu çalışmalarla tarihselci olan arkadaşlarımıza da bütün vatandaşlarımıza da Avrupa’dakilere de doğruları anlatmaya gayret ediyoruz. Kabul ederler etmezler o bizim görevimiz değil. Biz elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Allah nasib ederse inşallah bu konu ile ilgili yayınlarımızı devam ettireceğiz. Haftaya da bu çocukların evlendirilmesi meselesine bakın burada lütfen ekranlarınızın başına geldiğinizde elinizde mutlaka birer Kur’an olsun. Şu şu ayetleri açın diyeceğim. Kimin meali olursa olsun şu kişinin mealini getirin demiyeceğim kimin mealini getirirseniz getirin bakın ki Kur’an’a göre çocukların evlendirilmesi imkan ve ihtimali var mı? En küçük bir ihtimal var mı? Bir de bakın ki bütün mezhepler nasıl yanlışta ittifak etmişler. Yine cariyelik konusunu söylemişti değil mi? Ve yine meallerinizi getirin bakın ki Kur’an’a göre kölelik ve cariyeliğin imkam ve ihtimali var mı? En küçük ihtimalden bahsediyorum. Mezhepler Kur’an’a muhalefette nasıl ittifak etmişler. Yine bakın ki bütün mezhepler cariyeliğin cinselliğinden yararlanılacağı konusunda ittifak halindedirler. Yine haftaya kimin mealini getirirseniz getirin buradan ayetin mealini bem okuyacağım, siz de elinizdeki meale bakın ki cariyelerin cinselliğinden nikah dışı yararlanma imkan ve ihtimali var mı? Bu kadar açık ve net konuşyorum. Kur’an’a, Resulullah’ın uygulamasına yüzde yüz aykırı olan çocukların evlendirilmesi ve cariyelik konusu bütün mezhep uleması tarafından yüzde yüz kabul edilmiştir. Son cümle olarak şunu söyleyeyim: dünkü hutbeden dolayı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı tebrik ediyorum. İnşallah bu konuda dik dururlar. Orası bir ilmi kuruluş değil tabi ki idari kuruluştur ama insanların yetkili güçlü kişilere malesef şeyi var. İnsanlar doğrulardan yana değil güçlüden yana oldukları için onların duruşunun konunun anlaşılması bakımından çok büyük bir önemi var. Mesela geçen hafta Diyanet’i hutbeden dolayı tenkid etmiştim ama şimdi de tebrik ediyorum. Dünkü hutbe gayet güzeldi. İnşallah bundan sonra şu mezheplerin bütün kirli çamaşırlarını ortaya dökeriz. İnsanlara din diye anlatılan şeyin nasıl din olmadığını bütün dünyaya göstermek zorundayız. Sadece müslümanlara değil. Bugün İşid diye yada Daeş diye adlandırılan şeyde orada dinine hizmet ettiğini düşünen gençlere de şey yapmalıyız. O insanlar zannediyor ki biz islama hizmet ediyoruz. Samimiyetle gidiyor onların çoğu. Biz, esas olan insanların zihnindeki kötülükleri öldürmeliyiz insanları değil. O insanları kazanmalıyız. İnşallah biz bu konuda elimizden geleni yapacağız ve herkesin de bu doğruların yayılması konusunda desteğini bekliyoruz. Çünkü bu son derece önemlidir. Organize harekettir. Tarihselci arkadaşlarımıza da bir kere daha kendilerini gözden geçirmelerini istiyorum.