Abdülaziz Bayındır: El-hamdu-li’llâhi Rabbi’l-Alemin ve’l akıbetü li’l müttekîn, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ rasûlina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecma’în.
Biliyorsunuz, her konuda Kitap–Sünnet bütünlüğünü dikkate alarak çalışmalar yapmaktayız. Sünnet’in Kur’an’dan ayrı, müstakil bir kaynak olduğunu iddia edenler, sıklıkla “Sünnet olmasaydı namazın vakitleri, rekatları ve zekatın miktarları nereden öğrenilecekti” derler. Aslında bu söz, doğru bir sözdür. Elbette ki biz bunları Sünnet’ten öğrenmekteyiz. Fakat burada yanlış olan şey şudur: Sünnet’i Kur’an’dan ayrı, müstakil bir kaynak saymak. Tabii ki, peygamberimiz (s.a.v) bunları dile getirmeseydi öğrenemezdik. Bu, tıpkı şuna benzer: Kullandığımız bilgisayarları birileri yapmasaydı pek çok şey için onlardan nasıl yararlanacaktık? Kalkıp da, bu bilgisayarlar doğadan bu şekilde kullanıma hazır olarak çıkıyor dersek, yanlış olur. Bilgisayar, çok sayıda insanın bilgilerini ve teknolojiyi kullanarak ürettikleri bir üründür. Bu demektir ki, onların üretebildikleri bu malı, aynı bilim ve teknolojiye sahip olabilirsek yarın biz de pekala üretebiliriz. Peygamberimizin (s.a.v) hadislerini de bu şekilde düşünmemiz gerekmektedir. Peygamberimiz (s.a.v) şayet bir şey söylediyse, bunun muhakkak Kur’an’ı Kerim’den olduğunu bilmemiz lazımdır. Daha sonra da, İlahiyat ilmiyle meşgul olan insanların, tıpkı bilgisayar teknolojisiyle meşgul olan insanların yapması gerektiği gibi, peygamberimizin bu hükümleri çıkarırken hangi ayetlerden yararlandığını araştırması gereklidir. Tüm bunlar, birer ekip çalışması halinde yapılır. Hemen 1-2 ay içinde, 5-10 sene içinde netice elde edilecek diye bir şey yoktur. Siz bunu prensip olarak koyarsanız, onlarca ekip üzerinde çalışırsa, biri bulamadığı takdirde, öbürü mutlaka neticeye ulaşır. Bugünkü buluşlar da bu şekilde oluşmaktadır. Her ekip, netice alamamakta, araştırmaların bir çoğu çöpe atılmak zorunda kalmaktadır. Fakat yapılan bu çalışmalar, ilme mutlaka katkıda bulunur, ilerlemenin vesilesi olur.
İşte biz burada, kendi çapımızda yapmış olduğumuz bir kaç yıllık çalışmaların sonucunda, zekat nispetlerinin/oranlarının Kur’an’dan çıkarılabileceğini ya da bir başka ifadeyle, peygamberimizin (s.a.v) ticaret mallarından 40’ta 1 oranında zekat verilmesi gerektiği emrini, Kur’an-ı Kerim’den çıkardığını gördük. Zaten öyle olmak zorundadır. Peygamberimize Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: Enam 6/106
“İttebi’ mâ ûhiye ileyke mir-Rabbik.” “Rabbinden sana vahyedilen neyse ona uy.”
En’am 6/50:
“İn ettebiu illa mâ yuha ileyye” “Ben, bana yapılan vahiyden başkasına uymam.”
Peygamberimizin (s.a.v), kendisine yapılan vahiyden başkasına uymadığı konusunda herkes mutabıktır. Sünnet için, Kur’an’dan ayrı müstakil bir kaynaktır diyenler, peygamberimize yapılan vahyin iki türlü olduğunu iddia ederler. Onlara göre bunlardan biri; Kur’an, ikincisi; Kur’an’ın dışındaki vahiy yani Sünnet’tir. İkisini birbirinden ayırt edebilmek için Kur’an’ “Metlüv”(namazda okunabilen), Sünnet’e “Gayr-i Metlüv”(namazda okunamayan) ismini vermişlerdir. Metlüv demelerinin sebebi, namaz kılarken insanların onu okuyor olmalarıdır. Namazda okunmadığı takdirde gayr-i metlüv olur. Bu iddiaların sebepleri çoktur. Burada, önemli olanlarını söylemekte fayda vardır. Kur’an-ı Kerim’de bir Nebi, bir de Resul kavramları vardır. Geleneğimizde, Kur’an’daki resul tanımına ters olarak, ayrı bir şeriat ve ayrı bir kitap ile gelen peygambere Resul denilmektedir. Buna mukabil, resullerin sayısı bir hayli azaltılmış olmaktadır. “Mâ ala’r-resulu illa’l-belağ” “Resule düşen tebliğidir. (Maide5/99)” Ayetine istinaden, resulün görevi aldığı vahyi tebliğden ibarettir denilince, bu sefer Sünnet de tebliğin bir parçası haline getirilmiştir. Sünnet, tebliğin bir parçası sayıldığında, Kitab ve Sünnet’in ayrı birer kaynak olduğu söylenmiştir. Böyle bir durumda Muhammed as bize nasıl örnek olacaktır? Bu, şuna benzer: Bilgisayar bir yerden bulunmuş, bulunduğu yer ise saklanıyor ve piyasada satışa sunulmuştur. Örneğin: ABD, var olan teknolojisiyle Mars’ta bir bilgisayara rastlamış, getirip getirip satıyor. Bilgisayar madeni bulunmuş. Böyle bir durumda, kimsenin aklından bir bilgisayar da ben yapayım diye geçmeyecektir. Peygamberimizin hadisleri de adeta bizlere böyle tanıtılmaktadır. O zaman bizim onu örnek almamız mümkün değildir. Halbuki, Kur’an’ı Kerim’e baktığımızda, Rabbimiz orada Kitab’ı ve Hikmet’i indirdiğini beyan etmiştir. Peygamberimiz de aynı şeyi dile getirmiştir:
“Ûtitül Kitabe ve misle-hu mea-hu” “Bana Kitab ve onunla beraber onun gibisi verildi.”
Hikmet ne anlama gelmektedir? Hikmet, bir konuda doğru karara varmaktır. Kur’an’a baktığımızda, Hikmet’in yalnızca peygamberlere verilmediğini, başka insanlara da verildiğini görüyoruz. Bakara 2/269:
“Yû’til hikmete men yeşa’ ve men yû’tel hikmete fekad ûtiye hayran kesîra” “Alla hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir.”
İşte bu noktada, İslam alimleri gerçekten çok ciddi zihin karışıklığıyla karşı karşıya kalmışlardır. Bakıyorsunuz ki, bu zihin karışıklığını gidermek için kendilerine başka çıkış yolları aramaya başlamışlardır.
Filistinli Cemal Bey, geçenlerde hepinizin haberdar olduğu fetvayı yayınlamıştı. Çocukların evlendirilmesi konusu, bugün İslam dünyasında oldukça önemli konulardan birisidir. Biz, bu hususta gerekli fetvayı hazırlayıp, konunun gündemde olduğu Yemen’e gönderdik. İlgili bütün ayet ve hadislerin ittifak ettiği nokta; reşit olmayan kişinin evlendirilemeyeceği şeklindedir. Enteresan olan, bizim İslam alimleri de evlenmenin yaşının olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir.
Cemal Bey, Araplarda da evlilik yaşı sınırlaması olduğunu dile getirmiştir. Bunun delillerinin ne olduğunu sorduğumuzda ise, delil olmadığını söylemiştir. Bu durum, devlet başkanına mubah sahayı sınırlama yetkisi verildiğinden, devletin bu sahada aldığı kararlara uyma mecburiyetinden kaynaklanmıştır. Diyelim ki, şeriat bir adamın bir çocukla evlenmesini helal kılmışsa, devletin yasaklaması bu mubahı sınırlama mıdır yoksa helali haram mı yapmaktır? Helali haram kılmaktır. Allah, bu yetkiyi kimseye vermemiştir. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak vardır ya, çok büyük bir hata yapılmaktadır.
Geçenlerde, Hayrettin Karaman’ın recimle alakalı, gazetelerde bir makalesi yayınlandı. Orada şöyle bir ifade geçmektedir: “Kur’an ve Sünnet’te recim yoktur. İslam’da recim yoktur ama devlet başkanı bunu tazir olarak uygulayabilir.” Allah Allah! Sen hangi hakla, hangi ayetten, hangi kitaptan devlet başkanına adam öldürme yetkisi veriyorsun? Bu ne demektir?! Devlet başkanı, Allah’ın hükümleri karşısında sıradan bir insandan farklı değildir. Tarihte, devlete adam öldürme yetkisi verilerek bu hata yaşanmıştır. Osmanlılarda ve ondan önceki dönemlerde bunun örnekleri görülmüştür. Siyase-i Şeriye diye saçma sapan, şeriata yüzde yüz aykırı olan bir şey uydurmuşlar, adam bir işaretle kelleyi aldırıyor! Bunun dinle imanla uzaktan yakından alakası yoktur. Ama gelin görün ki, bugün de bir hoca çıkıp böyle bir cevaz verebiliyor.
İçinde bulunduğumuz konuya dikkat çekmek için bir giriş yapmış olduk. Peygamberimiz (s.a.v) ne demişse, Kur’an’da olan odur diyebilmelisiniz. Böylece olayın şekli şemali tamamen değişir. Bu açıdan bakanlar, peygamberimizin tasarruflarını 3’e ayırırlar: a) Komutan olarak yaptıkları, b) baba olarak yaptıkları, c) devlet başkanı olarak yaptıkları. Peygamberimiz, ikinci bir vahiy almıştır, Sünnet de gayr-i metlüv vahiydir denildiğinde, vahiyde hata kabul edilemez. Fakat Kur’an’ı Kerim’de peygamberimizin yaptığı hatalara örnekler vardır. O zaman bu hataları nereye koyacaksınız? Koyacak yer yoktur. Böylelikle daha büyük hatalar yapılmaktadır.
Allah-u Teala En’am suresi 6/160. ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır:
“Men câe bi’l-haseneti fe-lehü aşru emsâlihâ” “Kim bir iyilik yaparsa, ona bunun 10 katı vardır.”
Yani kişinin yaptığı 1 iyilik, 10 yapmış olarak kabul edilmektedir. Misal; Allah rızası için 1 tl vermişsen, 10 tl vermiş sayılıyorsun.
Bakara suresi 2/219. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
“Ve yes’elûneke mâzâ yünfikûn. Kuli’l afv.” “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: El-Afv”
El-Afv denildiği zaman işin şekli şemali değişmektedir. Elimdeki mealde el-afv “ihtiyacınızdan artan” olarak tercüme edilmiş. El-Afv’ın 5 manası vardır. “İhtiyaç fazlası”, bu beş anlamından birisidir. El-Afv’ın diğer manalarından biri ise nema (artma özelliğine sahip olan)dır. Burada esas bu mana üzerinde duracağız.
Biliyorsunuz, bir arkadaşımız “artan ne varsa hepsini zekat olarak vermek lazım” demiştir.
Bakara 2/219. Ayetin devamında şöyle buyrulmaktadır:
“Kezâlike yübeyyinu’llâhü lekümü’l âyâti le-allekum tetefekkerun” “Belki tefekkür edersiniz diye, Allah size ayetleri böyle açıklıyor.”
Tefekkür ne demektir? Tefekkür; zihni olanca gücüyle çalıştırmaktır. Bu, kolay bir şey değildir. Hemen akla gelen şeye tefekkür denilmez. Türkçe’ de de aynı anlam verilir. Şu adam mütefekkirdir deniliyorsa bu, o adamın olanca gücüyle bir sonuca varabilmek için çaba sarf etmesini ifade eder. Bu ayeti kerimedeki “Belki tefekkür edersiniz” ifadesi bizim için ne anlama gelmektedir? Hemen el-afv, artanı harcamaktır şeklinde anlamlandırılmamalıdır. Bu ayetle ilintili başka ayetler aranmalıdır. O ayetleri bulabilmek için zihni bir çaba harcanmalıdır. El-afv’ın çeşitli manaları vardır: Artan, kendisinde artma özelliği olan, nema, en helal, en temiz olan. Bir de “bilinen, maruf olan” manası vardır. Maruf, el-afv için ölçüleri belli demektir. Belirttiğimiz üzere, en helal ve en temiz olan demektir. Zaten Allah-u Teala “ Kazandıklarınızın temiz olanlarından harcayın” buyurmuştur.
Nâmi olan yani artma özelliği olan mallardan zekat verilir. El-Afv kelimesi zekatla alakalı 5 ayrı önemli hususu ortaya koymaktadır: 1) Senin ihtiyacından artan olacak. Bu neyi gösteriyor? Demek ki, zekatı verebilmek için bir hacet-i asliye kavramı olması lazımdır. Temel ihtiyaçların hariç tutulması gereklidir. Mesela bugün, asgari ücretten vergi alınabilip alınamayacağı hep tartışılır. Asgari ücret; en az yeten demektir. Bundan nasıl vergi alınabilir?! İşte artan kavramı bu noktada açıklayıcıdır. Eğer, asgari ücret sahiplerinin de ihtiyaçlarından artan bir şey varsa, onlar da infak etmek zorundadırlar. Hayat nasıl yürüyecek! Siz yolda yürürken burada neden çukur var, elektriklerimiz neden kesildi diyebilme hakkını elde edebilmek için vergi vermek zorundasınız.
Bir insan olarak sen, öncelikle asgari yaşama şartlarına sahip olacaksın. El-afv bunu gösterir. Bir; temel ihtiyaçlarını ayıracaksın. İki; Nema manasıyla artma özelliğine sahip olan bir maldan vereceksin. Artma özelliğine sahip olan bir mal dediğimizde, tüketim mallarından hiç birinde artma özelliğinin olmadığı akla gelecektir. “Evim var, arabam var, zekat vermeli miyim?” şeklinde sorular soruluyor. Bunlar tüketim malıdır. Bunlar zekata tabi değildir. Ama bir kişi evler inşa edip satıyorsa, ona göre bu evler tüketim malı değildir. O evler, o kişinin maddi açıdan gelişmesini sağlayan nema özelliğine sahip bir maldır. Çalıp çırpıp, sonra sevap kazanmak için zekat veriyorsan, bilmelisin ki, Allah-u Teala’nın pis mallara ihtiyacı yoktur. Zekat, temiz mallardan verilmelidir. Onun için Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: Bakara 2/267:
“Ve enfikû min tayyibâti ma kesebtüm” “Kazançlarınızın temiz olanlarından bir kısmını harcayın.”
Bu ayeti kerime, el-afv kelimesinin anlamlarından biri olan “helal ve temiz olan” manasına uygun düşmektedir. Talep etmek ve infak kolaydır ama karnı aç olanın infak etmesi kolay değildir.
Bir malın durumuna göre, şekline göre kişi, malının onda birini, yirmi de birini, kırkta birini verdiği zaman, Cenab-ı Hak onu, malının tamamını vermiş gibi kabul etmektedir.
El-afv kelimesinin Maruf anlamı vardır demiştik, Maruf; bilinen demektir. Bilinense, o zaman Kur’an-ı Kerim’de bilinenin ölçüsünün konulması gerekmektedir. Takdire şayandır ki, Allah-u Teala bir kelime veriyor ve o kelimeye zekatla ilgili bütün kavramları sığdırıyorsunuz. Bu kelime, pek çok bağlantısı olan bir merkez oluşturmaktadır. Bu kelimenin 5 ayrı bağlantısının olması gerekmektedir. Bugün, bu bağlantıların biri üzerinde durmaktayız. En’am 160. Ayeti kerimeyi yukarıda zikretmiştik. Bakara suresi 2/267’de şöyle buyrulmaktadır:
“Ya eyyuhal-lezine âmenu enfikû min tayyibati ma kesebtüm” “Ey iman edenler! Kazançlarınızın temiz olanlarından bir kısmını harcayın.”
“Tayyib” kelimesi, yalnızca güzel, iyi, lezzetli manalarına gelmeyip, her bakımdan talep edilebilen, istenen, rağbet gösterilen anlamlarını da ihtiva etmektedir. Örneğin, yiyecek ise hem lezzetli olacak, hem temiz olacak, hem de vücuda faydalı olacaktır. Bakara 2/267’nin devamı:
“Ve mimmâ ahrecnâ leküm mine’l arz.” “Ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan harcayın.”
Peygamberimiz bir hadis-i şerifte:
“An Cabir bin Abdillah yezkürü ennehü semi’an-nebiyye kâle: fîma sekati’l-enharu ve’l-ğaymu’l-uşûru ve fima sükıye bi’s-saniyeti nisfu’l-uşr.” “Nehirler ve yağmur suları ile sulanarak elde edilen toprak mahsullerinden onda bir nispetinde, sulama ameliyesiyle yetiştirilip elde edilen ürünlerde yirmide bir nispetinde zekat vergisi vardır.” (Sahihi Müslim Zekat Bahsi 503 nolu hadis)Buyurmuştur. Buna, insan emeği dahil edilmemiştir. Misal; tohum tarlaya atılıyor, yağmur tarlayı suluyor. Bu tarladan biten üründen 10’da 1 öşür/vergi verilir. Peki neden 10’da 1 verilmektedir? Cevap; En’am suresi 6/160. Ayeti kerimede çok açık bir biçimde verilmektedir:
“Men câe bi’l haseneti fe-lehü aşru emsâlihâ” “Kim bir iyilik yaparsa ona on katı vardır.”
Kişi, 10’da 1’ini verdiği zaman, tamamını vermiş gibi kabul edilmektedir. Bu, “artanın tamamı” manası noktasında “Kul-il Afv”a uymaktadır. Hatırlarsanız beş manadan biri o idi. Peygamberimizin aynı konu ile ilgili söylediği bir başka hadis-i şerifte de şöyle bir ifade vardır:
“Eğer dolap ya da dere sularıyla sulanırsa, 20’de 1 vardır.”
Dolap yahut dereden su taşınması, ürün sahiplerinin emeğini gerektirmektedir. Böylelikle, tarladaki ürün bir emek sarf edilmeksizin kendi haline bırakıldığı zaman 10’da bir öşr gerekirken, o ürünün çıkarılması için bir emek sarf edildiğinde ise Allah o emeğin karşılığını ürün sahibine bağışlayıp, 20’de 1 öşr alarak, Allah (c.c), nasip ettiği ürünün 10’da 1’ini talep etmektedir.
Bir tarla düşünün ki, bu tarlayı, taşıdığımız kuyu sularıyla, dere sularıyla bizzat emek sarf ederek suladık. Üzerinde çalışılan bu tarlanın ürününde muhakkak bir artış görülecektir. O zaman Cenab-ı Hak bunu ikiye bölmektedir; yarısı kişinin emeğiyle, yarısı Allah’ın lütfuyla elde edilen ürün. Allah-u Teala “Mim-mâ ahrecna leküm” (sizin için çıkardığımızdan) buyurduğuna göre, kendisinin (c.c) çıkardığı kısımdan 10’da 1’ini istemektedir. Örneğin; 100 kg X bir ürünün yarısını kişinin emeğine ayırıp, yarısını da “mim mâ ahrecna leküm” hükmüne ayırırsan, 100 kg’dan alınması gereken 5 kg olur. 100 kg’da 5 kg ise, 20’de 1 oranına denk gelmektedir. İşte bu da, tarımı teşvik etmektir. Kişi çalışıp daha iyi üretim yaptığında, onun emeği ona bırakılmaktadır.
Bir Katılımcı: “Mim mâ ahrecna” ifadesi sadece yağmur ile mi bağlantılıdır yoksa bunun içine toprak da mı girmektedir?
Abdülaziz Bayındır: Toprak her halükarda elde mevcuttur, adam toprak icat edecek değildir. (gülüyorlar)
Bir Katılımcı: Bazı ürünler vardır, hiç yağmura ihtiyaç duymaksızın adamın kendi sulamasıyla ürün verir.
Servet Bayındır: O su nereden gelir?
Abdülaziz Bayındır: O toprağı nereden suluyor?
Bir Katılımcı: O da Allah’ın suyudur elbette.
Abdülaziz Bayındır: Şüphesiz, sen de Allah’a aitsin.
Bir Katılımcı: Benim demek istediğim kuyudan çıkarılan sudur.
Abdülaziz Bayındır: Tamam işte, o kuyudan çıkarılan su bir emek gerektirmiyor mu?
Bir Katılımcı: Ama hiç yağmura ihtiyaç duymuyor, yağmur da yağmıyor.
Abdülaziz Bayındır: Yağmur yağsın yağmasın bu ayrı bir durumdur. Tarlayı sen ekip bıraktığında, üzerinde çalışmazsan aldığın ürün az olacaktır. Fakat günümüzde, tarlanın çeşitli bakımları, ilaçlamaları yapılmakta, gübrelenmekte, temizlenmekte ve sulanmaktadır. Bu halde, çok ciddi bir üretim meydana gelmektedir. Görüyoruz ki, Cenab-ı Hak burada, ürünün yarısını üreticiye bağışlayarak ciddi manada tarımı teşvik etmektedir. O zaman ürünün çıkmasına insanlar da destek vermiş olmaktadırlar.
Servet Bayındır: Şöyle düşünebilir miyiz? Mesela çayırlar var, adam bir baharda gidiyor, şöyle bir bakıyor, sınırı belirliyor ve başka bir gün gidip çayırları biçiyor. Hiçbir katkısı yok.
Abdülaziz Bayındır: Evet üzerinde hiçbir emeği yok. Mesela ağaçlarla hiç ilgilenilmiyor.
Servet Bayındır: Bir de, bir kişi yonca ekiyor, onu gübreliyor, onun bakımını yapıyor, suluyor ki sulamasa zaten kurur, bu, emek harcanarak elde edilen bir üründür.
Abdülaziz Bayındır: Örneği verilen bu 2 tarladan elde edilen ürünün miktarı da aynı çoklukta olmamaktadır.
Servet Bayındır: Evet, aynı olmuyor. Bu durumda vergisinin de aynı ölçüde olmaması gereklidir.
Yahya Şenol: Peki miktarı belli midir bunun? Ne kadar ürün alınırsa 10’da 1 verilecektir?
Abdülaziz Bayındır: Bu güzel bir soru. Bu soruya cevap vereceğiz.
Enes Alimoğlu: Bir hadis-i şerif vardır ya: “Leyse fi’l hadravâti sadakatün.” (yeşillikte sadaka yoktur). O hadravât, kişinin emeğiyle elde edildiği için sadaka alınmıyor olsa gerek.
Yahya Şenol: Hadravât, bütün yeşillikleri mi kapsar?
Enes Alimoğlu: Salatalık, domates, patlıcan, biber vb şeyler.
Abdülaziz Bayındır: Bu, mezhepler arasında ihtilaflı bir konudur. Fakat okuduğumuz ayeti kerimeye göre, onlar için de öşr vermek gereklidir. Yahya Şenol’un sorusunu tekrar dinleyelim:
Yahya Şenol: 10’da 1 verilecek olan mahsülün miktarı ne kadar olmalıdır?
Abdülaziz Bayındır: Yani nisap miktarı. Bunu da öteki ayetten anlayabiliriz. “Kul-il afv” dediği için cevap; ihtiyaç fazlası olmuş oluyor. Ayetleri birleştirdiğin zaman, tarım ürünlerinde de nisap olduğu anlaşılmaktadır.
Enes Alimoğlu: Bir hadisi şerifte: “An Ebi Saidel Hudri enne’n-nebiyye kâle: leyse fi habbi ve lâ temrin sadakatün hatta yeblüğa hamsete evsûkin ve lâ fîma düne hamsi zevdin sadakatün. Ve lâ fima düne hamsi evâkin sadakatün.” “Ebû Said el-Hudri’den: Nebiyyi Mükerrem: ‘Beş veska ulaşmadıkça hububatta ve hurmada zekat yoktur. En aşağı üçer yaşında beş deveden aşağısına zekat yoktur. Beş ukıyyeden az miktardaki gümüşde de zekat yoktur.” (Sahihi Müslim, zekat bahsi 502 nolu hadis)Buyrulur.
Abdülaziz Bayındır: Bu hadis-i şerif de oradan geliyor demek ki.
Yahya Şenol: 5 vesk herkesin ihtiyacı mıdır?
Abdülaziz Bayındır: 5 vesk, 1 ton civarında bir ağırlıktır. Bu miktar yeterli mi değil mi bu, bizim uzmanlık sahamız değildir. Kaç kişilik aileye yeter, ne kadar yeterlidir, bu başka bir sahanın işidir.
Servet Bayındır: Bu hadisler, özel bir kişi ya da aile için, muhatabı dikkate alarak söylenilmiş hadisler olabilir mi?
Abdülaziz Bayındır: Ya da bölgenin durumu dikkate alınarak.
Enes Alimoğlu: O zamanın şartlarında olabilir evet.
Abdülaziz Bayındır: Esas bu derste göstermeye çalıştığımız, “Ve kezâlike yübeyyinu’llahü leküm-ül ayâtihi” (Allah size ayetleri böyle açıklar) ifadesi, bir de “tefekkür” kelimesidir. İlgili bağlantıları bulmak için çok ciddi düşünmek gereklidir. Zaten şuanda da hep birlikte düşünme eylemi yapmaktayız. Bunu yıllarca yaptık. Şimdi ise, elde ettiğimiz neticeyi paylaşmaktayız. Miktarı şu olur, bu olur ayrı bir meseledir. Hadis-i şerif vardır:
“Tarım günlerinde, 5 veskin altında sadaka yoktur.”
5 vesk, 1 ton civarındadır. Burada da bir nisap olması şarttır. Bazı mezhepler, bazı alimler nisabı şart koşmazlar. İşte, “Kul-il Afv” ile irtibatlandırdığımızda bu ortaya çıkmaktadır. 10’da 1, 20’de 1 konusu anlaşılabilir mi asıl üzerinde durulması gereken husus budur.
Ürününüzün 20’de 1’ini verdiğiniz takdirde, emeğinizin karşılığı size bağışlanmış olmaktadır. Kalan diğer kısmın 10’da 1’i alındığında, tamamının 20’de 1’i olmuş oluyor. Ve burada siz, El-afv’ın tamamını vermiş oluyorsunuz. Artanın tamamını vermiş gibi sevap alıyorsunuz. Dolayısıyla ilgili ayeti kerimenin bir anlamı da artanın tamamı olduğu için, burada o anlam da oluşmaktadır. İşin bu kısmı burada ilk defa konuşulmaktadır.
Servet Bayındır: “Artanın tamamı verilmelidir”i kabul ederek bu teoriyi geliştirmekteyiz ama “o artanın tamamı verilmelidir” kuralı çıkıyor mu bu ayetten? Afv’ın 5 manasından birinde “artanın tamamı” manası var mıdır?
Abdülaziz Bayındır: O 5 manadan biri “artan” demektir.
Yahya Şenol: Peki, artanın tamamı mı kastediliyor?
Abdülaziz Bayındır: Evet hepsi diye anlaşılıyor. 5 anlamdan birini benim elimdeki mealde vermişler. “Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar, de ki; ihtiyacınızdan artanı.” Mesela, burada anlaşılan budur.
Yahya Şenol: Geçenlerde Celal Hoca geldiğinde de aynı konu geçmişti. Burada konu, zekatı neyden vereceğimiz değildir. Zekatla ilgili Bakara 2/219 ayetinin hemen yan sayfasındaki Bakara 2/215. Ayeti kerimede aynı soruyla karşılaşıyoruz:
“Yes’elûneke mâ zâ yünfikûn. Kul mâ enfaktüm min hayrin fe-lil vâlideyni ve’l akrabîne ve’l yetaâma ve’l mesâkini ve’bni’s-sebîl.” “Sana ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır.”
Soru, 219. Ayetteki soru ile aynıdır fakat bu ayeti kerimede verilen cevap, neyin verileceği değil de, nereye verileceğidir. Bunun zekat olmadığı anlaşılıyor sanki bu ayetten. Çünkü ana-babaya da gidiyor.
Abdülaziz Bayındır: Yok, zekat değildir diyemeyiz. Ana-babaya verilmez diye bir olay yok. Akrabin, Yetimler, Miskinler, İbn-i Sebil var.
Yahya Şenol: Zekatın üstü bir şey bu. Ama zekatı da içine alır.
Abdülaziz Bayındır: Ana-babaya da vereceksin, sen de o arada yaşayacaksın.
Yahya Şenol: Burada soru: “biz malımızı kendi ihtiyaçlarımızdan da mı harcayalım” gibi bir soruya benziyor. İllaki zekatı kaçta kaçından verelim, neyi vermemiz farz gibi bir soru değil her halde. Sorunun çerçevesini anlayabilirsek iyi olur.
Abdülaziz Bayındır: Soru, “neyi zekat olarak vermeliyiz?” anlamına neden gelmesin, pekala bu anlama da gelebilir. “Artanı vermen gerekir” denildiğinde, ilk olarak, “hepsini vermen gerekir” olarak anlaşılır. El-afv’a “artan” anlamı verdiğimizde, anlaşılan budur. 5 manasından birinin “artan” demek olduğunu burada belirtmiştik. Dolayısıyla, bu ayeti kerimede bu mana kullanılmıştır. Allah-u Teala, “Size böyle açıklıyorum, tefekkür edesiniz” buyurduğuna göre, ilgili “Kim bir iyilik yaparsa, 10 katını veririm” ayeti gereğince, burada öşrünü veren adamı Cenab-ı Hak tamamını vermiş sayıyor mu saymıyor mu biz ona bakalım. İlgili ayetler arası tam bir uyum söz konusudur. İşte mesele budur.
Bir Katılımcı: İyilik yapana 10 katının verileceğini ifade eden ayet olmasaydı, ihtiyaç fazlasının hepsinin verilmesi gerekecekti.
Abdülaziz Bayındır: İşte, İhsan Eliaçık onu iddia etmektedir. Onun bu iddiasının arkasında durmasının sebebi, bu ayette belirtilen tefekkürü yapmamış olmasıdır. Zihni iyice çalıştırıp, Kur’an üzerinde tefekkür etmek gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim üzerinde tefekkür ettiğin zaman görüyorsun ki, Allah (c.c): “Ayetleri ben açıklarım başkasının açıklama yetkisi yoktur” (bkz: Hud 1) buyuruyor. Öyleyse, El-afv ifadesi geçen ayetin bağlantılı olduğu diğer ayetleri bulmak gerekmektedir. Bunları araştırırken hata yapabilirsin. Bu hataları en aza indirgemek için Cenab-ı Hakk’ın bize emrettiği toplu halde çalışmaktır. İlim adamları topluluğuyla çalışmaktır. Mesela Yahya, “asgari 1 ton yeterli olur mu olmaz mı” dedi, Servet; “Acaba bu hadis belli kişiler için mi söylenmiş” dedi. Bu, tamamen bizim ihtisasımız dışında olan bir sahadır. Bu konuda uzman olan kişilerle çalışılabilir, bir sonuç ortaya çıkarılabilir. El-afv kavramı, bu konunun bağlanacağı ana direktir.
Servet Bayındır: El-afv kelimesinin marife gelmesi burada önemlidir. Bir yere bir gönderme olabilir.
Abdülaziz Bayındır: O göndermelerle uğraşıyoruz zaten.
Servet Bayındır: Bir de, nisabın üstündeki her hangi bir miktar da el-afv şeklinde ifade edilebilir.
Abdülaziz Bayındır: Elbette.
Servet Bayındır: Dolayısıyla el-afv genel bir ifadedir. Başka ayeti kerimelerde el-afv’ın kendi içinde bölünmesi, el-afv’ın şu kadarının verilmesi gerekir gibi bir ifade çıka da bilir.
Abdülaziz Bayındır: Az önce söylediğimden o anlam çıkmadı mı?
Servet Bayındır: O anlam çıkıyor da ama ona şöyle bir teoriden varmaktayız: Artanın sanki tümü verilmelidir fakat biz, tümüne denk gelecek 10’da 1 oranında infakta bulunduğumuzda, tümünü vermiş gibi kabul edilmekteyiz.
Abdülaziz Bayındır: Bu bir teori değildir ki. İlgili ayetten tümünün verilmesi anlaşılmıyor mu?
Yahya Şenol: Tümünün verilmesi anlamı 5’te 1 ihtimaldir (5 anlamından biri; artanın tümünün verilmesidir). Onu bu şekilde kabul edip ilerleyemiyoruz. Dedik ya, el-afv; en helali, en temizi olabilir, artıcı olur, ihtiyaç fazlası olur.
Abdülaziz Bayındır: Dersin başında, bu anlamların biri üzerinde duracağımızı söylemiştik. Günümüzde, Türkiye’de yapılan tartışmaların odağında da bu 5 anlamdan biri vardır. Cenab-ı Hak öyle bir kelime ortaya koymuş ki, el-afv kavramının 5 anlamından hepsi, zekatla ilgili her şey o kelimeye bağlanabiliyor. 5’de 1 ihtimal de olsa, artanın tümü anlamı vardır.
Bir Katılımcı: 5’te 1 ihtimalden biri diyoruz da, geriye kalan 4 ihtimal de bu 5’inci anlamın sıfatı olabilmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Tabii, 4 ihtimalden hepsi de bu kelimenin tamamlayıcı parçası olmaktadır.
Servet Bayındır: 5 anlamın hepsi, tek bir şeyi tarif ediyor aslında.
Abdülaziz Bayındır: Her biri zekatı ifade etmektedir. Aynı zamanda her biri, farklı açılardan yaklaşmamıza sebebiyet vermektedir.
Servet Bayındır: Bu şekilde devam ettiğimiz zaman, diğer ayetlere de baktığımızda, şöyle bir sonuç ortaya çıkmaktadır; Ben ekonominin kuralı gereği, ürünümden 10’da ‘ini yahut 20’de 1’ini verdiğimde bu, aslında ürünün tümüne bedel olacaktır.
Abdülaziz Bayındır: Zaten ayette 1 veren, 10 vermiş kabul edilmektedir.
Enes Alimoğlu: (43:10-43:40 arası anlaşılmamaktadır)
Abdülaziz Bayındır: Enes hocanın söylediklerini bir çok kimsenin anladığını düşünmüyorum zira bize çok basit gelen kelimeler, piyasada çok bilinen kelimeler değildir. Son derece önemli bir husus olduğundan, söylediklerini şerh edeyim: Kur’an-ı Kerim içersinde “Kur’an” diye bir kelime vardır ki, “Küme, mecmua, topluluk” manalarına gelmektedir. Allah’ın ayetlerinin hepsinin toplandığı yer olması sebebiyle bu Kitabımızın adına da Kur’an denilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in içinde de Kur’an’lar vardır. Örneğin; “Karye” kelimesi, aynı kelimeden türetilmiştir. İnsanların toplu olarak yaşadıkları bölgelere “karye” denilmektedir. Bu kelime, hep birlikte olmaktan, Cem’ kelimesinden gelir. Kur’an-ı Kerim’e baktığınız zaman, İstanbul da, Türkiye de bir “karye”dir. Türkiye’nin başka “karyeler”i de vardır. Büyük şehirlerin her biri birer karyedir. Her büyük şehrin içinde başka karyeler vardır. Kur’an’ın tamamı bir “Kur’an”dır ama Kur’an-ı Kerim’in içinde pek çok “Kur’anlar” vardır. Her sure bir “Kur’an”dır. Surelerin içindeki ayetlerin oluşturduğu kümeler ayrı bir “Kur’an”dır. Bu kümeler oluşmadan her hangi bir hükme varmayı Cenab-ı Hak yasaklamıştır. Az önce Enes hoca bu konuyla ilgili ayeti kerimeyi okudu. Taha 20/114. Ayet şöyledir:
“Ve lâ ta’cel bi’l Kur’an’i min kabli en yukdâ ileyke vahyuhû.” “Vahyi tamamlanmadan, o Kur’an ile hüküm vermekte acele etme”.
Yani parçalar tamamlansın, ondan sonra hüküm vermeye başla. Örneğin; evde su var, ateş var, kaplar var, kısacası her şey var, hemen bir çay demlemek için suyu kaynatıyorsunuz ama çay bitkisi yok! Çay bitkisi geldiği zaman küme tamamlanmış olur ve çay demlenebilir. Dolayısıyla Cenab-ı Hak: “İlgili ayetlerle hüküm vermek için hemen acele etme, vahiy tamamlansın, tüm parçalar tamamlansın öyle hükmünü ver.” Buyurmuştur.
Nitekim peygamberimiz, Kevser suresi nazil olur olmaz kurban kesmeye başlamamış, ilgili ayetlerin tamamı nüzül edince başlamıştır. Bütün olaylara bu açıdan bakmamız gerekmektedir. El-afv kelimesini anlayabilmek için, ilgili tüm ayetleri birlikte değerlendirmemiz gerekmektedir. Allah-u Teala burada “artanın tamamı” demiştir. Servet hocanın ifadesine cevap olarak şunu d belirtmek gerektiğini düşündüm; ahirette bildiğimiz gibi, sevapla günah tartılacaktır. O, onda bir ayetinin (En’am 160) devamı da vardır aslında:
“Ve men câe bi’s-seyyieti fe lâ yüczâ illâ mislehâ ve hüm lâ yuzlemûn.” “ Kötülük yapan da sadece yaptığının dengiyle cezalandırılacaktır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.”
10 tane günah, 1 tane de sevap işlemiş olsanız, bunlar teraziye konulduğunda, kefelerin durumu ne olur? Eşitlenecektir. Bu, Allah-u Teala’nın koyduğu bir kuraldır. 9 günah işlediniz, 2 sevabınız varsa, sevabınız ağır gelecektir. Allah-u Teala, bu kuralı infak meselesinde de koymuştur. 10’da 1 verdiğiniz takdirde, tamamını vermiş olarak kabul edilmektesiniz. Daha fazlasını verdiğinizde, elbette bu, sizin sevabınızı kat kat artıracaktır. Siz, asgari görevinizi yapın.
İşin en zor kısmı, 40’ta 1’dedir. 10’da 1 meselesi kolaydır. Peki, 40’ta 1’i nasıl hesap etmemiz gerekmektedir? Gerçi, 10’da 1 de kolay bir mevzu değilmiş, buradaki müzakereler bunu gösterdi (gülüyorlar).
Enes Alimoğlu: “mim mâ ahrecnaküm” ayetinden anladığımız kadarıyla, ürünün çıkmasında fail yalnızca Allah olursa farklı, insanların da emeği geçerse farklı vergi ödemesi yapılmaktadır. En’am’ı Saime olması şartı var (49:10 anlaşılmamaktadır), onun da dikkate alınması gerekmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Çok doğru diyorsun. Ben bu derste En’am’a (hayvanlar konusuna) girmek istemedim. En’am ile ilgili tüm hadisleri okudum. Ben şahsen, bu konunun içinden çıkabileceğimi zannetmiyorum. Hayvanlar konusunda uzman kişilerle tartışmadan, peygamber efendimizin oradaki uygulamalarını anlamamız benim açımdan mümkün değildir. Enes hocanın bu söylediği doğrudur. Fıkıh kitaplarında bu konu vardır. 6 aydan fazla ahırda beslenen hayvanların zekatı yoktur. Bu, hayvancılığın teşviki değil midir? Fakat ticaret mallarında ve parada böyle bir durum söz konusu değildir. Altın ve gümüşünüzü kasalara koyup saklayabilirsiniz. Cebinize yetecek parayı koyar, dünyayı gezersiniz. Döndüğünüzde paranızın olduğu gibi durduğunu görürsünüz. Ama sizin koyununuz, keçiniz, sığırınız vs varsa, onları bir kenara koyup gitme şansınız yoktur.
Servet Bayındır: Hayvanların başına adam onlarla ilgilenmesi için adam tutulabilir.
Abdülaziz Bayındır: O hayvanın yaşamasını sağlayacak kişilerin tespitinden sonra gidilebilir. Dünyanın en cimri adamı, hayvancılık yapıyorsa, o hayvanların etini, sütünü, yününü, gübresini satmak zorundadır. Cimriliği o şahsa, mallarından sizi faydalanmaktan men etme lüksü vermez. Fakat aynı kişi, kasasına koyduğu altın ve gümüşten size zırnık koklatmayabilir. Dolayısıyla Cenab-ı Hak öyle bir sistem koymuştur ki, bu iki durum arasındaki farklılıktan dolayı, birisine muafiyet konulmaktadır. Malın yapısı çok farklıdır. Hayvanlara 6 aydan fazla kapalı bakılıyorsa, bundan zekat alınmamaktadır. Bazıları bu durumun, o hayvan sahiplerine bir ayrıcalık olduğunu düşünmektedir. Bu esasen bütün toplum için bir ayrıcalıktır. Geçtiğimiz Kurban Bayramı’nda, Türkiye’de yeterli hayvan olmaması sebebiyle Türkiye sıkıntı çekmiştir. Hayvan üretimi ve tarımcılık, başlı başına toplum yararınadır. Kişi, ne kadar cimri olursa olsun, ürününü satmak zorundadır. Ne kadar çok kişi üretim yaparsa, fiyatlar da buna paralel olarak düşecektir. Üretim az kişi tarafından yapılırsa da fiyatlar yine aynı oranda yükselecektir. Allah-u Teala muhteşem bir denge oluşturmuştur.
10’da 1 ve 20’de 1’in anlaşıldığını düşünüyorum. Asıl zor olan 40’ta 1 konusuna geçelim: 40’ta 1 oranı, bizim fıkıh kitaplarımızda, peygamberimiz (s.a.v)in uygulamalarından hareketle belirlenmiştir. Bu, çok güzel bir tespittir. Tabii ki, bir işin ucu peygamberimize bağlanıyorsa, onun yanlış olma ihtimali yoktur. Fakat, peygamberimize isnat edilen bir husus, iftira ise bu elbette ayrı bir konudur. İftiraları da tespit etmenin en kolay yolu, bu argümanları Kur’an ile karşılaştırmaktır. Ticaret malından ve paradan neden 40’ta 1 verilmektedir? 40’ta 1’ini veren, tamamını vermiş olacak mıdır? Eğer iyi ameller 1’e 10 ise, o zaman 40’ta 1’i veren kayrılmış mı olmaktadır? Bir kere, ticaret malının vasfı farklıdır. Ticaret malı, satılmak üzere alınan bir maldır. Burada iki işlem şarttır. Alacaksınız, satacaksınız ki ticaret malı olabilsin. Örneğin: Benim cep telefonum bir ticaret malı değildir. Çünkü, benim onu satma niyetim yoktur. Ben bir tüketiciyim. Benim için bu mal bir ticaret malı değil, tüketim malıdır. Dolayısıyla, bundan zekat verilmez, bu cep telefonu “el-afv” kapsamına girmeyecektir. Ama bu cep telefonu, onu satan kişi için bir ticaret malı nispetindedir. Bir ürünün ticaret malı olabilmesi için, satılmak niyetiyle alınması gerekmektedir. Peki tarladaki ürün, üreten kişi için bir ticaret malı mıdır? Dikkat edin, satılabilir mal demiyorum zira gerektiğinde ceketini de satabilirsin. Tekrar ediyorum, ticaret malı satılabilir mal değildir, satma niyetiyle alınan bir maldır. Çünkü, satılabilir dediğimizde, yeri gelir ayağındaki ayakkabını da satabilirsin. Bunu ticaret malı olduğu için, ihtiyacın olduğu için satarsın. Ticaret malı, satmak için alınan bir maldır. Öyleyse, tarladaki ürün ticaret malı mıdır? Cevap; ticaret malı değildir.
Bir Katılımcı: Ticaret malı değildir ama işlem bakımından ticaret malında olduğu gibi iki şey eylem vardır; ekmesi ve satması.
Abdülaziz Bayındır: O ayrı bir konudur. Bu çiftçi, bir yerden almıyor, üretiyor.
Yahya Şenol: Tohumu satın alıyor.
Bir Katılımcı: Tarlayı sürerken mazot kullanıyor.
Bir Katılımcı: Mazotu satmıyor ki, harcıyor.
Abdülaziz Bayındır: Mazot ve gübre kullanılması başka bir şeydir. O tarladan üretilen mal ticaret malı mıdır değil midir? Satılabilir mal başka bir konudur, ticaret malı başka bir konudur. Benzerliklerle hareket ederseniz hiçbir sonuca varamazsınız. Şu masanın etrafında pek çok erkek birlikte oturmaktayız. Bizim birbirimizle benzerliklerimiz sayılamayacak kadar çoktur. Birimize Abdülaziz, birimize Haşim, birimize Servet, birimize İsmail ismini veriyorsak, aramızdaki benzerlikler sebebiyle mi bu adları vermekteyiz? Tabii ki, aramızdaki farklılıklardan dolayı bu adlar verilmektedir. O nedenle, benzerliklerden hareket etmek son derece yanlıştır. Şeytan, benzerliklerden hareket ederek insanları kandırmaktadır. Ama esas olan, farklılıklardan hareket etmektir.
Bir Katılımcı: İki ayrı din arasında da benzerlikler çoktur.
Abdülaziz Bayındır: Mesela bir Müslüman ile bir müşrik arasında o kadar çok benzerlik mevcuttur ki. Misal vermek gerekirse, müşrik; Allah’a, peygambere, ibadetin gerekliliğine vb inanır. Mekkeli müşrikler hac ve umre yaparlardı, fakir fukaraya yardım ederlerdi. Müminlerden farkları; Allah ile kendileri aralarına kendilerini Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye melekleri koyarlardı. Oysa, Allah insanlara şah damarından daha yakındır (bkz: Kaf 50/16). Allah ile araya başka biri konulduğunda, Allah ile ilişki kesilir kusura bakmayın. İşte bu farktır onları müşrik yapan. Müşrik ve Mümin arasında benzerlik çoktur. Şarap, öz olarak helal olan üzümün suyundan elde edilir. Şaraba haram dediğimizde, bir kişi kalkıp da “o üzümün suyudur, helale haram diyorsun” diyerek tepki gösterebilir. Evet, ikisi de üzümün suyudur. Ama aralarındaki bir fark, birisine şarap ve haram, bir diğerine de helal dememizi gerektirmektedir. O nedenle, benzerliklerden değil, farklılıklardan hareket etmemiz gerekmektedir. Mala baktığımızda da, satılan mal ile tüketilen mal aynı maldır.
Bakara suresi 2/276. Ayeti kerimeye bakalım:
“Yemhaku’l-lâhu’r-ribâ ve yürbî sadakât.” Allah, ribayı daraltır, sadakaları artırır.”
Ribâ ve sadaka kelimesi için aynı kökten gelen ra-ba-va kelimesi kullanılmaktadır. Yürbi ve Ribâ aynı kökten türetilmiştir. İnsanlar mallarını ribaya verirken ne niyetle vermektedirler? Artsın diye verir. El-afv kelimesinin anlamlarından biri de nema’dır.
Bir adam faize 100 lira verir ki, 110 lira olarak geri alabilsin. Bu bir ribâ yani artıştır. Yukarıda belirttiğimiz ayette, Allah (c.c) bu artışı darlığa çevireceğini beyan etmektedir. Nasıl darlığa çevrilir, bir örnekle açıklamaya çalışalım: Dikdörtgen masanın bir tarafı finansal kesim, bir tarafı real kesim olsun. Real kesim mal ve hizmet üretir ve paraya ihtiyaç duyar, zira para üretemez. Finansal kesim ise bu kesimin ihtiyacı olan parayı belli bir süre için onlara verir. Real kesimde de az çok para vardır ama yeterli gelmediği için finansal kesimden borç almaktadır. Finansal kesim, onlara 100 lira verip, 110 lira aldığı zaman, real kesimin daha önce mevcut olan 10 lirası da böylelikle azalmış olacaktır. Real kesimin daha önceki mevcut parası zaten yetmiyordu, 10 lira daha azaldığı zaman hiç yetmemeye başlayacaktır. Finansal kesim de, real kesimin ürettiği mal ve hizmet olmasa ayakta kalamayacaktır çünkü sahip oldukları para yenilmez içilmez. Adamın kasalar dolusu parası olsa, içecek bir bardak suyu olmasa, susuzluktan ölür gider. Dolayısıyla ne olacak? Real kesim daralacak, finansal kesimden borç isteyemeyecek duruma gelecek, finansal kesimin borç verecek kimsesi olmayacak, real kesimin kullanacağı para kalmayacak ve üretim yapamayacak duruma geleceksiniz, finansal kesim de parayı kullanamayacak duruma gelecek ki işte şuan dünyanın içine düştüğü durum budur.
Bu ayeti kerime (Bakara 2/276), piyasadaki krizlerin sebebinin faiz olduğunu söylemektedir. “Yemhaku’l-lâhu’r-ribâ (Allah ribayı daraltır)”. Bir cümlede Allah lafzı varsa, bu bir kanun demektir. Cenab-ı Hakk’ın koyduğu ekonomik bir kanun demektir. Faiz, ekonomik krizi beraberinde getirmektedir. “Ve yürbi’s-sadakât”, aynı kelimeyle; “Ribayı yani gelişmeyi istiyorsanız, işte sadakalar”. Sadaka ne demektir? Diyelim ki, si bin kişisiniz. Her birinizin diğerine biner lira borcu var. Ben ilk kişiye, bin lira sadaka verdim. O kişi, Haşim’e olan borcunu ödedi. Haşim, Enes’e olan borcunu ödedi. Enes, Adem’e olan borcunu ödedi. Derken, bir müddet sonra, bu bin kişi, birbirlerine olan borçlarını benim sadaka ettiğim bin liramla ödemiş oldu. Farazi olarak söylüyorum, anlaşılması için. Yoksa,insanlar böyle yapar yapmaz ayrı bire konudur. Bu, nazari olarak mümkündür. Bin’i binle çarpın, piyasada 1 milyonluk bir rahatlama sağlanmış oldu. Şimdi bu bin kişi, bu rahatlamadan dolayı, tekrar üretime, tekrar çalışmaya başlamış oldu. Bu bin kişi, üretimlerinden artan gelirleri sebebiyle, benim dükkanıma artık müşteri olarak gelme fırsatını buldu. Ben de ciddi manada kazananlardan oldum. Benden para çıkmış oluyor ama ben o 1000 lirayı geri verme amacıyla teslim etmediğimden, o bin lira sürekli dolaşmaktadır. Bu para, sadece bin kişinin işini görmekle kalmamıştır. Tıpkı, vücutta dolaşan bir kan gibi, bağırsak pazarından gıdaları alıp, dolaşmakta, bunları bütün hücrelere satmakta ve hücrelerdeki atık maddeleri alıp, boşaltım merkezine götürmektedir. (Bu esnada katılımcı Doktor Mustafa Bey onaylamaktadır.) Böylelikle, bütün hücreler çalışmış olmaktadır. O kan orada görevini tamamlamıyor, aynı şeyi sürekli yapmaktadır. Sadaka edilen para, esasen verenin elinden çıkmış olmamaktadır. Karşı tarafı geliştirmektedir. İlgili ayette, “Gelişme istiyorsanız, sadaka verin” buyrulmaktadır. O zaman bizim için ikinci bir kural ortaya çıkmaktadır: Kalkınma, sadaka verilmesiyle mümkün olur. Bu, Allah’ın kanunudur. Sadaka, gelenekte belirtildiği gibi değildir, bunu belirtmek isterim. Kur’an-ı Kerim, sadakayı sekiz kısma taksim eder. Bu sekiz sınıf, toplumun ihtiyacı olan tüm ana kalemleri oluşturur. Her şeyi bu sekiz kısım içine dahil edebilirsiniz. Fakat fıkıh kitaplarımız, sadaka verilecek hedefi teke indirir; fukara. Sadaka denilince hemen akla, fakirlere verilen üç-beş kuruş gelmektedir. Siz de, bundan nasıl gelişme meydana geleceğini sormakta haklısınızdır. Benim zihnimde olan ve örnekleriyle aktardığım sadaka türü, Kur’an’da bize Allah-u Teala’nın anlattığıdır. Allah (c.c): “artırırım” buyurmaktadır. Bu artmanın ölçüsü nedir? Faiz veren kişi nasıl bir artış beklemektedir? Cenab-ı Hak, sadakalardan nasıl bir artış murad etmektedir? Diğer ayete geçmeden, burada şunu da ifade etmekte fayda vardır: Sadakanın da, Ribâ’nın da aynı maldan olması gerekmektedir. Hangi, malda artış olsun istiyorsun, bu malı nasıl artırmak istiyorsun? Faize verilen mallar hangileridir? Tarih boyunca, ilk önce akla gelen, altın ve gümüştür. Geçen asrın 1926’sından sonra Türkiye’de altın ve gümüş paralar yerini kağıt paralara bırakmıştır. Geçen asrın 1960’ından sonra, Bidogol(?)’ün Amerika ile yaptığı meşhur dolar savaşının ardından, bütün dünyada para, kağıda dönüşmüştür. Artık altın olması gerekmiyor fakat yine de bir şekilde, bir karşılık olmazsa, paranın itibarı zedelenmektedir. Her hâlükârda günümüzde, altın ve gümüş ve onların yerine geçmiş olan kağıt para vardır. İnsanlar faizli işlemleri yalnızca altın ve gümüş ile mi yapmaktadırlar? Senin buğdaya ihtiyacın varsa, benden faizli bir şekilde borç buğday alamaz mısın?
Enes Alimoğlu: Evet, alınabilir.
Abdülaziz Bayındır: Bana 1 ton buğday ver, güzün sana 1 ton 250 kg buğday olarak geri vereyim. İşte böyle bir alış-veriş de faizdir. Peygamberimizin (s.a.v) meşhur 6 mal hadisi vardır:
“An Ubadete İbni Samit’i kâle resulullah: “Ezzehebü bi’zzehebi, ve’l-fiddatü bi’lfiddati, ve’l-bürrü bi’lbürri, ve’ş-şeîru bi’şşeîri, ve’ttemrü bi’ttemri, ve’lmilhu bi’lmilhi mislen bi mislin. Sevâen bi sevâin. Yeden bi yedin. Feiza’htelefet hâzihi’l-esnâfü fe bî’û keyfe şi’tüm, iza kâne yeden biyedin.” “Ubâdetü’bnü Sâmit (r.a)’den: “Resulullah şöyle buyurdu: “Altına mukabil altın, gümüşe mukabil gümüş, buğdaya mukabil buğday, arpaya mukabil arpa, hurmaya mukabil hurma, tuza mukabil tuz misli misline, birbirine eşit olarak, peşin olarak satılır. Şayet bu sınıflar başka nevi şeylerle mübadele edilirse, peşinen olduğu takdirde nasıl isterseniz öyle satın.”
Altın, gümüş, arpa, buğday, hurma, tuz. Bunlar temel maddelerdir, örnek olanlardır. Hepsi de faizli mallardandır. Yoksa, diğer ürünler faizli olamaz diye bir kural yoktur. Bu altı malın hepsi ticaret mallarıdır. İnsanlar bunları faize vererek gelir elde edebilirler. Zaten altın ve gümüş olmazsa, ticaret olmaz. Zekat mallarıyla faiz malları aynı olmuş oluyor. Bunlar da, ticaret malı hüviyetine bürünmüş mallardır. Yani, üretimi bitmiş, artık alınıp satılabilecek özellikte olan mallardır. Buradaki riba, artış nedir? Buradaki artıştan kasıt nedir? Enes hocanın bahsetmiş olduğu gibi, Kur’an kümesi oluşturulmadan meseleyi anlamak mümkün değildir.
Allah-u Teala Rum suresi 30/39’da şöyle buyurmaktadır:
“Ve mâ âteytum mi’r-riben li-yerbüve fî emvâli’n-nâsi fe lâ yerbû ‘ınde’l-lâh. Ve mâ ateytum min zekâtin türîdûne veche’l-lâhi fe ülâike hümü’l-mud’ıfûn.” “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz her hangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar kat kat arttıranlardır.”
Ayeti kerimede geçen “mi’r-riben” ifadesindeki mim, lam manasındadır; “Li’r-riben”. Ayette dikkat ederseniz faiz, insanların nazarında artmaz denilmiyor, “Allah’ın koyduğu kurala göre, piyasada artış sağlamaz” buyruluyor. Faiz, Allah’ı koymuş olduğu iktisat kanununa göre artmamaktadır. Yoksa, faize bulaşan insanların malları artabilir. Bakara 276’da geçen “sadaka” kelimesi, bu ayeti kerimede “zekat” kavramıyla beyan edilmektedir. Ayeti kerimenin sonunda geçen “el-mud’ıfun”un anlamını da bir başka yerden anlamamız gerekmektedir. “el-mud’ıfun”, “kat kat arttıranlar, mallarını katlayanlar onlardır” anlamına gelmektedir. Esas istedikleri geliri zekat verenler sağlamaktadırlar. Ekonomi faize dayalıysa gelişme olmaz, mutlaka krizler yaşanır. Ekonomi sadakaya dayalı olduğunda ise artış gerçekleşecektir. Burada parantez açıp dikkatinizi çekmek istiyorum. Şöyle bir düşünce de günümüzde dile getirilmektedir: “Riba, fakirden alınandır. Eskiden Mekke’de fakirlere faizle borç verilirdi, onların da ödeyecek durumları olmadığından faiz haram kılınmıştır. Şimdi ise faiz, üretim için verilmektedir. Krediler, zenginlere verilip, zenginlerden alınmaktadır.” Bunların hepsi gerçek dışı ifadelerdir. Ayeti kerimeye dikkat edin. Riba, insanların malında artış olsun diye verilmektedir. Demek ki, malı olmayan kimseye faizli borç verilmemektedir. Bugün siz, bir bankadan kredi almak isteseniz, banka sizden, size verdiği kredinin en az dört katı teminat isteyecektir. Sen, sahip olduğun malınla ve almış olduğun kredi ile, kazancına kazanç katacaksın ki artandan hem borcunu ödeyebilesin, hem de fazlasını ödeyebilesin. İlgili ayette: “İnsanların var olan mallarında artsın diye” ifadesi buna işaret etmektedir. Bu ayette riba, zenginden alınandır. Fakirden alınmaz manasına da gelmez tabii.
Servet Bayındır: Evi olmayana kimse kredi vermez. “Allah katında artmaz” ifadesi dikkat çekicidir. Bize esas lazım olan “Mud’ıfun” kelimesidir.
Enes Alimoğlu: Yukarıda geçen Rum suresi 39’daki riba ve zekat kelimelerinin nekra (belirtisiz isim) kullanılması dikkatimi çekti. Buradan şu sonuç çıkmaktadır; Bakara 2/276’daki “riba” kelimesi, buradaki riba kelimesine gönderilmiştir.
Abdülaziz Bayındır: Doğru, iki ayet arasında bir irtibat var.
Servet Bayındır: Rum 39, birinci ayet o zaman.
Enes Alimoğlu: Üstelik bu ayet, Mekki, öbürü Medeni’dir.
Abdülaziz Bayındır: Görüyor musunuz önce inen ayet bu. Önce bu ayeti kerimeyi okumak gerekirmiş.
Servet Bayındır: Zaten zekatla ilgili ayeti kerimelerin, içki ile ilgili ayetlerde olduğu gibi tedricen nazil olduğunu söylemektedirler. İlk ayetin Rum 39 olduğunu dile getirirler.
Abdülaziz Bayındır: Kitaplarda öyle yazıyor evet. İşte Allah ribayı artırmaz, sadakaları artırır. Burada da zekat kelimesi nekradır. Demek ki, Rum 39, zekatla ilgili ilk ayet olduğu için önce bundan bahsedilmekte, sonra Bakara 276’da zekat ve riba anlatılmaktadır. Aynı zamanda, bu ayeti kerimelerden ticaret mallarıyla, faiz mallarının aynı olduğunu öğrenmiş olduk. Bu ayeti kerimelerden dolayı, ticaret malları diğer mallardan ayırt edilmektedir. Bunları gördüğümüz zaman, peygamberimizin (s.a.v), hükümleri tamamen Kur’an’dan çıkardığını anlamaktayız. Hadis-i şerifler, Kur’an’dan çıkarılmış hükümlerdir, hikmetlerdir. Hikmet de, Kur’an’ın içinde vardır. Tabiatta bir bardak çay hazır halde yoktur ama o çayın içindeki her şey tabiattan elde edilmektedir. Hadisler de böyledir. Peygamberimizin hadislerini Kur’an’da bulamazsınız. Bulsanız niye söylemiş olsun ki, açın okuyun. Fakat, peygamberimizin bütün sözlerinin parçaları Kur’an-ı Kerim’den alınmıştır. Onun içinde saklı olan hikmetlerdir. Bunları araştırıp bulmak ulemanın görevidir.
Servet Bayındır: Biraz daha açıklama anlamında bir şeyler söylemek istiyorum; Nihayetinde, insanın malı ya altın ve gümüş gibi tasarruf edilen veya bir köşeye atılan para olabilir, ya diğer tür bir mal olabilir ya da normal/anormal ihtiyaçları için almış olduğu bir mal olabilir. Kişi, ihtiyacı için almış olduğu, kullandığı veya kullanmak üzere olduğu malı başkasına vermez, yani bu mal “el-afv” kapsamına girmez. Bu mal, birine borç olarak verilmez. Borç olarak veriliyorsa, bir şekilde piyasaya aktarılmış demektir. O da, ya para olur, ya da normal ihtiyaçların dışındaki, para yerine geçen her hangi bir mal olur.
Abdülaziz Bayındır: Para yerine geçen mallar tanımı da vardır. Misli mal olması gereklidir.
Servet Bayındır: O da, borç verdiği için, geri alacağı için, misli mal olmalıdır. Borca konu olabilen bir mal olmalıdır.
Abdülaziz Bayındır: Senin o söylediğinin karşılığı “Kard”dır. “Kard”ın manası: Kat’ idir. Sen bunu kendi malından ayırıyorsun, belli bir süre bu mal bende olmasa da olur diyorsun. Çünkü, senin o mala ihtiyacın yok. O da “el-afv” yani, “ihtiyaç fazlası” kavramına girmektedir. İlgili ayeti kerimelerde, mallarını faize verenlerin hangi beklentiyle mallarını verdiklerinden bahsedilmektedir. Bu beklenti kavranamayınca, bu ayetlere farklı manalar verildiğini zaten bilmekteyiz. Al-i İmran 3/130:
“Ya eyyuhal-lezine âmenû! Lâ te’kulu’r-riba ed’afen mudâafeten” “Ey Müminler! Kat kat arttırılmış olarak faizi yemeyin.”
“Ed’afen Mudâ’afeten” burada Hal cümlesidir. “Ed’afen Mudâ’afeten”, faizin durumu yani özelliğidir. Hal ile Sıfat arasındaki tek fark; kelimelerin yapısıdır. Hal cümlesinde, gramer açısından çok detay aranmamaktadır. “Hâli edafen mudâafeten olan faizi yemeyin”. Ed’afen Mudâafe ne demektir? Arapçada “Dı’f” kelimesi kullanılmaktadır. Bir kağıt parçasının mislini o kağıt parçasına eklersem buna “Dı’feyn” denilmektedir. Aynı cinsten ikincisini, birinciye ilave etmiş oluyorsun. Dolayısıyla adam yüzde beş malını faize verirse, birinci sene yüzde beş, ikinci sene yüzde on geliri olacağını düşünerek verir. Bu, “Dı’feyn”dir. Ed’af olması içinse, ikiden fazla olması gerekmektedir. Birincisi; “Dı’f”, ikincisi; “Dı’feyn”, üçüncüsü; “Ed’af” olur. Eklenen üçüncü kağıt ed’af olur. Ed’af olur ama Mudâ’afe olur mu? Arapçada şeddeli kelimelere “Muda’af” denilmektedir. Mudâ’af; iki “dı’f”ın biraraya getirilmesi demektir. Mesela “medde” kelimesindeki “dal” harfi mudâ’af’tır. İki dal harfi yan yana getirilip, birleştirilmiştir. Üç tane kağıt ed’af’tır ama mudâ’af ’değildir. Çünkü, mudâ’af, ikinin katı olmalıdır. İki veya katları olmalı ki mudâ’af olabilsin.
Servet Bayındır: “Yemhaku’l-lâhu’r-ribâ” ayetindeki ma-ha-ka kelimesi, kısırlaşan, soyu kuruyan deveye denilmektedir. Riba ayetinde de aynı şekilde bu kök kelime kullanılmaktadır.
Abdülaziz Bayındır: Tekrarlarsak, bir kağıda; dı’f, ikinci kağıda; dı’feyn, bu iki kağıt üst üste getirilirse buna; mudâaf denilir. Tüm bunlara üçüncü bir kağıt daha eklerseniz bunlara ed’af denilir. Yani arapça olarak ed’af’ın en azı üçtür. Bu artık ed’af’tır ama mudâ’afe değildir. Mudâ’afe olması için ikişer ikişer artması gerekmektedir. Bir şeyin hem ed’af, hem mudâaf olmasının en az şartı; dörttür. İki artı iki şeklinde. İki kağıt üst üste geldiğinde mudâaf olur. İki tane ikili kağıdı üst üste koyarsanız o da mudâaf olur. Mudâaf olması için ikişerli olması lazımdır. Müşakere olduğundan dolayı. İki kağıt mudaaftır ama ed’af değildir. Ed’af olması için en az üç olması gereklidir. Üç, ed’af’tır ama mudâafe değildir. Dört olunca hem ed’af olur, hem mudâaf olur. Bu durumda, paralarını faize verenlerin en az beklentileri bile dörttür. Buradan şuraya varabiliriz; yaş yiyecekler faize verilebilir mi?
Enes Alimoğlu: Verilmez. Bunlar, günlük ihtiyaçtır.
Servet Bayındır: Bu konuda modern görüşler vardır.
Abdülaziz Bayındır: O ayrı bir konudur. Yine dondurulmuş olanlar ayrıdır. Bunlar, farklı bir vasfa bürünür. Başka bir mala dönüşür. Bir malın faize verilebilmesinin yolu şudur: Bakara 2/279:
“Ve in tübtüm fe leküm ruûsü emvâliküm.” Eğer tövbe ederseniz, ana malınız sizindir.”
Ben birisine faizli 100 lira borç verdiysem, benim ana malım 100 liradır. Zamanı geldiğinde borçlu, bana o 100 liramı ve bir de faizini verecek. Şayet ben, faizden tövbe edip vaz geçtiysem, borçlu, bana sadece 100 lira olan ana paramı verecektir. Fakat saklanamayan mallarda bu olmaz ki.
Servet Bayındır: Bir ton X kalite, X standartlarındaki bir patates, o özelliğinden çıkıp, başka bir mal grubuna getirilebilmektedir.
Abdülaziz Bayındır: Patates farklı bir şeydir. Biz az önce yeşil sebzelerden bahsettik. Patates ve buğday saklanabilen bir maldır. Fakat marul saklanamaz bir maldır. Servet hocanın da dediği gibi, bugün marulları da değişik bir şekilde o hüviyete büründürebiliyorsanız o da olur elbette.
Servet Bayındır: Zerka’nın bir görüşü var, demiştir ki: “Artık bu tür hadravât, belirli standartlarda, hatta her yaprağı dahi denk bir şekilde üretilebilmektedir. Öyle ki, standardize edilip belirli bir süre kullanılabilmektedir.” Yani eğer bu tür ise, misli mal grubuna girmiştir.
Abdülaziz Bayındır: Tabii o hale getirilmiş ise.
Peygamberimizden (s.a.v) gelen sözlerin, o hadislerin tek bir harfinin atılmasına gönlüm asla razı gelmez. Tekrar edeyim, hadislere pek çok ilave ve çıkarmalar olmuştur. Ama siz, ilgili ayetlerle hadisleri birleştirdiğiniz takdirde, o ilave ve çıkarmalar kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zekat vb sahalara insanların aklı kolay kolay ermediği için, bu konularda hadis de uyduramazlar (gülüyorlar). Buradan şu sonuca varılmaktadır; Allah-u Teala zekat mallarıyla faiz mallarını karşılaştırmıştır. “İşte asıl artış buradadır” buyrulduğuna göre, “Ed’afen Mudâafe”, artış beklentisiyle vermektir. Siz 1 tl zekat verirseniz, ed’afen mudâafe yani 4 lira vermiş gibi olursunuz. Bu malını faize verme imkanın da vardır. Bir lira zekat verdiğin zaman, asgari dört lira zekat vermiş gibi sayılırsın. Daha önce anlattığımız 1’e 10 hesabına göre, bir lira dört lira sayılıyorsa, bunu on ile çarparsanız 40 lira edecektir. Bu ayeti kerimeye göre, 40 lirada 1 lira zekat vermiş olan kişi, bu miktarın tamamını vermiş sayılmaktadır. Böylece, peygamberimizin (s.a.v) 40’ta 1 hükmünü çıkarırken, bunu her hangi bir şeye dayanarak değil, Kur’an’a dayanarak yapmış olduğu iyice anlaşılmaktadır. Altın ve gümüşün ticaret malı olduğu çıkarımı Kur’an’dan elde edilmiştir. Bakara 219’da yukarıda da değindiğimiz üzere şöyle buyrulur:
“Kezalike yübeyyinu’l-lâhu lekümü’l-ayâti leallekum tetefekkerun.” “Allah size ayetleri böyle açıklar ki tefekkür edesiniz.”
Tetefekkerun ne demektir? Zihinde en ufak bir fikir oluşması için çok çaba sarf etmektir. Ekip çalışması yapmalısın. Fussilet suresi 41/3. Ayeti kerimede şöyle bildirilmiştir:
“Kitâbün fussilet ayâtühü kur’ânen arabiyyen li-kavmi’y-ya’lemun.” “Bu bir kitaptır ki ayetleri arapça kur’an olarak (aynı anlama gelen ayetler kümesinin birlikte anlaşılması şartıyla) bilenler topluluğu için açıklanmıştır.”
Ne yazık ki ben, bizim geleneğimizde toplu çalışma örneğinin olduğunu bilmiyorum. Yalnız, Ebu Hanife’nin talebeleriyle müzakere ettiği, tartışmalarını sağladığı rivayet edilir. Bu demektir ki, Ebu Hanife’nin fıkhı bize intikal etmemiştir. Benim bu konuda ciddi şüphelerim var. Müzakerelerden beslenmiş olan o fıkıh şayet bize intikal etmiş olsaydı, bugünkü kitaplar olmazdı. Farklı bir şey olurdu. Ebu Hanife’nin haricinde, ekip çalışması yapan başka birini hatırlamıyorum. Siz hatırlıyor musunuz?
Bir Katılımcı: Imam Şafii ile ilgili benzer bir rivayet anımsıyorum.
Abdülaziz Bayındır: Imam Şafii’nin yaptığı, ekip çalışması değildir. Talebelerine ders okutma çalışmasıdır. Yapılan rivayette, kitaplarını talebelerine takrir ettirme (okutma) çalışması yaptırdığı söylenir.
Servet Bayındır: Zaten kendisi toplam üç sene yaşamış.
Yahya Şenol: Imam Şafii’nin, Imam Muhammed ile müzakereleri vardır.
Servet Bayındır: Imam Şafii ve Imam Muhammed, Bağdat’ta karşılıklı tartışmalar yapmışlardır.
Abdülaziz Bayındır: Bu tür tartışmalar, ben doğruyum sen doğrusun iddialarıyla yapılırsa bir sonuç elde edilemez. Faydalı tartışma, bir problemi ilgili tüm ayet ve hadisler çerçevesinde çözme çabasıdır. Bunu yapmış olabilirler. Örneğin; Imam Şafii’nin el-Ümm’ünü açtığımızda, böyle verimli bir çalışma yapmamış olması mümkün gözükmüyor. Olayları o kadar güzel, ince ve dakik anlatıyor ki, bir bakıyorsun, bir konudaki her detayı mükemmel bir şekilde açıklamış. Fakat bu titiz çalışma bir yerde bıçak gibi kesiliyor. Bu kadar ince düşünen bir insanın çıkardığı sonuç bu olamaz diyorsunuz ister istemez. Maalesef, birilerinin bu eserlere müdahale ettiği çok açıktır. Bu Imam Şafii’nin suçu değil, herkesin suçudur. Peygamberimizin (s.a.v) hadislerine de aynı şekilde çok ilave ve çıkarmalar yapılmıştır. Imam Şafii, mutlaka müzakereler yapmış olmalıdır. Her ne kadar bunu tarihten öğrenememiş olsak da, yazmış olduğu kitaptan bu çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hanefi mezhebinde de durum farksızdır. Bazı konuların çözümlemesine bakıyorsun ki mükemmel. Bu mükemmel çalışmayı yapanlar, diğer sonuçsuz çalışmaları yapamaz diyorsun.
Yılmadan ve hiç acele etmeden, ilgili bütün ayetleri ortaya koyarak, yıllar süren bir ekip çalışması yaptığınız zaman, her konuda peygamberimizin söylediği her hükmü Kur’an’ı Kerim’den çıkardığını göreceksiniz.
Yahya Şenol: Malının 40’ta 1’inden zekat veren kişi, tümünü vermiş gibi mi kabul edilmektedir?
Abdülaziz Bayındır: Tabii, zekata tâbi malının tümünü vermiş gibi olur. Yani, el_afv’ın tümünü vermiş gibi olur.
Yahya Şenol: El-afv, ana malın üzerinde kalandır öyle değil mi? Sadece ihtiyaç fazlasının tümünü vermiş gibi değil, ana malının da tümünü vermiş gibi mi sayılır? Çünkü, 40’tan 1 tane veriyorsunuz, bunun 39’u ana mal.
Servet Bayındır: Hayır, artanın 40’ta 1’ini verir
Abdülaziz Bayındır: Düşün ki ticaretle meşgul oluyorsun, ticaretle meşgul olan insanlar mecburen, ihtiyaçları için de bir şeyler ayırırlar. Buna, sabit varlıklar denilir. Bir kurumun ayakta kalması için, harcanan genel giderlerdir. Bu, vergiden de düşülür ve matraha girmez. Bir de, dönen varlıklar vardır. Para, ticaret malları vb. Bunlar, vergiye tâbidir. Demir başlar her zaman vergi dışıdır. Dolayısıyla, Kur’an-ı Kerim’deki El-afv kavramına sabit varlılar değil, dönen varlıklar girmektedir. Zekat, o dönen varlıklardan verilmiş oluyor, sabit varlıklardan değil. Senin altındaki araba zekata tâbi değildir. O 40’ta 1 ile tamamını verdiğin takdirde, kullandığın arabanın da zekatını vermiş oluyorsun. Zira, Allah-u Teala, ondan sizi muaf tutmuştur. Yahya Şenol’un yorumu benim için ufuk açıcı oldu. Belirtilen oranda zekat verildiği takdirde, artan malın tamamı verilmiş olur.
Yahya Şenol: Para üzerinden bir örnek verelim: Mesela, 10 bin tl parası olan birinin ne kadar zekat vermesi gereklidir?
Abdülaziz Bayındır: Bunlar hakikaten güzel sorulardır. Para, bugün de sabit varlık sayılmamaktadır. Fıkıhta da yine aynı şekilde para, sabit varlık sayılmamaktadır. Dikkat ederseniz, Hâcet-i Asliye kavramına para girmez. Bir kurumun parası sabit varlık mıdır, dönen varlık mıdır? (Katılımcı bir muhasebeciye sorulmaktadır)
Katılımcı Muhasebeci: Para her zaman vergiye tâbidir.
Abdülaziz Bayındır: Evet, asgari ihtiyaç için ayrılmış olan para, vergiye tâbi olmaz. Çünkü kişi hayatiyetini devam ettirmek durumundadır. Asgari sınır aşıldıktan sonra, onun tamamı dönen varlık sayılır. Yani, vergiye tâbi varlık durumuna gelir. Vergi mantığı, zekat hükmünden alıntılanmış gözükmektedir. Zekatı emreden sadece bizim peygamberimiz değildir, bilakis bütün peygamberlerdir. Bu nedenle, zekat illa Kur’an’dan alınmıştır dememize gerek yoktur. Kendisine Allah’ın kitabı gelmemiş hiçbir toplum yoktur.
Katılımcı Muhasebeci: Muhasebede şöyle bir şey vardır; satışlar eksi, masraflar eşittir. Bürüt kârdan vergi düştüğünüz zaman, firmaya kalan gerçek net kârdır. O da işte bahsettiğimiz gibi, 40’ta 1’den sonra kalan kısım olur.
Abdülaziz Bayındır: İşte artan kısmın 40’ta 1’ini infak ettiğinizde, bu artanın tamamını vermiş gibi olmaktasınız.
Bir Katılımcı: Bakara suresi 267. Ayette:
“Ya eyyuha’l-lezine âmenû enfikû min tayyibâti ma kesebtüm ve mimmâ ahrecnâ lekum minel erzı” “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın.” Buyrulur. Yine En’am suresi 141. Ayette:
“Külû min semerihi ve âtû hakkahu yevme hasâdihi.” “..herbiri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin ve devşirilip toplandığı gün de hakkını verin.”
Eskiden sofitler; “bu memlekette acı şarap içmek iyidir, diğer memlekette kötüdür.” Derlerdi. Görecelik dediğimiz şey tam da budur. Fakat bir de genel geçer iyi vardır. Misal; dünyanın her yerinde, bütün toplumlarda kumar oynamamak iyidir. Çünkü sonuçları kötüdür. Günümüzde iyilik, Müslümanlar tarafından izafi bir hale dönüştürülmüştür. İşine yaramayan her hangi bir şeyini veren kişi, bunun bir iyilik olduğunu düşünüyor. Bir taraf da, o çöpü kaldırmaya uğraşıyor.
Abdülaziz Bayındır: Evet bu söylediğiniz, Bakara 267. Ayetin devamında vardır.
Bir Katılımcı: İyiliğin bir ölçüsü var mıdır? Yüzlerce karpuz olan bir tarladaki iyi karpuzlar tarla sahibine verilip, gözden çıkarılan kötü karpuzlar gelen geçenin alması için tarlada bırakılıyor. Bu karpuzları bir kişi de alabilir, oranın bir çobanı da alabilir. Bu, çözüm değildir.
Servet Bayındır: Ama bu vergi sayılmaz ki.
Abdülaziz Bayındır: Bu başka bir şeydir. Ağacından meyve toplarsın, bir kısmını da ağaçta bırakırsın, insanlar ister alsınlar, ister ağaçta kalıp çürüsünler. Bu bir infak değildir. Bir kişi, ürününden bir kısmını tarlada ya da ağaçta bırakmakla öşrünü/zekatını vermiş sayılmaz. Zekatın, ihtiyacı olana elden verilmesi gereklidir. Böyle durumlarda ürün bir kişiye verilmiyor. İsteyen kalan ürünü gelip alıyor. İki durum farklılık arz eder.
Bir Katılımcı: Zekatta temlik kavramı vardır.
Abdülaziz Bayındır: Zekatla ilgili ayeti kerimelerden birinde “âtû” buyruluyor (Bkz: En’am 141). “Ve âtû hakkahu yevme hasadihi” ayetini hatırlayalım, bu ayete göre, ürününüzü hasat günü, zekat olarak tarlada veriyorsunuz. Az önce dile getirdiğimiz gibi, bu, faize verilebilecek bir mal hüviyetini kazanmaz. Hasat günü tarladan alınan ürünün taşıma, depolama vb masrafları ürün sahibine aittir. Ayette geçen “Hakkahu” ifadesi, infakın, ürünün tamamını kapsamadığını gösterir ki bu kelime, “Hakkını” demektir. Eğer tarım ürününe senin bir katkın yoksa, onun hakkı 10’da 1’dir ve bu miktarı zekat olarak verdiğinde, tamamını vermiş olursun. Şayet ürünün oluşumuna katkın varsa, 20’de 1’ini verdiğinde, yine tamamını vermiş olursun.
Servet Bayındır: “Hakkahu” ifadesi burada çok önemlidir.
Bir Katılımcı: Peygamberimiz (s.a.v), zekat hükmünü ne zaman uygulamıştır?
Abdülaziz Bayındır: Medine’de, ikinci yıldan itibaren.
Bir Katılımcı: Aklıma şöyle bir şey geldi. Cebrail as gelip de, şifahen, peygamberimize zekatın 40’ta 1, 10’da 1 gibi oranlarını öğretmiş olabilir mi?
Abdülaziz Bayındır: Mümkündür. Cenab-ı Hak: “Er-Rahman, alleme’l-kur’an” “Er-Rahman, Kur’an’ı öğretti.” ( Rahman 55/1-2) buyuruyor ya, buradan şu çıkar; Allah-u Teala, Kur’an’ı bizzat kendisi öğretmez, Cebrail as’ın pekala kendisi gelmiş ve öğretmiş olabilir. Kur’an-ı Kerim’deki zekat, namaz, tüm peygamberlere verilen emirdir. Bu, Cebrail as’a gelen bir vahiy değildir. Cebrail as’ın bütün peygamberlerde gördüğü ve bildiği bir durumdur. Bu dediğinizde hiçbir mani yoktur. Pekala olabilir. Ama zekat konusunda elimizde böyle bir rivayet mevcut değildir. Bu oranları Cebrail as öğretmiş olabilir. Fakat baştan beri söylediğim şu; Cebrail as peygamberimize öğretmek için geliyor. Hatta peygamberimizin Hassan b. Sabit ile ilgili söylediği bir söz vardır: “Allahumme eyyidhu bi ruhi’l-kudüs” “Ya Rabbi! Sen onu Ruhu’l-Kudüs ile destekle”. Cenab-ı Hak, Mücadele suresi 58/22. Ayette şöyle buyurmaktadır:
“Ülâike ketebe fi kulûbihimü’l-imane ve eyyedehüm bi-rûhi’l-kudüs.” “Allah onlara (doğru yolda olanlara) imanı yazmış ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir.”
Biz de eğer doğru davranırsak, Allah (c.c) bizi ruh ile destekler. O ruh, Ruhu’l-Kudüs olur, bir başkası olur biz bilemeyiz. Bu desteği biz her zaman hayatımızda görmekteyiz. Bir meseleyi müzakere etmeye başladığımızda, hiç aklımıza gelmeyen şeyler, müzakere sırasında ortaya çıkıyor. Allah-u Teala, bir şekilde bizlere yardım etmektedir. Bu durum sadece Müslümanlar için değil, her toplum için geçerlidir. Allah (c.c) Şems suresi 91/7-8’de şöyle buyurur:
“Ve nefsin ve ma sevvâhâ. Fe-elhemehâ fücûraha ve takvâhâ.” “Nefse ve ona bir takım kabiliyetler verip, kişinin fücurunu ve takvasını ilham edene (yemin olsun ki).”
Enes Alimoğlu: Enfal suresi 8/29. Ayette şöyle buyrulur:
“Ya eyyuha’l-lezine âmenû in tettekullahe yec’al leküm furkânen.” “Ey İman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırtedecek bir anlayış verir.”
Abdülaziz Bayındır: Bir çok kimse bu metedolojiyi nereden bulduğumuzu sorup şaşırmaktadırlar. Bu metedolojinin hiçbir kitapta yazılı olmadığını söylemektedirler. Bilakis, ayeti ayetle açıklama metedolojisi Allah-u Teala’nın kitabında mevcuttur. Siz bunu kitap saymıyor musunuz?! Hiç kimsenin bu yöntemi uygulamadığını söylemektedirler. Peygamberimiz bu metodu uygulamıştır. “Peki nasıl uyguladı?” diyorlar, o zaman ben de Allah’ın bizlere vaadini söylüyorum; “İn tetteku’l-lâhe yec’al leküm furkanen”, yine Talak suresi 65/2. Ayette de şöyle buyrulur:
“Ve men yettekı’l-lâhe yece’al lehû mahraca” “Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder.”
Bu konuda o kadar çok ayet vardır ki. Cenab-ı Hak, yolunda olduğumuz takdirde, kendinden bizleri desteklemektedir. Şüphesiz, peygamberimizi de desteklemiştir. Fakat elimizde, namazla ilgili olduğu gibi bir Cibril hadisi, zekat konusunda mevcut değildir. Belki bir zaman gelir böyle bir bilgiye rastlarız ama şu an için bilmiyoruz.
Yahya Şenol: Zekat oranı açısından, çiftçi, tüccar ve hayvancılıkla uğraşan bir kişiden hangisi daha az, hangisi daha çok zekat verir? Sıralama nasıl oluyor? Çiftçi her hasatta 10’da 1 veya 20’de 1 verirken, tüccar 40’ta 1 vermektedir.
Abdülaziz Bayındır: Tüccar daha az vermektedir. Ticarette risk çok yüksektir. Gelir de aynı oranda yüksektir.
Yahya Şenol: Çiftçi daha çok veriyor sanki. Hem her hasatta, hem de 10’da 1.
Abdülaziz Bayındır: Daha fazla vermiyor aslında. İşler hiç iyi gitmese, çiftçinin elinde en kötü ihtimalle tarlası kalır. Ama işlerin ters gitmesi durumunda, tüccarın elinde avucunda ne varsa hepsi gider.
Servet Bayındır: Bir de çiftçi, ne kadar hasat ederse o kadar öşür vermektedir.
Yahya Şenol: Yılda iki üç defa bile olsa 10’da 1 verecek.
Abdülaziz Bayındır: Olsun, hasat ederse veriyor. Burada esasen müthiş bir denge vardır.
Yahya Şenol: Burada şu da sorulabilir: Çiftçi, ne zaman hasat ederse o zaman zekat verecektir. Tüccarın zekat verme zamanı yılda bir kez midir? Her yıl olması gerektiği nereden çıktı? Ya da her kâr ettiği zaman mı vermek durumundadır?
Abdülaziz Bayındır: Sen bu soruyu sormuş ol, biz de cevabını araştıralım. Şuanda bunun cevabı kafamda yok. Hadisi şerifte her yıl vermesi gerektiği belirtilir. O zaman peygamberimiz bu hükmü muhakkak bir yerden çıkarmış olmalıdır.
Yahya Şenol: Mesela hayvancılıkla uğraşanlar ne zaman 40’ta 1 vereceklerdir? Her yıl mı?
Abdülaziz Bayındır: Hadisi şerifte her yıl vermesi gerektiği söylenir. Bu, muhakkak Kur’an-ı Kerim’e dayanır. Peygamberimizin hiçbir sözü Kur’an dışı değildir. Zaten bu da Kur’an’ın emridir. Bu yolda yürüdüğümüz için sağlıklı sonuçlara varabildik. Bu demek değildir ki, bütün sonuçlara biz ulaşacağız. Bizim yaptığımız bir kaç örnekten ibarettir. Bütün İslam alemi içinde bunları değerlendirirsek, küçücük çalışmalar olduğu görülecektir.
Yahya Şenol: Hayvanlardaki nisap konusu henüz beklemede.
Abdülaziz Bayındır: Kolay değil. Onların üzerinde uzun uzun özel çalışmalar yapmak gereklidir. 40 tane koyunda 1 koyun zekat olarak veriyorsun, 120 koyuna kadar bir şey yok. Hala 1 koyun zekat olarak veriliyor. Kur’an-ı Kerim öyle bir kitaptır ki, teşviki de, pişmanlık yasasını da, her tür hayati konuyu bünyesinde barındırmaktadır. Bu, elbette Allah’ın sistemidir. Her açıdan mükemmeldir. Ama biz maalesef, onları henüz bulamamış olabiliriz. Dolayısıyla, peygamberimiz bu konularda ne demişse onu yapmak zorundayız. İlim adamlarına düşen, Kur’an- Sünnet arasındaki ilişkiyi kurmaktır. Kur’an-Sünnet ilişkisi kurulmadığı zaman, bir olayın değişik şekillerine bir açıklama getiremiyorsunuz. Örneğin; hadislerde zekat için, ürün dere sularıyla sulanırsa bundan 10’da 1 zekat verileceği söyleniyor. Günümüzde adam tarlası için bir hayli masraf yapıyor. Bu konuları ayetlerden öğrendiğin zaman, bu adamın 20’de 1 zekat vermesi gerektiğini çok rahat bir şekilde ifade edebileceksin. Fakat gerekli konuları ayetlerden öğrenemediğin zaman, peygamberimizin bir ayeti, sadece bir olaya uygulamasını öğreniyorsun, diğer olaylara verdiği hükmü maalesef bilemiyorsun. Bir konuyu ayetten öğrenirsen, onun çerçevesini çok rahat genişletebilirsin. Peygamberimizin uygulamasını da bir örnek olarak kullanırsın. Ama ayetten öğrenemezsen, onu sınırlayıcı bir uygulama olarak alıp, sıkışır kalırsın.
Bir Katılımcı: Ben bir soru sormak istiyorum: Kur’an ile birlikte düşündüğümüz için, savaş ile ilgili olan ayetlerde, “Sizden bir Mü’min, on kafire bedeldir” buyruluyor. Daha sonra bu oran ikiye düşürülüyor. Acaba bu oranlarda daha sonra bir değişiklik olmuş olabilir mi? Buradaki ikiye düşürülme, başka konularda uygulanabilir mi?
Abdülaziz Bayındır: O ayetler savaşla alakalıdır. Farklı bir şey. Düşmana karşı yapılan savaşla ilgilidir. “Allah bugün sizden hafifletmiştir.” Buyruluyor. Savaşta 10’da 2’ye düştüğün zaman hafifletme gerçekleşmiş olur ama zekatta 10’da 2’ye düşersen ciddi manada oran, ağırlaştırılmış olur. Allah-u Teala’nın “nesih”te koyduğu bir prensip vardır. Örneğin, bu dediğiniz durum bir nesih olayıdır. Ayetin başında bir kişi on kişiye bedeldir denilmektedir. Bu durumda, siz bin kişiyseniz, on bin kişi ile savaşa katılmanız gerekmektedir. Ama on bin kişi, iki bin kişiye düşürüldüğü zaman bu, büyük bir rahatlık değil midir? On bin kişi ile savaşmakla, bin kişi ile savaşmak bir değildir. Cenab-ı Hakk’ın nesihte koyduğu prensip şudur: Bakara 2/106
“Mâ nensah min ayetin ev nünsiha ne’ti bihayrin minha ev misliha.” “Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırırsak veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.”
Allah-u Teala, bir ayet söyler on kişi der, ya da daha hayırlısını getirir o sayıyı ikiye düşürür. Fakat sizin dediğinizi zekata uyarlarsak, o bir zorlaştırma olacaktır. Allah’ın böyle bir kanunu yoktur. Ayette beyan edildiği üzere, nesihte ya kolaylaştırma yapılır, ya da hükmün aynısı getirilir.
SORU-CEVAP BÖLÜMÜ
HASAN ÇERÇİ (İstanbul): Cinsiyet değiştirenler Allah’a isyan etmiş mi olurlar?
Abdülaziz Bayındır: Cinsiyet değiştirmek aslen mümkün değildir. Eğer vücutta, fiziksel olarak farklı bir cinsiyet yapılanması varsa ve bir ameliyatla bu durum düzeltilebilirse, bu elbette tabii bir olaydır. Bu olabilir. Lakin bir de kendileri erkek olduğu halde, kendilerine kadın görüntüsü vermeye çalışanlar vardır. Bu asla kabul edilemezdir. Lut kavmi gibi cinsel hayat yaşamak isteyenlerin varacakları nihai nokta onlarla aynı olacaktır.
ALAY AFİYEV: (İsveç) Hocam bir hadisi şerifte: “Benden bir şey dinleyip de işittiği şekilde onu ulaştıranın Allah yüzünü ağartsın. Çünkü nice bilgi taşıyıcısı vardır ki dinleyenden daha iyi beller” buyrulmaktadır. Bu hadis ile, “Benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayınız.” Hadisi arasında bir çelişki var mıdır?
Abdülaziz Bayındır: Verilen ilk hadis örneği, Veda Hutbesi’nde dile getirilmiştir. İki hadis arasında bir çelişki yoktur. Zira, “Belliğ anni ve lev ayeh” “Bir ayet de olsa benden tebliğ edin” hadisi de vardır. Peygamberimize Cenab-ı Hak sadece Kur’an’ı Kerim’i değil, aynı zamanda Hikmet’i de indirmiştir. İbrahim as nasıl dua ediyordu?: Bakara suresi 2/129. Ayet:
“Rabbena veb’as fihim rasûlen minhum yetlü aleyhim ayâtike ve yüallimühümü’l-kitabe ve’l-hıkmete ve yüzekkîhim. İnneke ente’l-azîzü’l-hakim.” “Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü sen Aziz ve Hakim’sin.”
Bütün peygamberlerde Kitap ve Hikmet olmuştur. Kitabın ne olduğu belli, peki Hikmet ne demektir? İşte hikmet de, bugün burada yaptığımız gibi Kitab’dan çıkarılan hükümdür. Bunların her biri bizim için son derece önemlidir. Peygamberimiz Kur’an’dan hüküm çıkarmıyor olsaydı, bize örnek olamazdı.
ERAY EREN (Bursa): Şefaatin mahşer gününde olmayacağını belirtirken, Necim 26’daki meleklerin şefaatinin mahşer gününde cennettekilere, Kiramen Katibin adlı meleklerin eşlik etmesi şeklinde olabileceğini anlatmıştınız. Bu sebeple, toptan bir şekilde mahşer gününde şefaat olmayacak demek yanlış olmuyor mu?
Abdülaziz Bayındır: Yardım olmuyor mahşerde. Geçenlerde Cübbeli Ahmet Hoca, bir takım ayetlere kendi kafasına göre mana vererek, o ayetlere bizim o şekilde mana verdiğimizi iddia ederek, bizi kafirlikle itham etti. Bu, şuna benzer; Siz, “hamr (içki) haramdır” diyorsunuz, o da: “Evet hamr haramdır ama bir düşün hamr neyden yapılmıştır?” diye soruyor, “Üzümden” şeklinde cevaplıyorsunuz, o da; “üzüm helaldir, sen helale haram dedin kafir oldun” diye yanıtlar. Mantık aynen budur. Yılmaz Tunca Bey, Cübbeli Ahmet Hoca’ya vakfımızdan cevap verip, yayın bantımızı onlara göndermemizi teklif etti ve yayınlayacağını söyledi. Çok daha iyi oldu.
Servet Bayındır: Eğer bantı montajlamaz, aynen verirlerse iyi olur.
Abdülaziz Bayındır: Zannetmiyorum öyle yapacaklarını. Bunu düşündüklerine göre, bantı kesmeden yayınlamayı kararlaştırmışlar.
Mahşerle ilgili pek çok ayet vardır. Bakara suresi 2/123’ü okumamız yeterli olacaktır:
“Vettekû yevmen lâ teczî nefsün an nefsin şey’en ve lâ yukbelü minha adlün ve lâ tenfeuhâ şefâatün ve lâ hüm yünsarun.” “Öyle bir günden sakının ki, hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiçbir nefisten şefaat kabul edilmez. Yardım da görmezler.”
Peygamberimiz (s.a.v) ayette geçen nefislere girmiyor mu? Yardımı Cenab-ı Hakk’tan göreceğiz. Öyle bir gün var ki, o gün yardım görmek yok. Yine Bakara 2/254’te:
“Ya eyyuha’l-lezine âmenû enfikû mim-mâ razaknaküm min kabli en ye’tiye yevmün la bey’un fîhi ve la hulletün ve la şefâatün.” “Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve şefaat bulunmayan gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayın.”
Bu anlatılan, mahşer günüdür.
Bir Katılımcı: Müddessir 8. Ayette de benzer ifadeler geçer.
Abdülaziz Bayındır: Bir çok ayette geçmektedir. O gün bu sayılanlar yoktur ama Allah-u Teala bir tür şefaatin olacağını belirtmektedir. Ayetlerde, cehennemden çıkarılma ile ilgili ifadeler vardır. Hadisi şeriflerin tamamında şefaatin cehennemden çıkarılma olduğu beyan edilmektedir. O zaman demek ki, mahşer yerinde şefaat olmadığı anlaşılmaktadır. Mahşerden sonra olabilir.
Teşekkür Ederiz…