– A.Bayındır : Elhamdu lillâhi rabbil-‘âlemîn. Ves-salâtü ves-selâmü ‘alâ rasûlinâ Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve sahbihî ecma’în. Bugün Risalet Öncesi Mekke başlığıyla bir müzakere yapacağız. Herkes kendi hazırlığını burada sunacak, Fatih Hoca Mekke’deki Ehl-i Kitab’ın Varlığı üzerinde duracak, evet, Fegani Mekke’deki Müşriklerin Allah Ahiret ve Melek İnancı üzerinde duracak, evet, Abdurrahman Hoca sen Mekke’de Oruç ve İbadetler konusu üzerinde duracaksın. Enes Hoca’nın var mı birşeyi? Tamam, senle ben ikimiz de gözcü olarak duracağız burada.
Evet, şimdi önce kısa bir başlangıç yapalım. Biliyorsunuz Mekke son derece önemli bir yer. Kur’an-ı Kerim’de ümmülkur’a diye adlandırılıyor, yani ana kent diye tercüme edebiliriz. Yani tüm dünyayı bir ülke olarak kabul ederseniz, oradaki bütün şehirlerin anası Mekke olmuş oluyor. Mekke’de yeryüzünün ilk mabedi kurulmuş. Allah-ü Teâlâ, işte Âl-i İmran suresi 96. ayet olması lazım orada şöyle buyuruyor:
Estaizübillah “inne evvele beytin vudi’alinnâsi lellezî bibekkete mûbâreken ve huden lil âlemîn” “İnsanlar için konmuş ilk beyt”. İnsanlar için dendiği zaman yani çoğul oluyor. “İnsanların orada ibadetleri için yapılmış olan ilk beyt” yani üstü kapalı bina.
“lellezî bibekkete mûbâreken ve huden lil âlemîn” “Elbetteki Mekke’de olandır”.
Bereketli bir yerdir, tüm âlem için hüdâdır, hüdâ denmesi yani bir yön belirleyicidir. Dolayısıyla dünyanın ilk mabedi Kâbe, o ilk mabedi elbette ilk insan tarafından yapılmıştır, Adem (a.s.) tarafından yapılmıştır. Adem (a.s.)’ın ilk yerleşme yerinin Mekke olması gerekiyor bu şeye göre. “huden lil âlemîn” ifadesinden de eskiden beri oranın kıble olduğu anlaşılıyor. Kısa bir süre için Kudüs kıble olarak belirlenmiş. O da Davud (a.s.)’dan Peygamberimiz (s.a.v.)’e kadar geçen sürede. Peygamberimizin peygamberliğinin ilk yıllarında kıble Kudüs’e doğruydu, sonra tekrar eski asli haline dönmüş oldu.
İbrahim (a.s.) biliyorsunuz Kâbe’nin temellerini yükselten kişidir. Nuh Tufanı’nda yok olan, kumlar altında kalan Kâbe, İbrahim (a.s.) tarafından tekrar bulunuyor ve temelleri yükseltiliyor. Yani Kâbe’yi sıfırdan yapmıyor, var olan temellerini İbrahim (a.s.) yükseltiyor.
Eşi Hacer validemizi, oğlu İsmail (a.s.)’ı orada bırakıyor ki o zaman henüz yerleşim yok orada. Daha sonra orada yerleşim oluyor ve İsmail (a.s.)’ın soyu Mekkeli’leri oluşturuyor, Kureyş Kabilesi’ni oluşturuyor. Dolayısıyla Mekkeli’ler, Kureyş Kabilesi İbrahim (a.s.)’ın soyundan gelen insanlar. Yani geçmişlerinde bir peygamber var, İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.) var. İbrahim (a.s.) Kâbe’nin temellerini yükselttikten sonra, Allah-ü Teâlâ’ya dua etmişti, estaizubillah “ve erinâ menâsikenâ” (2/128) yani “hac ibadetimizi yapacağımız yerleri de bize göster” demişti. Buradaki “göster” kelimesi çok önemli. “Bizim için belirle” dememişti. Yani “hac ibadeti yapacağımız yerleri belirle” deseydi, o başka birşey olurdu. “Hac ibadetini yapacağımız yerleri göster” demişti, bu da şunu ifade etmiş oluyor ki demek ki başlangıçtan beri orada hac ibadeti yapılıyordu. Tıpkı Kâbe’nin kaybolması gibi oralar da kaybolmuştu. Allah-ü Teâlâ oraları gösterdikten sonra İbrahim (a.s.) orada haccını yaptı tabi ve insanları hac için çağırdı oraya.
Hac Suresi’nde 28. ayette estaizubillah “ve eddin fînnâsi bilhacci ye’tûke ricâlen ve alâ külli dâmirin ye’tîne min külli feccin ‘amîg” (22/27) yani “insanlarda haccı ilan et” diyor. Şimdi “haccı ilan et” deyince buradan şu anlaşılıyor demek ki insanların zihninde bir hac kavramı vardı. Ama haccın yapıldığı yer olmadığı için artık insanlar oraya gelmiyorlardı. Haccın yapılacağı Kâbe veya yapılacağı ibadet yerleri belirlendikten sonra Cenâb-ı Hakk ilan et diyor. Sana yürüyerek…
– Fatih Hoca : Bu ilana zaman da dahil mi hocam?
– A.Bayındır : Şimdi Haccın zamanını da o insanların bildiği anlaşılıyor, şeyden. Ayetlerden anlaşılan haccın zamanı da biliniyor. Çünkü “buraya gelsinler bilinen günlerde” diyor. “Bilinen günlerde buraya gelsinler ve kurbanlarını burada kessinler” diyor ki işte kurban bayramı günleri olduğu oradan da anlaşılıyor. Demek ki Hac ibadeti, yani bugün bizim yapmış olduğumuz Hac ibadeti Muhammed (a.s.)’a has bir ibadet değil, Adem (a.s.)’dan beri yapılan ama bir ara kesilmiş olan bir ibadet.
Şimdi dolayısıyla bu ibadet, kendileri İbrahim (a.s.)’ın soyundan insanlar oldukları için Mekkeli’ler, bu ibadeti hiçbir zaman aksatmadan yapmışlardır. Yani müşrik döneminde de yapmışlardır, daha sonra da yapmışlardır. Kâbe’de, yani Kâbe’nin hizmetlerini onlar yapmış, hacılara hizmette bulunmuşlar, Kâbe’yi sürekli açık tutmuşlar, hac ve umre ibadetleri için ve kendilerini İbrahim (a.s.)’ın dinine mensup olan kişiler olarak kabul ediyorlardı. Dolayısıyla son derece saygın bir yerleri vardı Mekkeli’lerin, çünkü saygın bir soydan geliyorlar ve saygın bir bölgenin insanları ve en önemli ibadetlerden birisi olan hac ve umre ibadetlerinin yapıldığı yerin halkı. Bundan dolayı Mekkeli’lere yaz ve kış yolculuklarında bütün insanlar yakınlık ve sıcak ilgi gösteriyorlardı. Bunu biliyorsunuz Kureyş Suresi’nden öğreniyoruz. İşte Allah-ü Teâlâ orada diyor ki;
Estaizubillah “liîlâfi kureyşin” (106/1) yani “Kureyş’in görmüş olduğu sıcaklık için”, yani gittikleri heryerde bir sıcak karşılama, bir saygı buluyorlar, “îlâfihim rıhleteşşitâi vessayf” (106/2) “kış ve yaz yolculuklarında gördükleri o sıcak ilgi ve alaka için”, “felya’budü rabbe hâzelbeyt” (106/3) “bu beytin rabbine kulluk etsinler”. Yani çünkü o beytten dolayı o ilgi alakayı görüyorlardı. Ondan sonra “ellezî et’amehum mincû’in ve âmenehûm min havf” (106/4) “öyle ki onları açıktan koruyan ve korkudan güvene kavuşturan o beytin rabbine kulluk etsinler”. İşte bu böyle bir toplumda kendilerini İbrahim (a.s.)’ın soyundan kabul etmeleri sebebiyle ibadet yapıyorlar ve Arap Yarımadası’nın en dindar insanları, yani en saygın insanları ve en dindar insanları ve bir başka anlamda kutsanan kişiler. Bunlar kendilerini öylesine kutsal kabul ediyorlar ki Arafat, Harem sınırları dışında olduğu için hacda Arafat’a çıkmıyorlar, Arafat’a dışarıdan gelenler çıkıyorlardı. Bir de Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre bir kere bu şeyler Mekkeli’lerin orada beş vakit namaz kılan insanlar olmaları gerekiyor. Çünkü İbrahim (a.s.)’ın duasını Allah-ü Teâlâ’nın kabul ettiğini biz Kur’an-ı Kerim’den biliyoruz. “rabbenâ liyukîmussalâh” neydi ayetin başını hatırlıyor musunuz? Yani İbrahim (a.s.) o Kâbe’yi yaptığı zaman…
– Fatih Hoca : “rabbenâ innî eskentü”
– A.Bayındır : “rabbî” mi?
– Fatih Hoca : “rabbenâ innî eskentü min dürriyyetî”
– A.Bayındır : “rabbenâ innî eskentü min dürriyyetî bivâdin ğayri dî zer’în ‘înde beytikelmuharrem” (14/37) şeyde mi?
– Fatih Hoca : İbrahim Suresi 37. ayet.
– A.Bayındır : İbrahim 37. ayet. Evet “rabbenâ” “ya rabbi” diyor binayı yaptıktan sonra “innî eskentü min dürriyyetî” “ya rabbi soyumdan bir kısmını” İsmail (a.s.)’ın, işte “bır kısmı” derken İsmail (a.s.) oluyor, “buraya yerleştim, yerleştirdim”. “bivâdin ğayri dî zer’în” “bir vadiye yerleştirdim ki bitkisi yok”, bitkisi yok ama “ ‘înde beytikelmuharrem” “senin muharrem beytinin yanında” yani “senin kutsal beytinin yanında olan bir vadiye yerleştim, yerleştirdim”. “rabbenâ liyukîmussalâh” böyle değil mi?
– Fatih Hoca : Evet öyle.
– A.Bayındır : “Ya rabbi namazlarını kılsınlar diye böyle yaptık, yaptım”. Şimdi “namazlarını kılsınlar” diye ifadesi gösteriyor ki İbrahim (a.s.)’ın soyundan gelenler o şeyde, soyundan gelenler orada namaz kılmışlar. Peygamberimiz (s.a.v.) zamanına kadar da o namazı kılıyor olmaları gerekiyor. Bu konularda tabi namaz kılıyorlarsa orucu da mutlaka tutmaları gerekiyor, abdest de mutlaka alıyor olmaları lazım. Şimdi bizde bir Mekke…
– Fatih Hoca : Cahil algısı çürüyor.
– A.Bayındır : Evet. Bir Mekke şeyi var, İslam öncesi Mekke toplumu öyle kötü gösterilir ki, sanki bütün pislikler orada. Mesela çok afedersiniz kadınları ahlaksız. Halbuki Mekke’nin kadını son derece onurlu bir kadın. Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’yi fethettiği zaman, Mekke’nin üst seviyedeki kadınları yani Mekke sosyetesi diyebileceğimiz bugün, kadınlar, Safa Tepesi’nde Peygamberimiz (s.a.v.) ile konuşuyorlar. Yani bakın o zaman kadınlar o kadar rahat konuş, herşeyi rahatlıkla söyleyebiliyorlar. Aişe validemiz de öyle sahabenin diğer kadınları da öyle. Yani sosyal hayatta son derece etkin konumda olan insanlar. İbrahim (a.s.), şey, Muhammed (s.a.v.) orada diyor ki “zina etmeyeceksiniz” diyor o kadınlara. Bu kelimeyi söyleyince Ebû Sufyan’ın karısı çok tuhaf karşılıyor. “O ne söz” diyor. “Sen bu sözü bize nasıl söylersin” diyor. “Hür kadın hiç zina eder mi?” diyor. “Böyle şey olur mu?” diyor. Yani son derece garip karşılıyor bunu. “Hür kadın hiç zina eder mi?” diyor. Yani olsa olsa köleler yapabilirler falan. Şimdi böyle tu kaka edilen bir topluluk değil orası. Zaten onlar kendilerini çok dindar saydıkları için, Peygamberimiz onların din dışı olduklarını söyleyince tuhaflaşmışlardı.
Bugün de dikkat ederseniz bizim mesela kendilerini çok dindar sayan bir takım tarikat ve cemaatler var. Onların yollarının yalnış olduğunu gösteren ayetleri okuduğumuz zaman nasıl tuhaflaşıyorlarsa, Mekkeli’ler de aynı şekilde o tuhaflığı yaşıyorlardı. “Ne demek yani?” “Ne demek” diyor ve yani “biz işte soysa soy İbrahim (a.s.)’ın soyundanız, işte Kâbe’yi şey yapıyoruz, bakın açık tutuyoruz”. Mesela şeyde, Tevbe Suresi’nde şey var, o gelen hacıların, “hacılara su veriyoruz, gıda veriyoruz” diyorlar. “Yani nasıl olur bu? Öyle şey mi olur?” diyorlar. O zaman Allah-ü Teâlâ diyor ki bunlara “ece’altüm sikâyetelhâcci ve imâretelmescidilharâm” (9/19) bir dakika bulayım da, evet “ece’altüm sikâyetelhâcci ve imâretelmescidilharâm” “hacılara su vermeyi” ki su vermek son derece önemli bir iştir, oralarda su çok zor bulunan birşey. Hem hava çok sıcak, insan çok çabuk susuyor, hem de suyu bulmak çok zor. “Hacılara su vermek ve Mescid-i Haram’ı tamir etmek yani canlı tutmak”, “kemen âmene billâhi velyevmilâhiri ve câhede fî sebîlillâh” (9/19) “Allah ve ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad eden kişinin yaptığı gibi mi?” diyor. Şimdi mesela bunlar da Allah ve ahiret, Allah’a inandıklarını söylüyor. Ahiret konusunda kafaları karışık. “Lâ yesteûne ‘îndallâh” (9/19) “Allah katında eşit olmazlar”. “Vallâhu lâ yehdilkavmezzalimîn” (9/19) “Allah o zalimler topluluğunu yola getirmez”.
Yani şimdi biliyorsunuz yani din bir müddet sonra bir kurum haline getiriliyor, o kurum Allah’la kulun arasında yerleştiriliyor ve o kurum kullanılarak insanlar sömürülüyor ki işte Mekke’de böyle bir yapı oluşmuştu. İnsanlar Kâbe’ye bir takım hediyeler getiriyorlar, orada oluşan yapı o hediyeleri kendi aralarında kullanıyorlar değişik şekillerde, fakir fukaraya da ufak tefek birşeyler veriyorlardı. Yani bir kere şeyleri var, bir kere sözlerine güvenilir insanlar, birisi bir söz verdimi o sözü yerine getiriyor. Öyle yalancılık falan yok. Yani yalancı olanlar elbette vardır ama yani sözlerine güvenilir insanlar. Ondan sonra bak mesela şimdi örnek vereyim size söz ne kadar önemli onlar açısından. Muhammed (s.a.v.) Mekke’yi fethetmiş, Safvan bin Ümeyye Mekke’nin zenginlerinden, fethedildikten sonra kaçmış. Sonra Peygamberimiz arkasından bir adam gönderiyor, söylüyor işte kendi yakınlarına. “Gelsin” diyor, “O’na iki ay burada yaşama hakkı tanıyacağım”. Safvan geliyor atının üzerinde, Peygamberimiz de yerde. Diyor ki; “ya Muhammed”, işte orada birisinin adını söylüyor, “falanca zannediyor ki sen bana iki ay yaşama hakkı tanıdın burada”. “E in konuşalım”, “hayır yok” diyor, “inmem” diyor. “Sen tanıdığını söyle ineyim” diyor. Çünkü ağızdan o söz çıktımı Mekkeli’ler açısından kanun. Peygamberimiz ağızdan “tamam sana bu hakkı tanıdım” dedikten sonra aksini yaparsa, hiçbir Mekkeli böyle bir kişiyi kabul etmez. Dolayısıyla yani bir söz söyledikleri zaman onun arkasında durabilen bir yapıları var. Peygamberimiz (s.a.v.) de diyor ki “tamam in sana dört ay süre”, o zaman iniyor aşşağıya. Yani bu yapıyı çok iyi bilmemiz lazım, bir de şimdi inşaallah ben de burada birçok şeyi sizinle beraber yeni öğrenmiş olacağım. Mesela Fatih Hoca’nın çok güzel çalışmaları var. Mekke’de biliyorsunuz ehl-i kitaptan, yani biz ehl-i kitabın olduğunu pek bizde genelde kabul etmezler ama şunu hepiniz bilirsiniz, Muhammed (s.a.v.) ilk peygamber olduğu zaman Hatice validemizin dayısı mıydı?
– Fatih Hoca : Amcaoğluydu.
– A.Bayındır : Amcaoğlu mu? Varaka bin Nevfel miydi?
– Fatih Hoca : Evet.
– A.Bayındır : Evet. Varaka bin Nevfel şeyde ehl-i kitap, yani tevrat ve incil konusunda bilgi sahibi olan birisi, ve ona bu durum anlatılınca bunun beklenen peygamber olduğunu söylüyor. Çünkü bir peygamber beklentisi Medine’de çok güçlü ama Mekke’de de var. Bir peygamber gelecek diye herkes bekliyor. Bu bilgi var. Mekkeli’lerin diğer ehl-i kitaptan tek farkları şu, ellerinde bir kitap yok. Yani yahudi ve hristiyanların elinde bir kitap var, Musa (a.s.)’a ve İsa (a.s.)’a inandıklarını söylüyorlar. Mekkeli’ler de İbrahim (a.s.)’a inanıyorlar, İsmail (a.s.)’a inanıyorlar, “biz İbrahim’in dinindeniz” diyorlar ama ellerinde İbrahim (a.s.)’a ait bir kitap yok. Müşrik olmaları açısından ehl-i kitapla Mekke’nin bir farkı yok, ikisi de müşrik. Mesela hristiyan İsa’ya hem Allah diyor hem insan diyor, %100 Allah, %100 insan diyor. Ama Mekkeli’ler hiçbir zaman hiçbir puta Allah demezler. Yani hristiyanlar kadar yoldan çıkmış değiller. Ne derler? Biraz sonra inşaallah Fegani’den dinleyeceğiz Allah nasip ederse, putları o bizim put dediğimiz şeyler aslında onların Allah’ın kızı dedikleri, melekleri temsil eden heykellerdir. Yani hiçbir Mekkeli öyle taşa, toprağa falan tapmaz. Ama o taş, toprak diye bizim adlandırdığımız şeyler yani o heykeller, o meleklerin temsilcisi oldukları için, aslında meleklere tapıyorlar. Meleklere de niye tapıyorlar? Bunlar Allah’ın kızı, Allah bunları kırmaz diyerek. Yani asıl hedefleri Allah’ı razı etmek başka birşey değil. Dolayısıyla müşrik olma bakımından onlar da diğerleri gibi ama öbürlerine ehl-i kitap denmesinin sebebi müşrik olmadıkları için değil ellerinde bir kitapları olduğu için. Çünkü onlara diyebiliyoruz ki açın şu kitabınızın şu kısmını okuyun, ama Mekkeli’lere böyle birşey diyemiyorsunuz. Onun için Kur’an-ı Kerim, biraz sonra arkadaşlarımıza hemen sözü devredeceğim, Kur’an-ı Kerim insanların dini geçmişleriyle çok yakından ilgileniyor. Mekkeli’lere diyor ki “babanız İbrahim’in dinine uyun” (22/78) diyor. “O müşrik değildi bak siz müşriksiniz” diyor. Yahudi ve hristiyanlara da diyor ki, “siz” diyor “kitabınıza uymadığınız sürece hiçbir temeliniz olmaz” (5/68) diyor. Dolayısıyla her birisi de kendi geçmişiyle bağlı olarak uyarılıyor. Ve bu arada Peygamberimiz (s.a.v.)’e de Allah-ü Teâlâ bir emir veriyor. Diyor ki, işte “Allah” diyor, 18 tane peygamberin adı sayılıyor, o bittikten sonra diyor ki “işte onlar”, En’am Suresi 90’ıncı ayet miydi?
– Yunus Hoca : Doksan.
– A.Bayındır : Doksan mıydı? En’am doksanıncı ayet “ulâikellezîne hedallâhu febihûdâhumuktedih” (6/90) diyor, Mekke’de En’am Suresinde. “İşte bunlar” diyor “Allah’ın yol gösterdiği peygamberlerdir, yoluna kabul ettiği peygamberlerdir. Sen de onların yoluna uy” diye Peygamberimize emir veriyor. “Sen de onların yoluna uy”. Kim O? İşte o anda Peygamberimiz açısından yahudiler ve hristiyanlar yani Tevrat ve İncil. Dolayısıyla bizim açımızdan bir müslüman olarak bizim açımızdan Peygamberimizin (s.a.v.) Mekke’de bu yahudi ve hristiyanlarla ilişkisi neydi onu bilmemiz gerekiyor. Bu bizim tarihimizde kaybolmuş. Gerçi gene bizim tarih bizim kitaplarımızdan çıkardı Fatih Hoca ama, yani o eskilerden çıktı, yenilerde pek yok değil mi? Şimdi bunları Kur’an’la irtibatlı olarak bildiğiniz zaman problemler çözülüyor. Yani birçok kimse mesela soruyor diyor ki “Peygamberimiz niye Medine’ye” mesela bu çözülmediği için şu soru hep gündeme geliyor, “Peygamberimiz neden şeye döndü namaz kılarken, Kudüs’e?” Sanki kendisi kendi arzusuyla dönmüş de o tarafa, hep öyle geçer şeylerde kitaplarda maalesef yani bizim kitaplarımızda. Sanki Peygamberimiz kendi arzusuyla Kudüs’e dönmüş, ondan sonra döndüğüne de pişman olmuş, bir kere dönmüş bulunduk, başlıyor gece gündüz dua etmeye, “ya Rabbi beni bu tarafa çevir”. E tamam sen döndüysen sen bu tarafa dön kardeşim. Oraya sen kendin döndüysen ne manisi var bu defa sen kendin bu tarafa dön. Böyle bir mantıkla dini anlamak mümkün değil. İşte orada bir gayri metluv vahiy diye bir kavram koyma ihtiyacı hasıl oluyor. Çünkü o zaman diyorsunuz ki “madem kendiliğinden döndü, dönsün bu tarafa”. “Yok kendiliğinden dönmedi, O’na vahiy geldi” diyor. E peki nerede o vahiy? “Yav gayri metluv”. Gayri metluv demesi ne? Yani Kur’an’da olmayan bir vahiy demektir. O zaman da Kur’an’da olmayan bir vahiy nereden, insanlar tabi zihinler iyice karışıyor. Halbuki Kur’an’da var işte kardeşim. Allah diyor ki “sen onların yoluna uy” diye emri aldıktan sonra yani sizden biriniz Mekke’de olsanız, böyle bir görevle görevli olsanız, Allah da size bu emri veriyor, onların yoluna uy demişse mecbur değil misiniz gidip de bakalım herhangi bir problem çıktığı zaman burada ne var diye. İşte bugün inşaallah onları dinleyeceğiz. Evet ilk sözü kim alıyor?
– Yunus Hoca : Sen konuşmak ister misin?
– F.Baylarov : Olabilir yani başlayabiliriz.
– A.Bayındır : Evet başla, müşriklerden başlayalım pekala hadi bakalım. Dr. Fegani Baylarov bizim Azerice sitemizin yöneticisidir. Kendisi İslam Felsefesi’nde doktora yapmıştır. Rusça, Yunanca, İngilizce, Arapça…
– Fatih Hoca : Ve bizim daha bilemediğimiz birçok dil
– A.Bayındır : O Yunanca’dan rektörlerinden birincilik ödülü mü almıştı?
– F.Baylarov : Öyle birşey
– A.Bayındır : Hah yani Yunanca’yı en iyi bilenlerden birisi olarak rektörlerinden birincilik ödülü aldı. Evet yani Yunanistan’da Atina’da Atina Üniversitesi değil mi?
– F.Baylarov : Evet hocam.
– A.Bayındır : Evet hadi başla bakalım. Yakında inşaallah baba olacak.
– F.Baylarov : İnşaallah.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ben Mekke müşriklerinin Allah inancı, ahiret inancı, melek inancı konularını çalışmaya çalıştım. Öncesinde şunu belirteyim, yani şöyle birşey akla gelebilir. Neden bir ön kabulden hareketle, konuyu Kur’an ayetlerinden hareketle izah ediyorsunuz? Ama bir literatür taraması da yaptım, tarihin değşik dönemlerinde birçok çalışma yapılmış bununla ilgili. Onları ta Şehristani’den başlayarak. Onlara bakabildiğim kadarıyla, bakabildiğim kadarıyla yani şöyle bir sonuca vardım. Bu konunun açıklığa kavuşturulmasında Kur’an dışı kaynaklar yetersizdir. Yani ilgili ayetlere gerektiği gibi baktığımızda konuyu açıklığa kavuşturabiliyoruz. Dolayısıyla müşriklerin özelllikle Allah inancı meselesindeki kanaatlerini tespit etmek için mutlaka Kur’an’a başvurulmalı ve ayetler gerektiği gibi okunmalıdır. Bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur. Yahya Hoca’mızın müstakil bir çalışması vardı ondan çok yararlandım bu konuyla ilgili olarak. Şimdi ayetleri okumak istiyorum. İlk ayet olarak Ankebut Suresi’nin 61 – 63’üncü ayetleri.
– A.Bayındır : Sure numarasını söyle de.
– F.Baylarov : 29’uncu surenin 61’inci ayeti. Sayfa numarasına bakarsak…
– Yunus Hoca : 403’üncü sayfa.
– A.Bayındır : Evet.
– F.Baylarov : Burada özellikle şeye dikkat edelim, bu Arapça olarak da dikkat edelim, yani hem anlam olarak hem soru şeklinde gelen ayetler var.
“velein seeltehüm men halagassemavâti velarda ve sehhereşşemse velkamera leyegûlûnnallâh feennâ yu’fekûn” (29/61) 62 ve 63’ü de okuyorum sonra anlamlandırırız.
“Allâhu yebsuturrizga limen yeşâu min ‘ibâdihî ve yegdiru lehu innallâhe bikülli şey’in alîm. Velein seeltehüm men nezzele minessemâi mâ’en feehyâ bihilard min ba’di mevtihâ leyegûlunnallâh gulilhamdulillâhi belekserihum lâ ya’gîlûn” (29/62,63)
“Eğer onlara gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim hizmetinize hazır kıldı diye sorsan, elbette Allah diyeceklerdir. Öyleyse nasıl oluyor da bu gerçekten uzaklaştırıyolar”.
Bu “yu’fekûn‘e hocam uzaklaştırılıyorlar diyebiliriz değil mi?
– A.Bayındır : Tabi ilk tabi bi yalan, bu yalana nereden geliyorlar?
– F.Baylarov : Yani
– A.Bayındır : Kendileri gayet iyi biliyor ki bir yalan yani, bu yalanı nereden uyduruyorlar? Zaten bütün batıl inançlarda olanlar hep bir yalanın arkasından giderler. Evet.
– F.Baylarov : Evet. “Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol verir, dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah herşeyi hakkıyla bilendir. And olsun ki onlara gökten su indirip onunla ölümün ardından yeryüzünü canlandıran kimdir diye sorsan mutlaka Allah derler. De ki öyleyse hamd da Allah’a mahsustur. Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar”.
– A.Bayındır : Şimdi burada istersen birşeye ben vurgu yapayım. Bu televizyonlarda bir ara sık sık konuşma yapan bir şey vardı biliyorsunuz bir hoca vardı. Şey bir tasavvufçu bir hoca sakalıyla konuşuyordu ya. Şimdi ona “müşrik, şirk içerisindesiniz” diye biri de cevap veriyordu. O da diyordu ki “biz, müşrikler Allah’ın yaratıcı olduğuna inanmaz. Biz Allah’ın yaratıcı olduğuna inanıyoruz” diyordu. Şimdi buraya bakın bütün müşrikler yaratanın Allah olduğuna inanır. Yaratanın Allah olduğuna inanmayan birtek müşrik yok birtek insan yoktur yeryüzünde. Dolayısıyla buna bakarak şey yapıyor. Bir de yani müşrik demek ortak koşan demektir. Kimi kime ortak koşuyor. Allah muhakkak var bir başka şeyi ona ortak koşuyor. Devam edin.
– F.Baylarov : Evet diğer ayet Zümer Suresi 39’uncu sure 38’inci ayet, burada da kalıp aynı, soru olarak “velein seeltehüm men halagassemâvâti velarda leyegûlunnallâh gul efera eytum mâ ted’ûne min dûnillâhi in erâdeniyellâhu bidurrin hel hünne kâşifâtü durrihî ev erâdenî birahmetin hel hünne mumsikâtü rahmetih gul hasbiyellâh aleyhi yetevekkelülmutevekkilûn” (39/38)
“Onlara sorsan gökleri ve yeri kim yarattı. Kesinkes Allah diyeceklerdir. De ki Allah’ın yakınından neye çağırdığımıza baktınız mı? Allah bana bir sıkıntı vermeyi istemiş olsa onlar bu sıkıntıyı fark edebilirler mi? Ya da Allah bana iyilik etmeyi istemiş olsa onlar O’nun bu iyiliğinin önünü kesebilirler mi? De ki Allah bana yeter, dayanacak olanlar da O’na dayansınlar”.
Buradan da anlaşıldığına göre Allah’a inanıyorlar yani.
– A.Bayındır : Mesela O şahıs ne diyordu, uçak düşmek üzereydi, dua et et et birşey yok, yetiş ya Abdülkadir Geylanî dedik yetişti, kurtardı peki şimdi şu anda da yetiş desin de gelsin kurtarsın bakalım.
– F.Baylarov : İmkanı yok öyle birşeyin.
– A.Bayındır : Çıktıktan sonra söylenir.
– F.Baylarov : İmkanı yok.
– A.Bayındır : İş bittikten sonra, savaş kazanılır kazandıktan sonra kendileri gider, kendileri gitmiş olur oraya. Ama savaş devam ederken hiçbirisi gitmez.
– F.Baylarov : Hocam bir de…
– A.Bayındır : Evet
– F.Baylarov : Zuhruf Suresi 43’üncü sure 87’nci ayetine bakalım. Orada da kalıp yine aynı.
– A.Bayındır : 43’e 87
– F.Baylarov : 43’e 87 “velein seeltehüm men halagahüm leyegûlunnallâh feennâ yu’fekûn” (43/87)
“Eğer kendilerine sizi kim yarattı diye sorarsan Allah yarattı derler, o halde nasıl oluyor da onu tek ilah olarak kabul etmekten vaz geçiriliyorlar ya da uzaklaştırılıyorlar”.
Yani yine “yu’fekûn” geldi. Bu ayetten de gayet açık Allah’a inanıyorlar. Sonra…
– A.Bayındır : Ve de Allah var ve bir olduğuna da inanıyorlar o da çok önemli.
– F.Baylarov : Evet
– A.Bayındır : Allah bir. İki tane Allah olduğunu hiçkimse söylemiyor yani. Bir tek hristiyanlar söylüyorlar onu. İşte hem %100 Allah’tır %100 insandır. Bir de bizim tarikatçılar söylüyor maalesef söylüyorlar işte bir “hakikat-i muhammediye” diye bir inançları var. “Allah’la Muhammed arasındaki fark bir paranın önüyle arakası gibidir” diyorlar. O’nu tanrılaştırıyorlar ve tabi kendilerini de hakikat-i muhammediyenin son temsilcisi kendilerinin olduklarını söylüyor kendilerini tanrılaştırıyorlar. Dolayısıyla o, “efendim ben o perdenin arkasında kim var bak işte göreceksin açmış işte, gene Muhammed, ya Muhammed senden sana”. Bu öyle tesadüfen söylenmiş bir söz değil. Bu tarikatçılık inancının temelini oluşturur ve Mekkeli müşrikler bu kadar sapık değildir yani. Mekkeli hiçbir müşrik bunu söylemez. Ama bunu hristiyanlar söyler bir de bizdeki tarikatçılar söyler. Evet.
– F.Baylarov : Müminun Suresi, 23’üncü sure 84 – 89’uncu ayetlere bakalım, yani 84 ile 89 arası, 89 da dahil.
– A.Bayındır : 23’üncü sure.
– Yunus Hoca : 346’ncı sayfa.
– F.Baylarov : Evet. 346. Sayfa “Gul limenilardu ve men fîhâ in küntüm ta’lemûn. Seyegûlûne lillâh gul efelâ tezekkerûn. Gul men rabbussemâvâtisseb’î ve rabbul’arşilazîm. Seyegûlûne lillâh gul efelâ tettegûn. Gul men biyedihî melekûtu külli şey’in ve huve yucîru velâ yucâru aleyhi in küntüm ta’lemûn. Seyegûlûne lillâh gul feennâ tusharûn. (23/84-89)
“De ki bütün dünya ve içinde yaşayanlar kimindir? Söyleyin bakalım biliyorsanız. Elbette Allah’ındır diyeceklerdir. Öyleyse sen de ki neden aklınızı başınıza almıyorsunuz? Peki yedi kat göğün ve yüce arşın rabbi kimdir diye sor. Tabii ki Allah’tır diyeceklerdir. Öyleyse sen de ki inandığınız Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? De ki peki herşeyin gerçek yönetimini elinde tutan, kendisi herşeyi koruyup gözeten ama kendisi himaye altında olmayan kimdir? Biliyorsanız söyleyin bakalım. Şüphesiz Allah’tır diyecekler. Sen de de ki öyleyse nasıl oluyor da büyülenip gerçekten uzaklaşıyorsunuz.”
– A.Bayındır : Evet yani burada çok dikkat edin bak Fegani çok iyi seçmişsin ayetleri.
– F.Baylarov : Yahya Hoca’mızın desteği sayesinde.
– A.Bayındır : Eyvallah, Allah razı olsun. Şimdi yani “yaratan kim?” diye soruyorsun “Allah” diyorlar. “Gökleri ve yeri kim yönetiyor?” diyorsun “Allah” diyorlar. “Güç ve kuvvet kimin elinde?” “Allah’ın elinde”. Yani “herşeyin ona muhtaç olduğu ama kendisinin hiçbirisine muhtaç olmadığı varlık kim?”, “Allah”. Şimdi bütün bu inançlara sahip olan kişi kendini müşrik sayar mı?
– F.Baylarov : Zaten kabul etmiyorlar, o ayet gelince.
– A.Bayındır : Mekkeli’ler de kendini müşrik saymıyor.
– F.Baylarov : Ben sizin kitabınızdan alıntı yaptım, onu da okuyacağım, reddediyorlar bunları.
– A.Bayındır : Evet.
– Yunus Hoca : Burada da şu kelimeye de hocam dikkat çekmek lazım, bu 88’inci ayetteki “men biyedihî melekûtu külli şey’in” sorusu var ya. Hani herşeyin “melekûtu” yönetimi kimin elinde, onun da yönetiminin Allah olduğunu söylüyorlar.
– A.Bayındır : Bak bunu iyi söyledin.
– Yunus Hoca : Kitaptan o alıntıyı yapalım ben orası atlanmasın diye özellikle vurgulamak istedim o kelimeyi. Şimdi dünyanın ve dünya dışı bütün düzenin yönetiminin tek sahibinin Allah olması ilkesini kabul etmesi bunların çok ilginç. Değil mi?
– A.Bayındır : Evet.
– Yunus Hoca : Halbuki biz biliyoruz ki güya bunlar…
– A.Bayındır : Ama Mekkeli müşriklerde, bak Mekkeli müşrikler bütün yönetimi Allah’ın elinde görüyorlar değil mi?
– Yunus Hoca : Evet.
– A.Bayındır : Evet
– Yunus Hoca : Ama bizim bazı inançlara bu maalesef yanlış yansımış.
– A.Bayındır : Ama mesela bizde o “gavs” dedikleri şey, mesela “gavs” kime diyorlar bakın, bu “gavs” kelimesini çok duymuşsunuzdur, tarikat şeyhlerine hep “gavs” derler değil mi? Gavs kim? Darda kalındığı, kaldıkları zaman sığındıkları, bak şuraya bak bu şey de öyle “gul men biyedihî melekûtu külli şey’in ve huve yucîru velâ yucâru aleyh” yani kendisi herşeyi koruyor ama hiçkimse onu korumuyor, yani herşeyi koruyanın Allah olduğuna bunlar inanıyor fakat gavs inancı Mekkeli’lerde yok. Mekkeli müşriklerde gavs inancı yok. Diyor ki bak “taritakçıların darda kalınca sığındıkları ve yardım istedikleri kutubtur”. Az önce söyledik ya ben işte uçaktan düşerken yetiş ya Abdülkadir Geylanî dedim geldi yetişti. Mekkeli hiçbir müşriğin aklına bile gelmez böyle birşey. İşte ayet işte. Ayeti görüyorsunuz. Efendim, “darda kalan sufiler yetiş ya gavs diye gavsa sığınırlar, gavs olarak bilinenler”, bakın gavs olarak bilinenler kimmiş? “Esma ve sıfat-ı ilahi mazharı sayılırlar”. Yani Allah’ın bütün isim ve sıfatları onun üzerinde oluşuyor. Allah’ın isim ve sıfatları oluşan kim, ne olur?
– Katılımcı : Allah olur.
– A.Bayındır : Allah olur. Senin işte diyor “ben ete kemiğe büründüm, Mahmud diye göründüm”. Bugün televizyonlarda şey yapıyor. Böyle bir inanç Mekkeli müşriklerde yok. Yani biz o Mekkeli müşriklere tu kaka ederek aslında yanlış inancı da örtmüş oluyoruz. Yani bu yanlışın yanlışını da örtmüş oluyoruz. Ondan sonra “Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya çıktığına inanılır”. Şimdi, bak işte kutub kelimesi ondan önce var. Kutub “kutb-ul aktab” hep bunu söylerler kutub, kutub neymiş? “Kainatta tasarruf sahibi”. Evreni yönetmede yetkili demek. Ama az önce işte Yahya’nın okuduğu ayette Mekkeli’ler bu yetkinin sadece Allah’ta olduğunu kabul ediyor. Ama bugün tarikatlarda…
– F.Baylarov : O bile yok yani
– A.Bayındır : O da yok. Mesela şeyin, Abdülkadir Geylanî’ye mal edilen bir kitap var biliyorsunuz bir neydi, Fıtrat-ul Gaybiye’ydi galiba değil mi, öyle bir kitap var.
– Katılımcı : El-füyuzat-ı Rabbaniye
– A.Bayındır : El-füyuzat-ı Rabbaniye. Diyor ki “göklerde ve yerde benden habersiz bir sinek bile kanadını çırpamaz” diyor.
– F.Baylarov : Bu Allah olur.
– A.Bayındır : Tabii ki Allah olur başka birşey olmaz. Abdülkadir Geylanî bunu söylemiş söylememiş o ayrı birşey ama şu anda Abdülkadir Geylanî diye adını verdikleri birisinin bunu söylediği ifade ediliyor. Ondan sonra diyorki “bir elim diyor balığın karnında”, şimdi dünyanın balığın sırtında olduğuna inanıyorlar ya eskiden, o da balık altta duruyor dünya onun sırtında balığın karnına koymuş bir elini “öbür elim de yedi göğün üstündedir. Bu ikisi arasında benden habersiz hiçbirşey olmaz”.
– F.Baylarov : Demek ki semavatın ve arzın sahibidir.
– A.Bayındır : Semavatın ve arzın sahibidir. Diyor ki işte “Nuh Tufanı diyor benim avucumun içinde oldu” diyor. “İbrahim’i ateşten ben kurtardım” diyor. “Yani benim rahmetimle ateş ona diyor şey oldu”. Hep sayıyor, sayıyor da sayıyor. Ve işte bu bizde tarikatların inancını oluşturuyor.
– Katılımcı : (katılımcıdan anlaşılamadı) (40:54)
– A.Bayındır : Tarikatların hemen hepsinde bu kabul ediliyor. Yani Mekkeli müşrikler böyle bir inancı duysalar fena halde karşı çıkarlar. Böyle bir saçmalık mı olur derler. İşte bu ayetleri görüyorsunuz. Evet. Devam et.
– F.Baylarov : Bunu niye yaptıklarına ilişkin bir ayet okumak istiyorum. Zümer Suresi’ne dönelim yine 39’uncu sure 3’üncü ayet. Kendilerinin vermiş oldukları bir cevap var. 457’nci sayfa.
“vellezînettahazu min dûnihî evliyâe mâ na’buduhum liyugarribûne ilallâhi zulfâ ” (39/3) Yani “Allah’ın yakınından, dûnundan kendilerine bir takım veliler edinenler şöyle diyorlar. Biz onlara başka birşey için değil, sadece bizi Allaha daha çok yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.” Burada dikkat edelim…
– A.Bayındır : “Boyun eğiyoruz” yani
– F.Baylarov : Dikkat edin burada “kulluk” ibadet kelimesi var. Ve bunu böyle temellendirmeye çalışıyorlar. “Bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye”.
– A.Bayındır : Tabi bizde, bu tarikatlarda da aynı şeyler var.
– F.Baylarov : Tabi aynı düşünce var yani.
– A.Bayındır : Aynı düşünce var evet.
– F.Baylarov : Temelde yatan düşünce aynı.
– A.Bayındır : Burada tamamen ortaklar yani.
– Yunus Hoca : Burada yalnız onların bir itirazı var hocam. İşte diyorlar ki Mekke müşrikleri
– A.Bayındır : Şunu o tarafa doğru.. (mikrofonu kastederek)
– Yunus Hoca : Mekke müşrikleri, hani buradakileri putlar diye çevirelim, “min dûnihî”yi, bunu öyle kabul edelim. “Putlara ibadet ettiklerini kabul ediyorlar” diyor, kabul ve itiraf ediyorlar “mâ na’buduhum” kelimesini kullanarak. “Halbuki” diyor “biz şeyhlerimize veya işte aracımız dediğimiz insanlara ibadet filan etmiyoruz ki”. Dolayısıyla o ayeti tutup siz bize okuyamazsınız.
– A.Bayındır : Evet
– Yunus Hoca : Burayı da aydınlatalım. Bu kelime “ibadet” deyince birisi için namaz kılmak, oruç tutmak falan anlaşılıyor. Yani bir anlam daralması var o ibadet kelimesinde.
– Fatih Hoca : Ben birşey söylemek istiyorum. Ben Üsküdar’da şeyde, Karacaahmet Mezarlığı’na yakın bir yerde oturuyorum. Şimdi orada cumartesi ve pazar günleri Karacaahmet’te birisi yatıyor.
– A.Bayındır : Evet, Süleyman Efendi yatıyor.
– Fatih Hoca : Evet. Cumartesi ve Pazar günleri bu grubun bütün mensupları sanki başbakanla randevuları varmış gibi itinalı bir şekilde ve hepsi aynı üniformayı giyerek, hepsi aynı üniforma, hepsi yani böyle bir askeri disiplin içerisinde. Cumartesi, pazar oralar Türkiye’nin pek çok yerinden gelen otobüslerle dolar, her hafta. Ve belli bir disiplin içerisinde önlerini ilikleyerek ve kabre asla arkalarını dönmeden, sıra ile geçerler yani sadece görünülmüş, görünürler. O efendi “tamam bu adam geldi, ben bunu gördüm”.
– Yunus Hoca : Yoklama alıyor
– Fatih Hoca : Yoklama gibi.
– A.Bayındır : Yoklama yapıyor evet.
– Fatih Hoca : Arkalarını dönmeden ve orada asla birbirleri ile konuşmadan, ses çıkartmadan, büyük bir sükûnet içerisinde orayı ziyaret ederler ve hiçbir nezâketsizlik yapmadan oradan ayrılırlar. Yani…
– A.Bayındır : Bu ibadet değildir de nedir?
– Fatih Hoca : Bu, bu bir kere ordakinin kesinlikle kendilerini gördüğünü, ziyaretine geldiğine, belki bir sıkıntıları varsa işte…
– A.Bayındır : Tabii ki onu arz ediyorlardır.
– Fatih Hoca : Arz ediyorlar.
– A.Bayındır : Tabi, tabi, tabi
– Fatih Hoca : Yani bu bence oradakinin çok daha bir üst aşaması yani. Çok daha üst bir aşaması.
– Yunus Hoca : Ama kafalarda bu kavram oturmamış işte. Sen şimdi ibadete namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermek diye dapdar bir mana verirsen, adam diyor ki dolayısıyla “ben tabii ki ona ibadet yapmıyorum”. “Bizim şeyhimize karşı namaz kıldığımızı gördünüz mü?” Yok. “Onun rızası için zekat verip hacca gittiğimizi mi düşünüyorsunuz?” Hayır. “Demek ki biz onlara ibadet etmiyoruz”. Yani halbuki ibadet sadece bunlardan ibaret değil yani. İbadet hayatın her alanını kapsayan birşey.
– A.Bayındır : Yani ibadet demek, ibadet bir “itaat” demektir. Ama içten gelen itaat. Ve…
– Yunus Hoca : Bir dediğini iki etmemek demektir.
– A.Bayındır : İtaatın da iki şekli olur. İtaatın iki şekli olur. Birisi Allah-ü Teâlâ’nın emrine uygun bir itaat olur, işte Resûle itaat, anneye, babaya, büyüklere falan, Allah’ın emrine uygunsa bunda problem yok, Allah’ın emrine uygun olan itaat aslında Allah’a itaattir. Ama ikincisi de Allah’ın emrine uygun değil de, yani birisi istediği için birileri söylediği için yapılan itaattir. Mesela şimdi Fatih Hoca’nın söylediği konuda Allah-ü Teâlâ kabirlerde yatanların bizi duymayacağını açık bir şekilde söylüyor. Cenab-ı Hakk Peygamberimize ne diyor:
“inneke lâ tusmi’ul mevtâ ve lâ tusmi’ussummeddu’a izâ velev mudbirîn” (30/52) “sen ölüye birşey işittiremezsin” diyor.
Allah-ü Teâlâ Peygamberimize sen ölüye birşey işittiremezsin diyor ama bunlar işittirdiklerine inanıyorlar. Ondan sonra ölüler de şey yapamaz, birşey isteyemez.
– Katılımcı : Peygamberimizin Ebu cehille konuşması meselesi… (tamamı anlaşılamadı)
– A.Bayındır : Şimdi şeyde diyor ki “innallâhe…”
– Yunus Hoca : “İnnallâhe yusmi’u men yeşâ”
– A.Bayındır : “Yusmi’u men yeşâ ve mâ ente bimusmi’in men filgubûr” (35/22)
– Yunus Hoca : Fatır 22
– A.Bayındır : “Allah emir verdiği kişiye işittirir ama sen kabirde olanlara işittiremezsin.” Şimdi o Peygamber (s.a.v.)’e mal edilen Bedir, şey Bedir değil Uhud…
– Yunus Hoca : Bedir Bedir
– A.Bayındır : Bedir miydi? Bedir, Bedir’deki şeylerde “işte bak Allah’ın bize vad ettiğini biz gördük, siz de gördünüz mü?” şeklinde. Bu onlara duyurmak değil, bu yaşayanlara duyurmaktır. Ha deniyor ki, “Peygamber (s.a.v.)’e Hz.Ömer dedi ki “ya rasûlallah bunlar ölmüş nasıl duyacaklar?”” Bakın Hz.Ömer’in kültürel arka planını oluşturan Mekke toplumudur. O’nun kültürel arka planı diyor ki “ölmüş o nasıl duyacak seni” diyor. Yani Mekke’de böyle birşey yok. Mekkeli’ler böyle bir inancı kabul etmiyor. Ve de Cenab-ı Hakk, “Allah duyurur” ifadesi var ya, “Allah emrettiği kişiye duyurur”, “Cenab-ı Hakk o ayet gereği o anda öyle bir emir vermiş olabilir, onlar duysunlar diye”. Ama Aişe validemiz bu rivayeti kabul etmiyor. “Böyle birşey yoktur” diyor.
– Yunus Hoca : “Onlar şu anda gerçeğin sizden daha farkında” diyor zaten hadisin başka bir rivayetinde.
– A.Bayındır : Gerçeğin daha sizden, o doğrudur.
– Yunus Hoca : Tabi yani
– A.Bayındır : Gerçeğin farkındalar
– Yunus Hoca : Ölüp gitti onlar, şu an herşeyin farkındalar, siz değilsiniz belki ama
– A.Bayındır : O yönüyle öyle. Yani şimdi yaşayanlara bir ders vermek için böyle bir konuşma yapılabilir.
– Yunus Hoca : Evet, doğru
– A.Bayındır : Ama ölülere duyurma kısmı problemli.
– Fatih Hoca : Ahkaf’ta asla mümkün olamayacağını söylüuor
– Yunus Hoca : Bu şey ayeti belki kısa bir şekilde hatırlatabilir, Fatır 14 var, hani Mekkeli müşriklere yönelik söylenmiş “in ted’ûhum lâ yesme’û duâekum” (35/14) diyor. Hani “siz onları çağırırsanız, sizin çağrınızı onlar işitemezler”. “Velev semi’û”, hani “bilfarz işittiklerini düşünelim”..
– A.Bayındır : “İşitseler bile”
– Yunus Hoca : “mestecâbû lekum” “asla size”
– A.Bayındır : “Cevap veremezler”
– Yunus Hoca : “Cevap veremezler” “ve yevmel gıyâmeti yekfurûne bişirkikum” diyor işte. “Kıyamet günü sizin bu şirkinizi, bu ortak koşmanızı da onlar kabul etmeyecekler”
– A.Bayındır : “Onlar kabul etmeyeceklerdir”.
– Yunus Hoca : İşte onun şirk olduğunu açık bir şekilde bu ayet ifade etmiş oluyor.
– A.Bayındır : Zaten burda mesela o sizin Süleyman Efendi ile ilgili söylediğiniz de Ahkaf suresinin 5’inci ayetinde çok net bir şekilde
– Fatih Hoca : Evet
– Yunus Hoca : Ona gelecek yani
– A.Bayındır : Cenab-ı Hakk tarafından ifade ediliyor yani. Sen okuyacak mısın onu?
– F.Baylarov : Yani ben tamamını…
– A.Bayındır : Ama yeri gelmişken şey yapayım “vemen edallu mimmen yed’û min dûnillâhi” (46/5) yani Allah’la kendi aralarına koyuyorlar bu efendileri, O’nu Allah’la aralarına koyup çağırdıkları, birisini çağırıyor ki “men lâ yestecîbulehu ilâ yevmil gıyâmeh” “kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyen birisini çağırandan daha sapık kimdir” diyor Allah. Yani bu kişileri, işte o Süleyman Efendi’nin kabrine giden kişileri Allah en sapık kimseler olarak nitelendiriyor. Bunlardan daha sapık kimdir diyor. “vehüm ‘ân duâihim ğâfilûn” “onlar bunların çağrısından habersizdirler”. Şimdi bunların hepsi kendilerini müslüman zannediyorlar. Evet devam et.
– F.Baylarov : Hocam çok sayıda ayet var, dikkatlerinizi yormamak için ve süreyi…
– A.Bayındır : Yok, yok olsun, olsun, haftaya devam ederiz
– F.Baylarov : için hadislere geçmek istiyorum.
– A.Bayındır : Acele etme söyle
– F.Baylarov : Peki.
– A.Bayındır : Söyle söyle, güzel oluyor.
– Yunus Hoca : Ufak bir hani böyle parantez içinde söyleyeyim. Bazıları şimdi bize diyorlar ki, siz Süleymaniye Vakfı olarak, nasıl kendi içinizde bulunduğunuz cemaati bu şekilde eleştirebiliyorsunuz, helal olsun size falan
– F.Baylarov : Oysa bizim…
– Yunus Hoca : Süleymaniye isminden yola çıkarak bizim de…
– A.Bayındır : Yani bizim de Süleymancı olduğumuzu zannediyor bazıları
– Yunus Hoca : Hayret hocam hepimiz, yani nasıl eleştiriyorsunuz böyle falan diye
– A.Bayındır : Yani biz, bu vakfın adını ben verdim yani kurarken, bu ismi verirken özellikle şey olsun yani herhangi bir gruba mal edilemeyecek bir mekanın adı olsun diye, aklıma gelseydi o başka bir isim bulurdum yani. Süleymaniye semtinde…
– Fatih Hoca : Hakiki Süleymancılar
– Yunus Hoca : Öz Süleymancılar
– A.Bayındır : Süleymaniye Semti’nde olduğu için o ismi verdik, ne bilelim insanları
– Yunus Hoca : Öz diyelim mi?
– Fatih Hoca : Değiştirebiliriz
– A.Bayındır : Farklı anlamlar
– Yunus Hoca : Öz Süleymaniye Vakfı
– A.Bayındır : Öz Süleymaniye…Evet devam et.
– F.Baylarov : Şeye bakabiliriz. Meryem Suresi 81 – 82’nci ayetlere.
– A. Bayındır : 19’uncu sure
– F.Baylarov : 19’uncu sure, ayet, 81’inci ayet.
– Yunus Hoca : 310’uncu sayfa
– F.Baylarov : 310 mu sayfa? 310’muş. “vettehazû min dûnillâhî âliheten liyekûnû lehum ‘îzzen. Kellâ seyekfurûne biibâdetihim ve yekûnûne aleyhim dîdden”. (19/81,82) “Onlar kendilerine kuvvet ve şeref”, buna güç de diyebiliriz ki izzet güç, “güç kuvvet kazandırsın diye Allah’ı bırakarak tanrılar edindiler. Ama hayır. Tapındıkları ibadetlerini inkar edecekler ve aleyhlerine dönüp düşman kesileceklerdir”. Yani aracı edindikleri bunlara düşman kesilecektir.
– A.Bayındır : Evet, yani
– Yunus Hoca : Burada da aracı edinme sebebine vurgu yapıyor işte.
– A.Bayındır : Sebebini vurguluyor
– Yunus Hoca : Niye buna tutunuyor bunlar? “liyekûnû lehum ‘îzzen” işte onlardan bir izzet…
– A.Bayındır : Yani işte bi destek olsun
– F.Baylarov : Az önce Allah’a yaklaştırsın diye dediği.
– Yunus Hoca : Evet
– A.Bayındır : şimdi bu destek çok önemli. Yani ya kardeşim diyor, yani diyor, yalnız kalan şeyleri, sürüden ayrılanı kurt yer diyor. Gel sen de sürüye katıl. E kardeşim ben koyun değilim yani. Tamam sürü tamam da ben koyun değilim. Yok gel koyun ol diyor adama. Şimdi sürüden ayrılanı kurt yer diyor. Ondan sonra yalnız kalmayın diyor. O da ya tamam öyle dediğiniz gibi bir takım yanlışları şeyleri var. Ben de bunun farkındayım diyor bazıları. Ama işte ne yapacaksın, bir cemaat oluşturmuş. Orada işte bir grup oluyor, gidiyorsun işte beraber oturuyorsun, şunu yapıyorsun. İşte bu, burada anlatılan o. Yani bir şey oluşuyor.
– Yunus Hoca : Bir yapı oluşturuluyor
– A.Bayındır : Bir yapı oluşuyor, o yapıdan da birçok şeyler elde ediyorsun, tamam. Zaten onlar da bunu söylüyorlardı. Ve o şeyde İbrahim (a.s.)’ın bir sözü var ya…
– Yunus Hoca : “meveddete beynikum filhayâtiddunyâ” (29/25)
– A.Bayındır : Evet
– Yunus Hoca : O da var galiba, var mı?
– F.Baylarov : O’nu çok olmasın diye almadım da, Yasin Suresi’nin 74-75
– A.Bayındır : “innemettehaztüm min dûnillâhi evsânen meveddete beynikum” (29/25) yani “Allah ile kendi aranıza putları, aranızda bir çimento olsun diye yapt.. tanrı ediniyorsunuz” yani “bizim toplumumuzun çimentosu bu kardeşim” diyor. “Bunu da elden alırsan yapı yıkılır”. E yıkılsın. Bu boş yapı yıkılsın n’olcak. Evet
– F.Baylarov : Hocam Yasin Suresi’nin 74 ve 75’inci ayetleri bu az önce okuduğumuz ayetlere, yani birbirini tamamlar mahiyette ve kalıp da aynı. 36’ncı sure 74-75’inci ayetler
– Yunus Hoca : 444’üncü sayfa
– F.Baylarov : 444’üncü sayfa. “Vettehazû min dûnillâhi âliheten le’âllehum yunsarûn. Lâ yestedîûne nesrahum vehüm lehüm cündün muhdarûn.” (36/74,75) “belki yardımları olur diye Allah’ın dûnundan ilahlar edindiler oysa onların bunlara yardıma güçleri yetmez. Ama bunlar onlar için hazır askerlerdirler, askerdirler.”
– A.Bayındır : “Allah’ın dûnundan” demek yani Allah yukarıda kendileri aşağıda, araya, Allah’la araya bir aracı şey koyuyorlar.
– F.Baylarov : Orada güç sahibi olmak üzere edindiler, burada da yardımı olsun, nasıl kelimesi kullanılmış. Bu çok kuvvetli bir ifade yani, yardım anlamında.
– A.Bayındır : Zaten bir de ilah kelimesine de bunlar takılıyor. Biz ilah değiliz diyorlar. Ya kardeşim, ilah dediğin ne? Yani kayıtsız şartsız birisine itaat ediyorsan ilahtır. Yani şimdi siz insanlara Allah’ın ayetlerini okuyorsunuz, bunu hergün yaşıyoruz
– F.Baylarov : Rahatsızlık duyuyorlar
– A.Bayındır : Diyor ki ya tamam ama. Ama diyor biz de diyor işte Kur’an’a uyuyoruz. Bu defa bakıyorsun başka birşeye uymuş, ben Kur’an’a uyuyorum diyor. Ve kendisi için o ayeti eğer efendisi onaylıyorsa geçerlidir. Halbuki efendisi o ayete uygunsa efendiye değer vermesi lazım gelirken işi ters çeviriyor. İşte bu onu ilah yapmaktır.
– F.Baylarov : Evet
– A.Bayındır : Hani Peygamberimiz (s.a.v.)’e Adî İbn-i Hâtim geliyor…
– F.Baylarov : Bir, boynunda bir haçla
– A.Bayındır : Boynunda bir haçla, at onu diyor yere, Adî de yok diyor bu boyunda diyor
– F.Baylarov : At o putu diyor
– A. Bayındır : O da o altın olmasına rağmen böyle koparıp atıyor yere, bir daha almıyor yani. Diyorlar ki “ya bu altın al gel”. “Yok” diyor “ben attığım şeye bir daha el vurmam, siz alın götürün” diyor yani. Ve de mü’min, İslam’a girmeden önce yani Arap’larda böyle bir şey var yani, böyle bir onur var. “Ben attım bir daha almam” diyor. Altın olmasına rağmen almıyor, orada bırakıyor. Kim alırsa alsın diyor. Şimdi Peygamberimiz (s.a..v.) diyor ki işte bunlar, ayeti okuyor, işte “bilim adamları ve din adamları Allah ile kendi aralarına tanrı yaptılar”. O da hristiyan olmuş o arada, hayır diyor.
– Yunus Hoca : Müslüman olmuş
– A.Bayındır : Biz öyle birşey, yok hristiyan.
– Yunus Hoca : “İttehazû ehbârehum ve ruhbânehum” (9/31)
– A.Bayındır : “İttehazû ehbârehum ve ruhbânehum erbâben min dûnillâh” (9/31) Tevbe 31’inci ayeti okuyor Peygamberimiz
– Yunus Hoca : Hristiyanken müslüman olmuş
– F.Baylarov : Adî İbn-i Hâtim?
– A.Bayındır : Yok olmamış. Daha önce hristiyan, o anda hristiyan, yani bu ayeti okurken hristiyan Adî İbn-i Hâtim. Biliyorsunuz O’nun kız kardeşi Cüveyriye Peygamberimizin eşi, şeyde o Tay Kabilesi ile savaşta bu kaçıyor. Cüveyriye ona mektup yazıyor, diyor ki “gel burada sana kimse birşey demez, eğer kabul edersen inanırsın, etmezsen çeker gidersin”. O da geliyor. İşte o sırada mescide gidiyor. Gidiyor ki Peygamber efendimiz bu ayeti okuyor. Orada diyor ki, yine Arap’ların şeyine bir bakın yani bir kendilerine güvenlerine. Diyor ki “biz öyle birşey yapmıyoruz” diyor. Yani din adamımızı tanrı edinmiyoruz diye itiraz ediyor Peygamberimize. Peygamberimiz diyor ki “O’nlar Allah’ın helal etmediği bazı şeyleri helal ediyorlar siz de kabul ediyor musunuz?” “Evet, oluyor”. “Peki Allah’ın haram kıldığı bazı şeyleri helal yapıyorlar siz de kabul ediyor, işte bu onları tanrı edinmektir” diyor. İşin bu tarafına varırsanız adına İslam dediğimiz bu cemaat içerisinde tarikata mensup olan olmayan hepsini bir alın, çok az müslüman kalır. Mensup olmayanların arasında da çok az müslüman kalır. Evet devam et.
– F.Baylarov : Hocam şimdi konuyla ilgili iki hadisi okumak istiyorum. Sahih olarak kabul edilen hadis bunlar. Biri şöyle, İmran Bin Husayn’dan rivayete göre şöyle demiştir: Peygamber babama “ey Husayn bugün kaç tanrıya ibadet ediyorsun?” diye sordu babam şu cevabı verdi: “altısı yerde biri gökte olmak üzere yedi tanrıya”. Rasulullah “istek arzu ve korkuların bunlardan hangisinedir?” diye sordu. O da cevaben şöyle dedi “göktekine”. Rasulullah dedi “ey Husayn müslüman olmuş olsaydın sana fayda verecek iki kelime öğretirdim”. Sonra hüsayn müslüman oldu ve Rasulullah’a gelip “bana vad ettiğin iki kelimeyi öğret” dedi. Rasulullah şöyle buyurdu “şöyle dua et: Allah’ım bana faydalı olan şeyleri ilham et ve beni benliğimin şerrinden de koru”. Dolayısıyla bu ayetleri de doğrular mahiyette bir hadis. Yani herşeyi, Allah’ın varlığını birliğini kabul ediyorlar, göklerin ve yerin yaratıcısının O olduğunu kabul ediyorlar
– A.Bayındır : Bütün gücün onun elinde olduğunu da kabul ediyorlar.
– F.Baylarov : Evet
– Yunus Hoca : Sıkışınca da O’na dua ediyorlar.
– F.Baylarov : Evet.
– Yunus Hoca : Altı tane başka bir tanrı edinmesine rağmen, Allah’ın yeri farklı yani.
– F.Baylarov : Bir de Mekkeli müşriklerin Kâbe’yi tavaf ettikleri zaman şöyle diyorlardı “Emret Allah’ım senin hiçbir ortağın yoktur, yalnız bir ortağın vardır ki, O’nun da bütün yetkilerinin sahibi sensin”. Yani burada da bile bir şey var, bir itiraf var yani
– A.Bayındır : Bizim sitede olan birşey vardı, şimdi sen daha iyi hatırlarsın, hani bir adam geliyor, bir puta tapmaya geliyor, o sıra hayvanlar ürküp kaçıyor, siteye koymuştuk bunu
– F.Baylarov : Ben onu hatırlayamıyorum.
– A.Bayındır : Hayvanlar o, çünkü orada hayvan kesmişler, o kanları falan görünce hayvanlar ürküp kaçıyor, afedersiniz adam o putun üzerine bir idrarını yapıyor. Ondan sonra diyor zaten sana değer verende kabahat diyor, senin şu ana kadar neyini gördük ki diyor bi de gelmişiz buraya kadar diyor. Yani hepsi biliyor ki bunlar beş para etmez, yani onların gözünde böyle işte. Evet
– F.Baylarov : Şimdi Mekkeli müşriklerin Allah inancı konusunu özetleyecek olursak…
– A.Bayındır : Tamam.
– F.Baylarov : Şöyle diyebiliriz. Müşrikler Allah’ın en büyük ilah olduğunu kabul ediyorlardı. Şirk koştukları hiçbir kimseyi Allah’a denk ve eşit olarak görmüyorlardı. Allah’a yakın olduğuna inandıkları kimseleri şirk koşuyorlardı. O kimselerin de Allah’a denk değil Allah’ın işte dûnunda olduğunu itiraf ediyorlardı. Okuduğumuz ayetler de bunu gösteriyor. Ben, müşrikler kendilerinin müşrik olduklarını reddediyorlar. Bununla ilgili olarak, mealini okuyayım ben En’am Suresi’nin 6’ncı sure 22-24’üncü ayetleri:
“Onların hepsini bir araya toplayacağımız gün ortak koşmuş olanlara şunu diyeceğiz. Hani nerede o sizin kuruntusunu ettiğiniz şeyler? Onların kaçamak cevabı şu olacaktır Rabbimiz Allah’a and olsun ki bizler müşrik değildik. Bak işte kendilerini nasıl da yalanladılar. Allah’a karşı eş koştukları şeyler kendilerinden nasıl da uzaklaştı”.
Bunu sizin “Aracılık ve Şirk” kitabınızdan aldım. Orada genişce izah edilmiş. Bunu da kabul etmiyorlar yani, kendilerinin müşrik olduklarını kabul etmiyorlar.
– A.Bayındır : Zaten hiçbir müşrik kendini müşrik saymaz. Size daha önce anlatmıştım. Bu şeyde Katolik Kilisesi’ni ziyaret ettiğimde oradaki Jean Louis Pierre Tauran ki Vatikan Başbakanı, bana dedi ki “sen bize müşrik diyorsun” dedi “biz müşrik değiliz”. Şimdi onlar, çünkü onlarda da en büyük günah müşriklik, şirk günahıdır. Şimdi çok kutsal üçlü birlik diyerek yani Allah, İsa, Kutsal Ruh bu üçüne üçlü birlik, üçünü bir sayarak müşrik olmadıklarını söylemeye çalışıyorlar. Başladı böyle anlatmaya. Ben gülünce adam gerisini getirmedi. Başka bir konuya geçti. Çünkü gayet iyi biliyor ne olduğunu. Ama şirki hepsi reddeder, hiçbirisi ben müşrikim demez.
– Katılımcı : Mantık, “lebbeyk”in mantığıyla aynı mantık mı?
– A.Bayındır : “Lebbeyk” mantığıyla aynı mantık evet. (bayındır)
– F.Baylarov : Kur’an’a göre Mekke müşrikleri şu ayeti inkar ediyorlardı: 13’üncü surenin 5’inci ayetine bakalım. Rad Suresi’nin 5’inci ayeti “ve in ta’ceb feacebun gavluhum eizâ künne turâben einnâ lefî halgîn cedîd ulâikellezîne keferû birabbihim ve ulâikelağ’lâlu fî a’nâgîhim ve ulâike ashâbunnâr hüm fîhâ hâlidûn” (13/5) “Rasulum onların seni yalanlamalarına şaşıyorsan asıl şaşılacak şey onların “biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?” demeleridir. İşte onlar rablerini inkar edenlerdir. İşte onlar boyunlarında tasmalar bulunanlardır. Ve onlar ateş ehlidir. Onlar orada ölümsüz olarak kalacaklardır”. “Hâlidûn”a ölümsüz dedim.
– A.Bayındır : Öyle evet.
– F.Baylarov : En’am Suresi 6’ncı sure 29’uncu ayete bakalım. Burada da ahireti inkar ediyorlar açıkça.
– Fatih Hoca : Kaçıncı ayet hocam?
– F.Baylarov : 29’uncu ayet, 6’ncı sure 29’uncu ayet “ve gâlû in hiye illâ hayâtunâddunyâ ve mâ nahnu bimeb’usîn” (6/29) 130’uncu sayfada. “Onlar “hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdan ibarettir. Biz bir daha da diriltilecek değiliz” demişlerdi”.
– A.Bayındır : Şimdi, “bâs olunacak değiliz” diyorlar. Bu bâs da…
– F.Baylarov : Kaldırılmak, gönderilmek.
– A.Bayındır : “Bâs”la “diriltme” arasında bir fark var. “Bâs” öldükten sonra aynı özellikleri taşıyan bir bedenle dirilmek, ama bunlar mesela “nemûtu ve nehyâ”, “ve mâ nahnu bimeb’ûsîn” diyor “in hüve ilâ raculun ifterâ alâllâhi keziben” (23/37,38) şeyde mi, neydeydi? Mü’minûn Suresi’nde mi?
– F.Baylarov : O Mü’minûn Suresi’nde 35-37’nci ayetleri aldım buraya.
– A.Bayındır : Tamam onu da oku, onu da okuyacaksın tamam.
– F.Baylarov : Onun öncesinde şeye bakalım. İsra Suresi’nin 49’uncu ayeti
– A.Bayındır : Tamam
– F.Baylarov : 17’nci sure 49’uncu ayet
– Yunus Hoca : 285
– F.Baylarov : Bu kemik meselesi şimdi geliyor. “ve gâlû eizâ künnâ ‘îzâmen ve rufâten einnâ lemeb’ûsûne halgan cedîd” (17/49) “Bir de onlar dediler ki “gerçekten de biz bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuşken, yepyeni bir yaratılıştan mı diriltileceğiz?””
– A.Bayındır : Evet
– F.Baylarov : Sonra Mü’minûn Suresi 35-37’nci ayetler, 23’üncü sure
– Yunus Hoca : 343
– F.Baylarov : 343’üncü sayfa. “eye’îdukum ennekum izâ mittüm ve küntüm turâben ve ‘îzâmen ennekum muhracûn. Heyhâte heyhâte limâ tû’âdûn. İn hiye illâ hayâtunâddunyâ nemûtu ve nehyâ ve mâ nahnu bimeb’ûsîn” (23/35-37) “Size öldüğünüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğinizde mutlak surette çıkarılacağınızı mı vaad ediyor? O vaad ediyor? Bu size vaad edilen, yani öldükten sonra bâs, gerçek olmaktan çok uzak. Hayat şu dünya hayatımızdan ibarettir. Kimimiz ölürüz, kimimiz yaşarız. Biz bir daha da diriltilecek değiliz”.
– Yunus Hoca : “Kimimiz ölürüz, kimimiz yaşarız” mı o?
– A.Bayındır : Öyle mi mana vermişler?
– F.Baylarov : Yani öyle, ben onu parantez içine aldım.
– Yunus Hoca : Şeyde öyle çünkü
– F.Baylarov : “Biz ölürüz, yaşarız, bir daha da diriltilecek değiliz”.
– A.Bayındır : Yani şeyde öyle yapmışlar evet, bu Diyanet Vakfı’nda öyle mana vermişler. Ama olay öyle değil. Yani şimdi burada, bir reenkarnasyon inancı var. Diyor ki… yani bunlar “bâs” kelimesi… Reenkarnasyonda biliyosunuz bir başka bedenle dünyaya gelmek var, ama “bâs”ta bir başka beden değil kendi bedenimizle. Yani işte vücudumuzun, vücudumuzu bir şey kabul edin, bir elma ağacı gibi kabul edin. Elma ağacından küçücük bir tohum toprakta kaldığı zaman aynı elma ağacı tekrar biter biliyorsunuz. İşte insanın da, herkesin bütün özelliklerini taşıyan küçücük bir parçası toprakta onun tohumu gibi olacak, o vücut yeniden yaratılacak. Sonra da içerisine ruh üflendikten sonra kalkacak. İşte buna “bâs” diyoruz. Aynı vücutta dünyaya gelmek. Bunlar bunu reddediyorlar. Yani “bu ölmüş çürümüş, bundan nasıl olur? Bu mümkün değil” diyorlar. Ama ondan sonra ne diyorlar? “in hiye illâ hayâtunâddunyâ” “Bu dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur”. “Nemûtu”, “ölürüz” ve “nehyâ”, “tekrar diriliriz”. Bak “ölürüz” ve “hayat buluruz”. Bak “hayat bulur, ölürüz” deseler farklı olacak Mehmet Hoca. Yani yaşayan ölüyor, o zaten, onda problem yok. Ama “ölür ve hayat buluruz”. Ne oluyor? İşte reenkarnasyon oluyor. Biz “ve mâ nahnu bimeb’ûsîn” “biz bâs olunacak değiliz”. Yani o sizin dediğiniz gibi bu dünya yok olacak, işte bu şeyler değişecek, yeniden bizim vücudumuz topraktan yaratılacak, ruh gelip onun içine girecek
– Yunus Hoca : Hesap vereceğiz
– A.Bayındır : Ya hey hat! Ya bırak Allah’ını seversin öyle şey mi olur falan. “Hey hat hey hat”ın karşılığı da o yani.
– F.Baylarov : Evet
– A.Bayındır : Bırak Allah’ını seversin ya aman, kiminle kafa buluyorsun demek gibi birşey işte. Ondan sonra diyorlar ki “in hüve ilâ raculun ifterâ alâllâhi keziben” “bu bu adam Allah’a yalan iftirasında bulunan bir kişiden başka birşey değildir”. Bak Allah’ı inkar yok. Şimdi bu şeyde “ve mâ yuhlikunâ ileddehr” (45/24) diye bir ayet daha var şeyde
– Yunus Hoca : Casiye Suresi
– A.Bayındır : Casiye suresi, aynı ibarelerle. Şimdi bizim gelenekte “dehriyyûn” diye bir grup oluştururlar kendi kafalarında, bunlar Allah’a inanmazlar, “dehrî”ler. Ya Allah’ını seversen inanmayan birisi “in hüve ilâ raculun ifterâ alâllâhi keziben” der mi? Bu adam Allah’a yalan… “Dehrî” kelimesi burada geçmiyor. Burada geçmesine gerek yok ki. Bu işte benzeri ayet burda var, öbür tarafta da var, “nemûtu ve nehyâ” meselesi. Şimdi bizim, yani İslam, İslamî İlimler dediğimiz bu geleneğin çok ciddi manada elden geçirilmesi gerekiyor ve tashihi gerekiyor. Bu gelenekle bir İslam düşüncesinin oluşması, İslam’ın herhangi bir insana anlatılması mümkün değil. Çünkü işte görüyorsunuz, öyle bir düşünce ki şeyden çok çok daha geri. İslam öncesi Mekke’den çok çok daha geri bir düşünce, bununla ne yapabilirsiniz? Evet devam et.
– F.Baylarov : Hocam isterseniz Mekke müşriklerinin melek inançlarına da değinelim.
– A.Bayındır : Tamam, değin değin.
– F.Baylarov : Bu reenkarnasyon konusuna bu ders haftaya devam edecekse tekrar dönebiliriz.
– A.Bayındır : Yok yok, ben bu kadar yani.
– F.Baylarov : Tamam.
– A.Bayındır : Bu kadar, daha fazla şey yapmayacağım.
– F.Baylarov : Tamam. Müşrikler melekleri dişi olarak tasavvur ediyorlardı. Bununla ilgili olarak Saffat Suresi’nin 149-151’inci ayetlerine bakalım. 37’nci sure.
– Yunus Hoca : Kaçı?
– F.Baylarov : 149-151’inci ayetler.
– Yunus Hoca : 450
– F.Baylarov : 450’nci sayfa. “festeftihim elirabbikelbenâtü velehumulbenûn. Em halagnâlmelâikete inâsen ve hüm şâhidûn. Elâ innehüm min ifkihim leyegûlûn” “Putperestlere sor, kızlar rabbinin de erkekler onların mı? Yoksa biz melekleri onların gözü önünde kız olarak mı yarattık?”
– A.Bayındır : Ya bu putperest demeyelim, müşrik diyelim. Çünkü putperest kelimesi olayı başka tarafa çekiyor.
– F.Baylarov : Evet hocam bunu ben hemen düzeltiyorum.
– A.Bayındır : İnsanların zihni, zannediyor ki insanlar taşa toprağa tapar. Yok kardeşim taşa toprağa kimse tapmaz. Ama orada bir ruhaniyet düşündüğü için şey yapıyor. Bugün tarikatçılar ellerine fotoğraf alıp rabıta yapıyorlar da fotoğrafa mı yapıyorlar rabıtayı. O fotoğrafla şeyhlerini zihinlerinde canlandırdıkları için yapıyorlar, aynı şey değişen birşey yok. Yani puta tapmalarıyla aynı şey. Evet.
– F.Baylarov : “Dikkat edin kesinlikle yalan uydurup söylüyorlar, Allah doğurdu diyorlar. Onlar şüphesiz yalancıdırlar”. Sonra Zuhruf Suresi’nin 19’uncu ayetine bakalım bu konuyla ilgili olarak. 43’üncü sure 19’uncu ayet.
– A.Bayındır : “veledallâh” “Allah doğurdu” mu yoksa “Allah çocuk sahibi oldu” mu?
– F.Baylarov : Burada…
– Yunus Hoca : “veledallâh ve innehüm lekâzibûn” (37/152)
– A.Bayındır : Evet, çocuk sahibi oldu.
– Yunus Hoca : 489’da Zuhruf
– F.Baylarov : Zuhruf 19’uncu ayet, 489’uncu sayfa mı? Evet. “vece’alülmelâiketellezîne hüm ‘îbâdürrahmâni inâsen eşehidû halgahüm setüktebu şehâdetühüm ve yuselûn” (19/489) “Onlar Rahman’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler? Onların bu şahitlikleri yazılacak ve sorguya çekileceklerdir”. Sonra yine o, bunların melekleri dişi olarak tasavvur etmeleri ile ilgili…
– A.Bayındır : Burada benim hep aklıma gelen birşey vardır. Şimdi bunlar meleklere dişi diyorlar. Siz de, melekler de insanlara hep erkek deseler. İnsanların hepsi erkektir deseler. Söyledikleri yanlış olmaz mı?
– F.Baylarov : Evet.
– A.Bayındır : O zaman bu meleklerin içerisinde erkek dişi var mı yok mu meselesi ayrı. Allah çünkü herşeyi çift yarattığını bildirdiğine göre. Yani bir insan cinsine hep erkek dediğin zaman yanlış olacağı gibi, melek cinsine de hep dişi dediğin zaman yanlış olur. Bu melekler içerisinde erkekli dişili olmalarına bir engel teşkil etmez. Evet.
– F.Baylarov : Son olarak Necm suresinin 27’nci ayetine bakabiliriz bu konuyla ilgili olarak. 53’üncü sure 27’nci ayet.
– Yunus Hoca : 526
– F.Baylarov : 526’ncı sayfa. “innellezîne lâ yu’minûne bilâhireti leyusemmûnelmelâikete tesmiyetelünsâ” (53/27) “Ahirete inanmayanlar meleklere dişilerin adlarını takıyorlar”. Yani buradan da o sonucu çıkarabiliyoruz yani. Onları yine dişi olarak görüyorlar.
– A.Bayındır : E bizde de mesela hiç erkek adı var mıdır melek?
– Fatih Hoca : Melek ismi hep kızlara verilir.
– F.Baylarov : Kızlara verilir.
– A.Bayındır : Yani hiç duydunuz mu erkek adı olarak melek kullanıldığını.
– Yunus Hoca : Var, Rıdvan var.
– F.Baylarov : Yok yani melek ismi.
– A.Bayındır : Melek, melek.
– Yunus Hoca : Melek değil ama melekler..
– F.Baylarov : Melek hanım var, melek bey yok.
– Yunus Hoca : Melek olarak yok ama Rıdvan, Cebrail falan onlar
– A.Bayındır : Mesela Cebrail var batıda da var Gabriel diyorlar.
– F.Baylarov : Tabi Gabril
– A.Bayındır : Gabril diyorlar. Ondan sonra Maykıl diyorlar Mişel diyorlar, Mikail. Azrail var mı Azrail?
– F.Baylarov : Batıda Rıdvan var mı bilmiyorum.
– A.Bayındır : Bizim fakültede bir tane Azrail var galiba, ben öyle, Azrail adında bir talebe var galiba. Var değil mi? İlginç olan Azrail diye bir melek yok. Azrail diye bir melek yokken 4 büyük melekten birisi Azrail diye müslümanlara inandırılır. Kur’an-ı Kerim’de ölüm meleği var. Ama Azrail, Arapça’da Azrail diye bir kelime yok zaten. Evet devam et.
– Yunus Hoca : Tevrattan geçtiğini…
– A.Bayındır : Hadislerde de yazmaz. Tevrattan geçtiği söyleniyor.
– F.Baylarov : Hocam benim Mekke müşriklerinin Allah, ahiret ve meleklerle ilgili inançlarına ilişkin çalışmam bu kadardı. Burada…
– A.Bayındır : İşte melekleri Allah’ın kızları kabul ettikleri için onlar Allah’ın kızlarıyla Allah’a ulaşıyorlar. Fakat enterasan taraf kendileri kızlardan hoşlanmıyor. Yani birisinin kızı olduğu zaman yüzü simsiyah oluyor, bunu kabul etmek istemiyor ama Allah’a kızı mal etmekte de bir sakınca görmüyor yani. Dolayısıyla burada da o nasıl bir psikoloji onu da anlamak lazım. Şimdi Mekkeli’ler Allah’ın kızı diyerek putlarını yani tanrılarını, Allah’ın kızlarını tanrı yapıp Allah’la kendi aralarına koyuyorlar, bunlar vasıtasıyla kolayca ulaşırız diyorlar. Peki bu konuda kendilerinde herhangi bir belge var mı? Böyle birşey yok.
Hristiyanlar İsa (a.s.)’ı Allah’ın oğlu diyerek, O’nunla Allah’a ulaşmaya çalışıyorlar. Peki İsa (a.s.) böyle birşey söylemiş mi? O da yok. Ve zaten kendileri de diyor ki üçüncü asıra kadar İsa gerçek anlamda bir peygamber ve bir insan sayılırdı. Ondan sonra biz onu tanrı yaptık diyorlar. Şimdi, biraz önce Abdülkadir Geylanî diye bahsettik bakın bu zatlarda çok büyük bir ihtimalle daha sonra İsa (a.s.) gibi yani şey yapılmış, yeni rollerle bezenmiş insanlar olabilirler, büyük bir ihtimalle.
İnsanlar zihinlerinde oluşturuyorlar işte. Peygamberimiz (s.a.v.)’i nasıl Hakkikat-i Muhammediye diyerek tanrılaştırıyorlarsa, sahabeleri de değişik şekillerde tanrılaştırıyorlarsa, yapıyorlar insanlar. Dünyanın en güzel sömürüsü, yani insanlar en iyi şekilde din kullanılarak sömürülür. Tarık-î müstakîm üzerinde oturuyorlar, doğru yolun üstünde oturuyorlar, orada bir teşkilat kuruyorlar, geleni gideni soyuyorlar. En güzel soygun yapılır. Dini kullanarak soygun yapıyorlar. Bu şeytanın temel işidir. Peki çok teşekkürler.
– Yunus Hoca : Bu Mekke müşrikleri bir bütün olarak mı yani hepsi mi ahireti inkar ediyorlar yoksa bir bölümü mü?
– A.Bayındır : Bak bu soru güzel bir soru. Ben de az önce şey yapacaktım yani.
– Yunus Hoca : Yani Fatih’in mikrofonu açık mı?
– A.Bayındır : Bu kayboldu yani
– F.Baylarov : Ben o soruyu Fatih Yıldırım sormuş da Konya’dan, özellikle okumadım. Şeyden dolayı Fatih Hoca konuşmasını sonlandırsın diye. Belki o kendiliğinden cevaplanır.
– A.Bayındır : Şimdi bak bir saniye.
– F.Baylarov : “Allah inancı olan bir toplumda ahiret inancının olmaması anormal bir durum değil mi?” Fatih öyle soruyor.
– A.Bayındır : Şimdi bak diyor ki “amme yetesâelûn. ‘Anin nebeil azîm. Ellezî hüm fîhi muhtelifûn” (78/1-3)
– F.Baylarov : Demek ki herkesin…
– Yunus Hoca : Hepsi değil yani
– F.Baylarov : Hepsi değil
– A.Bayındır : Yani içlerinde ahirete inanan da olduğu belli yani. Bazıları kabul ediyor, bazıları etmiyor. Çünki İbrahim (a.s.) inancı var yani orada.
– Katılımcı : “hâulâi şufaâne ‘îndallâh” (10/18) derken kıyamet de demek doğru mu?
– A.Bayındır : Yok, onlar “şufaâne ‘îndallâh”da bizim yani bunlar aracılığıyla Allah’a ulaştırdığımız isteklerimizi Allah kabul eder manasında. Yani şimdi başbakana ben gidemiyorum ama bir arkadaşım var o başbakana götürür kabul ettirir. İşte biz de Allah’la ilişkide bulunamıyoruz ama bu melek gider kabul ettirir. O günki ihtiyaçlarıyla ilgili daha çok söylüyorlar. Ama ahiret de uzak değil yani. Onu da düşünmüş olmaları mümkün. Evet peki Fatih Hoca
– F.Baylarov : Hocam mikrofonu yaklaştırmanızı söylüyor arkadaşlar.
– A.Bayındır : Abdurrahman evet. Dr. Abdurrahman Yazıcı
– F.Baylarov : Yaklaştır iyice
– A.Bayındır : Bizim içimizde en hararetli olandır, çünkü bak şekilde görüldüğü gibi uzunca süredir kısa kollu giyiniyor.
– Yunus Hoca : Yazın ne yapacak onu merak ediyorum.
– A.Bayındır : Yazın ne yapacak onu düşünüyorum.
– A.Yazıcı : Yazın kapriyle geleceğim hocam, kısa pantolon.
– A.Bayındır : Evet Abdurrahman Yazıcı şeyle, miras konusunda çok güzel bir doktora yaptı. Şimdi bizim burada Yahya ile beraber Türkçe sitede gelen soruları cevaplandırıyorlar. Şimdi O’nu dinleyeceğiz.
– A.Yazıcı : Benim sunumum kısaca İslam öncesi cahiliye Arap’larında orucun olup olmadığıyla ilgili olacak. Bilindiği gibi Medine’de ve diğer yakın bölgelerdeki kabilelerde çok sayıda yahudi vardı. Yahudi kabilesi vardı. Yine aynı zamanda ticaret bölgesi olması sebebiyle çok sayıda çeşitli dinlerden tüccarların gidip geldiği yine biraz önce de bahsettiğimiz gibi Varaka Bin Nefvel gibi çeşitli hristiyanların bulunduğu bir bölge olması sebebiyle ve hristiyanlıkta ve yahudilikte de orucun olduğunu biliyoruz bu gayet açık. Hala ne kadar tahrif olmuş olursa olsun hala oruç var. Ve muhakkak ki Mekkeli’ler bunlardan duymuşlardı. Yani biliyorlardı. Ancak bu sadece duymakla sınırlı bir şey miydi? Yani onların oruç, ya da oruç tutuyorlar mıydı? Bundan farklı olarak. Şimdi bununla ilgili en güvenilir kaynağımız da hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim. Çünkü konuyla ilgili araştırma yapan uzmanlar cahiliye dönemi şiirlerinde bu konuda bilgi olmadığını söylüyorlar. Yani İslam öncesi Arap’ların oruç tutup tutmadığıyla ilgili net birşey bu şiirlerde bulunmadığını belirtiyorlar. İlgili ayetlere bakacak olursak. Bakara suresi 183’üncü ayete:
“yâ eyyühellezîne âmenû kütibe aleykümüssıyâmu kemâ kütibe alâllezîne min gabliküm le’alleküm tettegûn” (2/183) “Müminler oruç size farz kılındı. Nitekim sizden öncekilere de farz klınmıştı. Belki kendinizi korursunuz”.
Yani buradan daha önceden devam edegelen Hz.İbrahim’den Hz.İsmail’den beri devam edegelen bir gelenek olduğu yine yahudilerde ve hristiyanlıkta orucun bulunduğunu biliyoruz. Yine bu ayet de açıkça gösteriyor zaten. Ancak hiçbir sahabe bu ayet inzar olduktan sonra Peygamberimize gelerek Ya Muhammed bu “siyâm” nedir diye soru sorduklarına ilişkin herhangi bir rivayet yok.
– Yunus Hoca : Yani sadece oruç için de geçerli değil tabi o değil mi? Yani namaz için de zekat için de hiçbir ibadetin tarifi yapılmıyor. Yani sorusu gelmiyor Peygamberimize.
– A.Bayındır : Bu çok önemli birşey.
– Yunus Hoca : Nasıl bir şey bu?
– F.Baylarov : Yani şey yok “menâsikenâ”, göster
– Yunus Hoca : O olay yok yani
– A.Yazıcı : Yani evet
– Yunus Hoca : Hepsi biliniyor, namaz kıl dedi mi anlıyorlar ne olduğunu, zekat ver dedi mi anlıyor, oruç tut dedi mi anlıyor, hiçbir problem yok.
– A.Yazıcı : Bu şekilde bir oruç mefhumu…
– A.Bayındır : Hatta zekatla ilgili birtakım şeyler de var yani onlar mesela bu Allah için bu bizim için dedikleri, Allah için dedikleri de bir zekat malı olmuş oluyor.
– Yunus Hoca : Gibi yani
– A.Bayındır : Tabii
– Katılımcı : Bir de şey var çok meşhur bir hadis var bedevi Peygamber efendimize ibadetleri soruyor hepsinde tamam diyor hiç ayrıntı istemiyor
– Yunus Hoca : Nasıl yok yani işte nasıl
– A.Bayındır : Anlatıldığı zaman hemen anlıyor, anlayabiliyorlar. Burada şunu, mutlaka olması lazım yani. O Mekkeli’ler orucun ne olduğunu biliyor olmaları lazım. Namazı biliyor olmaları lazım, haccı zaten biliyorlar. Zekatı biliyor olmaları lazım ki bu tespitiniz çok güzel gerçekten, sormuyor hiç bu da ne? Mesela abdestle ilgili de hiç sormuyor bu da nedir diye. Bunlar o toplumda zaten bilinen şeyler olması lazım.
– Fatih Hoca : Bir kere…
– A.Bayındır : Ama maalesef bizde bilinmiyor. Mesela Kur’an-ı Kerim’de o kadar çok ayet olmasına rağmen namazın Adem (a.s.)’dan beri bütün peygamberler tarafından aynı şekilde kılınan namaz olduğu bilinmiyor. Peygamberimizin hadislerinde işte Cebrail (a.s.) “Ya Muhammed işte bunlar senin ve senden önceki peygamberlerin namaz vakitleridir, namaz bu iki vaktin arasındadır” demesine rağmen namaz vakitleri de aynı, o da bilinmiyor. Yani enteresan. Böyle olduğu zaman diğer din mensuplarıyla ilişkilerimizde de sıkıntılar ortaya çıkıyor.
– Katılımcı : Anlaşılmıyor (1:21:40)
– A.Bayındır : Şimdi “salât” kelimesi hem dua manasına geliyor hem bizim bildiğimiz manada ibadet anlamına geliyor. Çünkü orada şeyde “tahhir beytiye littâifîne velâkifîne verrukke’îssucûd” (2/125) diyor. Bak tavaf eden başka, orada itikafa giren başka, rüku ve secde edenler başka. Bunlar birbirinden farklı ibadetler.
– Fatih Hoca : Mekke’de yine Mâûn Suresi’nde “feveylün lilmusallîne ellezîne hüm ‘ân salâtihim sâhûn ellezîne hüm yurâûn” (107/4-6) yani namaz kılıyorlar ama kıldıkları bu namazın Allah katında çok bir anlamı olmadığı ifade edilen bir grup. Kimdir bu? Bunlar Peygamberimizin etrafında yeni müslüman olmuş bir avuç müslüman için inmiş olamaz bu ayet.
– A.Bayındır : Tabi doğru.
– Fatih Hoca : Demek ki burada, tam bizim anladığımız anlamıyla namaz kılan bir gruptan bir kitleden bahsediliyor ama bu kıldıkları namazın Allah açısından bir anlamı olmadığı ifade ediliyor.
– A.Bayındır : Zaten şeyde de Müslim’de de bir hadis var yani cahiliye döneminde de namaz kılındığına dair. Ama bu konuda maalesef kaynaklarımızda yeterli bilgi yok. Yani siz bulabildiniz mi?
– Fatih Hoca : Namazla ilgili mi hocam?
– A.Bayındır : Namaz olsun, orucu bulamamışsınız. Yani işte Kur’an-ı Kerim’de var. Allah’a şükür hakikaten Kur’an-ı Kerim her konuda yapılacak araştırmaların en güvenilir kaynağı.
– Fatih Hoca : Şimdi bir de hocam yani şöyle düşünsek, bu örneği çok sık gündeme getiriyoruz ama anlamak için de bu örnek çok ufuk açıcı oluyor. Hakikaten yani bugün bizim ümmetimize, Muhammed ümmetine yüklenmeyen bu ısır yani gelecek bir peygambere güvenmek, onu tasdik etmek, ona yardımcı olmak görevi, bu yükümlülük bize verilmiş olsaydı ve bugün hakikaten mesela 2012 yılında İstanbul’a bir peygamber gelmiş olsaydı ve biz de hakikaten onun peygamber olduğuna inansaydık namaz kılın emri ona geldiğinde biz hiçbirimiz yani ne yapacağız ne edeceğiz abdest alacak mıyız böyle birşey ona sormazdık. Böyle bir sorma ihtiyacı hissetmezdik. Zaten kıldığımız namazı aldığımız abdesti alır kılardık. Ama aramızda hakikaten şekil olarak yine şey olan böyle sırıtan şeyler varsa bunu biz de düzeltirdik o da düzeltirdi zaten.
– A.Bayındır : İhtiyaç da yoktu onun düzeltmesine de zaten bildiğimiz birşey
– Yunus Hoca : O Kur’an-ı Kerim’de namazın çok detaylı bir şekilde bir ayette tarif edilmemesinin en büyük sebebinin bu olduğunu düşünüyorum işte. Yani herkes bu sorunun cevabını arıyor. Kur’an-ı Kerim’de namaz niye bir bütün olarak tarif edilmiyor?
– A.Bayındır : Yani ihtiyaç yok ki öteden beri herkesin bildiği birşey yani
– Yunus Hoca : Parça parça bir tarafta rükuya bir tarafta secdeye
– A.Bayındır : Yani benden gördüğünüz gibi değil.
– Yunus Hoca : İşte o yanlışlara veya işte hiç bilmeyene öğretmek veya yanlışları düzeltmek amacıyla gösterilmiştir
– Fatih Hoca : Bunu biz bugün
– Yunus Hoca : Bilinmeyeni öğretmek anlamında değil
– Fatih Hoca : Biz bugün de yapıyoruz yani
– Yunus Hoca : Tabi
– Fatih Hoca : Namaz kılmayı öğrenmek isteyen birisi tam anlamıyla
– Yunus Hoca : Aynen öyle
– Fatih Hoca : Ne yapıyoruz bilen birisini geçiriyoruz, bir öğrenciyi geçiriyoruz bak şöyle kıl
– Yunus Hoca : Abdest şöyle al, namaz şöyle kılınır
– Fatih Hoca : Şöyle yap diyoruz ve diğerlerine de diyoruz ki işte bak bunun gibi kıl.
– F.Baylarov : Bu meselenin teknik boyutu. Bu farklı birşey
– A.Bayındır : Bir de burada şunu da tamamlamak lazım. Bakara suresi 140 olabilir bakın siz yine 141 olabilir “seyegûlussufahâu minennâs” (2/142)
– F.Baylarov : 142
– A.Bayındır : Bakara 142. “O insanlardan sefih olanlar”, “sefih” ne demek, yani kendi kendisini değersizleştiren kişiler. Yani biliyorsun bu böyle olacak ama hala inat ediyorsun. Yani yazık, kendini bu kadar düşürme dediğimiz kişiler var ya bu kadar düşürme. “O insanlar şöyle diyeceklerdir” ki bunlar yahudiler Medine’deki:
“mâ vellâhüm ‘ân gıbletihimulletî kânû aleyhâ” “ya bunları döndükleri kıbleden hangi şey çevirdi” ne güzel işte onlar da ben öyle düşünüyorum yani camiye gidiyorduk onlar da Kudüs’e dönüyordu biz onlarla beraber ne güzel beş vakit namazı kılıyorduk. E şimdi onlar kıbleyi çevirdiler Kâbe’ye. Artık biz Kâbe’ye dönemeyiz. O zaman onlar oraya geldikleri zaman kimliklerini rahatlıkla da kaybedebiliyorlardı. Hani bugün de var ya biraz bizden taviz biraz sizden taviz, bir “İsevî Müslüman” diye bir tanım ortaya çıktı son zamanlarda. Kendi kafalarına göre bazı ayetlerden kırpıyorlar. İşte şu ayetler de çok ağırmış canım falan filan…
– F.Baylarov : Bir ortak payda da mı buluşsak?
– A.Bayındır : Ortak payda
– F.Baylarov : Diyalog, ortak payda
– A.Bayındır : Diyalog, ortak payda gibi şeyler. Onlar da işte bak ne güzel ortak paydamız vardı burda, biz de gelip aynı kıbleye dönüp namaz kılıyorduk. Şimdi ne oldu da bunları Kâbe’ye çevirdiler? Şimdi eğer oradaki Mekke, şeyler, Medine’deki bu insanlar müslümanlarla aynı namazı kılıyor olmasalardı bu sözü söylemezlerdi. Ondan sonra Allah-ü Teâlâ diyor ki;
“gul lillâhilmeşrigu velmağrib” “de ki doğu da batı da Allah’ındır”.
“yehdî men yeşâu ilâ sırâtın müstakîm” “Allah belirlediği kişileri, yani koyduğu kurala uyan kişileri doğru yola yönlendirir”. Siz uymuyorsunuz, siz orada kalırsınız. Evet.
– A.Yazıcı : Yine cahiliye döneminde orucun bilindiğine dair diğer bir delil de yine Kur’an-ı Kerim’den. İki ayet sonra Bakara suresinin 185’inci ayetinde.
“şehru ramazânellezî ünzile fîhilkur’ânu hüden linnâsi ve beyyinâtin minelhüdâ velfurgân femen şehide minkümüşşehre felyesumhu” “Ramazan Kur’an’ın indirildiği aydır. İnsanlara doğruyu gösteren ve doğruyu yanlıştan ayıran bilgiler halindeki Kur’an’ın sizden kim Ramazanı yaşarsa onu oruçlu geçirsin”. Buradaki ramazan kelimesinin de türediği kelime olan ramd kelimesi çok sıcak anlamında. Yine İbn-i Manzur Lisan-ül Arap’ta buna bu şekilde mana veriyor. (Lisânu’l-‘Arab: 1/1224-1225) Yani o susuzluktan, oruçlu olan kimsenin o şeyinin karnının şey olması…
– Yunus Hoca : Yanması mı abi?
– A.Yazıcı : Yanması. Yani bu ramazan kelimesi bu Arap’lar tarafından da biliniyor demek ki bu ramazan ayının oruç tutulan bir ay olduğunu çıkarabiliriz açıkça.
– A.Bayındır : Benim şimdi şu aklıma geldi. Hani bizim siyer kitaplarında geçiyor ya
– Yunus Hoca : Siyerci yok.
– A.Bayındır : Abdullah nereye gitti, kayboldu siyerci neyse. Şimdi siyer kitaplarında Peygamber (s.a.v.)’in ramazan ayında itikafa çekildiği şey yapılıyor. Niye ramazan ayı da başka bir ay değil?
– Yunus Hoca : Peygamberlikten önce
– A.Bayındır : Peygamber olmadan önce çünkü peygamber olmadan önceki haliyle ilgili Allah-ü Teâlâ ne diyor;
“mâ künte tedrî mâalkitâbu velelîmân” (42/52) “sen bu şekildeki bir kitaptan ve bu imandan haberin yoktu senin”, sen bunu bilmiyordun ki. Dolayısıyla Peygamberimizin bu konuda hiç bilgisinin olmadığı Kur’an’da sabit olduğu döneminde niye ramazan ayında Hira’ya çekiliyordu da ve o ayı ibadetle geçiriyordu ramazan ayını? Dolayısıyla burada yine çok ciddi bir takım bilgi, yani bize ulaşmayan bir takım bilgilerin olduğu ortaya çıkıyor.
– A.Yazıcı : Hatta hocam, Muhammed Hamidullah siyerinde sadece Peygamberimizin değil Abdulmuttalip’in ve diğer bazı müşriklerin de itikafa çekildiğini, bu ramazan ayında, belirtiyor hocam.
– A.Bayındır : Tamam işte niye çekiliyorlar? Ve Peygamberimiz de biliyorsunuz ramazanın son on gününü hep itikafla geçirmiştir. Yani namaz, oruç farz olduğu günden itibaren itikafla geçirmiştir.
– Yunus Hoca : Siyercimiz geldi hocam
– A.Bayındır : Evet. Neyse geçti artık.
– Yunus Hoca : Geçti mi?
– A.Bayındır : Geçti
– A.Yazıcı : Yine cahiliye döneminde şehri mudar, recebül esam olarak da isimlendirilen ve içinde putları ziyaret edip atire kurbanı kestikleri recep ayında oruç tuttukları, işledikleri bir günaha kefaret olmak üzere veya kıtlık tehlikesine karşı bir şükür orucu da tuttukları yine belirtiliyor çeşitli kaynaklarda.
– A.Bayındır : Müşriklerin mi? Müşrikler mi tutuyorlarmış?
– A.Yazıcı : Evet hocam
– A.Bayındır : E demek ki varmış yani
– A.Yazıcı : Yine İbn-i Hacer İklime’den nakledilen şu rivayeti işittiğini kaydeder; “İklime’ye bu hususta sorulunca demiştir ki kureyş cahiliye devrinde bir günah işledi. Bu onların çok ağırlarına gitti onlara aşure orucu tutun bu günahınıza kefaret olur denmiş”. Yani onlar kefaret olarak da veya çeşitli durumlarda, şükür olarak da oruç tuttuklarını görüyoruz.
– Yunus Hoca : Bu ramazan orucu zaten farz kılınana kadar müslümanlar da aşure orucunu tutuyorlar.
– A.Yazıcı : Evet bir rivayet var onunla ilgili. Hatta Buhari’de yer alan bir rivayet. Bununla ilgili birkaç tane rivayet var ama ben bir tanesini aldım. Aişe (r.a.)’tan Aişe validemizden rivayet ediliyor. İsterseniz direkt şeyini okuyayım. “Aişe şöyle demiştir: Kureyş cahiliye devrinde aşure günü oruç tutarlardı”. Buhari Siyam 1.
– A.Bayındır : E buyurun işte bak aşure günü oruç tutarlardı. Buhari’de geçiyor hem de
– A.Yazıcı : Evet, evet.
– A.Bayındır : Demek ki oruç varmış.
– A.Yazıcı : Sonra Rasulullah Medine’ye gelince insanlara bu aşure orucunu tutmayı emretti. Bizde şey diye geçiyo hocam Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra aşureye başladı. Yahudi ve Hristiyanları görerek.
– A.Bayındır : Deniyor
– Yunus Hoca : İki rivayet var.
– A.Yazıcı : Peki Abdullah bin Abbas’tan bir rivayet var, genelde o kabul ediliyor. Sonra Rasulullah…
– A.Bayındır : Yalnız şimdi Abdullah İbn-i Abbas Mekke’de yaşayan birisidir. Peygamberimizin Medine’deki ilk günlerini bilmez ki o. Mekke’de yaşayan bir zattı o. Sonra en son hicret edenlerden değil mi o?
– A.Yazıcı : O babası Abbas hocam. Bu Abdullah bin Abbas çok daha küçük.
– A.Bayındır : İşte onu diyorum yani. Mekke’de yaşayan birisidir. Peygamberimizin vefatı sırasında 17 yaşlarında filandı yanlış hatırlamıyorsam.
– A.Yazıcı : Evet hocam 17 yaşındaydı.
– A.Bayındır : Evet yani Mekke’de de babasıyla birlikte yaşayan birisiydi o. Evet belki babasından erken hicret etmiş olabilir ama onu şu anda tam hatırlamıyorum. Fakat o şeyin, Medine’nin ilk yıllarını bilmez o. Evet
– A.Yazıcı : Sonra Rasulullah Medine’ye gelince insanlara bu aşure orucunu tutmayı emretti. Nihayet ramazan orucu farz kılınınca, bu hicretin ikinci yılında farz kılınıyor, Rasulullah “aşure orucunu tutmak isteyen onu yine tutsun isteyen de yesin” buyurdu.
Yine cahiliye döneminde sükut orucu denilen bir orucun da tutulduğu belirtiliyor. Cahiliye Arap’ları bir gün boyunca hiç konuşmazlar ve bunu bir ibadet sayarlardı. Hz. Peygamber “bir gün bir geceye kadar sükut etmek yoktur” buyurarak bu adeti yasaklamıştır.
– A.Bayındır : Bu da Hz. Zekeriya’da var biliyorsunuz. Yani sükut orucu.
– Katılımcı : Hz. Meryem’de var.
– A.Bayındır : Meryem’de var evet.
– A.Yazıcı : Yine Hz. Ebubekir de Zeynep adlı bir kadının sükut orucu tuttuğunu görmüş ve “bu iş cahiliye fiillerindendir” diyerek kendisini uyardığı anlaşılıyor. Yani sonuç olarak ramazan orucu farz kılınana kadar orucun müşrikler tarafından bilindiği, genel olarak bilindiği, ve bu şekilde tutulduğunu da söyleyebiliriz.
– A.Bayındır : Şimdi burada şu aklıma geldi. Yani az önce sen de naklettin. Cahiliye döneminde itikaf var. İşte Peygamberimizde de itikaf var. Fecr suresinde de “veleyâlin aşrin” (89/2) diyor Allah-ü Teâlâ. On gece. Şimdi bu on gece de en yakın ihtimal ramazanın son on gecesi olması. En yakın ihtimal o olması. O zaman bunlar demek ki bilinen şeyler olduğu için belki Cenab-ı Hakk tarafından açıklanmamıştır.
– Fatih Hoca : Şeylere baktığımızda da hocam, mesela abdestle ilgili ayetlere baktığımızda…
– A.Bayındır : Mikrofonu al
– Fatih Hoca : Abdestle ilgili ayetlere bakıldığında şayet öncesi olmasaydı müslümanların uzunca bir süre abdestsiz namaz kıldığını mı düşünecektik yani? Bu ayetler yok.
– Yunus Hoca : Hep sorulan soru zaten
– Fatih Hoca : Nisa ve Maide Suresi’nde şeyler, abdestle ilgili iki ayet. Bakıyoruz Medine dönemindeki ayetler bunlar ama o Medine döneminde…
– A.Bayındır : Mekke’de de abdest alıyor tabi Peygamberimiz (S.a.v.)
– Fatih Hoca : Medine’de, Medine’ye hicret edinceye kadar bu insanların abdestsiz namaz kıldığını, cünüp gezdiğini düşünemeyeceğimize göre uygulamalar vardı ve Kur’an-ı Kerim de ilgili bu ayetle işte tasdik etmiş oldu bize. Diyoruz ya hani pekçok ayeti tasdik ediyor diğer şeyleri
– A.Bayındır : Hani bir rivayet vardır Peygamberimiz işte organlarını birer kere yıkadı dedi ki “hâzel vudûun leyekûlûnallâhussalâte illâ bihî” “bu bir abdesttir ki Allah bu olmadan namazı kabul etmez”. İki kere yıkıyor diyor ki bu sevabı iki kere olandır. Üç kere organlarını yıkadığı zaman da diyor ki “hazâ vudûî ve vudûil enbiyâi min kablî” “bu benim ve benden önceki peygamberlerin aldığı abdesttir” diyor. Dolayısıyla hani bu…
– Yunus Hoca : Tarihe geçmiş
– A.Bayındır : Tarihe vurgu yapıyor tabi. Ve son derece çok tabii birşey bunlar. Sonra neden…
– Yunus Hoca : İşlemiştik dün akşam.
– A.Bayındır : Neden diyor ki… Dün akşamı çok zevkle anlatıyordun gördüm.
– F.Baylarov : Sitede güzel bir hadis var çok güzel bu konuyla ilgili.
– A.Bayındır : E oku o zaman oku öyleyse daha iyi
– F.Baylarov : Yani tamamını okuyamayacağım da şöyle bir, sizin okuduğunuz hadisleri vermiş sonra bu İlmace ve Ahmed bin Amel de geçiyor hadiste görüldüğü gibi Peygamberimiz bu benim ve benden önceki resullerin abdestidir dediğine göre abdestin Mekke’de biliniyor olması ve namazların abdestli olarak kılınmış olması gerekir. Fakat abdest ayetinin daha sonra inmesi sebebiyle bu bilgiler bize ulaşmamış olabilir.
– A.Bayındır : E ulaşmış. Ulaşmasaydı o hadisi nereden şey yapacaktık.
– F.Baylarov : Evet, evet
– A.Bayındır : Evet. Yani bir de şey işte bu az önce hani “en tahhira beytiye littâifîne velâkifîne verrukke’îssucûd” (2/125) diyor. “Benim evimi tavaf edenler, orada kalanlar, rüku ve secde edenler için temizleyin” dendiği zaman, tabii ki oraya girenler de temizleniyor, temizlenmeden olmaz ki. Evet.
– Fatih Hoca : Ben de birkaç birşey söylemek istiyorum. Ehl-i kitapla ilgili Mekke’de.
– A.Bayındır : Şimdi benim en çok merak ettiğim kısım burası zaten
– Fatih Hoca : Medine dönemine dair evet ehl-i kitapla ilişkiler çok yoğun bir şekilde bizim siyer kitaplarımızda da incelenir. Tefsirlerde de vardır. Ancak Mekke döneminde bize anlatıldığı şekliyle ehl-i kitap diye bir şey yoktur yani mefhum yoktur. Yani orada sadece bütün polemikler Mekkeli müşriklerledir. Oysa Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine bakıldığında Mekke’de bir grup var. Bir insan var, bir grup insan var ve bunlar Tevrat ve İncil okuyorlar. Bununla da kalmıyor Yüce Allah Peygamberimize sürekli onlara gerekirse sorabileceğini, onlara gerekirse danışması gerektiğini, onları referans olarak gösteriyor. İlk basamakta Varaka bin Nevfel diye bir şahsiyet var. Peygamberimize ilk vahiy geldiğinde Hz. Hatice annemizin Peygamberimizi alıp götürdüğü kişi. Bizim hadis kaynaklarımızda bu kişi için hristiyan olduğu, daha sonra hristiyan olduğu, İncil’i orijinal diliyle okuduğu ve hatta orijinal diliyle yazdığı, başkalarına da öğrettiği, Peygamberimize gelen ilk vahyi dinledikten sonra çok yerinde tespitlerde bulunduğu, işte sana gelen namustur, namus-u ekberdir diyerek Cebrail’e atıfta bulunduğu, bunun bir vahiy olduğunu, endişelenmemesi gerektiğini, ciddi bir mücadele ile karşı karşıya geleceğini ve hatta genç yaşımda olsaydım sana yardım etmeyi çok isterdim gibi hayıflandığını Hz. Aişe’nin ağzından biz hadis kitaplarında görürüz. Bununla mı kalıyor? Hayır, bununla da kalmıyor. Mesela Nahl Suresi’nde bir ayet var. 103’üncü sure Nahl suresinin 103’üncü suresi 16/103
– F.Baylarov : Ayeti
– Fatih Hoca : 103’üncü ayet. Diyor ki “velegad na’lemu ennehüm yegûlûne innemâ yuallimuhu beşer lisânullezi yulhidûne ileyhi a’cemiyyun ve hâze lisânun arabiyyun mubîn” (16/103) Burada bir vakıanın tespiti var Allah tarafından, bir teyidi var. O vakıa da şu yani Peygamberimiz Mekke’de anadili Arapça olmayan bir insan veya bir grup insanla kesinlikle görüşüyor olmalı ki bu ayet iniyor. Diyorlar ki işte “birilerinden öğreniyor geliyor size bu defa onları anlatıyor” diyorlar. Yüce Allah da diyor ki “böyle dediklerini biliyoruz ancak o senin konuştuğun, kendisiyle irtibat halinde olduğun kişinin dili başka bir dil. Oysa sana gönderdiğimiz bu kitap Arapça bir kitap”. Şimdi şöyle düşünsek bugün dini konularda herhangi bir altyapısı olmayan ve kırk yaşında olan birisi bugün içimizden Allah’ın peygamberi seçilmiş olsa ve son peygamber Hz. Muhammed olmasa böyle birşeyi düşünsek. Şimdi bu konularda derinleşmemiş bir kişinin yapacağı ilk iş Kur’an-ı Kerim’i okuyan insanlarla irtibata geçmek olur.
– A.Bayındır : Doğru
– Fatih Hoca : Yani bu çok doğal bir ihtiyaç. Yani birileri evet sen Allah’ın peygamberisin diye onu bu konuda hakikaten o tereddütlerini giderdikten sonra bu insanın yapacağı ilk iş o zaman ben bugüne kadar inen kitapları görmeliyim. Onlar hakkında bilgi edinmeliyim der ki Peygamberimizin bu hareketi çok doğal bir hareket olmalı Mekke’de. Kim var, elinde kim var bu kitapları olan kim varsa ona gidiyor. Nitekim bu ayetin tefsirinde, bizim tefsirlerimizin hemen hemen hepsinde var. Diyorlar ki Mekke’de bir grup insan vardı ve bu insanlar Arap asıllı da değildi. Rum asıllı bir grup insan vardı. Bu insanlar Mekke’de bazı şey işleriyle uğraşır, zanaat işte kılıç yapımı silah yapımı gibi Mekkelilerin çok fazla uğraşmadığı alanlarda uzmanlaşmış kişiler. Ve bunlar İncil okurlardı. Kendi aralarında İncil’i orijinal diliyle okurlardı. İşte bu ayet diyorlar tefsir kitaplarında bu Nahl suresinin 106’ncı Ayeti, Peygamberimizin bunlarla irtibatını ağızlarına dolayan bunun dedikodusunu yapan Mekkeli müşriklere cevaben indi. Cevaben indi diyor. Hakikaten de bu insanlar var mıydı? Mesela Muhammed Hamidullah da “İslam Peygamberi” isimli o eserinde neredeyse bunların sayısını verecek kadar, sayısını verir yani, şu kadar kişi şuradan gelmişti oraya yerleşmişti. Hatta işte bu Mekke’deki panayırlarda ağırlık olarak hep yahudiler gelir o panayırlara onlar hakim olurdu. Mekkeli müşriklerin bazı ilişkilerini bunlar yönlendirirdi. İşte Habeşistan’daki bu hükumetle Mekkeli müşrikler arasında çok sıkı temaslar vardı. Ziyaretler yapılır birbirleriyle gibi. Tüm bu bilgilerin dışında ayrıca Kur’an-ı Kerim’de Mekke’de indiği kesinlikle sabit olduğunu tespit ettiğimiz ayetler ki genel yapısı onu gösteriyor, sürekli bu insanlara atıfta bulunuyor. Mesela Peygamberimize diyor ki bir ayette Yunus 94;
“fein künte fî şekkin mimmâ enzelnâ ileyke fes’elillezîne yekraunel kitâbe min gablik” Yani “sana indirdiğimiz bu ayetlerde bir şüphen varsa kitap okuyanlara sor”. Bir başka ayette…
– Katılımcı : Senden önce kitap okuyanlar değil mi?
– Fatih Hoca : Senden önce ellerinde ilahi kitap olan. Başka bir ayette “bel hüve âyâtüm beyyinâtün fî sudûrillezîne ûtül îlm” (29/49) Yani “ezbere bilen, bu ayetler konusunda kitaplar konusunda bilgisi olan insanlar sana bu indirdiğimiz kitabın Allah’ın kitabı olduğunu iyi bilirler” anlamında. Başka bir ayette;
“Evelem yekun lehum âyeten en ya’lemehu ulemâu benî isrâîl” (26/197) Mucize isteyenlere cevaben diyor ki Yüce Allah, “İsrailoğulları’nın içerisindeki alimlerin sana bu inenlerin Allah’ın ayeti olduğunu bilmeleri onlar için yetmez mi bir mucize olarak?” Yani ümmi bir nebinin, okuma yazma bilmeyen bir nebinin kendilerinin bildiği, hatta bazen sakladığı gizlediği tahrif ettiği ayetleri senin onlara okuyor olman o alimler için o kitabı iyi bilenler için yeter değildir, hiç mucize gibi bir talepte bulunmasınlar. Bir başka ayette “fes’el benî isrâîl” (17/107) diyor
– Katılımcı : Numaralarını verelim mi?
– Fatih Hoca : “velegad âteynâ mûsâ tis’a âyâtin beyyinâtin” 17/101. “fes’el benî isrâîl” “İsrailoğullarına sor”. Başka bir ayette 17/107 yine aynı surenin “gul âmenû bihî ev lâ tu’minu innellezîne ûtulilme min gablihî izâ yutlâ aleyhim yehirrûne lilezgâni succeden” (17/107) yani kendilerine daha önce ilim verilmiş kimselerden bahsediyor ve bunların hepsi Mekke’de inen ayetler. Yani bunların dışında çok fazla şu şekilde ayetler var. Hz. İsa’nın hayatını anlatıyor, Hz. Meryem’den bahsediyor, Hz. Musa’dan detaylı bir şekilde bahsediyor ve tüm bu ayetler Mekke’de, bu sureler Mekke’de iniyor. Yani o zaman muhatap kim? Niçin Hz. Meryem’le ilgili bu kadar detaylı bilgiler, Hz. İsa’yla Hz. Musa’yla ilgili detaylı bilgiler Mekke’de uzun uzun anlatılıyor? Çünkü bunlar, bunları okuduğunda, bunları okuduğunda aklını kullanması gerektiği söylenen bir grup var Mekke’de. Bu insanlara hitap ediliyor. Ve deniliyor ki siz, şeyde Kasas Suresi’nde o ayeti isterseniz şey yapalım, 28/53 ve 54. Bu ayet çok önemli, Mekkî bir sure. “ellezîe âteynâhümülkitâbe min gablihî hüm bihî yu’minûn” (28/52) “Kendilerine daha önce kitap verdiklerimiz ona inanırlar”.
– F.Baylarov : Bu 52’nci ayet.
– Fatih Hoca : “Ve izâ yütlâ aleyhim” (28/53) “Kendilerine ayetlerimiz okunduğunda”, ayetler okunduğunda “gâlû âmennâ bihî” “biz ona inanırız derler”. İnnehulhaggu min rabbinâ” “bu gerçektir, rabbimizdendir”. “innâ künnâ min gablihî müslimîn” “kaldı ki biz zaten müslümandık derler bu insanlar”.
Böyle, bu tür insanlardan bahsediyor Mekke’de. Yani kendilerine ayetler okunduğunda, bu ayetleri duyduğunda, biz zaten buna inanıyoruz, kaldı ki biz zaten müslümanız. Sonra devamında diyor ki “ulâike yu’tevne ecrahüm merrateyni bimâ saberû” (28/55) “İşte bunlar iki kat mükafat alandır”. Zaten öncesinde düzgün bir hayat yaşayan insanlar kendilerine yeni bir peygamber geldiğinde de onu tasdik eder ve biz sana iman ediyoruz zaten biz müslümanız diyenler. Bununla ilgili bir rivayet mi vardı Enes Hoca? Sabah birşey hatırlatıyordun ya bana söylüyordun. Kim bunu kabul ederse ehl-i kitaptan, iki kat sevap alır diye.
– Enes Hoca : Hadis var evet.
– Fatih Hoca : Nasıldı o?
– Enes Hoca : Kendi peygamberine inanmış, bana da inanmış olan ehl-i kitaba iki katı var diye hadis var
– Fatih Hoca : Bu ayet de zaten onu tasdik ediyor ve bu ayet Mekke’de inen bir ayet.
– A.Yazıcı : Bu şunu da gösteriyor, orada ehl-i kitap az değildi.
– Fatih Hoca : Evet. E çünkü o kadar çok ehli kitapla ilgili ayet var ki Mekke’de inen surelerde. O kadar fazla. Yani bu konuda demek ki karşıda bir muhatap var. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamberimizin bir muhatabı var karşıda. Tüm bu ayetleri okuyor, onlarla irtibat halinde, hatta bu irtibat o kadar sıkı bir irtibat olmalı ki işte Nahl Suresi’nde bu defa dedikodular başlıyor. İşte gidiyor onlara takılıyor, onlardan öğreniyor, size öğretiyor diyor ve Allah da bu vakıayı kabul ediyor. Evet gerçekten böyle bir kişi var ama o söyledikleri bu şey iddia doğru bir iddia değil diyor. Dolayısıyla biz Kur’an-ı Kerim’i okurken ehl-i kitap kelimesi geçtiğinde bu insanlardan bahsedildiğinde hep zihnimiz Medine dönemine kayar. Medine döneminde bunlar vardı, orada yoğunluktaydılar, orada hep bu insanlarla irtibata geçildi, Mekke’de ehl-i kitap yoktu. Peki olmasının ne önemi var bizim için? Yani konumuzla ilgisi. Şunun için çok önemi var. Mekke’deki insanlar en azından aralarında ehl-i kitap varsa, ehl-i kitap varsa bu insanlar abdesti, namazı, orucu, haccı bilmeliler, yabancısı olmamalılar bu insanlar, çünkü aralarında bu tür insanlar var. Sorabilecekleri, sürekli gördükleri, müşahade edebilecekleri insan var. Yani zifiri karanlık bir ortam yok, aksine içlerinde Allah’a inanan ama şirk koşan veyahut Allah’a inanan şirk de koşmayan muvahit, ellerindeki ilahi kitapları okuyan bir ortam var. Ve velhasıl bugünkü durum ne ise bugün İstanbul’un göbeğinde şurada dini açıdan bir peygamberin gelmesini gerektirecek ortam ne ise o zamanki ortam da aynıydı. Bugün bir peygamber gelse İstanbul’da karşılaştığı herşey Rasulullah’ın Mekke’de karşılaştığının aynısı olurdu. Burada da…
– A.Yazıcı : Fark yok, kitap bozulmuş.
– Fatih Hoca : İşte o tahrif, işte o tahrif meselesi Abdullah Hocam tahrif meselesine de aslında şey yapmak lazım. Yani değinmek lazım, bir incelemek lazım, eğilmek lazım. O tahrif nasıl bir tahrifti? Hakikaten ekleme çıkartma anlamında bir tahrif miydi? Yoksa bugün bizim de yaptığımız bağlantıları kurmadan yine Kur’an’dan referanslar göstererek, işte Allah’ın hükmü budur dediğimiz ama aslında Allah’ın hükmünün o olmadığını tespit ettiğimiz gibi bir tahrif miydi? O da evet şey yapılabilir, üzerinde bir çalışılabilir.
– F.Baylarov : Hocam konu dışı sorular var iki tane, konuyla ilgili olan sorular da cevaplanmış oldu. İsterseniz…
– Yunus Hoca : Vakit yok zaten saat 1.
– F.Baylarov : Vakit de yok. Haftaya buna devam edecek miyiz, bu konuya farklı açılardan?
– Fatih Hoca : Kendi aramızda onu müzakere edelim.
– F.Baylarov : Tamam.
– Fatih Hoca : Çok teşekkür ediyoruz, ayağınıza sağlık, sağolun.