Günahlarla ilgili kavramları okuyorduk, büyük günahlardan başlamıştık. Bugün “hins” kelimesindeyiz. Kuranı kerimde iki yerde geçiyor bu “hins” kelimesi, bir tanesi Vakıa suresi (56. sure) birisi de Sad suresinde (38. sure). Vakıa suresinde geçen “hins” kelimesi, ahiretteki cehennemliklerin durumu anlatılırken ifade ediliyor. Bunların yaptıklarının yanlışlığı o kelime ile ifade ediliyor. Bir de Eyüp (as) ile ilgili olarak “hins” kelimesi geçiyor.
Bu kelime, doğru mana vermediğiniz zaman, bir takım yanlışların kapısını açmış oluyor. “Hins” kelimesinin sözlük anamı “bir insanın yanlış konuşması”dır. Yani “sözündeki yanlışlık”tır. Esas kök manası budur. Ya da“haktan batıla, batıldan hakka geçişlere” de, böyle oradan oraya meyil için de “hins” kelimesi kullanılıyor, ama “haksız konuşmalar” şeklindeki anlam daha uygun gözüküyor.
Mesela Müfredatta“hins” ile ilgili şöyle deniyor; mesela “vekanusırunealelhinsul azim”(2.19dak)için “elzem bu musim”diyor,“kişiyi isme sokan günah”. “Kişiyi isme sokan günah” ne demek? Yani kişiyi hayırlı şeylerden gerileten, iyilikler yapmasını yavaşlatan günah demek oluyor. Buluğa da “hins” dediğini ifade ediyor. Mesela çocukluk sırasında insanların olaylara bakışı ile buluğdan sonra bakışları arasında bir takım farklar olur. Buluğdan sonra daha çok menfaatlere göre bir takım yönelişler meydana gelir. Bir de buluğile birlikte insanlar“yukellef” olup yaptıklarının sorumluluğu altına girme durumuna gelmiş olurlar.
“Hins” kelimesi,“yeminden dönme” manasında da kullanılıyor. Dolayısı ile bütün bunların ortak noktası;“haksız davranış ve haksız söz” olmuş oluyor.
Şimdi bu ortak noktadan hareketle önceSad suresindeki ayeti kerimeye bakalım. Sad suresi/38 41. ayet; “Kulumuz Eyyub’u da an (onun hikâyesini de anlat). Rabbine şöyle yalvarmıştı; “Şeytan bana azapla dokundu (yani Şeytan bana öyle bir sıkıntı verdi ki) yerimden kalkamıyorum ve acı çekiyorum.”
“Nusb”, “bir yerde kalakalmak” manasına geliyor, bir de “azap, sıkıntı” manasına geliyor. “Şeytan bana öyle bir sıkıntı verdi ki Ya Rabbi yerimden de kakamıyorum, acı da çekiyorum.” diyor.
Burada nasıl mana vermişler (Diyanet Vakfı Meali)? “ Şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi…”
Tabi “nusb”, “yorgunluk” diye de tercüme edilebilir ama esası “bir yerde kalakalmak” anlamındadır. Allah-u Teâlâ burada bu söze karşılık diyor ki (38/42); “Ayağını yere vur (ayağınla yeri eşele). Bu, soğuk bir yıkanma suyu ve içecek.” Yani ayağını yere vurduğu zaman oradan demek bir su çıkıyor. Artık ya da ayağı ile yeri eşeliyor, oradan bir su çıkıyor.
“Ona ailesini bağışladık. Onlarla beraber bir o kadarını da bağışladık. Katımızdan bir ikram ve dik duruşlu olan,doğru karşısında eğilmeyen insanlar için de bir hatıra olmak üzere.”(38/43)
Birbirlerine anlatacakları bir şeyleri olsun. “Eyyup (as) böyle yapmış. Allah-u Teâlâ ona bunu bunu vermiş. Sen de sabredersen sen de neticede bu ikramlara kavuşursun” gibi bir öğütolsun.
“Eline bir tutam ot al, onunla da vur(Nereye vuracak onunla? Nereye vuracağını düşünün şimdi. Hasta olan kim? Eyyub (as). Bir su çıktı, “yıkanma suyu” dedi, “onunla yıkan” demedi orada değil mi? Oradan ne anlayacaksınız? Üstü kapalı olarak “yıkan” demiş oldu. Peki, bu otu ne yapacak? Bu otla da o ağrıyan yerlerine vuracak. Bunu yap.), haksız konuşma (ileri geri konuşma, günaha girme). Biz onu sabırlı bulduk. Ne güzel kuldur. Bu evvabtır(yani hata yaptığı zaman derhal hatasından döner).” (38/44)
Demek ki bu emri hemen yerine getirmiş oluyor. Yani “evvab” kelimesi ile “hatasından hemen dönmüş olduğu” görülüyor.
Dinleyici 1; Hocam oradaki “ileri geri konuşmama” en baştaki yani 41. ayetteki “yerimden kalkamıyorum” kısmına mı atıfta bulunuyor?
A.Bayındır; Bak hemen hissettin, anladın meseleyi.
Y.Şenol;Yani,Eyyup (as)’ın günahı ne idi?
A.Bayındır; Eyyup (as)’ın burada hatası ne? “İleri geri yanlış konuşması” nedir? Ne hissettin sen şimdi buradan ki hemen o tepkiyi gösterdin?
Dinleyici 1; Yani hareketsiz kalmak….
A.Bayındır; Tamam hareketsiz kaldı, doğru da, Rabbine yalvarıyordiyor ki; Ya Rabbi, Şeytan beni hareketsiz bıraktı ve bana azap verdi.”
Dinleyici 1; O zaman Şeytana uymuş demek ki.
Dinleyici 2; Ama ona azap veren Şeytan değil.
A.Bayındır; Evet, Şeytan bir insanı hareketsiz bırakamaz, azap veremez. Onun için burada bir yanlış konuşma yapmış oluyor Eyyup (as). Yanlış söz bu! “Yanlış konuşma, günaha girme” diyor. Bu işi Şeytan yapamaz. Bir insana sıkıntıyı Şeytan veremez. Azabı da veremez. “Bir yerde oturup kalma” yani “ben buraya çakıldım kaldım kalkamıyorum ve ıstırap çekiyorum”. Yani şöyle düşünün; hasta yatağında yatıyor, ıstırabı var, afedersiniz tuvalete bile gidemiyor adam. Ne kadar zor bir durum değil mi? “Beni bu hale Şeytan getirdi” dediğiniz zaman ne olur? Yanlış söylemiş olursunuz. İşte orada da Allah-u Teâlâ; “ileri geri konuşma, günaha girme” , “al şu otu vücuduna vur” demiş oluyor. “O soğuk su ile yıkan şu otu da vücuduna vur, o zaman iyileştiğini göreceksin.”
Dinleyici 3; Bir nevi böyle şeytan çarpması gibi bir şeylere baştan yok diyor.
A.Bayındır;Tabi,Şeytan çarpmasıgibi bir olay yok demiş oluyor burada. Zaten “nusb” kelimesi ile “azap” kelimesi bunu gösteriyor. Neden yok? Bununla ilgili ayetler var. Nisa suresi/4 78. ayet var.
Şimdi burada diyor ki Allah-u Teâlâ; “Nerede olursanız olun ölüm gelir sizi yakalar,sağlam kaleler içinde olsanız bile. Başlarına bir iyilik geldiği zaman “bu Allah’tan gelmiştir” derler, (burada müşriklerle ilgili olarak bu ifade kullanılıyor) başlarına bir kötülük geldiği zaman derler ki “bu da senin yüzünden oldu”.(Hani insanlar başlarına bir sıkıntı geldiği zaman birbirlerini suçlamaya başlarlar. “Bu senin yüzünden oldu. Buna sen sebep oldun, bunu sen yaptın falan” diye.)De ki; hepsi de Allah’tan gelir (iyiliği de veren Allah’tır, kötülüğü de veren Allah’tır).
Bir de bu ayeti bazıları da anlayamıyorlar, iyi de oldu yani açıklamamız. Bir sonraki ayetle sanki bir çelişki varmış gibi zannediyor insanlar. “Bu topluma ne oluyorki sözü anlamaya gayret göstermiyorlar!” Yani bir sözü neredeyse anlayamayacak duruma geliyorlar.
(4/79)“Başına gelen her türlü iyilik Allah’tandır(yani neye sahipseniz iyilik namına size onu veren Allah’tır. Zaten biz baştan dünyaya geldiğimiz zamandan ölünceye kadar birçok iyi şeylere sahibiz. Hepsini Allah vermiştir.)Başına gelen her kötülük de kendinden kaynaklanır. (Şimdi yukarıda “hepsi Allah’tandır ”dedi, şimdi burada “iyilik Allah’tan, kötülük senden” dedi. Bu ne olacak?)Seni insanlara elçi olarak gönderdik (ya Muhammed (sav)). Şahit olarak Allah yeter (bütün insanlar inkâr etse de Allah’ın senin elçi olduğuna şahit olması kâfidir).” diyor.
Dolayısı ile birinci ayeti kerimeye bakarak Eyyup (as)’ın sözünü değerlendirelim. Başına gelen kötülüğü nereden bildi? Şeytandan bildi. Şeytandan olmaz değil mi? Yani şunu dedi; “Ya Rabbi beni Şeytan hareketsiz bıraktı ve canımı acıtıyor.” Bu Şeytandan olmaz. Bu yanlış bir sözdür. Peki, “İyilik Allahtan, kötülük senden. Tamamı da Cenab-ı Hakk’tandır”. Bu ne demek oluyor? Onun ne demek olduğunu da Hadid suresi (57. sure) 22 ve 23. ayetlerden öğrenelim. Burada diyor ki Allah-u Teâlâ; “Yeryüzünde ya da kendi içinizde (vücudunuzda) size olan(karşılaştığınız,yüz yüze geldiğiniz, başınıza gelen) her şey, onu bizim yaratmamızdan önce mutlaka bir kitapta kaydedilir…”
Şimdi burada örnek olarak Eyyup (as)’ı düşünürseniz, Eyyup (as)’ın hareketsizliği, çektiği azap, ıstırap, bunların hepsi an be an kayda geçiyor, ondan sonra meydana geliyor. Kayda geçmeden meydana gelmesi mümkün değil. “Minkabli en nebreehâ”nın manası şu; “onları ayrı bir varlık olarak yaratmamızdan önce”. “Berie”(yazım kontrolü, 17.20 dk) kelimesi “yaratmak” ama “yeni bir varlık olarak yaratmak”tır, öncesi ya da sonrası yok. Her birisi ayrı ayrı varlıklar. Biri diğerine benzemiyor yani. “Onu yaratmamızdan önce mutlaka kayıtlıdır” diyor. Yani o bir kitapta kayıtlı olur. Şimdi dersiniz ki, “yahu bu kadar çok kayıt olur mu?” Yani rakam bulamazsınız bir anda olan o olaylar için. Siz kullandığınız bütün rakamları kullansanız yetmez.
Şimdi, kader inancında olanlar derler ki; “ İnsan yaratılmadan önce bütün bunlar belirlendi ve kayda geçti. Kalemler kalktı, sayfalar kurudu, artık yeni yazıcı diye bir şey yok. Her şey bitti”. Oysaki bu ayet öyle demiyor! “Nebreehâ”, “o şeyi yaratmamızdan önce” diyor. Dikkat edin “sizin yaratılmanızdan önce” demiyor. Şimdi mesela burada bu ayeti kerimeyi kadere delil getirenler bu “ha” zamirini “enfüsikum”araci kılarlar.
“Minkabli en nebreehâ”ya “o nefisleri yaratmadan önce” diye bir mana verirler ve bu ayeti kadere delil getirirler. Bu mana Arapçasına uymaz. Çünkü konu insanların yaratılışı değil, ayetin konusu bir musibetin (insanın karşı karşıya kaldığı o olayın, başına gelen iyilik ya da kötülüğün) yaratılmasından önce. Dolayısı ile o yaratılmadan önce kayda geçiyor. Önce kayda geçiyor sonra yaratılıyor. Bu durumda da hiçbir sorun kalmamış oluyor. Bu böyle. Bakın bu böyle olduğu için zaten ayeti kerimede (Araf suresi (7. sure) 156. ayet))“Vektublenâ fî hâzihiddunyâhaseneh…” diye Cenab-ı Hakk bize dua ettiriyor. Yani, yazı bitmiş olsa, “Ya Rabbi, bu dünyada bize güzellik yaz” diye dua edebilir miyiz? İmtihanın da bir anlamı kalmaz.
“…Bu Cenab-ı Hakk’a kolaydır.” (57/22). Yani bir anda meydana gelen olayları, siz mevcut sayıların hiçbirisi ile ifade edemezsiniz. “Ya bu kadar çok kayıt olur mu?” dersiniz. Olur, bunu kaydeden Allah-u Teâlâ’ya kolaydır bu.
Peki, bu kaydı niye yaptırıyorsunuz? Bu kayıt şunun için oluyor, “Kaçırdığınız şeye üzülmeyesiniz diye…”. Yani o kayda geçti, ondan kurtuluş olmaz. Kayda geçmeden önce onun tedbirini alacaktınız. “…Allah’ın size verdiği şeylerden şımarmayasınız diye…”(57/23). O kayıtlıdır, onun imtihanını vereceksiniz haberiniz olsun. “muhtâl” demek, yani “hayal” kelimesinden kaynaklanıyor, kendini bir şey hayal ediyor. “kullemuhtâlin”, ”kendini bir şey zanneden” yani Allah hayırlı bir şey verdiği zaman…
Bir de bazı şeylerden arınmış olarak gören, uzak gören. Kendine bazı roller biçiyor. Bu kibir oluyor aynı zamanda. Yani kendini başkalarından farklı görüyor. “Fehûr”da, “övünüyor”. Yani, kendisi için ortaya çıkan bir fazileti, kendinden bilmesi.
Y.Şenol;Eyyup (as) kıssası ile bunu bağdaştırırsak, yani onun başına gelen “fe minnefsik” dedik, “Senden midir, yoksa Allah’tan mıdır”?
A.Bayındır;Bu soru farklı bir soru. O da önemli ama az önce okuduğumuz ayete bir bakalım. “Vektublenâ fî hâzihiddunyâhaseneh…” (7/156) diye. Yani bu yazma olayı insanların yaratılmasından önce değil olayın yaratılmasından öncedir. Olayın yaratılmasından çok önce, çok sonra olabilir. Mesela, olur bir şeyi belki Allah yirmi sene önce de yazmış olabilir, otuz sene önce de yazmış olabilir. Ya da hemen, anında da.
Araf suresi 156. Ayette Allah-u Teâla bize dua ettiriyor. Bu Musa (as) ile ilgili. “Ya Rabbi, bize bu dünyada bir güzellik yaz ahirette de…” Eğer bunlar, insanlar yaratılmadan yazılmış olsa Allah bize böyle bir dua ettirir mi? Hayır, mümkün değil. “…Çünkü biz sana yöneldik…” Dolayısı ile bu yazma işi sürekli olan bir iştir. O bizim kendi temayüllerimize kendi gayretlerimize göredir.
Y.Şenol; Biz yöneldik, o yüzden bizi böyle yaz. Yani bir işi yapıyoruz, ondan sonra yazılmasını istiyoruz. Yani önceden olmuş bitmiş bir şey değil.
A.Bayındır;Bizdeki bu kader anlayışının maalesef bir kaynağı yok ama sanki inancın temeliymiş, inkâr eden kâfir olurmuş gibi bir akide olarak var. Evet, Kuran-ı Kerimde belirtilen şekilde kaderi inkâr eden kâfir olur. Bu ne demektir? “Allah her şeyin ölçüsünü koymuştur, ölçüsünü koymadığı hiçbir şey yoktur” şeklinde olursa tamam ama o manada değil bizdeki kader inancı. Kamer suresi (54. sure) 49. ayet; “İnnâkulleşey’inhalaknâhubi kader”.
Şimdi Eyyup (as) olayına tekrar gelelim. Burada Eyyup (as)’da diyor ki; “Kulumuz Eyyub’u da an (onun da hikâyesini anlat). Bir gün Rabbine şöyle yalvardı; Ya Rabbi, Şeytan beni hareketsiz ve ıstırap içerisinde bıraktı.”(38/41)
Şimdi, bunu Şeytan mı yaptı? Bütün bunları yaratan Allah-u Teâlâ’dır. İşte, ayetlerde gördük. O zaman Eyyup (as)’ın bu sözü yanlış değil mi? O zaman yanlış bir söz söylemesine rağmen Allah-u Teâlâ Eyyup (as)’a merhameti ile diyor ki; “Ayağınla yere vur, bu soğuk bir yıkanma ve içme suyudur.” (38/42)
“Bizden bir ikram olmak üzere ve dik duruşlulara bir öğüt olsun diye ona ailesini ve bir o kadarını da hibe ettik.” (38/43)
Ondan sonra şöyle bir emir vermiş Allah-u Teâlâ; “Eline bir tutam ot al o otla da vur (vücuduna vuracaksın), ileri geri de konuşma (yanlış söz söyleme)…”(38/44)
Peki, bu yanlış söz söylenmişse, ne yapması lazım Eyyub (as)’ın?Tevbe etmesi lazım. Ayetin devamında da zaten şöyle diyor; “…Biz onu sabırlı bulduk (o sıkıntılara katlanmıştı zaten, şikâyetçi falan da değildi). Ne iyi kuldu, çünkü o evvabtı (hatasından derhal dönerdi).” (38/44)
Demek ki bundan da dönmüş ve Cenab-ı Hakka yönelmiş. Fakat bu ayet-i kerimeye çok yanlış bir mana veriliyor. Mesela ben önümdeki mealden okuyayım (Diyanet Vakfı Meali);“Ayağını yere vur. İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su. Bizden bir rahmet ve olgun akıl sahipleri için de bir ibret olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık. Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir…” Ayette geçen “lâ tahnes” için, “yeminini yerine getir” diyor. Burada yeminle alakalı hiçbir şey yok ki. “…Gerçekten biz Eyyub’u sabırlı (bir kul) bulmuştuk, o, ne iyi kuldu. Daima Allah’a yönelirdi.” (38/41-44)
Y.Şenol; O soru geldi Denizli’den. Diyor ki, Eyyub (as)’ın karısına vurma meselesi ayetin neresinden çıkıyor? Ayrıca hile-i şerriye meselesi de Eyyub (as)’ın bu kıssasından çıkarılabilir mi?
A.Bayındır;Evet, çıkarılamadığını anladığı için söylemiş herhalde. Klasik meallerde öyle olduğu için.Yani “fadrıbbihî”, “onunla karına vur”. Kadından bahis yok zaten burada, “ailesiydi” ifadesi var.
Y.Şenol;Bir de,bizim sitede biz o soruyu yayınlarken şöyle bir soru üzerine yayınlamıştık; demişlerdi ki, “Siz ayetlerin nüzul sebeplerini bilmezseniz anlayamazsınız. Bu ayetin nüzul sebebi, Eyyub (as)’ın yaptığı bir yemin dolayısıyla siz o yemini Kuran dışı başka bir bilgi ile bileceksiniz ki bu ayeti anlayabilesiniz, aksi takdirde anlayamazsınız.”
A.Bayındır;Kuran dışı başka nerede varmış o bilgi? Herhangi bir yerde olan bir bilgi yok. Öyle bir olay yok.
Y.Şenol; “Ve lâ tahnes” kelimesine, “yeminini bozma” anlamı verdikleri için. Yeminini bozma, ne yap peki? Şu şekilde bir hile-i şerriye uygulayarak kurtul o yeminden.
A.Bayındır;Bu konu ile ilgili bir hadis falan yok. Yani peygamberimizden gelen bir rivayet yok. Sadece nasıl çıkarmışlarsa, ayet-i kerimeden öyle bir mana çıkarmışlar. Tabi buradaki temel hata, her zaman tekrarladığımız, ayeti ayetle açıklama yoluna girilmemiş olmasıdır. Zaten “hins” kelimesi diğer bir ayette daha geçiyor. Onu da şimdi okuyacağız, ama ben önce bu ayeti tamamlayayım ondan sonra bu soruya cevap verelim. Bakın, diyor ki burada Allah-u Teâlâ; “ileri geri konuşma” diyor.
İkinci kelimeye de geçelim, Vakıa suresini (56. Sure) 41. ayetten başlayalım. “O defteri soldan verilenlerin (ashab-ı şimalin) hali ne kötüdür. Onların içlerine işleyecektir iğne gibi ateşler ve kaynar su. O sıcaktan kaynaklanan bir karanlıkta/gölgededirler. Ki o soğuk değildir, rahatlatıcı bir tarafı da yoktur. Çünkü onlar bundan önce şımartılmış bir vaziyette idiler. O büyük yanlış söz (hins) üzerinde ısrar ediyorlardı.” (56/41-46). (31-34. dak., Küçük eklemelerle cümleler düzeltilmeye çalışılmıştır, gözden geçirilmeli)
Kullandığımız kelimeyi aynen kullanıyoruz Eyyub (as) için. Çünkü o da”hins”, bu da “hins”. Yani yanlış sözün en büyüğünü söylüyorlardı.
“Diyorlardı ki; biz şimdi öleceğiz, toprak olacağız, kemiklere dönüşeceğiz, sonra tekrar vücut sahibi olacağız öyle mi? Önceki babalarımız da mı öyle? De ki; öncekiler ve sonrakiler de malum bir gününbuluşma zamanı için yeniden diriltileceklerdir.”(56/47-49).
Şimdi burada bu “hinsilazîm”in ne olduğunu ayet açıkladı mı? Yani “yanlış bir söz”, yanlış konuşuyorlar ve ısrar ediyorlar. Burada “azîm” kelimesi var değil mi “hins”ın üzerinde? Eyyub (as)’da öyle bir şey yok. Ama Eyyub (as)’ın söylediği söz de yanlış, bunların söylediği sözler de yanlış. Ama burada “hinsil azîm”, daha büyük bir yanlışlık var çünkü ahireti inkâr etmiş oluyorlar. Eyyub (as)’ın söylediği yanlışlıkta öyle bir şey yok ama ona yakışmayan bir ifade kullanmış oluyor.
Şimdi bu iki ayeti karşılaştırdığınız zaman zaten bu sözcükler olmasa da “hins”ın ne demek olduğunu Kuran-ı Kerimden çıkarıyorsunuz. Öyle olunca da bu “hins” kelimesinin, böyle yeminden dönmek olmadığını anlıyorsunuz. Yeminden dönmek de yanlış bir şeydir, yanlış bir söz söylemektir.
Y.Şenol; Yani, yeminden dönmek günah olduğu için “hins”a o anlamı vermişler, dolaylı olarak.
A.Bayındır;Tabi,o da yanlış bir şey yapmaktır. O da günaha girmektir. Ama “hins” yeminden dönmek değildir, o ayeti kerimede olduğu gibi. Har yeminden dönmek “hins”tir ama her “hins” yeminden dönmek değildir.
Y.Şenol;Şöyle bir soru var. Mikroplar insanlar üzerinde hastalık yapabiliyor ve b yüzden insan hastalanıyor. Tabi bu Cenab-ı Allah’ın onlara verdiği özellikten kaynaklanıyor. Fail yine de Cenab-ı Allah. Eyyub (as)’ın durumunda da, Allah şeytanlara böyle bir özellik vermiş olamaz mı? Yani fail yine Cenab-ı Allah, ama sebep onlar olmuş olamaz mı, mikroplarda olduğu gibi?
A.Bayındır;Olamaz. Çünkü şeytanlarla ilgili olarak ayeti kelime vardı ya, İbrahim suresi (14. sure) 22. ayet. “İşler bittikten sonra kararlar verildikten sonra kalktı Şeytan konuştu…” Ne dedi? “Allah size gerçek vaatte bulundu, ben de bulundum ama verdiğim sözden caydım. Benim sizin üzerinizdeherhangi bir yetkim yok…” O zaman, “beni bu hale getirdi, bana azap dokundurdu, yerimden kalkamayacak hale getirdi” ifadesi Şeytanın bir yetkisi olduğunu göstermiyor mu? Bakın bu ayette onun bir yetkisi olmadığını gösteriyor peki yaptığı ne şimdi Şeytanın? “…Ben sadece sizi çağırdım, siz de benim çağrıma karşılık verdiniz. Beni ayıplamayın, kendinizi ayıplayın…”Eyyub (as) olayında da Şeytanı ayıplama var, niye Şeytanı ayıplıyorsun, “Şeytan bana bu sıkıntıyı verdi” diyerek? Değil! “…Ne ben sizi kurtarabilirim ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Zaten daha önce beni Allah’a ortak koşmanızı da tanımamıştım…”
“O zaman siz beni ortak koşuyordunuz ama yanlış olduğunu da o zaman reddediyordum“ diyor.
Y.Şenol; Denizli’den gelen bir soru var. Kehf (18. sure) 63. ayette “Şeytan bana unutturdu” diyor. Bunu yapabiliyor mu Şeytan?
A.Bayındır; O unutturma olayı olabilir. Nasıl olur biliyor musunuz? Senin şimdi şurada çok dikkat ettiğin bir şey olur, o arada birisi sana bir şey fısıldar, hemen “kaçırdım onu” dersin.
Y.Şenol; Kehf/18 suresinin 63. ayetinde Musa’nın yanındaki genç bunu söylüyor.
A.Bayındır; Musa (as) bunu kabul etmiyor ama. Bunu söyleyen genç Musa (as) değil. Musa (as)’ın genç yardımcısı var ya, Hızır’la karşılaşmadan önceki durum. “Musa (as) ile o esas buluşma yerini geçtiler. Genç hizmetçisine dedi ki; bizim öğle yemeğimiz getir de yiyelim.Bu yolculuktan iyice yorgun düştük.” (18/62). “Nasaba”, “nusub” ile aynı kökten kaynaklanıyor.
“(O genç) dedi ki; gördün mü, o kayalığa sığınmıştık ya, o balığı ben orada unuttum. Onu hatırlamamı bana Şeytandan başkası unutturmamıştır…”
O anda balığa belki sahip olamadı, balığı yanında taşıyordu. “Bir ara gafletime geldi balıkta bir yer altı kanalından denize doğru gitti. Ben de gidip yakalayamadım” demiştir. Yani, “o balık bir su kanalına düşüp alttan denize doğru gitti yakalayamadım”. Yani, “…Bir an için benim elimden kaçtı ve gitti.” diyor (18/63).
Ama Musa (as), “sana bunu Şeytan unutturmuş değildir” demek istiyor. “Dedi ki (Musa); “Zaten istediğimiz buydu.” Adımlarını geriye attılar (geriye doğru döndürdüler).” (18/64).
Buluşma yeri orası, işaret o. Genç, “Şeytan bana unutturdu” diyor ama Musa (as) ne diyor? “Zaten işaret bu” diyor ve gerisin geri aynı yere dönüyorlar.
Y.Şenol; Unutma ile ilgili Buhari Müslüm’de geçen bir hadis var. Peygamberimiz diyor ki; “unuttum demeyin unutturuldum deyin.” Yani, “herhangi bir ayeti sakın unuttum demeyin, unutturuldum deyin.”
A.Bayındır;Ayetlerle ilgili olarak, evet. Çünkü unuttum meselesi bir kasıtlı eylem olmuş olur. Ama unutturuldum olayı, gerçi bizim Türkçede unutturuldum manasında kullanılıyor unuttum. Kasıtsız eylem olarak kullanılıyor.
Y.Şenol; Konu hakkında çok soru gelirse anlaşıldı, gelmezse problem var diyorduk. Haluk Höyükler diyor ki; “O Şeytanın son konuşması iman konusunda bir etkisinin olmayacağı şeklinde değil mi?” diyor. Yani bir hastalık veremeyeceği anlamında değil de, “iman konusunda size bir etki edemem ben.”
A.Bayındır;O bir iman konusu değil. O ayeti kerimede “benim sizin üzerinizde hiçbir yetkim yok” ifadesi herhangi bir etkisinin olmadığını gösterir, sadece şeyde değil. Arapçada bir kural var, Türkçede de aynıdır, …………..nekri umum ifade eder.(anlaşılamadı, 43.45 dk)Hiçbir etkim yok dendiği zaman bu iman açısından, su açıdan bu açıdan denmez. Herhangi bir konuda Şeytanın insan üzerinde herhangi bir yetkisi yok. Öyle bir şey olsa, insanlar ahirette mazeret ortaya koyarlar. Şeytan sadece vesvese verir, başka hiçbir ey yapmaz.
Y.Şenol; Bir de bu Eyyup (as)’ın kıssasının geçtiği Enbiya suresinin (21. sure) 83. ayetini sormuş İsmail Hakkı bey, Denizli’den. Demiş ki; “Orada “Şeytan” kelimesi de geçmiyor.” Ayette “masseniye şeytan” demiyor diyor.
A.Bayındır;Zaten burada öyle bir şey olmasa o zaman Eyyup (as)’ın sapık olması gerekir. Tabi ki o anda söylemiş olduğu bir söz ve o sözü de iyi niyetle söylemiş olduğu da belli. Yani Cenab-ı Hakk’a mal etmek istemiyor kendi kötü durumunu. Sad suresinde diyor ki; “ innâvecednâhusâbiran”, “…biz onu sabredici bulduk…” (38/44). Yani Cenab-ı Hakk’a karşı sabredici oluyor. O sıkıntısını da Allah’a mal ederek söylemiyor. Yani “Ya Rabbi bunu başıma sen verdin” de demiyor, sabrına devam ediyor. Aslında o kendine göre sanki iyi bir şey yapmış gibi bir ifade kullanıyor. Yoksa bunu inanarak Şeytandan beklemiş değil ama yine de yanlış konuşmuş oluyor. O ayette zaten öyle olmazsa, Cenab-ı Hakk ona “ni’melabd” demezki!
Y.Şenol; İstihaze ile ilgili bir hadis var ya. Bir kadına peygamberimiz diyor ki; “Şeytanın vurduğu bir darbedir bu.” Bu hadisi nasıl anlamalıyız diye sormuşlar.
A.Bayındır;Konu iyice başka taraflara gidiyor. O olayın Şeytanla bir alakası yok. Bu hadisle ilgili bizim bir yazı vardı zannedersem sitede de o yazı vardır. Bu işin Şeytanla ilgili hiçbir alakası yok ama bu rivayetlerde bu tip şeyler oluyor. onu orada yazmıştık ama şu anda tam olarak aklımda değil açıklaması.
Y.Şenol; Nisa suresi 78. ve 79 ayetlere bir daha dönelim. Oradan anlaşılmayan yer olmuş. Birinci ayette” iyilik Allah’tan, kötülük senden” denilmesinin yanlış olduğu vurgulanıyor, “hepsi Allah’tandır” deniyor.Bir sonraki ayette ise” iyilik Allah’tan kötülük sendendir” deniyor. Bunu biraz daha açabilir misiniz?
A.Bayındır;Bir daha açıklayalım. Bu ayeti kerimede Allah-u Teala diyor ki; “Nerede olursanız olun ölüm sizi gelip yakalayacaktır. İsterse sağlam kaleler içinde olun. Onların başlarına iyilik geldiği zaman derler ki,” bunu Allah verdi”. Ama başlarına bir kötülük geldiği zaman, “bu da sendendir” derler. De ki; “iyiliği de veren Allah’tır. Kötülüğü de veren Allah’tır…”(4/78).
Yani bir yerde suç işlediniz, cezasını veren bir makam, aynı zamanda size bir mükafatı da verir. O makam cezayı vermezse siz cezayı görmezsiniz, mükafat vermezse mükafat alamazsınız. İşte burada da ceza da mükafat da Cenab-ı Hakk tarafından verilir. Peki, ceza insanın işlediği suçtan dolayı, mükafat ise ikram olsun diye verilir değil mi?
Günlük hayatta da öyledir.Yani ödüllendirme dediğimiz bir olay. Sizin yaptığınızı iyi görmüş herhangi bir sorumluluğu olmadığı halde birisi size ödül vermiş olabilir. Bir de yaptığınız kötülükten dolayı size ceza vermiş olabilir.Ceza veren makam da ödül veren makam da aynıdır. İşte bu da öyle bir şeydir. Yani Allah-u Teala diyor ki; “İkisini de ben veririm.” Yani, “siz beni hesabın dışında kabul etmeyin” demiş oluyor. ondan sonra da; “…Bu topluma ne oluyor ki bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar.” (4/78).
Ondan sonra da daha arklı bir şey söylüyor. Olayın daha farklı bir açıdan da anlaşılması gerektiğini ifade ediyor Cenab-ı Hakk; “Başına gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük de kendi nefsinden kaynaklanır…” yaptığın bir yanlışlıktan dolayı mutlaka o kötülük başına geliyordur. ama o kötülüğün senin başına gelme sebebi sensin ama başına getiren Allah-u Teala’dır. Mesela Allah-u Teâla çoğu zaman da insanların yaptıkları hataları da affeder. Bazen insanlar, ”Ya şu adama bak. O kadar çok şey yapıyor da hiç ona bir şey olmuyor. Bize niye oluyor?” derler. Olur, bu da imtihanın bir parçasıdır.
Şura suresi (42. sure) 30 ayete bakalım. “Başınıza gelen her musibet (kötü şey manasında) ellerinizin kazandığına karşılıktır, ama çoğunu da affeder Allah.”
Fatır suresi (35. sure) 45. ayet; “Allah insanları elde ettikleri şeye karşılık sorumlu tutsaydı (yani, her suçun cezasını verseydi, her hatanıza karşılık bir ceza verseydi),yeryüzünde bir tek canlı (insan) bırakmazdı. Allah-u Teâlâ belli bir süreye kadar onları tehir eder…”
Öyleyse “ben küçük bir şey yaptım başıma şu geldi, şu adam yaptı hiçbir şey olmuyor, o afsunlu” vs. derler. Böyle değildir. Allah-u Teâla her şeye bir kural koymuş.
Y.Şenol; Az önceki hadis bizim suleymaniyevakfi.org’un “Adetli kadın orucu ile ilgili şüpheler” yazısında anlatılmış. Hadis HamnebintiCahş hadisi diye meşhur, Tirmizi’de geçiyor. Ama Ebu Davut Ahmet bin Hambel’in bu hadisi için; “İbnuUkayl’ın hadisi içime sinmiyor.” dediğini nakletmiş.
Şöyle de bir açıklama var; “Hadiste adet dışı kanamaya “şeytanın darbesi” denmiştir. O, Şeytanı değil, sağlığı ilgilendirir. Diğer hadislerde bu ifade yoktur. Buhari’de geçen bir rivayet şöyledir;” demiş.Orada ise “Bu bir damar çatlamasıdır” şeklinde rivayet edilmiş.
Başka bir hadiste “Damar çatlaması (ركضةمنالرحم) olduğu ifade edilmiştir. Yani kanı doğru tanımlayan hadislerde adetli kadının oruç tutamayacağı değil namaz kılamayacağından bahsedilir” demiş.
A.Bayındır; Sahi hadis de odur, damar çatlaması. Yoksa Şeytanla bir ilgisi yok. Tamam, az önceki soru da cevaplanmış oldu. İnternet sitemizde de var “Adetli kadın orucu ile ilgili şüpheler” başlığı ile arzu edenler oradan bakabilirler.
“Hins” bitmedi. Burada bunun çevresinde oluşturulan bir takım hurafeler var.“Hile-i şerriye” ile alakalı. O kısma dokunmamız lazım. Sad suresi (38. sure) 44. ayet.Bu Diyanet Vakfının meali, bunun dip notunda ne yazıldığına bakalım. “Rivayete göre Eyyub (as) hanımının bir hatasından ötürü, sıhhate kavuşunca ona yüz değnek vurmaya yemin etmişti. Hâlbuki karısının ona karşı hizmetleri ve fedakârlıkları büyüktü. Onun için, Cenab-ı Hakk yüz tane ekin sapından oluşan bir demetle bir kere vurulmasını kâfi görmüştü. “
Yani hasta bir bey, karısı ona gece gündüz hizmet ediyor, bir ara kadın yanlış bir şey yapmış. O da “sağlığıma kavuşunca seni döveceğim, yüz değnek vuracağım” diye yemin etmiş.
Böyle bir yemin geçerli olur mu? Bir kere bu Kuran-ı Kerime aykırı bir yemin. Peygamberimizin hadisi şerifine de aykırıdır. Kuran-ı Kerime aykırı diyelim, hadisi şerife aykırıdır dediğimizde birisi “Eyyub (as) o hadisle mi amel edecekti?” diyecek.
Aslında bu iyi bir şey. Her taraftan her kes aklına gelen şekilde karşı çıkıyor. Bizde mecburen hepsine zihnimizde cevap hazırlamış oluyoruz.
Bakara suresinin 224. ayetini bir açalım. Burada Allah-u Teâlâ diyor ki; (Cenab-ı Hakk’ın Kuranda koyduğu kurallar Adem (as)’dan kıyamete kadar geçerli olan kurallardır) “Yeminlerinizde Allah’ın adını iyilik yapmaya, takvaya ve insanlar arasında ıslaha engel kılmayın. Allah işitir ve bilir.” Şimdi iyiliğe engel ne olmuş oluyor? Bu kadın bu kadar süre Eyyup (as)’a hizmet etmiş ama arada bir kusur etmiş. Şimdi, “ben yemin ettim” deyip de isterse otla değil de küçücük bir çöple de vursa o kadının bütün hevesi gider. “Ben bunca yıl sana hizmet ettim. Bunun teşekkürü bu mudur?” der. İşte Allah-u Teâla ne diyor? “İyiliğe engel kılmayın” diyor. Böyle bir yemini geçerli saymıyor. Ne yaparsın? Tevbe edersin, yapılacak şey bu.
Ondan sonra, “…insanlar arasında ıslaha engel kılmayın.” Diyor ki; “Ben yemin ettim, bir daha iki kişinin arasına girmeyeceğim.” Öyle yemin mi olur? Bu yemini bozmak sana farzdır bu ayet-i kerime gereği. O yemine uyamazsın. Hâlbuki öbür taraftan, manasını verenler ne diyorlar? “Yeminini bozma!” diyorlar, değil mi? Hâlbuki bu kuranı kerime yüzde yüz aykırı bir ifade. Farz edelim ki Eyyup (as) böyle bir yemin etmiş. Allah, “yeminini bozma” demez, “boz” der, “böyle yemin olmaz” der. “Sen böyle nasıl yemin yapıyorsun” der.
Bakın yine tekrar edeyim; ayetler arası ilişki, müteşabih ve mesani metodu Kuranı Kerimi ne kadar güzel anlaşılır hale getiriyor. Burada bir kere daha görmüş olduk. Yani, Eyyup (as)… Burada bir yalan uyduruluyor maalesef. Neden yalan uyduruluyor? Bunu söyleyenler aslında yalan uydurmak amacı ile söylemiyorlar ama bakıyorlar “hins” kelimesi zihninde hemencecik kolay yoldan “yeminini bozmak” olarak anlamlanıyor. Ondan sonra bir yemin uyduruyor, bir ot demeti, ot demetini yüz tane diyor. Bir demette kaç tane var yüz tane. O zaman yüz tane vuracağım demiştir. Kime vuracak? Karısına vuracak. Karısı da yok burada. Onu da icat ediyorlar. Ve ondan sonra yeminini bozma. Lütfen yapmayın, şu ayetler arası ilişkilere baksanıza. Bu Kuranı Kerimde “hins” kelimesi bir tek yerde mi geçiyor? Yeminle ilgili ayetlere bir baksana, onların hepsini birleştirsene! İş bu noktada da kalmıyor. Ondan sonra hile-i şerriye dedikleri hilelerin önünü açıyorlar. Hile, çözüm yolu demek. Bir çözüm yolu açıyorlar. Nedir çözüm yolu? O kadına yüz tane değnek vuracağına bir tutam otla vurdu bu onun yerine geçti. O zaman buradan intikal ediyor, diyor ki adam, zekâtı var diyelim ki çok zengin bir adam. Bir kilo altın zekât vermesi gerekir. Tutuyor o altını bir teneke buğdayın içine koyuyor fakire getiriyor. “Bak bu zekâtımdır. Aldın kabul ettin mi?” diyor. “Aldım kabul ettim” diyor. “O sana lazım ama onu bana on altına sat” diyor. Fakir onu havada kapıyor. “On altına tabi satarım. Niye satmayayım”. İçinde ne olduğunu bilmiyor ki. İşte oluyor bir hile-i şerriye.
Y.Şenol; Şu örnek daha güzel. Zekâtta kadının bileziklerine zekât düşüyor. Tam sene olacağı zaman kocasına hibe ediyor onu, zekâttan düşürüyor. Kocasında da bir sene geçmesi lazım. O da onu ondan alıyor. Ömür boyu sen bana ben sana ve zekâttan düşürüyorlar hile-i şerriye olarak.
A.Bayındır;Bu şafilerde var galiba. Maalesef bu olayların delili de bu ayet oluyor.Yani yanlış yanlışın sebebi oluyor. Bu ayetin o manaya alınması mümkün değil ama ben şahsen gördüğüm kadarıyla bütün tefsirler öyle yapmış.
Y.Şenol; Evet öyle yapmış. Ebu Davud ’ta, Kitabul hudutta zina eden sıska, zayıf bir adama yüz sapla vurulması emredilmiş. Hani yüz tane ayrı sopa değil de yüz biriktirip. Razi’de işte bunu anlatırken bu Eyyup kıssasına yer vermiş. Büyük ihtimalle bu hadisteki uygulama oraya dayanıyordur.
A.Bayındır; Bir kere olmaz yani. Çünkü Allah-u Teala “….” Dediği için o …..olmaz (anlaşılamadı, 01.01.51). Ayet-i kerimeye aykırı bir hadis olmaz. Hadiste ne diyor?
Sanırım “hins” kelimesi ile ilgili söyleyeceklerimiz bitti. Ama fena da olmadı bu konuya ihtiyaç vardı.
Bundan sona gelen kelime “cünah” mı? Bir de “cenah” kelimesi vardı. “cenah” ne idi? “Kanat”. Şimdi, hayvan kanadı ile uçarken hep böyle düz mü uçar, yoksa sağa sola eğilir mi? eğilir. İşte “cünah” o sağa sola meyletmek. Yani, “düzgün git sağa sola meyletme” anlamına gelir. Yani “yalpalamak” demektir. Burada “cünah” derken de “günaha meyletmek” denebilir.
“Günaha kanat çırpmak” diye de ifade edilebilir. Yani “cünah”, “günaha meyletmek” anlamına geliyor. Kuranı Kerimde “cünah” kelimesi mutlaka bir olumsuz ifade ile birlikte geçiyor. Mesela “la cünahe” diyor. Yani, “orada bir günah yoktur”. Şimdi o “cünah” kelimesi,Farsçaya “günah” diye geçmiş. Oradan da bize geçmiş. Farslar “günah” demez, “güneh” derler. Benim Farsça bilgim çok eskidir. “Gonah” mı diyorlar? Belki ben daha eski metinleri okmuş olabilirim.
Bu ayeti kerimelerde “ya la cünaha” diyor. Mesela Safa ile Merve arasında say etme olayı var. Müslümanlar bir bakıyorlar ki Safa tepesinde bir put var, Merve tepesinde bir put var. Müşrikler oraya gidiyor, ona saygı duyuyor. Buraya geliyor, buna saygı duyuyor. Müslümanlarda da “biz de burada bunu yaparsak günaha gireriz” diye bir şüphe meydana geliyor. Allah-u Teâlâ’da (Bakara suresi/2 158. ayet)“…fe men haccel beyte evı’temera fe lâ cunâha aleyhi en yettavvefebihimâ…” diyor. “…kim hac ve umre için kabeyi tavaf ederse bu ikisi arasında say etmekte ona bir günah yoktur”.
Konuyla ilgili bütün ayetler böyle, ya “la cünahaaleykum”, ya “leyse aleykumcünahun”.
Türkçedeki “günah” ile Arapçadaki” günah”ın aynı olmadığı ortada. Yani Türkçede yeni anlamlar kazanmış kelime. Çünkü biz Allah’ın emrine aykırı bütün davranışlara günah diyoruz. Herhalde bu kadar yeter değil mi? Bütün ayetleri okumamıza gerek yok.
Bir de “el hub” kelimesi var. Şimdi, bu “hub” kelimesi “konan bir yasağı” ifade ediyor. El FurukulLugavyede şöyle yapmış. “zemb” ile “hub” arasında ne fark vardır diye. “Hub” kelimesi esasen “engelleme” manasına geliyor. Yani, “engellenilen şey, “hubenkebira” var yani orada büyük bir yasak saha vardır manasına geliyor. Yetim malları ile ilgiliydi değil mi o ayeti kerime? Nisa/4 Suresi 2. Ayet;“…O büyük bir yasak sahadır (hûbenkebîrâ). Onların malını sizin mallarınıza katarak yemeyin.”
Yani, “aman ha dokunma, sakın ha o tarafa gitme şeklinde büyük bir yasak sahadır” diyor. ZatenNisa suresi 10. ayette diyor ki; “Yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler karınlarına ateş doldurmuş oluyorlar…” Aman sakın ha, karnına ateş doldurulacak. Mesela birisi kor ateşi çilek zannederek ağzına atıyorsa ne yaparsın? Ya da çocuk ateşe doğru gittiğinde ne yaparsın? “aman aman ha sakın” dersin. İşte o “hub” kelimesi ile ifade ediliyor.
Başka bir açıdan bakılırsa, şurada yanan bir sobaya bir çocuk gittiği zaman arkadan gelecek bela var. Bela açısından düşünürsen “hub” olur. Bir de gitmeden önce onu engellemeyi düşünürsen, kaçınılması zorunlu bir durum olur. Yani oradan bakarken “bela” diye anlam verilir, sonuçları itibariyle. Sebepleri itibariyle de “kaçınılması zorunlu olan durum”u ifade eder “hub” kelimesi.
Sonra, “hata”, “hatiye”, “el hıt-u”, “elhata-uvelhatiyetü” (01.10.41, kelimeler yanlış yazılmış olabilir) üç tane kelime var.
Mesela biz “hata” kelimesini Türkçede “kasıtsız olarak yapılan yanlış davranış” olarak adlandırırız. Yani, “bir hata ettik” der adam. Ne demek? Bilmeden yaptık. Ama Türkçede bilinerek yapılan şeye de “hata” denir. “Bir hata ettim, affet.”“Biliyorduk ama bir hata işledik.”kullanılır. Bu Arapçada da aynıdır. Bilmeyerek yapılana da “hata” deniyor. Bilerek yapılana da “hata” deniyor.
Eylem kasıtlı bir eylem ama sonucunda onu kastetmiyorsun. Niyet o değil. Yani şimdi bakıyorsun ki arkada bir kıpırdanma var. Sen de yılanı takip ediyorsun. Tam küreği kaldırıp kafasına tam vururken aşağıdan bir adam çıkıyor. Bakıyorsun ki küreği adama vurmuşsun. Eyvah dersin. Eylem kasıtlı ama sonucu beklenmiyor.
“Kim bir mümini hata yoluyla öldürürse….”
Doktor ameliyat yapıyor. Ameliyat belki çok kötü sonuçları olabilecek bir şeydir ama onun beklediği o kötü sonuçlar değil. İyi sonuç elde etmek için o ameliyatı yapıyor. Ama o arada olur ya bir hata, yanlışlık yapar. O yanlışlık hiç beklenmeyen sonuçlar doğurabilir.
Yalnız, bilerek yapılan şeyler için de “hata” kelimesi kullanılıyor. Mesela, şimdi “hatiye” kelimesi için …… (anlaşılmadı, 01.12.55) ifadesi kullanılıyor. Bir “hata” bir de “hatiye”. Birbirinden ayırt ediliyor. Yani bilerek yapılan bir şey. “Kim bilerek bir suç işler suçu başkasının üzerine atarsa o zaman büyük bir iftira üstlenmiş olur.”
Daha açık bir ifade var Bakara suresi 81. ayette.
(Yahudi ve Hristiyanlar)diyorlar ki; “Bize ateş dokunsa dokunsa birkaç gün dokunur.” Allah-u Teâlâ diyor ki; “Siz Allah’tan bir taahhüt mü aldınız? Öyle bir şey olursa,Allahverdiği sözden caymaz. Yoksa bilmediğimiz bir şey misöylüyorsunuz Allah hakkında?”(2/80).
“Evet, kim bir kötülük işlerse, onun hatiyesi (bilerek bilmeyerek yapmış olduğu bütün günahlar) kendisini çepeçevre kuşatmış olur…” (2/81)
Türkçede buna ne diyoruz?Günaha batmışa adam. Çünkü günaha battığı zaman günahla çevrelenmemiş tarafı kalmaz.
“… İşte bunlar cehennem ashabıdır ve orada sürekli kalacaklardır.”(2/81)
O zaman “hata” ile “hatiye” arasında az da olsa bir fark vardır. Unutmada kasıtlı bir şey yoktur ama “hata”da kasıtlı davranış vardır, ama kişi onun neticesini kastetmemiş olabilir. “Hatiye”de neticesi kötü bir sonuca varacağını bile bile bunu yapmış olur. Ondan dolayı, mesela hata ile adam öldürme kasten adam öldürmeden farklılaşıyor. Mesela diyor ki Allah-u Teâla; “Bir müminin bir mümini öldürmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Hata ile olursa başka…”(4/92)
Yani hata yoluyla bir mümin diğer bir mümini öldürebilir demektir. Ama devamında diyor ki; “Ama kim kasten adam öldürürse onun cezası sürekli orada kalmak üzere cehennemdir…” (4/93).
İşte burada Allah-u Teâla “hata” ile “hatiye”yi birbirinden ayırmış. Ama o hata ile adam öldürme de kendi içinde birkaç gruba ayrılır. Mesela, adam arabasını çalıştırıyor, arabayı geriye alırken oğlunu-kızını arka tekerlekler ile eziyor. Bakıyorsunuz ki ölüyor. Adam, “keşke onun yerine ben ölseydim” der. Tamam, bu kişinin bunu kastetmesine imkân ve ihtimal yok. Adam dünyada herkesten daha fazla üzülür. Tasarlaması ve arzu etmesi imkânsız bir şey.
Ama birde var ki adam yolda gidiyor 100 km hız sınırı varken 120 km ile gidiyor. Ve bir kaza yapıyor. Şimdi o 120 km’nin bir takım yanlış sonuçlar doğuracağı belli yani. Çünkü 100 km’de hâkim olacağınız belirlenmiş, hesaplar yapılmış. O zaman o sonuca o sebep olmuştur. Onun bir günahı vardır ama asla orada kazayı kastetmemiştir. Kaza etmem düşüncesi ile hareket etmiştir. Bu daha farklı olur.
Bir üçüncüsü var. Adam Musa (as) gibi bir yumruk vurur adama. Adam ölesi vardır ölür. Hâlbuki öldürmek için vurmamış ki. Yumrukla adam ölür mü? Ondan dolayı kasten adam öldürmelerde kullanılan alette çok önemlidir. Adama “şuna bir dersini vereyim” diyerek yumruk atmıştır, ama bakarsın ki adamın kalbi vardır. Ölmüştür. Ona kasten adam öldürme denmez. Dolayısı ile hatanın da kendi içinde sıralaması vardır.
Evet, bunu da geçelim. Ondan sonra “haraç” kelimesi geliyor.Vel- Furukil-Lugaviye’de(doğru mu yazıldı, 1.18.45)çok güzel bir tarif görmüştüm, hoşuma gitmişti. “Haraç” ile “dıyg” arasındaki farkı açıklıyor. Diyor ki, “haraç öyle bir arlıktır ki çıkışı yok.” Yani kişiyi imkânsızla yüz yüze getirmek, çözümsüz. “Haraç”,“çözümsüz bırakmak” demektir.Allah-u Teâlâ ayeti kerimede ne diyor? “…ve mâcealealeykumfiddînimin haraç…” (Hacc suresi/22 78. ayet). “ …Allah size bu dinde hiçbir çözümsüzlük bırakmamıştır…” mutlaka bir çözümü vardır.Mesela bugünlerde tartışılan kısas-idam meselesi var değil mi? Bakın idamda çözümsüzlük var bugün. Birisi idam kararını verdiği zaman, mesela Türkiye’de idam kararı yasalarla kaldırılmış vaziyette de, uygulanmış yeri düşünürseniz, tamam, o da bir çözümsüzlük olabiliyor. Ama Kuran-ı Kerimdeki kısasta çözümsüzlük yok. O kısas af ile sonuçlanabiliyor. Ne diyor Allah-u Teala, “…Adam öldürmelerde size kısas farz kılındı….” (2/178). Peki, mutlaka öldürecek misiniz? Hayır. “…Ölenin kardeşi tarafından herhangi bir şey affedilirse…” bu defa mağdur tarafa da bir hak tanıyor. Mağdur tarafın psikolojisi ile ilgileniyor. O bir kere bir karar aldırıyor. Mağdur taraf, “bu adam öldürülecek. Tamam, oh!” Şimdi mağdur taraf “yetki bende diyor.” Ama bugün “yetki bende” diyemiyor mağdur taraf. Yetki devlette. Zaten katmıyor ki adamı, bir müdahil olarak katıyor. “Oh! Şimdi seni öldürmek benim elimde” diyor. Bu defa o da biliyor ki bu insanlardan herhangi birisi, diyelim adamın beş tane çocuğu var, karısı var. Bunlardan bir tanesi adamı affetse bu ceza uygulanmayacak onu biliyor. Yani haraç yok, çözümsüzlük yok. Şimdi, araya aracılar giriyor arayı bulmaya çalışıyorlar fakat bir son nokta daha, orada da yine affetmiyor. Son noktada adam öldürülecek. Adam buraya geliyor. Bunlara hâkim diyor ki “hanginiz öldürmek istersiniz. Kılıcı vereyim öldürün.” Orada ne olur? Biri “ben yapmam” der, diğeri “ben yapmam” der, öbürü “ben yapmam” der. Çünkü iş o noktada. Kolay bir şey değildir. Orada birisi diyebilir ki “ben yaparım”. Alır kılıcı, oraya doğru giderken bu beş kişide bir tanesi “dur” dediği zaman, adam vuramaz. Çünkü en son hâkim tekrar sorar “istiyor musunuz?” onlardan bir tanesi “tamam, ben vazgeçtim” dedimi, adam kurtuldu. Bakın şimdi öyle bir nokta ki, adama olan oldu bir kere. Ölmüşten beter oldu. Bu davacıların hepsi de öcünü aldı, tatmin oldu. O da kurtuldu. Haraç da yok. Onun için kısası idamla karıştırmak son derece yanlış olur, hiç alakası yok. Ya da İslam’daki ceza sisteminin bugünkü ceza sistemi ile uzaktan yakından alakası yok. Çünkü Kuran-ı Kerimin koyduğu her yasağın pişmanlık kanunu onun içinde mutlaka vardır.
Bir dinleyici; Kan davası o zaman devlet ceza vermediği için mi ortaya çıkıyor hocam?
A.Bayındır; Tabi, yani kan davasında mağdur taraf tatmin olamıyor. Tatmin olamayınca, devlette suçluyu koruma altına almış oluyor. Bu defa onu öldüremeyince “sen benim canımı yaktın, ben de senin canını yakacağım” diyerek onun bir yakınını, suçsuz bir insanı öldürüyor. Bu defa o da bunun bir yakınını öldürüyor. Ve çözümsüzlükler doğuyor. Bu yüzden Allah-u Teâlâ diyor ki ayette; “Ey sağlam duruşlu insanlar, kısasta sizin için hayat vardır.”(2/179)
Size daha önce de söyledim ya Allah nasip etti İstanbul Müftülüğünün Şerriye Sicil Arşivininyirmi bir yıl mahkeme arşivlerinin bizzat yöneticiliği yaptım. Yani İstanbul’un fethinden 1924’e kadarki olayların çok büyük bir kısmı orada var. İlk yıllara ait birkaç tane kayıp defter var. O kadar süre içerisinde, yirmi bir yıl içerisinde, ben sadece bir tane kısas kararı gördüm İstanbul’da. Bugün sekiz on tane adam öldürme hadisesi duyuyorsunuz. Orada siz bir yılda bir tane adam öldürme hadisesi duyamazsınız. O siyasilerin yaptıkları ayrı. Orada ciddi yanlışlıklar var. Onu katmıyorum. Siyaseten katil diye bir saçmalık ortaya çıkarılmıştır, yetkililere verilen,Cenab-ı Hakk’ın emrine aykırı bir yetki vardır. O ayrı, onu katmıyorum, ama o mahkemelerde uygulanan tamamen şeriattır.Öyle bir sistem oluşuyor ki suçlu suç işlemeye cesaret edemiyor. Öyle bir sistem oluşmuş ki mağdur tatmin oluyor. Toplum da tatmin oluyor ve huzurlu bir ortam oluyor.
Onun için “vemace a aleykümfiddiniminhareç” dediğiniz zaman, yani öyle bu dinde Allah hiçbir çözümsüzlük koymamıştır. Mesela adam en büyük din düşmanı da olsa ölmeden önce tevbe edebiliyor değil mi? Adam öldürmüş, tevbe edebiliyor. Zina yapmış, tevbe edebiliyor. Şirk işlemiş, tevbe edebiliyor. Onun için Allah-u Teâla ne diyor? Öyle aşırılıklar yapmış ki kendilerine karşı, öyle günahlar işlemiş ki, “…sen o kullarıma söyle Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları affeder…”(Zumer/39 53)
İşte,“hareç” bunu ifade ediyor. Yani dinde çözümsüzlük yok. “Hareç”,“çözümsüzlük” demektir. Dinde çözümsüzlük yok.Bu kadar yeter herhalde değil mi?
On ikinci kelimedeyiz, “baği” kelimesi var. Burada, Müfredatta, diyor ki; Bir aşırılık yapmak istiyor.O, hedefine ulaşsa da ulaşmasa da buna “baği” deniyor. Yani sınırları aşmak istiyor. Adam normal kendi sahasında gitmek istemiyor, mutlaka aşmak istiyor. Hedefine ulaşsada ulaşmasa da ona “baği” ifadesi kullanılıyor. Ama mesela bu “baği” kelimesi, sınırları aşma meselesi, kötü manada da kullanılır, iyi manada da kullanılır.
“Adam kabuğuna sığmıyor. Adam hedefleri çok ileri, geçti bütün şeyleri…” bu hayırlı bir şeydir. O yüzden Allah-u Teâlâ “baği” kelimesi ile emir de koymuştur, yasak da koymuştur. Mesela, “Allah’ın sana verdiği ile ahiret yurdunu ara…”(Kasas/28 77)
Yani sınırları zorla, sevap yapmak için, ibadet yapmak için. Ama bir de eksi tarafından zorlamak vardır. Allah’ın yasakladığı “baği”, iyiliğe doğru sınırları aşmak değil, kötülüğe doğru sınırları aşmamaktır. Yani bir başkasına yapmaman gereken şeyi yapmandır. Onun için, mesela, zina yapmaması gereken bir şeyi yapmaktır. Ona da “biğa” denmiştir. Ama “biğa” kelimesi esasen zina manasında değildir. Mecazen zina manasındadır. Dolayısı ile hakiki manasını verme imkânı olanan yerlerde zina manası verilemez ve burada da ona mutlaka değinmemiz lazım.
Mesela Meryem validemize söylenen bir söz vardı.“…ve mâkânetummukibegıyyâ.”Meryem/19 28
Meryem validemiz evli değil. Evli olmayan bir kadın hamile. Yani bu kim olursa olsun, o insanları bir düşünün, zina çocuğu olarak düşünürler, başka bir şey düşünemezsiniz ki. E o zaman ne diyor, “…ve mâkânetummukibegıyyâ.” “…Senin annen kötü yolda değildi.”(19/28).Kötü yol diyelim Türkçe karşılığına, yani yanlışları aklından bile geçirmezdi. Sana ne oluyor?
Oradaki yanlışın zina olduğu belli.Çünkü gelen kişinin yaptığı fiil belli. O zaman bu hakiki manasına da uyuyor. Çünkü yanlışlardan bir yanlış. Ama mesela bir başka ayette “biğa” ya “zin”a manası vermişlerdir ki o asla kabul edilemez. O da Nur suresinin/24 33. ayetidir.
Bakın burada nikâh ile ilgili ayet var, 32. ayet. “İçinizden evli olmayanları evlendirin, esir erkek ve kadınlardan da uygun olanları evlendirin. Fakir iselerAllah onlarınihtiyaçlarını ikramı ile giderir.” (24/32)
“NikâhbulamayanlarAllah ikramı ile onların ihtiyaçlarını karşılayıncaya adar sabırlı olsunlar…”Ondan sonra evlendirdiğimiz köle ve cariyelerle ilgili, onları ne yapacağız? Şimdi evlenmiş bu. Durumu da uygun, hizmete devammı etsin yoksa gidip ayrı bir ev mi kursun? Bunlar esir oldukları için fidyelerinin ödenip serbest bırakılmaları lazım, onun için diyor ki Allah-u Teâla; “…Senle bir sözleşme yapalım diyenler…”Sana kaç lira ödemem lazım benim için? Diyelim ki 100 altın yeter. Hadi bir sözleşme yapalım. Evlendi ya da evlenmedi. “Hâkimiyetiz altındaki esirlerden sözleme yapmak isteyenler varsa onlarla sözleşme yapın…” Çalışsın kazansın geri ödesinler fidyelerini. “…Onlarda bir hayır görüyorsanız (yani sözleşmenin gereğini yapacak durumda iseler) sözleşme yapın…”Peki, başka! Hadi gitsin çalışsın. Sermayesi yok. “Allah’ın size verdiği mallardan da onlara verin…”(24/33)Sermaye de verin gitsin çalışsın, size borçlarını ödesinler.
Esas ayette dikkati çekmek istediğim şurası, çünkü buraya kadar hükümler evlilikten sonraki hükümler, esir kadın ve erkeklerin durumunun düzeltilmesi ile ilgili hükümler. Ondan sonra diyor ki; (elimdeki mealden okuyorum, sonra tercüme edelim) “…Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın…” (24/33)
“Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye”, ne demek bu? Para kazanmak için değil mi? “Para kazanmak için namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhuşa zorlamayın.”
Ne anlarsınız bundan? Namuslu kalmak istemiyorsa, yani gidip de birisi ile zina etmişse, namuslu kalmak istemediği bellidir. O zaman zorlarsın bununla da zina edeceksin diye. Para kazanırsın. Öyle değil mi?
Şimdi bu ayetin tefsirinde diyorlar ki mefrumu (anlaşılmadı, 1.34.25)caiz değildir. Sen bin kere caiz değildir de. Bu insanın aklı ona gider. Kuranı kerimde mefrum..yoktur diyor. Öyle dersen ayetlerin hiç birini anlayamazsın. Laf yani bunların hepsi, hikâye.
Yani şurada bir büyük şey yapıyorlar bir hata yapıyorlar kendi hatalarını başka şekilde kamufle edemiyorlar. Sen böyle düşünme diyorlar. Öyle şey olur mu? Ondan sonra, “…kim onları zor altında bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir (onlar için).” (24/33)
Ne olacak şimdi? Bu adam esirlerle bir fuhuş evi kuracak ve para kazanacak. Eğer bu esir kadınların biraz da ahlaksız tarafları varsa, hatta böyle bir adam oyunda kurar onlara ahlaksızlık yaptırır, ondan sonra da zorlar burada fuhuşa, para kazanır. Kendisine delil olarak da bu ayeti gösterir, haşa!
Maalesef benim gördüğüm kadarıyla bütün tefsirler bu ayete böyle mana vermişlerdir. Bu manayı vermemiş olanlar çıkabilir.
Bir kere ayet evlenmeden bahsediyor. Evlenme ile ilgili ayetlerin arasında bir kadını zinaya zorlayıp para kazanmanın ne alakası var? Ayrıca Allah-u Teâlahiçbir ayette zina etmeyin dememiştir. “Zinaya yaklaşmayın!…” demiştir. (İsra/17 32)
Zina ile arada bir mesafe bırakın demiştir. Dolayısı ile zinaya götürücü şeyleri de haram sayıp yasaklamıştır. Bakma, dokunma, giyinme, kuşanmadaki durumlar gibi. Ve bu surenin başında da Allah zinadan açıkça bahsetmiş. Niye orada “zina” kelimesi de burada “biğa” kelimesi?
Mesela “fetat” kelimesi köle ve cariye manasında değildir, “ genç kız” anlamındadır. Mesela ben hatırlıyorum, şurada bizim meallerden birisinde de vardır, hatta Yaşar Nuri Öztürk’ün meali varsa getir oradan bir okuyalım. Yani o öyle bir hale getiriyor ki onu insan telaffuz da edemiyor, çok çirkin bir şey.
“Nikâhimkânı bulamayanlar Allah kendilerini lütfundan zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar. Size bağımlı olanlardan, hürriyetini satın almak isteyenlerin kendilerinde iyi hal görürseniz onlarla yazılı anlaşma yapın.Allah’ın size verdiği malından siz de onlara verin. Hizmetinizdeki genç kızları, iffetli kalmak isteyip dururlarken iğreti dünya hayatının basit menfaatini elde etmek için fuhuşa zorlamayın. Kim onları baskı altında tutarsa Allahfuhuşa zorlanmalarından sonra onları affedici, esirgeyicidir.” (Yaşar Nuri Öztürk’ün Meali, 24/33)
Ne anladınız şimdi son cümleden? “Hizmetinizdeki genç kızlar” kelimesinden ne anlarsınız? İşyerinizde çalışan kızlar, sekreter olabilir. Evde çalışan da olabilir. “İffetli kalmak isterlerse”, ya istemezlerse! O zaman adam işe alırken iffetsizler seçecek. “Fuhuşa zorlamayın”, yani namuslu kalmak isterlerse zorlama. İstemezlerse ne yapacaksın? Yapabilirsin! Görüyor musunuz bakın nerelere varıyor.
Bakın“baği” kelimesinden nerelere geldik. “Baği” kelimesi daha önce de söylediğimiz gibi “sınırları aşmak” tır. Sınırları aşmak ne oluyor? Bu ayet evlendirmeden bahseden bir ayettir. Diyorki “dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için”, mesela zengin bir insan, itibarlı bir insan adamın kızına talip olursa ne yapar? Adam kızını ona vermek için kızına baskı uygular mı? Birçok yerde böyledir. Ben yapmam diyebilirsini, ama tüm insanlığı düşündüğünüz zaman, bazıları derki, “git de bir boğaz eksilsin.” Bazısı derki, “böyle birini bir daha nereden bulacağız.” Baskı yaparlar. Onun için “biğa” sınırları aşmak değil mi? O kıza karşı bu anne baba yetkisini aşmış olmuyor mu? Ama bu burada o değil. O kızı yetkisini aşmaya zorluyor burada. “Kızlarınızı zorlamayın”. Neye? “Size karşı saygı sınırlarını aşmaya zorlamayın.” Çünkü siz burada bastırırsınız, onlar da evlenmek istemiyor ya da başka birisi ile evlenmek istiyordur. Zorla evlendirirsiniz ve bu kızlar anaya babaya asi olurlar. İşte “biğa” kelimesinin anlamı bu birisi çıkar “Allah böyle emrediyor” dediği zaman haşa Allah’a da asi olurlar.
Bakın, bizim üç tane mezhepte, Şafi, Maliki ve Hanbeli mezhebindebakire kızları baba hiç kimseye sormadan evlendirebilir. Şimdi bu o kızları isyana sürüklemek olmaz mı? Hatta baba “evlendirmiyorum” derse, kız doksan yaşına kadar da bakire kalır. Yani baba ölür ondan sonra başka bir veli. Yani kendi hakkında karar veremez. Hâlbuki ayet ve hadisler bu konuda son derece açıktır. Kararı kız verir peygamberimiz demiş ki, “eğer veli ile anlaşamıyorsanız yetkili makama gidin.” Yani çözümsüzlük yok. Ama mezhepler çözümsüzlüğe zorluyorlar insanları. O zaman bu çözümsüzlük isyana zorluyor. İşte Allah-u Teâlâ burada diyor ki,“eğer bu kızlarınız namuslarında olacaklarsa, gidip sağda solda lüzumsuz işler yapmıyorlarsa evlenmeye zorlamayın.” Peki, zorladın evlendirdin. Ne olacak? Bazen zorla evlendiriyorlar. Bu senin kocandır diye. Bu onun kocası değil, ama kızın yapabileceği başka bir şey de yok. Şimdi burada zina mı yapıyor? İşte Allah-u Teâlâ orada yine “hareç” olmadığını göstermek için diyor ki, “kim bunları böyle bir şeye zorlarsa, bunların zorlamasından sonra bu kadınları Allah affeder.” Yani o kendilerine koca diye gösterilen kişilere karı olmalarından doğan günahı Allah bunlara sormaz diyor.Şimdi ayetin manası tamamen değişti mi? Gerçek mecrasına oturdu mu? Evlendirme ile ilgili oldu mu şimdi!O zaman bitti o kadar.
Bunları nereden bulursunuz, nereden çıkarırsınız. Bu ayetlere bu manayı nereden verirsiniz? Yani insanlara hayret ediyorum. Ama önce yanlış bir fetva veriyorlar sonra o yanlış fetvanın arkasından şey yapıyorlar.
Y.Şenol; Şöyle bir katkı var, demiş ki “baği” kelimesi aynı kökten olabilir ancak “istemek, arzulamak” olan “bağa”(yazım kontrolü, 1.44)ve “sınırı, koyulan ölçüyü aşmak” olan “baği” diye ikiye ayırdığımızda daha iyi anlaşılır. Kuran-ı Kerimde geçen ayetlerin çoğunda hep sınırı aşmaktan bahsedilerek bunun yapılmaması istenmiyor mu? Mesela Bakara suresi 90. ayet.
A.Bayındır; Yok canım olur mu? İkisi de aynı kökten geliyor. Müfredattan bakalım. “Aşması aranan şeyi aşmak ya da aşmamaktır.” Yani orta noktadan gidiyorsunuz. “Bazen miktarda bazen de vasıfta…” kısacası, “bağa”,“hayır ya da şerri istemek”. Yani istemek derken, bir gayret ile istiyorsun onu. Onun için adına “baği” deniyor. Dolayısı ile “bağa” kelimesi hayır için de kullanılır, şer için de kullanılır. Yani bu kelimenin yapısında herhangi bir fark yok, kullanımındaki farktan kaynaklanıyor.
Bir dinleyici; Niçin en baştan beri âlimler böyle bir hatayı yapabiliyorlar?
A.Bayındır; Ben onu şöyle düşünüyorum, yani bizde büyüklere aşırı bir sevgi ve saygı var. O yapmışsa bir hikmet vardır diyorlar. Bu olmaz, ama yapmışlar işte.
Evet, şimdi “zemt” kelimesine geldik. “Zemt” ile “isim” (YAZIM KONTROLÜ, 1.47.20)kelimesi var. Şimdi “isim” kelimesi, “insanı sevaptan gerileten şey”dir. “Zemt” de “kuyruk gibi insanın arkasına takılan şey”dir. Şimdi Türkçede bunun çok güzel bir karşılığı var ama bakalım toparlayabilecekmiyim. Adamın günahları bırakmıyor ki şunu yapsın. Yani adam kırdığı kırkı geçmiştir, onu gören kişi hemen o arkasındaki bağlantıları hatırlar. Yani yaptığı şeylerin kendi üzerinde bıraktığı izler oluyor “zemt” arkasına takılan günahlar. İşte onardan kurtulma imkânı var tabi tevbe ile. Onun için “Allah bütün günahları affeder” diyor. Ama tabi “isim” kelimesi de” günah”, o da “zemt”, ama aradaki fark şu, “isim” kelimesi senin hayırlı işleri yapmana engel oluyor. O tarafını zayıflatıyor. Mesela içki “isim” (Arapçadakini telaffuz etmek lazım “ism”). İçki içerse bir insan sarhoş olursa, sarhoş olduğu zaman namaz kılamayacaktır.Sarhoş olduğu zaman daha çok kusur işleyecektir ve hayırlı işleri yapmasına engel olacaktır. Akli dengesi yerine gelinceye kadar da ömrünün bir bölümü kesilip atılmış olacaktır ve ayrıca ondan da ona bir kuyruk daha eklenecek. Yani sırtındaki yükler artacaktır. “Zemt” kelimesine “sırtındaki yük” demek belki daha uygun olur, yani “günah yükü”. Günah yükü açısından düşünürseniz ona “zemt” dersiniz, ama kişiyi hayırdan engelleyen tarafını düşünürseniz ona da “isim” dersiniz.
“Udvayn”(yazım kontrolü, 1.49.30) kelimesi var. Şimdi, “udvayn” kelimesi iki şekilde oluyor. Bir kişinin niyetinde olan “udvan”, bir de kişinin fiilinde olan “udvan”. Esas temeli “geçmek, aşmak” manasına geliyor. Yürürken yolları aştığınız zaman işte ona “adv” deniyor, “adımlama” manasına geliyor. Ya da birisine karşı, onun haklarına saldırma arzusu ile bir şey söylediğiniz zaman da içinizden geçen o kötü niyetinizi gerçekleştirmek ile doluysanız ona “adüv” deniyor, “düşman” demek, aynı kökten. O düşmanlığı ortaya koyar da fiil haline getirirseniz ona da “adavet” deniyor, “düşmanlık” deniyor, aynı kökten olur. Yani ister fiile geçmiş olsun, ister olmasın. İster niyette olsun. Bir sınırı aştın, burada da yine bir sınırı aşma söz konusu ama burada biraz farklı bir aşmasöz konusu. Adımlarla aşabiliyorsun. İçindeki kötü niyetinle aşma arzusu içinde olur, ona düşmanlık demek oluyor. Adamın haklarına saygılı olmamak anlamında düşmanlık oluyor. Yahut ta bunu ortaya çıkarıyorsun ona da adavet deniyor.
“Takva”,“kendini korumak” demektir ve “kendine hâkim olabilmek” demektir. Düşmanlık hissi herkesin içerisine gelir. Herkeste böyle bir takım yanlış arzularını gerçekleştirme durumu olur. Zaten imtihan oradadır. Orada kendini koruyabiliyorsan, nefsine hâkim olabiliyorsan işte o zaman iyi insan olmuş olursun.
Enes Hoca;(doğru mu, .51.40)Bazı ayetlerde “duan”ın karşıtı olarak “takva”, “ism”in karşıtı olarak da “bir” geçiyor.
A.Bayındır;Yani “ism”in karşılığı “bir”. “Bir” demek “iyilik” demektir. Yani o senin sevabını eksiltmenin artı tarafı olmuş oluyor. O eksi tarafı olmuş oluyor. Çünkü “ism” i işlersen birçok eksiler ortaya çıkacaktır “bir” artı tarafı, hayır ve hasenatı artıran taraf olmuş oluyor.
“İsim” dediğimiz şey kişinin sevabında bir takım noksanlıklar meydana getirir ama kişiliğinde de noksanlıklar meydana getirir. Yani kişiliğini de azaltır. Zayıflatır kişiliğini de. Onun için insanın vicdanını karartan, onu rahatsız eden şeydir “isim”. Mesela içki içen biri bunun yanlış olduğunu gayet iyi bilir. Ondan dolayıda böyle boynu eğridir. Amcamın bir ifadesini hatırlıyorum. O da böyle içkici takımındandı. Sonra örnek bir tevbe etti, yıllardır. Onları gayet iyi tanıdığı için, “yürüyorum” diyor “Çubuklu’da”. “Baktım iki üç kişi oturmuşlar bir kenarda içiyorlar. Selamunaleyküm ağalar dedim” diyor. “Adam kalktı –hacı abi ben mahvettin, perişan ettin- dedi”. Bir selam vermekle yani ona en büyük uyarıyı yapmış oluyor. İnsanların da onu görmesini istemiyorsunuz, “isim” o. Onu için içki içenler hep köşede bucakta içmeye çalışırlar. Yani gece ortaya çıkmış olanlar başka.
“Fısık” kelimesi de yani “şeriatın çizdiği sınırların dışına çıkma olayı”dır. Bunların hepsinde de “aşma” olayı vardır. Dolayısı ile bu çizdiği sınırları ya büsbütün aşarsın ki o zaman İslam’ın dışına çıkmış olursun, bu manada “fasık”, “kâfir” anlamında kullanılır. “Sınırları aşan kişi” demektir. Bir de günah işleme manasında olur. Mesela hac ile ilgili olarak, Bakara/2 197. ayet, “…O hac aylarında kim hac ibadetine başlarsa, hac esnasında karı koca ilişkisi yok, fasıklık (sınırları aşmak) yoktur…”Hiçbir zaman yok ama orada daha da dikkatli olacaksın bir de mücadele, yani insanlarla tartışmaya girmek yok.
“Fücur” kelimesi de var. Mesela hepimizin bildiği “fecr” ne demek? “Sabah namazı” (Salatünfecr) değil mi?Orada ne oluyor?Bir yırtılma oluyor, yani o karanlık yırtılıyor. Ne ile yırtılıyor?Aydınlıkla yırtılıyor. Orada bir aydınlık çıkıyor. İşte ona biz “tan yerinin ağarması” diyoruz. Bu kelimeden “fücur”a geçerseniz, “fücur” da “kişinin kendini yırtması” demektir. Bizde bilirsiniz yanlış yapan insanlara “yırtık” derler. Müfredat demiş ki; “diyanetörtüsünü yarmak (yani yırtmak)”. Yani,“dindarlık örtüsünü yırtmak”. Biz imam hatip okulunda talebeyiz. Bir kız meslek lisesi bir de kız sanat okulunun arasından geçerek imam hatibe gidiyoruz. Orada bir arkadaş var, kızlarla gayet iyi konuşuyor.Diğer arkadaşlar da ona diyorlar ki “sen nasıl başarıyorsun bu işi. Biz yapamıyoruz.” O dedi ki; “ben alnıma rezilim Ya Resulullah diye yazdım. Siz hem günah işlemeyeyim diyorsunuz, hem de …Bu ikisi birden olmaz” dedi. “Önce bir rezilliği kabul edeceksin” dedi. İşte bu o, “fücur” o gerçekten. Adam rezilliği kabul ediyor. Bir kere o dindarlığın perdesini yırtıyor. Halk arasında da “ar perdesi yırtılmış” denir değil mi? Birde derler ki, “eğer utanmıyorsan her şeyi yap.” İşte, “utanmazlık”, “fücur” o. İşte o şeriat perdesini yırttıktan sonra insanın yapmış olduğu bütün yanlışlıklara, o da günaha o açıdan bakmak oluyor “fücur”. “Şeriat perdesini yırtma” açısından bakmak oluyor “fücur”.
Y.Şenol;Fıtrata aykırı davranışlar diyebilir miyiz demiş “fücur”a Fatih Yıldırım.
A.Bayındır;Tabiki diyebiliriz.Fıtrat dindir. Hiç şüphesiz.Ondan dolayı insan başkasına karşı utanır. Bak “rezilim” kelimesi ne demektir? Adam yaptığı davranışın rezillik olduğunu biliyor. Fıtrata ters bir iş yaptığını biliyor.
İnsan yanlış yaptığını bildiği zaman pişmanlık duyar. Günahlar evrenseldir. İnsan yanlış yaptığı zaman yanlışının farkında olur. Dolayısı ile doğru davranan insanlara dünyanın her yerinde insanlar fıtraten saygı duyarlar. Onun için, fücurunu da takvasını da ilham eder. Siz bazen bakarsınız ki içinizde bir rahatsızlık var, acaba niye? Düşünürsünüz ki şurada şu hatayı yaptım. Çünkü Allah sana bunu bildiriyor, bir daha yapmaman için de bir uyarıdır o. Takvanı da bildirir. Bakarsın ki seviniyorsundur. Bir hayır etmişsindir Allah onu bildiriyordur. O senin fıtratınla uyumlu olduğu için rahat ediyorsun, günah senin fıtratına ters düştüğü için ise rahatsız oluyorsun. Ondan dolayı peygamberimiz, “İyilik içinin yattığı şeydir. Günah ta senin içini kemiren şeydir” diyor. Maaş alırken memurun yüzü başka, rüşvet alırken başkadır. Yanlış yaptığını gayet iyi biliyor. Kendi vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışıp kalıyor.
“Utüv” da aynı şekilde, “itaate karşı başkaldırmak” oluyor. Ama her zaman başkaldırmak manasında değil, bazen ileri yaşa gitme manasına da kullanılıyor. Zekeriya (as) “ben çok ileri bir yaşa vardım” diyor. Ama Araf süresindeki (7. sure) 166. ayeti kerimede diyor ki Allah-u Teâla; “Allah’ın yasaklarına başkaldırmaya devam ettikleri sıra Allah onlara dedi ki, alçak şeyler olun.”
Yani büyüklüğün cezası küçülmektir. Mesela Şeytan Cenab-ı Hakk’a büyüklük tasladı. Cenab-ı Hakk ona ne dedi, “İn oradan aşağıya, orada büyüklenmek senin hakkın değildir…” (7/13)
Kim kendini büyültürse Allah onu küçültür.