ABDULAZİZ BAYINDIR: Bugünkü dersin başlığını “Dini Kendine Uydurma’ diye ifade edebiliriz. Başlangıçta şunu söyleyelim. İblis dahil kendisini dindar saymayan kimse yoktur. Allah, Araf suresinin 30.ayetinde insanları iki guruba ayırıyor. ARAF, 30.. Ayet: “Ferıkan heda ve ferıkan hakka aleyhimüd dalaleh: insanlar iki guruba ayrılır: bir gurubu Allah kendi yoluna kabul etmiştir. Bir gurup da sapık sayılmayı haketmiştir”. Sapık sayılmanın özelliğini anlatıyor Allah. Diyor ki;“innehümüt tehazüş şeyatıyne evliyae min dunillahi: Allah ile kendi aralarına şeytanları evliya olarak koyarlar”. Evliya: veli kelimesinin çoğuludur. Veli, bir şeyin hemen arkasından gelen şeye denir. Mesela sizin içten giydiğiniz atlet sizin vücudunuzun velisidir. Hemen vücudunuzu takip eden şeydir. Okulda öğrencileriniz olduğu zaman onun velisi olursunuz. Herhangi bir problem olduğu zaman okul yönetiminin aklına gelecek ilk kişi sizsiniz değil mi? İşte Allah ile kendi arasına veliler koyarlar ifadesi de o. “Mindunillah” Allah’ın aşağısında, kendilerinin üstünde. Ama kendilerine Allah’tan daha yakın kabul ediyorlar. Şeytanları kendilerine evliya sayanlar “ve yahsebune ennehüm mühtedun: kendilerini doğru yolun ortasında kabul ederler”. Kendisini muhtedi sayan, doğru yolun ortasında sayan her halde dindar sayar değil mi? Onun için bunu çok iyi bilmemiz lazım. İnsanlar kendi kafalarına göre felsefeler geliştiriyorlar. Efendim sen öyle diyorsun ama adam inanmadığını söylüyor? Tabi ki söyleyecek. İnancını gizliyor adam. Örttüğü için onun adına kafir deniyor. Ama bazı durumlarda onu ortaya çıkardığını görürsünüz. Bir kaç kere anlatmıştım burada. Bir televizyon programındayız. Sunucu reklam arasında dedi ki; “ben aslında dindar birisi değilim. Aslında ateistim fakat bu dini programları yapmayı seviyorum” dedi. Birinci reklam arasında Ona dedim ki; “bak sana bir şey söyleyeyim. İnanmıyorum falan diyorsun ya, sen, Allah’ın varlığına ve birliğine kesin olarak inanıyorsun değil mi?”dedim. Bi sarsıldı, “yani evet” dedi. Çünkü kötü yakalandı ya. Yakalanacağını düşünmüyordu. Bilmiyordu ki seni yaratandan seni öğrenmişim. Kandırabilir misin? Bunu söyleyen bir hanım televizyoncuydu. İkinci reklam arasında Ona dedim ki; “sana bir şey daha söylemek istiyorum”. “Buyurun” dedi. “Sen çok dindar bir kadınsın değil mi?” dedim, “evet” dedi hiç düşünmedi. “Ama benim din anlayışım farklı” dedi. Mesele oradadır. Kendini dindar saymayan yeryüzünde hiç kimse yoktur. Ama hangi dinin dindarısın. Kendi kafandaki dinin dindarı mısın, yoksa Allah’ın dininin dindarı mısın? İblis de kendi kafasındaki dinin dindarıdır. İblis ile ilgili olarak Haşr suresinde Allah söylüyor. 16.. Ayet: “Kemeselişşeytani” Münafıkların hali şeytanın hali gibidir diyor Allah. “iz kale lil’insanikfur” “ayet var ama boş ver. Allah’ın senin ibadetine mi ihtiyacı var?. İçki iç kardeşim, üzümü yiyorsun da suyunu niye içmiyorsun?” falan böyle insanın aldatıcı şeyler. “felemma kefere” ne zaman derse ki “tabi canım, üzüm ile üzüm suyunun arasında ne fark var” onu dediği an şeytan ne yapıyor? Adam kafir olduğu an şeytan öyle diyor: “kale inniy beriy’un” “bak ben bu işte yokum haa!”. Ne derler: “beni görmedin”. “Ben seni tanımıyorum” derler ya. “Bak ben bu işte yokum”. Niye? “inniy ehafullahe: ben Allah’tan korkarım”. Adamı kafir yaptıktan sonra bunu söylüyor. Ben Allah’tan korkarım diyor. Bunu söyleyen, kendini dindar saymaz mı? Bak bu İblis. “İnniy ahafullahe rabbel’alemiyne: tüm varlıkların sahibi olan Allah’tan korkarım”. Birçok kimse kendini dindar saydığı zaman zannediyor ki Allah’ın dininin dindarıyım. Onun için dikkat ederseniz cehenneme gideceğini kabul edecek kimseyi de bulamazsınız. Herkesin yeri cennetin ortasında hazırdır. Tapusunu da almış. Allah bize birçok konuyu örnek veriyor. Dindarlık konusunda bugün anlatacağımız dersle ilgili olarak Musa(as) örneği çok önemlidir. C. Hakk neden sık sık İsrail oğullarını örnek veriyor? Elbette ki bizim İsrail oğulları tarihini öğrenmemiz için bunu yapmıyor. Bundan örnek almamız için yapıyor. Bugün yapacağımız dersin kısa bir özetini ortaya koyarsak, Musa(as) kavminin içerisindeyken İsrail oğullarının ne hale geldiği ile bugün İslam aleminin ne hale geldiği arasında bir kıyaslama yapacağız. Bugün size, bize de çocukluktan öğretilen şeyler vardır. Şer’i deliller kaçtır diye sorduklarında ne cevap veriyoruz? 4. Nedir? Kitap, sünnet, icma, kıyas. Bakalım bu dördü bugün Müslümanların hem inancını hem ibadetlerini oluşturan temel ilkelerdir. Acaba burada Müslümanlar dediğim zaman şurada gördüğünüz kitaplar var ya, bu kitapların anlattığı Müslümanlığı kastediyorum. Şu kitabın anlattığı değil. Müslümanlar Hanefisi ile Şafisi ile Malikisi ile Hambelisi ile Caferisi ile Zahirisi ile Zeydisi ile hangi şeyi şey yaparsanız, acaba Allah’ın dininin dindarı mı yoksa başka bir dinin dindarı mı? İndirilmiş dinin dindarı mı, uydurulmuş dinin dindarı mı? Kendileri mi dine uymuşlar yoksa dini kendilerine mi uydurmuşlar? Ve bugün İslam aleminin perişan hali ortada. Bunu zaten sık sık dile getiriyoruz. Önce Musa(as) olayının her tarafı örnek de bugünkü dersimize örnek alacağımız ayetlerini okuyalım. Taha suresinin 77.ayetinden itibaren. Musa(as)’ı biliyorsunuz. İsrailoğulları Firavun’un baskısı altındaydılar. Yusuf(as)’dan sonra orada yaşayan İsrailoğulları. İsrailoğulları dediğimiz, Yakub(as)’ın soyundan gelenlerdir. Yusuf(as)’ın babası kimdi? Yakub(as) değil mi? Yakub(as)’ın 12 tane de oğlu vardı Yusuf(as) ile beraber. İsrailoğulları, Onun soyundan gelenlerdir. Onlar inanılmaz baskılar altındaydılar. Musa(as) da onlardan bir tanesi idi. Allah, Musa(as)’ı elçi olarak gönderdi. Elçi geldikten sonra da baskılar devam etti. Sonra da Firavun’u gözlerinin önünde boğdu. Firavun’un bütün malına, mülküne, imkanlarına İsrailoğulları kondular. Sadece Firavun’un kendisi değil, önde gelenlerin tamamı suda boğuldu. Ve bunların gözlerinin önünde boğuldu. Burada diyor ki Allah; TAHA, 77.. Ayet: “Ve lekad evhayna ila musa en esri bi ıbadı: Musa’ya vahyettik ki kullarımı gece yola çıkar”, “fadrib lehüm tarıkan fil bahri yebesa: denizde onlara kupkuru bir yol aç”. Biliyorsunuz değneğini suya vurunca kupkuru bir yol açılmıştı. “la tehafü derakev ve la tahşa: arkadan gelip yetişecekmiş, başlarına bir şey gelecek diye de korkmasınlar”. O yoldan rahatlıkla geçip gidersin, arkandan kimse seni yakalayamaz demiş oluyor Allah. Bir garanti veriyor.
TAHA, 78.. Ayet: “Fe etbeahüm fir’avnü bi cünudihı” bunların ayrıntıları başka ayetlerde var. Konu dağılmasın diye oralara girmiyorum. Firavun ordusuyla beraber onların arkasına takıldı. “fe ğaşiyehüm minel yemmi ma ğaşiyehüm: o denizden onların üstünü örten örttü”. Yani o yolu gördüler yola girdiler. Tüm ordu yola girdikten sonra deniz üzerlerine kapandı ve boğulduklarını da kendilerine o kadar eziyet çektiren kişilerin de denizde boğulduklarını İsrailoğulları gözleriyle gördü.
TAHA, 79.. Ayet: “Ve edalle fir’avnü kavmehu ve ma heda: Firavun, kendi kavmini yanlış bir yola sokmuştu”. Doğru yolu göstermemişti. Ne oldu? Netice ne? Önemli olan sonuçtur. Uğraştın uğraştın da eline ne geçti?
TAHA, 80.. Ayet: “Ya benı israıle” Şimdi Allah, İsrailoğulları’na diyor; “kad enceynaküm min adüvviküm : sizi düşmanınızdan kuryardık”, “ve vaadnaküm canibet turil eymene: Tur’un, o dağın sağ tarafında sizinle sözleştik”. Orada size söz vermiştim diyor. “ve nezzelna aleykümül menne ves selva: size kudret helvası ve bıldırcın indirdik”. Kudret helvası hala güneydoğuda sabahleyin ağaçlarda toplarlarmış. Ben hiç görmedim de duydum sadece. Böyle çok değerli yiyeceklerle sizi besledik.
TAHA, 81.. Ayet: “Külu min tayyibati ma razaknnaküm: size rızık olarak verdiklerimizin temiz ve lezzetli olanlarından yiyin”, “ve la tatğav fıhi: orada aşırılık yapmayın”, “fe yehılle aleyküm ğadabı: o zaman benim gazabım size helal olur”, “ve mey yahlil aleyhi ğadabı fe kad heva: hakederse kim benim gazabımı, o kaybetmiş olur”. Helak olur. Toz duman olur deriz ya bizim türkçede.
TAHA, 82.. Ayet: “Ve innı le ğaffarul limen tabe ve amene ve amile salihan sümmehteda: ben, dönüş yapan, inanan ve iyi iş yapanları affederim”. Demek ki Allah’ın affetmesi için önce kişinin dönüş yapması lazım. Hem günaha devam ediyorsun hem de ya Rabbi beni affet diyorsun. Bu, İblis’in yaptığı gibi olur. İnsana der ki kafir ol. Kafir olduktan sonra “ben Allah’tan korkarım”. Olmaz kardeşim. Bir daha bunu yapmamaya karar ver, ondan sonra tevbe et.
TAHA, 82.. Ayet: Ve innı le ğaffarul limen tabe ve amene ve amile salihan sümmehteda”. Buradaki ‘summe’, “sonra” manasında değil. “Yolunu doğrultarak”. ‘Vav’ manasına gelir. Yolunu doğrultarak dönüş yapan, inanan ve iyi işler yapan kişileri ben bağışlarım diyor.
TAHA, 83.. Ayet: “Ve ma a’celek an kavmike ya musa”. Başka ayetlerde var, Musa(as)’ı 30 günlüğüne çağırıyor Tur’u Sina’ya, 10 gün daha ilave ediyor 40 gün. Musa(as) da aceleyle bir an önce C. Hakkın huzuruna çıkmak istiyor. Allah Musa(as)’a diyor ki; “kavminden ayrılıp da hızlı bir şekilde benim yanıma niye geldin ki? Normal yavaş yavaş gelseydin”. Musa(as) kavminden emin .TAHA, 84.. Ayet: “Kale hüm ülai ala eserı” Ya Rabbi onlar benim yolumdalar. İsrailoğulları artık kurtuldu! Hepsi dört dörtlük mümin oldular. Hepsi bana tam tabi. Yani tam zafere ulaştık. Düşman da gitti. Bunların hepsi o sıkıntıları görmüş, Musa(as)’ın mucizelerini görmüş, Firavun’un ordusuyla beraber öldüğünü görmüş ve sıkı sıkıya Allah’ın emrine sarılmış insanlar. “ve aciltü ileyke rabbi li terda: sadece senin rızan için çabucak huzuruna geldim” diyor. Sen razı olasın diye.
TAHA 85.Hakk diyor ki; TAHA, 85.. Ayet: “Kale fe inna kad fetenna kavmeke mim ba’dike ve edallehümüs samiriy”: sen İsrailoğulları’ndan ayrıldın ya, sen ayrıldıktan sonra bir ateşe attık. Tam türkçe karşılığı olan “ateşe attık”. Yani zor bir imtihana soktuk. Ve o Samiri var ya, bunları O saptırdı. Biraz sonra göreceğiz Samiri en has adamı. Başkaları değil ama hem de samiri. Yani ashabın en başı. 1 numarası ashabın. Bu ayetleri okuduğum zaman rahmetli babamın anlattığı bir hikaye vardı hep o aklıma gelir. Birisi kedisini öyle bir terbiye etmiş ki misafirlere kahve ikram edecek hale gelmiş. Bir paşaya da gösteri yapmak istiyormuş. Paşa da “ya kardeşim ne yaparsan yap kendi hevesinin dışına çıkmaz”. Gel göreceksin. Eskiden tütün tabakaları vardı. Onun içerisine küçük bir fare yerleştirmiş. Kedi kahve getirirken tabakayı açınca fare fırlıyor. Fareyi görünce kedi kahveyi bırakıyor, farenin peşine. İşte orada imtihanı da kaybediyor. İnsanoğlu da aynen bunun gibi. Allah insanı madde ile imtihan eder. Yani malla imtihan eder, evlat ile imtihan eder. Onun için “innema emvalikum ve evladikum fitne”. Mal ve evlat gerçekten insanı yakar. Beni evladım yaktı demez mi insanların çoğu. Beni bu mal mülk yaktı, mevki makam yaktı, yoksa ben böyle adam mıydım der. Ben bu duruma gelecek adam mıydım. Kardeşim gelmeseydin. Onun için bir insanın en büyük düşmanı kendisidir. Başka düşman aramasın. Burada da tabi Allah Musa(as) Tur-i Sina’ya gidince onlar tabi Firavun boğulmuş ama daha Firavun’un zenginliklerini görmemişler. Birden bire görünce dünyaları değişmiş. Altınlar, mücevherler… Ayette anlatılıyor. Neler bıraktılar geriye neler. Onları görünce İsrailoğulları’nın dünyaları değişiyor. Birden bire zenginlikler, makamlar, şunlar bunlar. Musa(as) bunu duyunca, daha topu topuna 40 gün. Tabi 40 gün kalıyor,40.gün içerisinde ne hale gelmiş.
TAHA, 86.. Ayet: “Fe racea musa ila kavmihı ğadbane esifa: Musa kavmine döndü ama çok kızgın ve üzgün”. Allah Allah! Böyle mi olacaktı ya. Ve başlarında da Harun(as) var. Harun’a rağmen nasıl yaptılar bunu? “kale ya kavmi elem yeıdküm rabbüküm va’den hasena: Allah size güzel bir söz vermiş değilmiydi?”, “e fe tale aleykümül ahdü: çok mu zaman geçti aradan” diyor. “em eradtüm ey yehılle aleyküm ğadabüm mir rabbiküm:bir de başınıza C. Hakkın gazabının yağmasını mı istediniz/Allah’ın cezasına mı çarpılmak istediniz?”, “fe ahleftüm mev’ıdı: bana vermiş olduğunuz sözden caydınız”. Hani Allah’ın dinine uyacaktınız, ne oldu?
Şimdi kavminin cevabına bakın. TAHA, 87.. Ayet: “Kalu ma ahlefna mev’ıdeke bi melkina” diyorlar ki; “biz kendi kararımızla sana verdiğimiz sözden caymadık ki”. Sen bizi suçluyorsun ama bunu biz kendiliğimizden yapmadık. “velakinna hummilna evzaram min zınetil kavmi” az önce şey yaptım. Bu ayet söylüyor, öbür ayet ayrıntılarını söylüyor. Bize onların zinetlerinden yüklendi de yüklendi. Dağıldı, bir zenginleştik birden bire. Altınlar, gümüşler her taraf doldu taştı. Onu taşıyamadık demiş oluyor. Yani onun altında ezildik. “fe kazefnaha” onun bir kısmını atıyorlar bir yere. Demek ki Firavun döneminde müthiş bir sanayi de var. Bugün mesela dikkat ederseniz piramitleri hala tam çözemiyorlar. Oradaki teknolojiyi çözemiyorlar. Orada bir kalıpka bir buzağı heykeli yapılıyor ama iyi de bir teknoloji var. Onu bilenler anlatır. Bentabi bilmediğim için ancak bukadar anlatabiliyorum. O konularda uzman olmak konuşabilmek için. “fe kezalike elkas samiriy: samiri de attı”. Hepsinin elinde o kadar çok altın var ki atabiliyorlar. Eskiden bulsalar kim bilir kaç tane beze sararlardı ama şimdi o kadar çok ki hiç önemli değil. Attık diyor. Duhan ve Şura’da var neler bırakmışlar neler. İşte burada altın ve gümüşten bahsediyor. Şuraya atın dedi Samiri altınlarınızı, attık.
TAHA, 88.. Ayet: “Fe ahrace lehüm ıclen: onlar için bir buzağı çıkardı”, “cesedel lehu huvarun: ses çıkaran bir heykel” buzağı heykeli çıkardı. “fe kalu haza ilahüküm” demek ki Samiri ile beraber başkaları da var. Diyorlar ki; “işte bu sizin ilahınız”. “ve ilahü musa: Musa’nın da ilahı”, “fe nesiy: ama O burada unutmuş gitmiş”. Bakın Harun(as) başlarında. En bilginleri, Musa(as)’ın baş sahabesi, en iyi yetişmiş olan kişi Samiri önderlik yapıyor bir buzağı heykeli yapıyorlar. Niye buzağı heykeli yapıyorlar? Çünkü siz eski Mısır’a bakın, onlar boğaya taparlardı. Zaten Bakara suresindeki anlatılan bakara da boğadır. Boğayı kesmek istememelerinin sebebi, Firavun’un tanrısını kesmek istemiyorlar. Yoksa o kadar zenginleşmiş olan İsrailoğullarına bir tane boğa kesmek ne ki. Ama onun sembolik değeri var. Onu kestikleri zaman sistem çökecek. Mesela siz şimdi gitseniz Hindistan’da bir tane inek kestirebilir misiniz Hindulara? Bir tane kesti mi bütün tılsım kaybolur gider. Bu kendini koruyamıyormuş derler. Boğa heykeli. Düşünün ki bunlar çocukluklarından beri Firavun’un baskısı altında kalmışlar. Ve Firavun bunların gözünde çok güçlü. Firavun orada boğulmuş ama Firavun’u o kadar güçlü hale geriren ne? Niye Mısır’da Musa(as) o kadar güçlü değildi de Firavun o kadar güçlüydü? Hangi şey Firavun’u öyle güçlü hale getirdi? Ne gelir akla? Firavun’un tanrısı tabi: Boğa. Bunun zenginliğini aldık, zenginliğinin sebebini de alalım bari. E peki bunu kim söyleyebilir? Bunu en baştaki en büyük sahabisi söyler: Samiri. Bu sizin ilahınız diyor. Musa’nın da ilahı ama unuttu. Bakın Allah’ın nebisine iftira yapılıyor mu? Bunların tamamı-unutmayın-Musa(as)’ın sahabesi. Ve tamamı O’nun soydaşı İsrailoğulları. Hani dersiniz ki başka kavimlerden girdi de bozdu falan. Değil. Tamamı O’nun soyundan. Aynı soydan gelen insanlar, aynı inancı paylaşan insanlar, aynı sıkıntıları yıllarca yaşamış olan insanlar, kurtulmuş kişiler. Birazcık zenginleşince hemen şey yapıyor. O kedinin olduğu gibi fareyi görünce arkasından koşuyor. Çünkü insanların gerçekten dünyalığa karşı acayip bir zaafları var. Sizin de çok olmuştur benim de olmuştur: bazı arkadaşların bakarsın ki bir makama mevkiye gelir, telefon açarsınız telefonunuza çıkmazlar. Ya da zenginleşir, gelmezler. Benim telefonda bu şekilde iki kere telefon açarım, üçüncü telefon açtığımda eğer bana dönmezse kesinlikle onun telefonunu silerim defterden. O kadar çok meşhur adamın telefonunu silmişimdir ki. Bana onun ne zenginliği lazım, ne mevkisi, ne makamı. Oranın etkisi altına giren kişiden bize bir fayda olmaz.
TAHA, 89.. Ayet: “E fe la yeravne”: biraz düşünseler, biraz akılları olsa, “ella yarciu ileyhim kavlen”: bu onlarla konuşamıyor, bir şey sorsan cevap veremez. Ses çıkarıyor. Bugün çocuk oyuncaklarını açıyorsun mesela işte bir deve yapmışlar, dokunuyorsun “taleal bedru aleyna”yı okumaya başlıyor. Biraz sonra duruyor. Ona dokunduğun zaman ses çıkarıyor ama bir şey sorduğun zaman cevap veremiyor. Hadi kalk buradan git dediği zaman hareket yok. Onun gibi bir şey işte. “ve la yemlikü lehüm darrav ve la nef’a: onlara ne bir faydası olur, ne bir zararı olur”. Heykel ya! Yok öyle değil efendim, duygu hakimiyeti olduğu zaman artık adam burayı hiç sorgulamıyor.
TAHA, 90.. Ayet: “Ve le kad kale lehüm harunü min kablü” Halbuki Harun(as) onlara daha önce şöyle demişti. Başlarında Harun(as) var, lütfen unutmayın. “Bizde olmaz!”. Hiç unutmuyorum küçük bir çocuk görmüştüm sokakta, ince bir şey giymiş, hava soğuk. Git dedim sırtına bir şey giy hasta olursun. “Bize bir şey olmaz”. Onu hasta olduktan sonra görürüz. Bizde olmaz diyorlar. İsrloğullarında olur biz de olmaz. Bunların korunmuşlukları var. Allah bu ayetleri herhalde boşuna koymuş buraya değil mi. “Ya kavmi innema fütintüm bih” Harun(as) daha önce demişti ki; “bak siz bununla zor bir imtihandan geçiriliyorsunuz” ateşe atılıyorsunuz. Ateşe atılmak ne demek? İşte fitne kelimesi, ateşte yanmak anlamına gelir. Bir şeyi ateşe atarsınız, elinize bir şey gelir. Bu külçe altındır. Hakikaten bakarsın külçe altın. Tartarsın, özgül ağırlığı itibarıyla da tamam, eni boyu şu kadar olan külçe altın 1 kilodur. Bakıyorsun 1 kilo. Acaba bunun içerisinde yabancı madde var mı? Mihenk taşı denen taşa vur, yabancı madde bulamazsın. Ben bu konuda çok uzman olan ve altın üretimi de yapan bir dostuma bir kaç ay önce telefon açtım. “Ya bunları nasıl tespit ediyorsunuz?”. Dedi ki; “o külçelerin içerisinde yabancı madde olup olmadığını ancak şeyle tespit ederiz: burguyla deleriz. Çünkü içerisine demir, bakır bir şeyler yerleştirirlerse içerisine, dışarıdan anlayamazsın. Bir levha halinde yerleştirilmişse görürsün. Levha halinde değil de başka şekilde yerleştirilmişse onu da göremezsin. O zaman eriteceksin. İşte fitne o. Kelime manasıyla fitne o. Ateşin içerisine atıyorsun, eritiyorsun. Erittiğin zaman ne iyisi kötüsünden ayrılıyor. İnsan, bizim malla mülkle işimiz olmaz diyor, e hadi bakalım karşına çıksın da gör. Çıktığı zaman “şunu bir alayım tevbe ederim”. Çok olmuştur bana. Gelmişlerdir “Hocam bir yatırım yapacağız, bir kere kredi alsak olur mu?”. Olmaz kardeşim. Tabi fetva verecek kişiler var fetva alıyorlar. Ondan sonra batıyorlar. Battıktan sonra bana geliyorlar. “Ya Hocam seni dinlememiştik” falan. Şimdi dinlersin de biraz sonra bir kredi bulsan yine dalarsın onun içine. Niye? Çünkü senin arzun dünyalıktır. Ne pahasına olursa olsun Allah’ın emrini yapacağım. İşte o senin imtihanındır. Mevki ile imtihan edilirsin makamla, zenginlikle, fakirlikle, her şeyle imtihan edilirsin. Ateşe attığın zaman adamın içinde ne var ne yok ortaya çıkar. Allah’ın imtihanları da böyledir. Ateşin yakması gibi bizi yakar, ateşin iyiyi kötüyü ortaya çıkarması gibi iyiyi kötüyü ortaya çıkarır. Dayanıklılık testinden geçmiş olursunuz. Diyor ki; “Ya kavmi innema futintum bih: bununla bir imtihandan geçiriliyorsunuz”. İnsanı imtihanı C. Hakkın, dayanıklılık testidir. Yani Allah’ın emrine ne pahasına olursa olsun uyuyor mu, yoksa Temel’in yaptığı gibi “tuu diyeceğum” mu diyor. “Tuu” dedim mi bitti her şey. Bir an olsun Allah’ın emrinden dışarı çıkmayacağız. 400 sene Fransızlar, Katolik kilisesine karşı kanlı bir mücadele vermişler. Peki mücadeleyi kazandıktan sonra ne yaptılar? Katolik kilisesinin yapısını devlete yerleştirdiler. Katolik kilisesinin yapısını şirketlere, kurumlara yerleştirdiler. Çünkü Katolik kilisesi onlar için ulaşılmaz bir hedefti. İsrailoğulları’nın gözündeki firavun gibi. Şuanda biz demokratik devletiz, bilmem ne… Hikaye! Türkiye’de de öyle. Bir şirket kuruyorsunuz, şirkete tüzel kişilik veriyor. Kendi şirketinizden para alıyorsunuz, diyor ki; “buna faiz işletmem lazım”. Bu ne kardeşim ya. Türkiye’de öyle. Batıya uymuş ya. Peki Müslümanlar bugüne kadar ne yaptılar? Aynen Firavun’un emri altındaki İsrailoğulları gibi mücadele verdiler verdiler, nasıl hakimiyeti kurunca “Allah faizi haram kılmıştır biz faize girmeyiz” dediklerini duydunuz mu? Daha çok esnafın faize girmesiyle övünmeye başladılar. Müslümanların hakim olduğu bir şeyde bu seneki yayınlanan şeylerde Merkez Bankası 1 numara, Ziraat Bankası 2 numara. Bununla övünülüyor. Nasıl olur ya. Nasıl yaparsınız? Hiç fark yok. Aynı. Bunlar iktidara gelinceye kadar 2005’e kadar finans kurumlarının faizcilik yapması kanunen yasaktı. Bunlar kanunen yapma yetkisi verdiler. Çünkü niye? Batının gelişmesinin sebebi o. Batı bu gerçeği gizliyor, batının gelişmesinin sebebi faiz değil. Batının gelişmesinin sebebi, İslam aleminin asırlardır elde ettiği birikimi onların elinden alıp, oraya götürerek zenginleşmesi. Bizi de faizden dolayı böyle oldu diye kandırmasından başka bir şey değil. Tam bir aldatmacadır. Onun için dikkat edin “batılı değerler”, “batılı kriterler”, “Avrupa Birliği Kriterleri”… Ya bunların bir tek değeri vardır: sömürü. İkincisi yoktur. Geçtiğimiz salı günü anlatmıştım. Avrupa delegasyonunun bir toplantısına çağırmışlardı. 3 gün sürmüştü Konya’da. Din ve Hürriyet idi galiba. Onlara dedim “sizin hürriyetten bahsetmeye hakkınız yok. Başkaları bahsedebilir ama Avrupalılar bahsetme hakkına sahip değildir. Bir kere sizin devletiniz teokratik yapıdadır”. 4 senede bir gideceksiniz kapalı bir yerde bir oy vereceksiniz, oy verdikleriniz ne yaparsa yapacak, siz de yönetime katılmış olacakmışsınız! Kimi kandırıyorsun ya. Teokratik bir yapınız var dedim. Teokratik devlet yapısına sahip olan kuruluşlarınız öyle. Sizin hürriyetten bahsetmeye hakkınız yok dedim, bu bir. İki: kredi sistemi hakim olmuş. Kredi sistemini ekonomik sistemin merkezine yerleştiren bir yönetimin hürriyetten bahsetmeye hakkı yok. Üç: hapis cezasını ceza sisteminizin en tepesine koydunuz. Maalesef 1841’den sonra kendine Müslüman diyen bu toplumlarda aldılar. İslam toplumu da aldı. İnsanın hürriyetini bağlayıcı cezayı esas alan bir topluluğun hürriyetten bahsetmeye hakkı yoktur. Bir de siz hakimleri tanrılaştırdınız. İnanılmaz takdir yetkisi verdiniz. Siz hürriyetten bahsetmeyin bir kere. Başkaları bahsetsin ama siz bahsetmeyin. Tek kelimeyle cevap veremediler. Bizimkiler kalkıyor “Avrupa Kriterleri”,”Batı Kriterleri” bilmem ne. Sonra “İslam alemi niye böyle oluyor?”. Kardeşim dua edin ki konuşabilecek kadar Allah size fırsat veriyor. Yoksa bu kadarına da hakkınız yok. Harun(as) ne demişti onlara; TAHA, 90.. Ayet: “Ve le kad kale lehüm harunü min kablü ya kavmi innema fütintüm bih”: ey kavmim, bak bununla zor bir imtihana sokuldunuz, “ve inne rabbekümür rahmanü: sizin rabbiniz O rahmandır” bu değil. Yani bütün iyilikleri size yapandır. Bunun nesi var da, konuşamıyorsunuz bile. “fettebiuni ve etıy’u emrı: bana uyun, benim dediğimi yapın” diyor. Ama Ona uymuyorlar, Samiri’nin dediğini yapıyorlar. Allah’ın nebisine, resulüne uymuyorlar.
TAHA, 91.. Ayet: “Kalu” Harun(as)’a verdikleri cevap şu: “len nebreha aleyhi akifıne hatta yarcia ileyna musa: Musa gelene kadar biz bunun karşısında saygıda kusur etmeyeceğiz”. Biz buna kulluğa devam edeceğiz. Musa(as) geldi, TAHA, 92.. Ayet: “Kale ya harunü ma meneake iz raeytehüm dallu: bunların sapıttığını gördüğün zaman neden bunlara mani olmadın?”. Niye engel olmadın? TAHA, 93.. Ayet: Ella tettebian e fe esayte emri: bana uymamana sebep olan nedir/niye benim gibi davranmadın bunların arasında?”. Diyor ki; benim emrime isyan mı ettin diyor Harun(as)’a. TAHA, 94.. Ayet: “Kale yebneümme”: anamın oğlu diyor. Anne merhamet timsalidir ya. Musa(as) çok sinirlenmiş, anamınoğlu diyerek biraz rahatlatmaya çalışıyor. “la te’huz bi lıhyetı ve la bi ra’si: saçımdan sakalımdan tutma”, “innı haşıtü en tekule ferrakte beyne benı israıle: İsrailoğulları’nı parçaladın demenden korktum”. Baştan bir uyarı yaptım, ondan sonra karışmadım. Yoksa parçalanacaklardı. “ve lem terkub kavlı: sözümü dinlemedin demenden korktum”. Peki şimdi İsrailoğulları parçalanmadı mı? Harun(as)’ın dışındakiler ne yaptı? Hepsi yoldan çıktı. Şimdi bir çok kimse var mesela bir tarikat şeyhinin sözünü hiç unutmuyorum. Bir fırsat bulup ona gidip diyeceğim. Şimdi ölüme iyice yaklaştı. Tekrar edeyim bu Çarşamba’nın şeyhi değil. Ondan hiç umudum yok da öbüründen gene birazcık umudum var. Bana dedi ki; “ya Hocam, çok doğru söylüyorsun ama zamanı değil”. Dedim “ölümü mü bekliyorsunuz zamanı gelsin diye?”. Hala bakıyorum hiç ses çıkmıyor. “Dediğin doğru ama konjonktür müsait değil”, “şartlar uygun değil”,”kim istemez ki öyle yapmayı?”. Harun(as) da, ya kardeşim bunu söylersek etrafımızda kimse kalmaz. Tamam yani biz de söylüyoruz, etrafımızda kimse olmuyor. Doğru. Ama o hesabı yaparsan böyle olur. Ne olur? Türklerin tamamı yoldan çıkar. Kendilerini dindar zannederek gider hem de. O başka bir dindarlık olur. Allah’ın yardımı asla gelmez. C. Hakkın gazabı ve gadabı gelir. Ama bu tarafa doğru yönlendirirsen Allah’ın yardımı ve desteğini alırsın. Mesela bakıyorsunuz bugün Türkiye’de yüksek öğrenim kurumu var. Onlar bizi tamamen dışlamış vaziyetteler. Çünkü hesaplarına gelmiyor. Diyanet’in tavrını da biliyorsunuz. Yıllardır vaaz ettiğimiz camiye, eminim en küçük şüphem yok eğer ellerinde bir imkan olsa namaz kılmak için camiye girmeme müsade etmezler. En azından benim hissettiğim bu. Öylesine tedbirler alınıyor ki kardeşim güzel de bu yaptığınız Abdulaziz Bayındır’a karşı mı yoksa Allah’ın dinine karşı mı? Biraz düşünsenize. İşte aynı durum. Fatih Orum’un öğretim üyeliğine son verildi. Suçu neydi? Tek suçu A. Bayındır’ın yanında doktora yapmış olması. Var mıydı başka bir şey? Yok. Bizi atamadıkları için. Hani derler ya babasını dövemedikleri zaman çocuğunu döverler, aynen onun gibi. Ben şahsen bundan memnunum Allah’a hamd olsun. Niye? Oturup çalışıyoruz işte, boş durmuyoruz. Gecemizi gündüzümüzü, C. Hakkın dinini daha iyi anlatmak için harcıyoruz.
Ondan sonra Musa(as) dönüyor Samiri’ye. Bunları saptıran kişi var ya. TAHA, 95.. Ayet: “Kale fe ma hatbüke ya samiriyy: Samiri, senin derdin ne?”. Sen bunu nasıl yaparsın Samiri? Tabi bu Samiri bir isim değil. Lakap. Çünkü bu samiri burada essamiri diye geçti ya. Falan yerli kişi. Zaten Samiriler diye bir gurup var. İsim değil, bir yere mensup olan kişi olarak anlatılıyor. Tek kişi rakam olarak. TAHA, 96.. Ayet: Kale besurtü bi ma lem yebsuru bihı: Bak diyor Musa, bunların göremediklerini ben gördüm”. Yani o senin anlattığın dinin bütün inceliklerini kavradım. Zaten ondan dolayı Allah, “Samiri onları saptırdı” diyor ya. “fe kabadtü kabdatem: sıkı sıkıya da sarıldım”, “min eserir rasuli: o resulün izine”. Arapçada iltifat diye bir ifade tarzı vardır. Bu iltifatı Türkçeye tercümede başka şekle çevirme imkanı oluyor. Yani iltifat dediğimiz: sen yerine mesela bir Arap sana sen nasılsın demez. Kardeşimiz nasıl diye sorar. Sen nasılsın da diyebilir ama bunu da der. Mesela Türkçeyle uymaz. Bakarsın ki ‘sen’den ‘siz’e geçer, ‘siz’den ‘ona’ geçer cümle yapısı, hiç bir şey anlayamazsınız. Mealleri yapanlar da buna dikkat etmedikleri için biraz dikkatli olan kişi der ki; “bu ne biçim ifade ya”. Bu Allah’ın sözü olamaz demeye başlar. Mesela size örnek olarak 17.surenin ilk ayetini göstereyim. Arap dilinin özelliği sanki Türkçede de varmış gibi tercüme ederler. Bir Türk hiç bir şey anlamaz ondan. Bakın 1.ayeti okuyorum. “Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye”. Gösterecek olan kim? Allah değil mi? Tamam. “Kulunu”. Kimin kulu? Anlaşıldı mı Türkçede? “Kulumuzu” demesi lazım değil mi? Kulumuzu demiyor “kulunu”. “Bir gecede mescidi haramdan, çevresini bereketlendirdiğimiz” “Onun kulunu”, “bereketlendirdiğimiz”. “Mescidi aksaya götüren Allah’ın şanı yücedir”. Bereketlendiren ki, götüren kim?” Bereketlendirdiğimiz”,”Mescidi aksaya götüren Allah’ın şanı yücedir”. Götüren Allah. “Bereketlendirdiğimiz” ,”kulunu”. Türkçe ifade tarzı hiç bir şekilde uymaz bu. Biraz düşündüğün zaman hiç bir şey anlamazsınız. “Hiç şüphesiz O”. Şimdi “O”ya geçti. Üçüncü tekil şahısa. Birinci çoğul şahıstan üçüncü tekil şahısa geçti. “İşitendir, hakkıyla görendir”. Türkçe açısından bir bakın, ne anlatıyor bu dersiniz. Halbuki Arap dilinde böyle ifade tarzı dinleyicinin dikkatini çekmek, konuyu iyi kavramasını sağlamak için bir öyle bir öyle. Yani dikkatini uyanık tutmak için kullanılır. Türkçede böyle bir ifade tarzı olmadığı için meali böyle vermek yanlıştır. Burada da “min eseri resul” derken “min eserike” demektir orada. Senin izine de sıkı sıkıya sarıldım. Zaten yukarıda diyor ki TAHA, 84.. Ayet: “Kale hüm ülai ala eserı” diyor Musa(as):”ya Rabbi onlar benim arkamdalar”, “benim eserideler”. Musa da resul olduğuna göre “eseri” resul demektir değil mi? “Min eserike” der ama arapçada “eseri resul” daha güçlü bir ifadedir. Bunu kullanıyor. Tamam diyor ben de senin yoluna sıkı sıkıya sarıldım. “Fe nebeztuha: attım” vazgeçtim, “var mı diyeceğin”. “Attım, senin yolundan çıktım” diyor. “Ve kezalike sevvelet fi nefsi: canım böyle istedi, var mı diyeceğin?”. “Çıktım yoldan, mürted oldum”.
TAHA, 97.. Ayet: “Kale fezheb: o zaman git” diyor, “çekil çevremden” . Bak orada da öldürme yok dikkat edin. Öyle dinden dönen öldürülür felan.. “fe inne leke fil hayati en tekule la misase”: sen sürekli bana dokunmayın diyeceksin. Çünkü sen burada milletin canını yakıcı bir iş yapışsın, senin de canın yanacak yaşadıkça. “ve inne leke mev’ıdel len tuhlefeh”:sana da verilen bir söz var ki ona da asla muhalefet edilmeyecektir. Tabi tevbe etme imkanı her zaman vardır. Başka ayetlere baktığımız zaman görürüz onu. “venzur ila ilahik”: sen hani vazgeçmem dedin ya, bak bakayım şu ilahına, gör bakayım ilahını diyor, “ellezı zalte aleyhi akifa”: hala onun karşısında ibadette direniyorsun ya. Nasıl uyuyor görüyormusun “ve kezaliket sevvele nefs zalte aleyhi akifa ma zirte abiden”diyor. İbadet etmeye devam ediyorsun. “le nüharrıkannehu sümme le nensifennehu fil yemmi nesfa”: onu eriteceğiz ve denize atacağız. TAHA, 98.. Ayet: İnnema ilahükümüllahüllezı la ilahe illa hu: sizin ilahınız, kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır”, “vesia külle şey’in ılma: O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır”. TAHA, 99.. Ayet: Kezalike nekussu aleyke min embai ma kad sebak: işte sana öncekilerin haberlerinden böylece anlatıyoruz”, “ve kad ateynake mil ledünna zikra: sana da kendi katımızdan bir zikir verdik”. Onlara Tevratı vermişti, burada da kuran. Tevrat da zikir, kuran da zikir. Zikir ne demek: kafaya yerleştirilip sürekli hatırda tutulması gereken şey demektir. Bilgi demektir. Bugün hafızlarda kuran bir bilgi olarak mı yerleşiyor kafalara? Müslümanlar bilgi olarak mı yerleştiriyorlar? Yok. Zikir dediniz mi tesbih çekmek akla gelir. Kelimeler nasıl değiştiriliyor anlayın bakın. Bak TAHA, 100.. Ayet: Men a’rada anhü: kim o zikirden yüz çevirirse”, “fe innehu yahmilü yevmel kıyameti vizra: kıyamet günü sırtında bir yük taşıyacaktır”. TAHA, 101.. Ayet: Halidıne fıh: o yüküm altında kalacaklar”, “ve sae lehüm yevmel kıyameti hımla: kıyamet günü ne kötü yükleri olacak onların”. TAHA, 102.. Ayet: Yevme yünfehu fis suri ve nahşürul mücrimıne yevmeizin zürka” o sura üflendiği gün günahkarların her birini yüzleri korkudan ne olur? Yüzümüzün rengi değişirse gömgök olmuş. Kan çekildi dediğimiz zaman. Gömgök olmuş. TAHA, 103.. Ayet: Yetehafetune beynehüm il lebistüm illa aşra”: birbirleriyle konuşacaklar; dünyada on gün kaldık. Yani deydi mi? TAHA, 104.. Ayet: Nahnü a’lemü bima yekulune iz yekulü emselühüm tarıkaten il lebistüm illa yevma”: kendi içlerinde örnek aldıkları kişi diyecek ki; “ne 10 günü ya, 1 gün kaldık”. Arkalarından gittikleri kişi 1 gün kaldık diyecek. Yani koskoca dünya hayatı gözlerinde 1 gün. Değer miydi ona? Şimdi bakın önce, dini kendimize uydurma dedik. İsrailoğulları Musa(as)’ın 40 günlüğüne ayrılmasından sonra tamamı Musa(as)’ın ashabı olan kişiler ve başlarında da Samiri var. Dini en iyi bilen. Ne yaptı bunları? Musa(as)’ın dinine mi uydu, o dini kendine mi uydurdu? “Bu, Musa’nın da ilahıdır” dedi değil mi? Musa’yı da kullandı. Onu da ihmal etmedi. Peki en başta şunu şey yapalım. Şurada gerçekten inanılması zor şeyler var. Şu ayette öyle acayip manalar vermişlerdir ki. Mesela bakayım burada nasıl mana vermiş, ondan sonra da Vedat okusun. Kur’an Yolu, Diyanet’in tefsirinden okuyacaksın değil mi? 96: Musa diyor ki; “senin derdin neydi ey Samiri” diye sorduğu zaman Samiri demiş ki; “ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım”. Ne demekmiş elçinin izi? Bir avuç avuçlamış. Toprak almış. “Onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi”. Ayetin devamı zaten onu tamamen ortadan kaldırıyor. Açıklama yapmış mı? Burada yok. Burada koymamış. Kuran Yolu’ndan oku bakayım ne diyor orada. Tefsirlerin hepsinde var da millet görsün.
VEDAT YILMAZ: “96.ayette geçen ve elçi diye tercüme ettiğimiz resul kelimesi, müfessirler tarafından genellikle Cebrail olarak anlaşılmış ve ayetin diğer kısımlarına da buna göre mana verilmiştir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Peki şimdi bakın. Dinin ne hale geldiğini görmeye başlayalım. Biraz sonra usül konusuna gireceğiz. Kuranda kitabın yanında hikmet vardır. Yani bir ayeti diğer ayet açıklar. Bu, sahabeden sonra tamamen kaybolmuş, hatta tabiinden sonra. Cemal Bey’in tespitine göre tabiinde de birazcık varmış. Tamamen kaybolmuş. Dolayısıyla kuranı anlama imkanı ortadan kalkmış. Hemen burada “min eseri”,“eseri resul” birbirini açıklayan ayetlerdir. “Onlar benim izimdeler”,”evet biz de senin izindeyiz” demiş oluyorlar. “Er resul” kelimesi: Musa(as) resul işte. Arapçada da iltifat var. Ama işi saptırmak istediğiniz zaman her türlü fırsatı kullanıyorsunuz. Cebrail’in iziymiş!
VEDAT YILMAZ: “bu açıklamaların özeti, Samiri denen şahsın Cebrail’i gördüğü ve onun bineğinin ayak bastığı yerden bir miktar toprak alıp attığı şeklindedir. Bu yoruma göre ‘onların görmediklerini gördüm’ cümlesinin anlamı, Samiri’nin Cebrail’i gördüğünü ileri sürmüş olmasıdır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Peki şimdi Cebrail(as) at ile mi dolaşıyor? Nereden çıkardınız ya? Derler ya; “ufak at da civcivler yesin”. Atı yere bastığı zaman ayağıyla iz mi yapıyor? Bunu hiç başka gören olmadı mı? Nereden çıktı Cebrail’in atı Allah aşkına ya? Şuna Cebrail’in ayağının bastığı yerden bir avuç toprak aldığın zaman atınca şey canlı hale mi geldi.
KATILIMCI: Harun(as) göremiyor da O nasıl görüyor?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Neyse. Böyle bir şey olmaz ki. Bu mümkün değil. İlk adımdan başlayalım. Aslında bir şey yaptığı yok, kitaplarda olanı naklediyor. Biraz da zayıf nakletmiş, daha neler var neler.
VEDAT YILMAZ: Müfessirlerin genel görüşü buymuş. Bir tek aykırı Fahrettin Razi’nin görü varmış. Fahrettin Razi’nin görüşü şöyleymiş Hocam ayetin tefsirini yaparken: “ben onların görmediklerini gördüm yani sizin izlediğiniz yolun doğru olmadığını anladım ve ey elçi senin dininden ve sünnetinden bir kısmını çıkarıp attım”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bari O doğru mana verseydi. O da büsbütün bozuyor işi. İşte bakın bütün müfessirler yani kuranı tefsir eden insanlar ve Fahreddin Razi. Bu da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kuran Yolu. Ama bunu tekrar edeyim. Bunun Diyanet’in kendisiyle bir alakası yok. Bu gelenek böyle. Onların özel tercihleri falan değil. Namaz vakitlerinde yaptıkları gibi değil. Namaz vakitlerinde yaptıkları asla bu yola girerlerse gerçekten onların ve onları destekleyenlerin dünyaları da gider ahiretleri de gider. Bunun hiç bir şakası yok. Allah’ın açık ayetlerine savaş açtı maalesef diyanet ve destekçileri. Tevbe etmeden hiç mümkün değil. Her defasında hatırlatıyorum. Tevbe edinceye kadar da hatırlatmaya devam edeceğim.
Allah, Hud suresinin ilk ayetlerinde diyor ki HUD, 1.. Ayet: “Elif lam ra”. Hatta Diyanet İşleri’nin başkanlık olarak yayınlanan meal, Diyanet Vakfı’nın yayınladığı mealde yanlış da burada doğru meal verilmiş. Doğru meal veren çok nadir meallerden bir tanesi. Buradan okuyayım ben size. “Elif-Lam-Ra. Bu kuran, ayetleri hüküm ve hikmet sahibi bulunan ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Allah tarafından muhkem kılınmış, sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır”. Meal doğru. Muhkem kılınmış sonra da Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz. Orada yanlış bir parantez var, onu atladım. Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye ayrı ayrı açıklanmış bir kitaptır. Demek ki açıklamayı Allah niçin yapmış? Başkasına kulluk. Açıklamayı Allah yapmış değil mi? Kişiye bırakmamış. Peki Resulullah’ın açıklama yetkisi var mı? Diyor ki; “şüphesiz ben, size O’nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim”. Yani kuranı ben açıklamam. Allah’ın yaptığı açıklamaları size bildiririm. Allah’ın yaptığı açıklamalar: hikmet olan, kuranla beraber indirilmiştir. Onun metodu vardır. Tıpkı mesela Allah diyor ki; “demiri indirdim” diyor. Peki siz gidip de Allah demiri indirmiş, hadi gidelim falan yerde demir yatakları varmış. Zonguldak’ta idi değil mi? Divriği’de demir yatakları varmış, kamyonla gidelim bir kamyon demir getirip de şurada ev yapalım diyen bir insana ne derler? Kafayı yedi derler. O demiri oradan ayıklamanın bir metodu vardır. Onun fabrikasını kuracaksın, uzman ekibini kuracaksın, aletini edevatını. Kuranın içerisinde inmiş olan hikmetleri de çıkarmanın bir metodu vardır, bir ekibi vardır. Resulullah o ekibi kurmuştur. O metodla çıkarmıştır. Peki demiri Divriği’ye insanlar mı yerleştirdiler? Allah yerleştirdi. Aynen onun gibi hikmeti de kuranın içine Allah yerleştirmiş ve metodunu koymuştur. Bir ayet diğerini açıklar. Açıklamada da benzerlikten, muteşabih ola ayetlerden hareket ediyorsunuz. Bakın bütün tefsir alimleri Allah’tan başkasına kulluk etmek diye C. Hakkın nitelendirdiği bir yola giriyorlar, Allah’ın kitabını kendileri tefsir etmeye kalkıyorlar. Bir kere bunu en başta kabul edilebilir bir şey mi? O zaman ne olur? Dini kendine uydurursun. Sen dine uymazsın. İşte o zaman böyle abuk subuk şeyleri anlatırsın. Yok efendim Cebrail’in bilmem şeyine şey yaptı.. O zaman “Samiri onl arı saptırdı” der miydi Allah eğer Samiri sapık birisi olsaydı? Sapık birsi olsaydı, Musa(as) Onu karşısına amıp da “sana ne oldu” dermiydi? Sapık birisi olsaydı “biz Samiri’ye uyduk” derler miydi İsrailoğulları? Ya bu nebiçim bir mantıkdır? Ayetleri böyle parçalıyorsunuz. “Hocam, ceketin çok yakışmış. Şu kolunu alabilir miyim?”. Al, ne bu kol bir işe yarar ne de ceket. Öyle de yapmıyorlar, makasla şuradan bir parça alayım diyorlar. Bir de buradan alıyor, herkes gülünç duruma düşüyor. Bugün bakın islam alemi bu. Allah, en son indirdiği ayetinde ne diyor? Maide 3: “… el yevme ekmeltu lekum dinekum: bugün sizin için dininizi mükemmel hale getirdim”. Ne demek? Olgun, tam. Tam ve olgun olan şeye ilave yapılabilir mi? Bir eksiği olur mu? Bakın, usulü fıkıh kitapları ne diyor biliyor musunuz? Az önce gördünüz tefsir. Kuranı açıklaması gereken kitaplar. Kuranla ne alakası var? Ne saçma sapan şeyler söylemişler değil mi? Usulü fıkıh ne demek? Yani günlük hayatta işimize yarayacak çözümler üretmek için uygulanacak metot. Şimdi Allah; “ben sizin dininizi tamamladım” diyor. Ondan sonra başka ayetlerde de söylüyor. Mesela bir ayette diyor ki; “ve enzelna ileykel kitabeti li ennehu kulli şey: sana bu kitabı her şeyi açıklasın diye indirdik” diyor. Her şeyi açıklasın. Zaten bir çok ayette söylüyor her şeyi ayrıntılarıyla açıkladık diye. Ayrıntılarıyla açıklanan kitabın tabi ki metodu olacak. Bir kitapta her şey var ise bir metodu var demektir. Mesela cebimizdeki telefonla 10 tane rakamla her tarafa ulaşabilirsiniz. Ama orada rakamlar arası sıralamayı düzgün yapmanız lazım. Yoksa bir tek telefona bile ulaşamazsınız değil mi? “Canım ne fark eder, bununla tüm telefonlara ulaşacağımı söylediler”. Bakayım ulaşabiliyor musun? Hikmet metodu maalesef tamamen kaybolduğu için usulü fıkıh ne diyor biliyor musunuz? Oku bakayım Fatih. Önce o kitabın ne olduğunu bi anlat. İlahiyat fakültelerindeki yerini anlat.
FATİH ORUM: Öğrenciyken okuduğumuz usulü fıkıh. Şöyle tercüme edilmiş; “İslam hukuku ilminin esasları”. Esasında bu kitabın özelliği, genelde klasik kaynaklardakileri anlaşılır bir dille toparlamış.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tercümesi İbrahim Kafi Dönmez.
FATİH ORUM: Bugün fıkıh usulü denince akla ilk gelen kitaplardan bir tanesi. İlahiyat fakültelerinde en çok okutulan kitaptır. Bu sadece, geleneksel yapıyı bizim anlayacağımız dilde ortaya koymuş. Kitabın birçok yerinde aynı şeyin altı çiziliyor da ben size sadece bir yerden okuyorum. Diyor ki; “kuran ve sünnetteki naslar sınırlıdır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Basım tarihi ve sayfasını da ver.
FATİH ORUM: Ankara 1996. Diyanet Vakfı Yayınlarında. 2.baskı,1996. Sayfa 135. “Artık vahiy sona erdiğine göre bunlardan başka nas da eklenmeyecektir. Buna karşılık insanların karşılaştıkları ve karşılaşacakları olaylar sınırlı değildir. Her an yeni olaylar ortaya çıkmaktadır. Sınırlı kaynaklar sınırsız olayları karşılayamayacağına göre, yeni olayların hükümlerini elde etmeyi sağlayacak başka bir kaynağın bulunması zaruridir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Naslar sınırlı, yani ayetlerin sayısı belli. Hadislerin sayısı belli. Olaylar sınırsız. Peki sınırlı naslar ile sınırsız olaylara çözüm bulunamayacağına göre ne yapmak lazımmış? Başka kaynak bulmak gerekiyormuş! Bu ayete verilen meal gibi değil mi bu da. Acayip bir şey. Allah diyor ki ben size her şeyi açıkladım. Açıklamayı bizzat ben yaptım ki diyor, bak “kitabun uhkimet ayatuhu” ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır diyor. “Summe fussilet: sonra ayrıntılı olarak açıklanmıştır”. “Summe cuilet mufassalaten” demektir. O zaman: bir muhkem ayetler var yani ana, temel, bir de onu açıklayan ayetler var değil mi? Bakın, muhkem ayet ile onu açıklayan ayete verdikleri anlam da evlere şenliktir. “Muteşabih”e baksana ne anlam vermiş. Kuranda 8 ayette ‘muteşabih’ kelimesi geçer. 7’sinde: “biri diğerine benzeyen” manası verirler tefsirciler. Ama asıl kuranın metodolojisiyle alakalı, hikmete ulaşma metodu, esas konunun özünü açıklayacak olan ayette ne mana verdiklerine bir bakalım. “Müteşabih”e ne diyor. Türkçemizde vardır: “teşbih”. Kullanılır değil mi? Birbirine benzetme. Teşabüh, karşılıklı benzeşme demektir. Onun için muhkem ile müteşabih arasında benzerlikler vardır. Mesela az önceki olayda, sadece kulakla bile anlarsınız. “Resulün eserine sarılmak” ve “eser” iz demek arapçada. “Hum ulai eseri”, bu da “eserir resul”. “Eseri”deki “i”, “ben” anlamına geliyor. “Erresul” de “resul”. Ben diyen Musa(as)’dır, o da “eserir resul”değil mi? Aynı kelimeler değil mi bunlar? Ama aynısı değil, birisinde “er resul kelimesi konmuş birisinde “ya” var ama tam bir benzerlik. İşte bu benzerlikten hareket ettiğimiz için o ayetlere bu manayı verdik. Ama o kaybolmuş. Siz o benzerliği ortadan kaldırıyorsunuz, ona ne mana verdiklerine bakın. Bu, usulü fıkıh. Bunu bütün tefsirciler kabul ediyor. Ve bütün usül kitapları kabul ediyor. Oku bakalım.
FATİH ORUM: Müteşabih: kendisş ile kastedilen mananın dünyada hiç kimse tarafından bilinemeyeceği, veya ancak ilimde üstün mertebeye sahip kişilerce bilecek kapalı olan lafızdır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Burada da tabi şu ayetin mealini verirken bunu söylüyorlar. Bunu diğer ayetlerle beraber yapsalar o kadar ayrıntılı o kadar güzel mana çıkıyor ki biz bunu defalarca ders yaptık. Zaten Fatih’in bu konuda yaptığı ‘Kur’an’ı Anlama Usulü’ diye bir kitap var. Orada ayrıntılı olarak görebilirsiniz. Bizim ‘Doğru Bildiğimiz Yanlışlar’da da küçük bir bölüm var. ALİ İMRAN, 7.. Ayet: “Hüvellezı enzele aleykel kitabe minhü ayatüm muhkematün” diyor ki: “sana bu kitabı indiren O’dur, bir muhkem ayetler vardır”, “hünne ümmül kitabi: onlar kitabın temelidir” yani hükme esas alınanlar onlardır. Temel o. “ve üharu müteşabihat: diğerleri benzer ayetlerdir”. Peki o temel alınan mı çok olur diğerleri mi? Diğerleri. Diğerleri hiç anlaşılmazmış! Ne oldu şimdi? Peki kuranı Allah kendine mi “indirdi? Kuranı mübin” diyor. “Kitabun fusilet ayatuhu kur’anen arabiyyen” diyor. Bakın,?”kitabun fussilet ayatu kur’anen arabiyyen” diyor Allah. Bu kitaptır ki ayetleri arapça kuran olarak, arapça kümesi halinde açıklanmıştır diyor. Zaten o da mecbur ediyor. Muhkem ve müteşabih. Bir başka yerde mesani diyor. Allah rızası için bakın o ayetin de anlamını öyle vermişlerdir ki bir tane anlayan varda beri gelsin. İstersen oradan bi oku. Oku bakalım ki bir Allah’ın kulu anlayabilir mi? Bütün tefsirlerden okuyun, anlayamazsınız. Çünkü kelimelerle oynanmıştır, kavramlarla oynanmıştır. “Ceket ne kadar güzel 10cm bana ver, öldüğüm zaman kabrime koyarsam cennete giderim”. Hangi cennete gideceğini görürüz ahirette. Oku bakalım ne diyor.
FATİH ORUM: Fussilet 3.ayet: “bu, bilen bir kavim için ayetleri arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ne anladınız? Arapça okunarak açıklanmıştır. Ramazanda baştan sona kadar hatim yaparsan açıklamış olacak. Bizim bir arkadaşımız vardı, sürekli şey yapar. Mehmet Hoca hatırlar Ömer Hoca’yı. Üç günde bir hatim indirirdi. Öyle bir hafızlığı vardı ki tam computer. Bir kelimeyi söylerdim derdi ki; “şu cüzün şu sayfasında”. Hemen ezbere. Tamam da hiç bir şey bilmez ki içeriği hakkında. Arapça okunarak açıklanmış ne? Böyle bir ifade var mı? Halbuki ayet ne diyor? “Kitabun fussilet ayatuhu: bu bir kitaptır ki ayetleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır”. Zaten şeyde de okuduk ya. “Kitabun fussilet ayatuhu”, “summe fussilet” kelimelerin sesinden de anlaşılıyor. Önce ayetleri muhkem kılınmış sonra ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Burada metodun ikinci ayağını söylüyor. “Fussilet ayatuhu kur’anen”. “Kur’anen” küme anlamında. Kur’an kelimesinin anlamını da ben şu ana kadar bilen tefsirciye rastlamadım. Bunu nereden çıkardık? Eski Arapça lügatlerden çıkardık. Kuranı kerimin ayetlerinden çıkardık. Kur’anı bilmeyen ümmet neye yarar? Kur’an’ın manasını bilmiyor ya! Orada ‘okuma’ manası vermiş. “Kur’anen arabiyyen: arapça kur’an olarak” arapça lafızlardan toplanmış bir küme olarak açıklanmıştır. Çünkü bu muhkem onu açıklayan ayetler hükmü oluşturuyor. En az iki olur, daha fazlası da olur. Peki kimin için açıklanmıştır? “Li kavmin ya’lemun: bilenler topluluğu için” herkes için değil. Bilen kişi için değil, topluluk için. Demin hani demir çıkarma dedik. Bir kişi dünyanın en iyi uzmanı olsa, gidip de demir çıkarabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü? Ekip oluşturması lazım. Allah öyle diyor; “li kavmin ya’lemun”. Bugün, Sülyeymaniye Vakfı’nın tek farkı budur. Allah’a hamdolsun ki ben 1978’den beri hep ekip çalışması yaptım şu ana kadar. Hiç tek başıma çalışmadım. Şimdi Allah’a şükür sistem oturdu. Bak ne diyor; “anlaşılmaz ayet” diyor ya! Kimse anlayamıyormuş müteşabih ayeti! Allah kendine mi indirdi bu kitabı? Mufassal kitap diyor, ayrıntılı açıklanmış kitap diyor. O zaman yanlış söylüyor Allah! Herşeyi açıklayan kitap diyor, o yok diyor, naslar sınırlı olaylar sınırsız diyor. Eee, devreye kim girecek? Ulema girecek. Ondan sonra şu helal, şu haram. Oooh istediği gibi. İşte gördük Samiri’yi. Başında Harun(as) olmasına rağmen. “Bizde olmaz!”. Öyle mi? Bak ne hale gelmişsiniz. Daha en temel kavramınız yok beyler. Ondan sonra bir takım metodlar gerekiyor. İcma metodunu ortaya çıkarmışlar, kıyas metodunu ortaya çıkarmışlar, bir de sünnet diye Resulü’nün hadislerinde, Allah’ın kitabında olmayan bir sünnet uydurmuşlar. Kelimeyi doğru almışlar ama yanlış yerde kullanmışlar. Mesela bugün Türkçe’de ‘aşk’ kelimesi var. Nerede kullanıyorlar aşkı? Zinada kullanıyorlar. Maalesef. Mesela “aşk hayatı yaşıyorlar” deyince ne diyorlar? Muteşabih kelimesine o manayı vermenin milyarda bir bile ihtimali yok. Bak size ne diyorum? 8 tane ayet var kuranda müteşabih kelimesinin geçtiği. İşte Samiri böyle istemiş. Allah bu dini tamamladık diyor değil mi? “Ekmeltu lekum dinekum: sizin için dininizi mükemmelleştirdim”,”e etmemtu aleykum ni’metî: bütün niğmetlerimi tamamladım”, “ve radîtu lekumul islâme dînâ: bu İslamı da size din olarak kabul ettim”(MAİDE 3). Bu İslam, başkası değil. Peki az önce usulü fıkıhta anlatılan İslam bu mu? Bir daha okur musun o cümleleri. Ben talebeyken de biz böyle yetiştirildik. Bu, Türkiye ile sınırlı değil. Her tarafta böyle.
FATİH ORUM: “İslam dininin kaynaklarının sadece mevcut olayların değil dünyanın sonuna kadar ortaya çıkacak bütün olayların hükmünü bulmaya elverişli bir zenginlikte olması gerekir. Kuran ve sünnetteki hukuki naslar ise sınırlıdır. Artık vahiy sona erdiğine göre bunlara başka naslar da eklenmeyecektir. Buna karşılık insanların karşılaştığı, karşılaşacakları olaylar sınırlı değildir, her an yeni olaylar ortaya çıkmaktadır. Sınırlı kaynaklar sınırsız olayları karşılamayacağına göre yeni olayların hükümlerini elde etmeyi sağlayacak başka bir kaynağın bulunması zaruridir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Zaruri”. Görüyor musunuz? Başka kaynağın bulunması zaruriymiş! Peki şimdi dünya, Allah’ın yarattığı ayetlerden oluşuyor değil mi? Efendim dünyada kaynaklar sınırlı, insanların ihtiyacı sınırsız, o zaman yeni kaynaklara ihtiyaç var hadi gidin Mars’a orada alın bir arsa! Ya dünyanın kaynakları bugün insanların karnını doyurmaya yetmiyor mu? İşte siz hikmeti kaybederseniz, hikmet: dünyanın kaynaklarından insanın ihtiyacı olan üretimi yapmaktır. Kurandaki hikmet de Allah’ın kitabını ortaya koymaktır. Peki bunlar hikmete ne demişler? Bakın hikmet o kadar önemli bir kavramdır ki. Allah diyor ki; “…ve ma enzele aleykum minel kitabi vel hikmeti yeizukum bih: size indirdiği kitap ve hikmette Allah size nasihat eder öğüt verir”. Ondan sonra İbrahim(as) dua ediyor kabeyi bina ettiği zaman; Bakara 129: “rabbena veb’as fihim resulen minhum: ya Rabbi, onların içinden kendilerinden bir elçi çıkar”,”yetlu aleyhim ayatike: senin ayetlerini okusun”, “ve yuallimuhumul kitabe vel hikme: onlara kitabı ve hikmeti öğretsin”. O kitap, Adem(as)’dan beri olandır. İşte bu. Çok küçük değişiklikler vardır ama. Ve hikmeti öğretsin diyor. “Hikmeti öğretsin”. Ondan sonra BAKARA, 151. ayette diyor ki; “Kema erselna fıküm rasulem minküm”. Bak, “size kendi içinizden br elçi gönderdik”, “yetlu aleyküm ayatina: size bizim ayetlerimizi okuyor”. Muhammed(sav) bunu okudu. “ve yüzekkıküm: sizi geliştiriyor”. Çünkü kuranı öğrendikçe gelişiyorsunuz. Nasıl geliştiğini herkes biliyor zaten. “ve yüallimükümül kitab: bu kitabı size öğretiyor”, “vel hıkmete: ve hikmeti öğretiyor”. Hikmet bu derece önemli. Ondan sonra Allah bütün nebilerine kitap ve hikmet vermiş. Mesela ALİ İMRAN, 81.. Ayet: “Ve iz ehazellahü mısakan nebiyyıne: Allah nebilerden kesin söz aldığı zaman”, “lema ateytüküm min kitabiv ve hıkmetin: size bir kitap ve hikmet veririm de”. Sadece kitap değil. Hikmet, onun kullanma kılavuzudur. Bu telefonu aldın, kullanma kılavuzu yok: kullanabiliyormusun? Hikmet kuranı kullanma kılavuzudur. Kuranın içindedir. Sana göresi bana göresi yoktur onun. O tamamen objektiftir, evrenseldir. Diyor ki; “size bir kitap ve hikmet veririm de”, “sümme caeküm rasulüm müsaddikul lima meaküm: bir resul gelir”, son gelen resul kim? Muhammed(as). “müsaddikul lima meaküm: sizinle beraber gelen kitap ve hikmeti tasdik edecek”. Peki hikmetin tasdiki diye bir şey bizim kitaplarda ben şu ana kadar görmedim. Allah’ın kitabı hariç. Ne hale gelmiş görüyormusunuz? Samiri’nin yaptığından daha berbat değil mi bu? Hikmet yok. Hikmete nasıl mana veriyorlar? Usulü fıkıh kitabı: bize de öyle öğrettiler.
FATİH ORUM: Kıyas diye bir şey var. Bir olayı bir başka olaya kıyas yaparak hükmün alınması. Şöyle bir varsayımda bulunuluyor. Varsayım, bütün olaylara ait kuranda hüküm yok. Tamam peki. Ne yapılabilir bu durumda? Olaylara nasıl hükümler üretilebilir? Bunun bir tanesi kıyas deniyor. Kıyas da işte bir problem çıkarsa, herhangi bir sorun ortaya çıkarsa bu sorunun bir benzeri kuranda veya Resulullah’ın sünnetinde var mı bir bakılır. Arada bir benzerlik kurulabilirse ki buna illet deniliyor. Yani iki olay arasında bir benzerlik. Mesela işte sadece örnek vermek açısından diyelim, doğru yada yanlışına değinmeden. Mesela işte kuranda ‘hamr’dan bahsediyor. Hamr nedir? Hamr’ın da üzüm suyundan yapılan içki olduğunu düşünelim. Öyle deniyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Öyle bir şey de yok. Onu kendileri söylüyor.
FATİH ORUM: Sadece anlamak için.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Çünkü adamların canı içki içmek istiyor. Bu çok açık ve net. Şurada var. Adamın canı içki içmek istiyor. O kadar zenginleşmiş, cariyeler var, içkisiz olmuyor kardeşim! O zaman ne yapacaksın? ‘Hamr’a öyle bir mana vereceksin ki bunu ne Araplar bilecek ne de kuran bilecek. Neymiş efendim: taze üzüm suyundan elde edilen şarap. Hoppalaa! Bunu nereden çıkardın? Bir kere bu kesin. Kur’an, onu yasaklamıştır. Diğerleri? “Bakalım acaba niye yasaklamış? Acaba bu üzümden elde edildiği için mi? Yok canım, şıra da içiyoruz: değil. E peki bu sıvı olduğu için mi? Yok su da içiyoruz: değil. Olsa olsa belki sarhoş ettiğinden dolayı olabilir. İllet belki bu olabilir ama bizim kendi tespitimiz: kuran öyle bir şey dememiş”. Tabi ilgili ayetleri örtersen dememiş olur. İlgili ayetlerin üstünü örtlüşlerdir. Resulullah’ın “kulli muskinin hamrun” sözünü de “sarhoş edici her şey hamrdır” sözünü de görmezler. Çünkü amirleri, halifelerinin canı içki içmek istiyor. Sarayda içki içilmesi gerekiyor kardeşim kusura bakma! Fetva istiyor adam vermeden olur mu? Tanrı o. Allah sonraki tanrı haşa. Ondan sonra diyorlar; “sarhoş edici özelliğinden dolayı diğerlerine de haram deriz ama bu bizim görüşümüz, yanlış da olabilir. Zannidir. Birisi çıkar da derse ki üzüm şarabından başkası helaldir, ona da kafir diyemeyiz” diyor. Kitaplarda bu yazar. İlk önce şoke eden bu olmuştur beni. İlk makaleyi bu konuda yazmışımdır 1977’de falan. Şaşırdım kaldım. Mebsud’u okuyorum diyor ki; “gece ibadetlerinde vücuda kuvvet vermek için bir iki kadeh atılabilir” diyor. Bu ne biçim bir şey ya. İbadete kalkıyor, bir iki kadeh atıyor ya! Hamr’ın dışındakiler ama. Hamr’ı içemezsin diyor. Peki ötekiler ne zaman haram olurmuş? Sarhoşluk verdiği zaman anlayacağız ki haram olduğunu. Peki sarhoşluk nedir? “Kadın ve erkeği ayıramayacak hale gelmektir” diyor. “Yer ile göğü ayıramayacak hale gelmektir” diyor. Öyle bir sarhoş gördünüz mü? Asırlardır İslam’ın hakim olduğu bir ülkede rakı milli içki olur mu? Üzüm suyu demiyor taze üzüm olacak. Rakı üzümden elde ediliyor ama kuru üzümden. Sonra o damıtık içki. Fermante içki değil ki. Damıtık olan girmez şeye. Fermante olacak yani ekşime ile olacak. Bu vesileyle ben bu konuyu çok iyi öğrendim. Çünkü bir türlü tatmin olamadım. Şarap fabrikaları genel müdürüyle de toplantı yaptım. O zaman itibarımız çok yüksek, İstanbul müftü yardımcısı olunca, fetvanın başında olunca bütün kapılar açılıyordu. Şimdi neredeyse camilerin kapısı da kapanacak da ona cesaret edemiyorlar. Kıyasın ana örneği budur. Görüyorsunuz Samiriler hiç girmemiş devreye değil mi?
FATİH ORUM: Bu kıyas için bir illet gerekiyor dedik ya, mesela bu örnekte sarhoş edicilik bir illet. Yani bunda da var, bunda da var. O halde buradakini buna da taşıyabiliriz anlamında. Bu illet tartışılmış. Denilmiş ki illet nasıl bir şey olmalı? Çerçevesi nasıl çizilmeli? Bu defa demişler ki; “aslında hükümlerin amacı var. Asıl ruhu var. Ona hikmet diyoruz ama bu hikmeti biz her zaman ifade edemeyiz, tespit edemeyiz. Bu, tespiti kolay bir şey değil, ifadesi kolay değil”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bütün nebilere veriliyor. Bakara 269’da insanlara da gereken çalışmayı yapanlara da verilir Müslüman-kafir ayrımı olmaksızın. Yani doğruluğu test edilmiş olan evrensel bilgiye de hikmet denir. Sadece nebilere değil. Dolayısıyla hikmet bizim Müslümanlar olarak tüm ilim sahasına hakim olacağımız bir noktadadır. Zaten biz oradan hareket etmeseydik, kutup bölgesindeki problemi asla anlayamazdık, bırakın çözmeyi.
FATİH ORUM: Hikmet için işte bundan dolayı şöyle bir tanım yapmışlar. Demişler ki; “evet hikmet önemli bir şey ve hükümlerin gayesini, ana fikrini ortaya koyar ama bunu tespit etmek kolay olmadığı için, hükümler hikmete göre bina edilemez”. Mesela bunu ben aynen okuyayım. Hikmete şu anlamı veriyorlar önce: “hükmün konulmasına uygun düşen durum, hükmün konulmasından amaçlanan sonuç veya korunmak istenen menfaat”. Ve en nihayetinde hikmete bu anlamı verdikten sonra diyorlar ki; “usulcülerin nazarında bil fiil vukuu bulmuş olan tahlil, hikmetlere göre değil, sadece zahir vasıflara göredir. Onların meseleye bakışı şöyledir: illetten maksat şer’i hükmün bilinmesidir. Şu halde o, karışıklığa meydan vermeyecek şekilde açık ve şahıslara göre yahut duruma göre değişiklik arz etmeyen bir vasıf olmalıdır. Hikmette ise bu özellikler bulunmaz. Çünkü fıkhi hükümler üzerinde tüme varım yoluyla yapılan incelemeler göstermiştir ki hikmet bazı hükümlerde gizli bir durumdur”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Hikmeti ne kadar güzel biliyorlar değil mi? Sadece burada bu kadar geçer hikmet. Bütün nebilere verilen, bütün nebilerin ümmetlerine öğrettiği, bizim önceki ümmetleri tasdik etmemiz gereken, kitabın yanında en temel kavram olan hikmet ne olmuş: “bilinmez bir vasıf” haline gelmiş. Görüyor musunuz dini kendine uydurmayı? Bütün İslam alemi için bu geçerli, bura için değil. Tabiin döneminden sonra tüm İslam alemi için geçerli. Tabiinden sonra dememin sebebi: o zaman hikmetle ilgili bir ibare var, okusana orayı. Katade, tabiin ulemasından. Burada hikmet sünnettir diyor da tabi sünnet derken şunu kastediyor: sünnet, bir yol ve yöntem, metot. Yani hikmet, kurandan hüküm çıkarma metodudur demiş oluyor. Yoludur, yöntemidir diyor. Doğru. Bunu bir cümle olarak İmam Şafii de anlatıyor Er Risalesi’nde fakat önü, arkası, her tarafı bomboş. Sadece o cümle dolu. Onun dışında içeriğini dolduramamış.
Şimdi gelelim tekrar bu olaya. Bakın burada Musa(as)’ın ümmeti bir arada. Bunlar, hepsi Musa(as)’ın ashabı, hepsi kendi soyundan İsrailoğulları. Başlarında da Harun(as) var. Peki bunların tamamı bir batılda ittifak ettiler mi? Harun(as) hariç. Buzağıya tapma konusunda ittifak ettiler mi? Bunun adı nedir bizde? İcma! “Efendim, Harun(as) hariç?”. Harun(as) da sesini kestiğini söylüyor. Susmuş. Ona da ne diyorlar? Sükutu icma diyorlar değil mi? Peki icma ne oluyor? Kaynak oluyor. Kesin bir delil oluyor. Peki icmanın delili ne? Onu bir okusana oradan. Hıristiyanların konsilleri vardır biliyorsunuz. Konsil kararları vardır. Onun yerine bizimkiler de icmayı koymuşlardır. Kuranda Allah bu örneği size boşuna mı veriyor? Musa(as)’ın ümmetinin tamamı daha 40 günlüğüne ya, Resulullah gibi uzun bir zaman değil, gitti diye buzağıya tapma konusunda ittifak ettiler mi? Harun(as) da sesini çıkaramadı. Siz bunu delil sayıyorsunuz. Biraz sonra geleceğiz, kuranın hükümlerini bırakıp onu uyguluyorsunuz. Bugün işte İslam dediğimiz o. Oku bakalım.
FATİH ORUM: En sondan alırsak şayet, sukutu icmaya şöyle bir tanım veriyorlar: “herhangi bir mesele ortaya atılır, ümmetin alimlerinin bir kısmı; “evet burada hüküm böyledir” der, diğer bir kısmı da sessizliğini korur, herhangi bir fikir beyan etmezlerse burada sukutu icma olmuştur. Yani konuşmayanlar da konuşmuş gibi fikir beyan etmiş kabul edilirler.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Sanki hepsi bir araya gelmiş de.
FATİH ORUM: Böyle bir şey yok da hayali de olsa var sayalım böyle bir şey. Peki insanın aklına bu durumda şu geliyor tabi: konuşmayanlar acaba farklı düşündükleri için konuşmuyor olamaz mı? Veya ben bu işe karışmak istemiyorum, aslında böyle düşünmüyorum ama şu an bu konuda bir görüş belirtmek istemiyorum demiş olamazlar mı? Veya birilerinden korkuyor olamazlar mı? Bunun cevabında diyorlar ki: ümmeti Muhammed seçkin bir ümmettir, alimleri zaten seçkindir. Dolayısıyla Ümmeti Muhammed’in alimi, herhangi bir konuya atılacak da bu konuda korktuğundan, birilerinden çekindiğinden herhangi bir şey söylemeyecek? Asla böyle bir şey düşünülemez. Eğer ortada bir yanlış varsa mutlaka müdahale eder, sesini çıkartır, çıkartmıyorsa zaten bu konuda görüş bildirenlere uyuyordur anlamında. Bu yönüyle bir önceki örnekteki Harun(as)’ın içinde bulunduğu o topluluktan daha üstün bir topluluk Ümmeti Muhammed. Harun(as) orada korktuğu için veya bir takım endişeleri olduğu için konuşmadığını bildiriyor ama Ümmeti Muhammed’in herhangi bir alimi böyle bir tavır içerisine giremez. Dolayısıyla sukutu icma delil deniyor. Bu ayrı bir fasıl. Bir de asıl sarih icma dediğimiz, herkesin bu konuda hüküm budur dediği icma olur. Peki bunun kaynağı ne? Bunun kaynağı da Nisa suresinin 115.ayeti.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Vermiş mi ayetin mealini?
FATİH ORUM: Evet. “Kim kendisi için doğru yol belli olduktan sonra”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Doğru yol belli oldu. Baktın, “hakikaten bu yol doğru” dedin. Eşheduenla ilahe illallah dedin.
FATİH ORUM: “Peygambere karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Müminlerin yolu ile peygamberin yolu birbirinden ayrı mı? Aynı değil mi? Peygambere karşı çıktığı zaman müminlerin gittiği yoldan değil başka yoldan gider. Giderse bu adam ne olur? Kafir olur
FATİH ORUM: “Onu döndüğü yola bırakır ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İcma ile ne alakası var? Müslümanların bir konuda ittifakı ile ilgisi var mı bunun?
FATİH ORUM: Şöyle var: burada “müminlerin yolu”, Ümmeti Muhammed’in alimlerinin yolu.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Peki Resulullah’ın yolu ne? İkisini birbirinden ayırıyorlar bak dikkat et.
FATİH ORUM: Peygamber diyor zaten resul demiyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Mühim değil. Biz onu resul kabul edelim. Gerçi resul-nebi farkı da bitmiştir. Sistem tümüyle çökertilmiştir. Bunu siz biliyorsunuz. Bilmeyenler de sitemizdeki ‘Nebi Ve Resul” yazımızı okurlarsa görürler. O zaten çok büyük bir felakettir. Ona girmeyelim şimdi. Diyor ki; “müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa”. Müminler Resulullah’ın yolundan başka bir yola mı uymuş oluyorlar? Yani müminler yeni bir yol tespit etmişler kendilerine icma ile ona uymadığı zaman ne oluyormuş? Kafir oluyormuş değil mi? Peki sen şimdi Diyanet’in mealinden oku bakalım Nisa 115’i.
VEDAT YILMAZ: Kim kendisine hidayet/doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, Müminlerin yolundan başkasına uyarsa onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bu ayetin icma ile bir alakası var mı? Ama bakın Musa(as)’ın olayı icmayı örnekli bir şekilde anlatıyor mu? Peki bunu söyleyen kişi, icmaya uyarak kimin yoluna uymuş? Müminlerin yolundan başja bir yola girerek icmaya uymamış mı bu? Görüyor musunuz? Kendileri doğru yolda oluyor, müminler sapık oluyorlar! Peki bir örnek verelim size. İcma ile illet belirliyorlar. Kıyas yapacaklar ya. Şunu şuna kıyaslayacaklar, illet de ana sebep. Şimdi icma ile belirledikleri illet örneği. Orada nelerin ortaya çıktığını görün. Onu oku, ben onun esasını anlatacağım.
FATİH ORUM: Bu kıyas konusu ile ilgili olarak fıkıh usulü eserlerinde bir örnek verilir. İlleti nasıl belirleriz? İllet nerededir? Derler ki ayetlerde bir takım illetler var, hadislerde bir takım illetler var. Bazen de illet icma ile belirlenir demişler. İşte bunun örneği şöyle. Aynen okuyorum. “Müçtehitler herhangi bir delilde bir vasfın bir şer’i hükmün illeti olduğu hususunda fikir birliği ederlerse, bu vasıf sırf icma ile o hükmün illeti kabul edilir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Müçtehidler, müminlerin oyu diyor ya. Müçtehitler herhangi bir devirde bir şeyin bir hükmün illeti olduğu konusunda icma etmişlerse artık o konunun dışına çıkılmaz.
FATİH ORUM: “Mesela küçüğün üzerindeki mal velayeti hükmünün illeti, müçtehidlerin ittifakıyla küçük vasfıdır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Küçük çocukların malları: babası ölüyor, malı kalıyor. O çocuğa mal teslim edilmiyor. Birisi velisi oluyor. İşte küçüklükten dolayı müçtehidler icma etmiş.
FATİH ORUM: “Evlendirmedeki velayet de mal ile ilgili velayet üzerine kıyas edilir, küçük üzerine evlendirme velayeti sabit olmuş olur”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Gördünüz mü? Madem küçük çocukların malı üzerinde malı koruma yetkin var, mal üzerinde velayetin var, o zaman onun bedeni üzerinde de velayetin olur, onu evlendirirsin diyor. Peki bunun için delil aldıkları ayet hangisi? Nisa 6.ayeti esas alarak bunu yapıyorlar. Dini problemleri çözmek için uygulanan metodoloji. Biz de bunu baştan bir şey zannederek çok uğraşmıştık iyice öğrenelim, iyice kavrayalım diye. Ama işe de yarıyor. Hiç olmazsa burada anlatma fırsatı oldu. Yanlışı gösterme açısından işe yarıyor. O ayeti okuyalım. Ama bunun hikayesini size anlatayım da daha iyi olur. Arap ulemasıyla yaptığım toplantıları zaman zaman anlatıyorum ya. Onlardan bir tanesi de bu konuyla alakalıydı Medine’de. Artık onlar da benden kurtuldular gerçi de. Şimdi yanıma yaklaşmıyorlar eskisi gibi. Bir gün sohbetin sonuna doğru geldik, küçüklerin evlendirilmesi seslendirildi falan. Ben dedim ki; “küçüklerin evlendirilmesini nereden çıkarıyorsunuz? Var mı çocukların evlendirilmesi?”. O ana kadar benim karşımda çok ciddi sıkıntı içerisine girmişti hocalar, bir rahatladılar böyle şimdi senin hakkını vereceğiz diye. “Ne demek yani, küçüklerin evlendirilmesi yok mu” dedi. Dedim ki; “fıkıhta var ama islamda yok”. Onlar benim bu tür sözlerime alışkın oldukları için fazla rahatsız olmadılar. Orada hadis fakültesi eski dekanı Abdussamed El Gamidi idi galiba, hemen “ya Resulullah, Aişe validemizle evlenmedi mi 6 yaşındayken?” dedi. Dedim ki; “bak, şu anda vakit çok daraldı. Ben sana kurandan Resulullah’ın Aişe validemizle evlenirken Aişe validemizin reşit olduğunu çok rahat ispatlarım ama şu anda yeterli vaktim yok” dedim. Çünkü ona girersem başka şey söyleyemem. “Peki sana bir soru sorayım. Farz edelim ki senin dediğin doğru ki doğru olma şansı yok. Böyle bir şey asla mümkün değil”. Bizim sitede var, isteyenler okuyabilirler. Küçüklerin evlendirilmesi miydi yazının adı? Dedim ki “Abdussamed, sen bu konuları çok iyi bilirsin”. Gerçekten çok iyi bir hadisçidir yani. Dedim ki; “evlenme çağı diye bir çağ var mı?” diye onlara sordum, “hayır öyle bir şey yoktur” dedi. “Peki kuranda var dedim”. “Hangi ayette?” dediler. Az önceki çocukların evlendirilmesi için delil aldıkları ayete bakın Allah rızası için, bu insanlara iyi niyetli deme şansı var mı? Hangi akılsız bunlara iyi niyetli diyebilir. Şu kitapları yazanlara. Bakın ayet ne diyor. Nisa suresinin 6.ayeti. Diyanet mealinden okuyacağım. “Yetimleri deneyin, evlenme çağına erdiklerinde reşit olduklarını görürseniz mallarını kendilerine verin”. Evlenme çağı diye bir şey var mı? Bu nedir? Allah’ın ayeti değil mi? Peki fıkıhta evlenme çağı var mı? Böyle bir şey yok. Evlenme çağı yok. Sıfır yaşındaki çocuğu da evlendirirler. Bugün millet kalkıp İşid’e karşı çıkıyor. Ya kardeşim yaptıkları yanlış, tavsiye değil ama önce bi kendinizi düzeltin ya! Yani onları da kurtarmamız lazım. Çünkü onlar din için mücadele ettiklerini zannediyorlar. Cihad ettiklerini zannediyorlar. Orada ben okudum dedim ki; “bak Allah demiyor mu Vebtelûl yetâmâ hattâ izâ belagûn nikâh: nikah çağına erince yetimleri imtihandan geçirin demiyor mu” dedim, hepsi böyle “aaa var mış ya kuranda nikah çağı. Biz bu ayeti talebelere okuyoruz, radyolarda televizyonlarda konuşuyoruz hiç düşünmedik”. Ondan sonra Abdussamed’e dedim ki; “Abdussamed, sen bu işleri çok iyi bilirsin. Resulullah ne zaman Aişe validemizle evlendi?”. “Mekke’de” dedi. “Peki Nisa suresi ne zaman indi?”. “Medine’de” dedi. Medine’nin 4.yılı falan. “Peki Medine’de evlendirilmiş bir çocuk biliyormusun?” dedim. Yok dedi. Daha ne oluyor dedim ya. “Bakın, ben size bir şey söyleyeyim. Sadece buluğa ermek değil, reşit olmak mecburiyeti de var” dedim. Yani kendisi ile ilgili kararları verebilecek olgunluğa ermesi lazımdır evlenmek için. Onu ona söylemedim. Dedim ki; “sadece buluğa ermek yeterli değildir. Ama onu içinizde en iyi arapça bileniniz hanginiz ise ona göstermek istiyorum” dedim. Dediler ki arap dili edebiyatı fakültesi dekanı Muhammed Yakub Türkistani. Gel bakayım Muhammed Yakub dedim geldi. Bak dedim şurada ne diyor Allah: “NİSA, 2.. Ayet: Ve atül yetama: yetimlere mallarını verin” dedi mi? Yetimlere ne zaman mallarını veririz? Diyor ki; NİSA suresi 6.ayet; Vebtelûl yetâmâ hattâ izâ belagûn nikâh(nikâha), fe in ânestum minhum ruşden fedfeû ileyhim emvâlehum” reşit olduklarını anladığınız zaman mallarını verin. Ben tabi orada tercüme etmedim, burada anlaşılsın diye. Ayeti görüyor, adam hemen anlıyor. Ne zaman malları verilir? Reşit oldukları zaman. Reşit olduğu zaman mallarını eline alır, ondan sonra ne yapar? Mallarına tasadduk edebilir. Reşit oluncaya kadar malı alır mı? Alamaz. Peki bak şu ayet ne diyor? NİSA, 4.. Ayet: “Ve antün nisae sadükatihinne nıhleh: evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin”. Veren kim? Evlenecek erkek. Malını almamışsa verebilir mi? Alan kim? Evlenecek kadın. Henüz reşit olmamışsa o malı alabilir mi? Muhammed Yakup hemen böyle kalktı, başını iki elinin arasına koydu dolaşmaya başladı. “Bu ne yaa” dedi “bu ne kardeşim ya” dedi. “Buluğ da yetmiyormuş, reşit olmak gerekiyormuş evlenmek için”. Hocaların tamamı şoka girdi. Onların en yaşlıları dedi ki; “Ya Abdulaziz Bey, çok açık. Mezheplerde de evlenme ysşı yok. Ne zaman bu hale gelmiş bu din?” dedi. Dedim; “koskoca üniversitesiniz. Ben tarihten anlamam. O araştırmayı da siz yapın, biz de sizden öğrenelim bu iş ne zaman başlamış” dedim. Neyse bugünkü dersi birinci bölüm diye kabul edelim çünkü anlatılacak o kadar çok şey var ki inşallah haftaya Dini Kendine Uydurma 2 diye devam ederiz. Soruların bir kısmına bakalım. Görüyor musunuz? Evlenme için reşit olmayı şart koşan ayet saptırılarak çocukların evlendirileceğinin delili haline getiriliyor. Görüyor musunuz? Ve bu İslam oluyor. İlahiyat fakültelerinde okutulan o. Biz onlarla yetiştik ya. Ama şunu söyleyeyim; bu kitaba mahsus değil, tarihten gelen bilgiler bunlar. Şimdi indirilen din mi yaşanıyor İslam aleminde uydurulan din mi yaşanıyor ona siz kararınızı verin. İlahiyat fakültelerinde hangisi okutuluyor? İşte Medine İslam Üniversitesi, hangisi okutuluyormuş? Az önce anlattım. İndirilen din mi uydurulan din mi?
VEDAT YILMAZ: Konuyla ilgili hiç bir soru yok ama bir tane sorayım. Abdest, gusul ve teyemmüm ayetleri Medeni surelerden olup Maide ve Nisa surelerinde geçmektedir. Peygamberimiz ve ashabı bu ayetler inmeden önce abdest ve gusül konusunda nasıl bir yol takip ediyorlardı?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Nisa suresinin 43.ayetinde oradan anlaşılabilir hükümler var. Onu bizim sitede yayınlanan bir master tezi var ‘Abdestte Ayakları Mesh Etmek’ diye, okursanız ayrıntısını görürsünüz. Abdest alma Mekke’de de vardı, Medine’de de vardı. Yani Adem(as)’dan beri vardı. Ayaklar yıkanıyordu. Maide suresinin inmesiyle ayakların mesh edilmesi hükmü getirilmiş oldu o kadar. Başka bir şey yok. Eskiden beri alınıyordu abdest. Mekkeliler de abdest alıyordu çünkü. Konuyla alakalı salondan soru var mı?
KATILIMCI: 02:03:50 – 02:04:22 duyulmuyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İyi ya süpürüyoruz işte. Eskileri süpürmeden önce masanın üstünde gördünüz. Göstermeden nasıl süpüreceğiz?
VEDAT YILMAZ: Hocam, Musa(as)’ın kavminin altın buzağıya tapmasına icma dediniz. Hocam bu icmanın senedi var mı?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ayet işte! İttifak ettiler ya. Okuduğumuz ayet. Ayetler belirtiyor işte, hepsi ittifak etmişler buzağıya tapmışlar. Samiri de inat ediyor. Harun(as) baştan bir uyarmış sonradan susmuş. Ona da bizimkiler sukuti icma diyorlar. Yani ittifak etmişler mi? Başka ne delil aranır. Ortada.
KATILIMCI: Bir senede dayanıyor olması, aslının olması gerekiyor deniyor ya kitaptan veya sünnetten. Bir asıla raci olmalı diyorlar ya hani.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Hangi asıldan bahsediyorlar. Az önce gördün işte küçüklerin evlendirilmesi diye dayandıkları şey, küçükleri evlendirme yaşını, reşit olmayan kişilerin evlenemeyeceğini hükme bağlayan ayeti, küçüklerin evlendirilmesine delil getiriyorlar. Daha ne istiyorsun. Ve adına icma diyorlar. İşte buyrun. Daha ne olacaktı. İslam aleminin hali perişanını her defasında gözler önüne seriyoruz. Onun için, bir kere şöyle bir şey söylemiştim; bu ilahiyat fakültelerinin, İslam üniversitelerinin, imam hatip okullarının sayılarının artmasından bizim muhaliflerimizin çok sevinmesi lazım. Çünkü kafasını kuma gömenlerin sayısı artıyor. Çok dikkatli olmamız lazım.
KATILIMCI: 02:06:35 – 02:07:30 duyulmuyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Onlar o anı kurtarmak için konuşuyorlar. Namaz, vakitle sınırlı bir ibadettir diye C. Hakk Nisa suresi 103.ayetinde bildiriyor. Zekata sıra gelince: zekatınızı verin diyor ama alın da diyor. “Huz min emvalihim sadakaten: onların mallarından zekat al”(TEVBE 103) da diyor. Yani verme emri olduğu gibi alma emri de var. Ama şuna namaz kıldır diye bir emir yok. Namaz, her mümin tarafından kılınması gerekiyor. Haftaya inşallah ikinci bölüme devam ederiz.