Müzik konusu üzerinde konuşacağız. İki tane misafirimiz var. Birisi İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya. Bize müziğin eskiden günümüze kadar halklar üzerindeki etkisi, fıtratın müziğe meyli gibi insanın müzikle ilişkisi konularında inşallah konuşacak. Vakfımızın ilk araştırma uzmanlarından Dr. Behlül Düzenli de bu vakıfta yapmış olduğu bir çalışma, musiki konusunda bir çalışma var, ondan sonra da tabi gördüğüm kadarıyla epeyce de bu işi geliştirmiş. Baksana koskoca bir kitap gibi olmuş. Hatta kitabı da geçmiş. Bu işin İslami yönünü, Kur’an ve sünnet ayağı bir de mezheplerin olaya yaklaşımı, ulemanın yaklaşımı konusunda bizi bilgilendirecek. Ben başlangıç olarak birkaç kelime söyleyeyim. Allahutaala dini fıtrat olarak tanımlıyor. Biliyorsunuz Rum suresi, 30. surenin 30. ayetinde, şöyle buyuruyor:
Esteuzubillah. “Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ. “Yüzünü dosdoğru bu dine çevir.” Fıtratallâh “Allah’ın fıtratına” Elleti fataran nâse aleyhâ. “Ki insanları ona göre yaratmıştır.” Lâ tebdîle li halkıllâh. “Allah’ın yarattığının yerine geçecek bir şey yoktur.” Zâliked dînul kayyim. “Sağlam din bu dindir.” Ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn. “Ama insanlar dinin böyle olduğunu bilmezler.”
Şimdi din fıtrat olunca, fıtratta her şeyin bir düzeni vardır. Allahutaala her şeye bir ölçü koymuş, bir düzen koymuştur. Fıtratın dışına çıkış, o ölçünün dışına çıkıştır. Ölçünün dışına çıktığınız zaman ölçüsüzlük olur. Mesela işte üzümden şerbet de yapılır şarap da yapılır. Şarap yapıldığı zaman o konan ölçünün dışına çıkılmış olur. Yani o şerbetin tabiatı bozulmadan şarap olması mümkün değil.
Şimdi konumuz itibariyle musiki… Ben şimdi burada size konuşurken kelimeleri böyle pat küt diye sizi rahatsız edecek şekilde konuşursam, belli bir intizam içerisinde sunmasam beni dinlemezsiniz. Hatta rahatsız olmaya başlar, buradan çıkıp gitmek istersiniz. E tabiatta her şeye baktığımız zaman bir musikisi var. Kur’an okuyoruz, kendisine göre bir musikisi var. Musiki olmadan hiçbir şey yok yani. Suyun akışının da kuşların uçması da… Sabahleyin mesela ben buradan camiye gidiyorum, bakıyorsunuz ki havada o kadar çok ses var ki ama birbiriyle uyumlu sesler olduğu için insan rahat bir şekilde gidip geliyor. Belki biz buna fon müziği mi diyoruz? Bir şey denebilir yani dünyada. Ama mesela bu sesler tamamen kesildiği zaman diyorsunuz ki çok garip bir sessizlik var ve rahatsız oluyorsunuz o sessizlikten. Şimdi, böyle bir musiki var. Peygamberimizin sallallahu aleyhi ve sellem -biraz sonra da belki Behlül Hoca’dan dinleyeceğiz- musiki dinlediğine dair sahih rivayetler var. Mesela Araplar develerini yürüttükleri zaman bir musiki ile yürütüyorlardı. Peygamberimiz sallalahu aleyhi ve sellem, veda haccı için Mekke’ye giderken, validelerimizin yani peygamberimizin eşlerinin binmiş olduğu develeri süren kişi, musikinin ritmini biraz yükseltince develer koşmaya başlıyorlar ve Peygamberimiz de diyor ki: “Ne yapacaksın! Billurları kıracaksın.” Yani billurlar dediği de eşleri. Yani onlar düşecek deveden diyor. Dolayısıyla yani bu tür şeyleri görüyoruz. Ama öbür taraftan şiranın bozulup şarap haline gelmesi gibi musikinin de kötüye kullanılması mümkün tabi. Her şeyi insanlar kötüye kullanabilirler. Bakıyorsunuz bazı insanların hayatı, bütün şeyleri oyun ve eğlenceye dönüşüyor. Oyun ve eğlenceye dönüştüğü zaman da yasak devreye giriyor. O zaman Allahutaala, yani o oyun ve eğlencenin bir hayat tarzı olmasını da yasaklıyor. Mesela En’am Suresi 70. ayete hızla bakalım ve ondan sonra sözü arkadaşlarımıza vereceğim. Diyor ki: Ve zerillezînettehazû dînehum laiben ve lehven. Dinehum laibun ve lehvun. “Onların dini oyun ve eğlencedir.” diyebildiğimiz gibi laibun ve lehvunu mübteda ve muahhar kabul ederiz. “Oyunu ve eğlenceyi din edinenler” dersek biraz daha doğru anlaşılmış olur. Sen onu “oyun ve eğlenceyi din edinenler” veya “dinleri oyun ve eğlenceye alanlar” her ikisi de mümkün, her iki anlam da verilebilir. Bunları bırak bir kenara. “Onları dünya hayatı aldatmıştır. Onlara hatırlat ki kişi yapmış olduğu şeyler sebebiyle terkedilmiş hale gelecektir. Allah ve kendi arasına kendisi için ne bir dost ne bir şefaatçi olacaktır.” diye Allahutaala bizi birçok ayetinde uyarıyor. Yani her şeyin iyisi de var kötüsü de var. Dolayısıyla biz burada önce konunun uzmanı olan Sayın Çetinkaya’dan, Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü öğretim üyesinden, konu ile alakalı bilgilenelim.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Estağfurullah hocam! Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Estağfurullah!
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Allahutaala’nın, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum.
İnsanoğlunun bilgisi sınırlı. Şöyle düşünelim Allahutaala, Kur’an-ı Kerim’de insana ilmin pek azını verdiğini beyan buyuruyor. Bir de yani insanlığın geneline, insanlığa vermiş olduğu ilmin hacmi bu kadar. Bir de birey olarak bu ilimden, bize düşen payı hesap edelim. Ben bu manada, evet yaşım hamdolsun elli bir oldu. Hayatım neredeyse kırk beş, kırk altı yılını müzikle ilgilenerek geçirdim, geçiriyorum. Başka şeyler de tabiî ki yapıyorum. Ama açıkçası konservatuvar eğitiminin son yılına kadar müzikle aram oldukça iyiydi. Yani hedefim iyi bir virtüöz olmak, dünyaya açılmak gibi şeylerdi ve günde bunun için on altı saat falan durmadan enstrüman çalardım. Kişisel tecrübemi aktarıyorum. Yani Montaigne’in dediği bir şey var: “En iyi kendinizi tanırsınız, örnekleri de kendinizden verirseniz daha dürüstçe iş yapmış olursunuz.” diye. O zaman hayatımda küçükken, babam öğretmendir köylerde görev yaparken, Kur’an kursuna gittim tamamen kendi isteğimle. Kur’an’ı hatmettim. Bizim için çok büyük bir olaydır bu. Ailesinde böyle bir eğilim yokken bir çocuğun kendisinin, kendi başına böyle bir şeye yönelmesi… Hayatımda her zaman önemli bir resim olarak kalır o benim ve öyle oldu. Yirmi beş, yirmi altı yaşına gelince, dünyanın bütün kirliliklerine şahit olduktan sonra, o resim tekrar canlandı ve tekrar Kur’an-ı Kerim’e, asıl olana yönelmeye başladım. Sonra birdenbire müzik benim için anlam değiştirdi. Hocamızın buyurduğu az önce bir ayetten aktardığı bir şey var. İnsanın ne olursa olsun yaptığı işi, yaşama biçimini, anlayışını, düşüncesini din haline getirmemesi gerekir. Ben baktım, müzik benim için din olmaya başlamış. Çünkü her şeyimi onunla geçiriyorum. Sadece yatmaya ve insani ihtiyaçlarımı gidermeye çıkıyorum. Sadece o maksatla müzik çalışmaya ara veriyorum. Onun dışında hayatım hep müzikle geçiyor. Okuyarak, araştırarak… herhalde hiç abartmıyorum 81 – 82 yılında konservatuvara yeni başladığımda Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde -gidip bakılabilir o iddiadayım- müzikle ilgili okumadığım makale, kitap, dergi hiçbir şey kalmamıştır. Birdenbire müziği bıraktım. Gitarımı sattım, enstrümanla ilişkimi kestim, gitar repertuarımı, nota repertuarımı sattım. Gitar çalanlar tırnak uzatırlar, misina telle çaldığımız için, tırnaklarımı kestim. Birdenbire her şeyi değiştirdim. Yaşama biçimimi değiştirdim. Tanınmayacak bir insan, yani beni önceden tanıyanlar için tanınmayacak bir insan haline geldim. Müzik ile ilişkimi tamamen kestim. Bu üç yıl kadar devam etti. Sonra başka bir çevreye girdim. Bazı arkadaşlarla tanıştım. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne yüksek lisans için müracaat ettim. İslam felsefesi bölümüne… Orada niyetim tamamen şey yapmaktı, felsefe ile ilgili bir konu, İslam felsefesiyle ilgili bir konuyu araştırmaktı. Ne bileyim mesela Farabi araştırmak ya da İbni Sina’yı araştırmak… Böyle bir niyetim vardı. Fakat hani bir fıkra var, hırsızı yakalıyor adam fakat hırsızdan kurtulamıyor. Kendisi bırakmak istiyor da hırsız onu bırakmıyor gibi… Müzik, ben çok uğraştığım halde bırakmaya müzik beni bırakmadı. Ya da Allahutaala böyle murat etti besbelli ki. Bana ait olan asla, benim mikro aslıma, yine bir şekilde döndürdü bir vesileyle. İhvan-ı Safa’da müzik düşüncesi… Dediler ki bak böyle böyle bir topluluk var, bu topluluğun çok önemli bir müzik risalesi var. O müzik risalesi üzerine çalış. Hakikaten o zamanlar Arapçam daha kuvvetli idi. Hakikaten baktım, inceledim. İnanılmaz bir müzik birikimi var. Yani size şunu samimiyetle söyleyebilirim ki dünyadaki bütün müzik teorilerini okumuşumdur. Ne Konfüçyanizm kalmıştır ne Hindu müzik birikimi kalmıştır ne Sovyetlerin, ne Almanların, ne İspanyolların. Bu konuda samimiyetime güvenin lütfen. Eğer bir insan bir alanda çalışıyorsa, o alanla ilgili her şeyi didik didik etmek zorundadır. İlim ahlakı bunu gerektirir. Bir okudum risaleyi, hayatımda o güne kadar müzikle ilgili duymadığım, bilmediğim bir sürü şeyi bir anda öğrendim ve müziğe bakışım değişti. Sonra Mevlevilikle ilgilenen, tasavvufla ilgilenen başka arkadaşlarım, hocam Mustafa Tahralı Beyefendi ile, danışmanım, bir de Mesnevi’ye göz attım. Mevleviliğin bu konudaki yaklaşımını okudum. Hz. Mevlana’nın ortaya koymuş olduğu müzik düşüncesi, İhvan-ı Safa’nın, İbn-i Sina’nın, Farabi’nin ortaya koymuş olduğu müzik düşüncesi çok eski bir müzik geleneğini yansıtıyor. Yani İslam dünyasında Hz. İdris olarak kabul edilen Hermes’e, Hz. Süleyman’ın talebesi olarak kabul edilen Pitagoras’a, Hz. Davut’a, buraya kadar indiğimiz zaman karşılaştığımız müzik düşüncesinin bir yansımasını tasavvuf birikiminde görüyoruz. İhvan-ı Safa’da vs. görüyoruz. Daha sonra 15. yy.’da, ilgilenen bilir, 15-16. yy.’da Osmanlı’da yazılan müzik kitaplarında da benzer müzik teorisini görüyoruz. Karşıma inanılmaz bir müzik birikimi çıktı. Ondan sonra müziğin haram veya helal olup olmadığı meselesini tekrar kendi kendime tartışmaya başladım. Vardığım sonuç, benim kişisel olarak, şöyle bir sonuç oldu. Kur’an-ı Kerim’de bir ayet dikkatimi çekti, Kur’an’ın kendisi ile ilgili bir ayet. Allahutaala şöyle buyuruyor Kitap’ta: “Bu Kitap (Kur’an-ı Kerim), mübin bir kitaptır. Bazılarını hidayete eriştirir, bazılarının sapıklığını arttırır.” Öyle mi hocam? Bu mealde bir ayet-i kerime var.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Hangi ayet hocam hatırlıyor musun?
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam hatırlamıyorum.
Bir dinleyici: Ve yudıllu bihî kesîran ve yehdî bihî kesîrâ. (Bakara, 26)
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Hangi sure?
Bir dinleyici: Bakara
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Demek ki önemli olan bir objeye, nasıl baktığınız, nasıl yaklaştığınız. Hatta başka bir ayet daha, açık bir ayet daha söyleyeyim. Euzü billahi
mineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahim “İkra’! Bismi rabbikellezi halak. Halakal insâne min alak. Ikra’ ve Rabbuke’l-ekrem. Ellezî alleme bil kalem. Allemel insâne mâ’lem ya’lem. Sadekallahul-azim. “Alleme bil kalem” çok dikkat çekici bir şey. Yani Allahutaala, “insana bilmediğini kalem ile öğretti.” Şimdi bu kalemi kutsallaştırmak için yeterli bir ayet. Ayette obje olarak kalem geçiyor. Allahutaala insana bilmediğini kalem ile öğretti. Şöyle bir hayal ediyorum. Adem aleyhisselama kalem ile öğrettiyse, demek ki Adem aleyhisselam not aldı, burada bir özel ders… haşa…
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Not almadı yazdı.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Yazdı. Kalemle öğretti. Fakat bugün Allahu Teala’nın, Adem aleyhisselama bilmediği her şeyi öğrettiği bu nesne, Allah’ı inkar aracı olarak kullanılabiliyor. Yani öyle ideolojiler var ki o ideolojilerin teorisyenleri, bütün o ideolojik birikimi, bilgiyi kalem ile yazdılar. Şimdi bu kalem Allahutaala’yı güzel zikreden birinin eline geçtiği zaman güzel şeyler yapar ama Allahutaala’yı inkâr üzerine yaşayan birinin eline geçtiği zaman da inkâr eden, o inkâra vasıta olan bir aracı, bir nesne haline dönüşür. Müzik de böyle bir şey. Yani insan eğer, müzikle kötü şeyler yapmak isterse yapar. Müziğin öyle aşamaları var ki müzik icra ederek bir insanı kontrol edebilirsiniz, yönlendirebilirsiniz. Onu kötü yola yönlendirebilirsiniz, iyi yola da yönlendirebilirsiniz. Bunu melodilerle, ses frekanslarıyla yapmanız mümkün. O bakımdan müziğin kendisini bu şekilde itham etmek yerine, sonuç itibariyle Allahutaala’nın yarattığı bir nimettir. Ses, Allahu Teala’nın yaratmış olduğu bir nesnedir. Hiçbir zaman için ses kendi kendisini var edemez. Kâinatta hiçbir şey yoktur ki Allahutaala’nın iradesi, muradı dışında kendi kendisini var etsin, kendi kendine var olsun ve yaşayabilsin. Böyle bir şey yok. Ses de böyle bir şeydir. Dolayısıyla musiki dediğimiz şey insanın iç dünyasındaki kıpırtıları, heyecanı, tahayyülü hatta dışa vuran bir aracıdır. İnsan bunu nasıl dışa vurursa müzik öyle şekil alır. Dolayısıyla müziğin haramlığı helalliği meselesinden daha önemli şey, onun nasıl kullanıldığıdır. Yani müziğe şekil veren, onu haram veya helal haline getiren şey onu kullanma niyeti ve biçimidir diye düşünüyorum. Bir hocam vardı. Tanırsınız muhakkak, Bekir Sıtkı Sezgin merhum, benim Devlet Konservatuarı’nda hocam olmuştur. Kendisi hafızdı. Önce hafızlık öğrenmiş, daha sora musiki ilmine yönelmiş. Bence 20. yy.’ın yetiştirdiği en büyük musiki icracılarından ve âlimlerinden ve bestekârlarından bir tanesiydi. Onun şu sözünü hiç unutmuyorum: “Musiki bir nimettir, hüsn-i istimal gerekir.” Yani bu nimeti iyi kullanmak, güzel kullanmak gerek, der. Eğer güzel kullanırsak sorun yok ama biz Allahutaala’nın vermiş olduğu bu nimeti kötü niyetle ve insanlığın kötülüğü için kullanırsak elbette kötü bir şey yapmış oluruz ve onu biz haram hale getiririz. Yani Allahutaala’nın insanlara haram kıldığı her şey, insanların hakikaten kaçması gereken ve insanların zararına olan şeylerdir. Dolayısıyla bir nesneyi, bir eylemi hayırlı hale dönüştürürsek bunun herhalde haramla ilişkisi kalmaz. Tam tersine eşyayı yerine oturtmuş oluruz. Şöyle bir şey daha müsaade ederseniz söyleyeyim. Az önce yine hocamız bahsettiler. Hayatımızın her anında müzik var. Bu kesin. Ama kâinatın kendisi musiki. Pitagoras ilk olarak bunu seslendiren filozof. Diyor ki: “Ben feleklerin, gezegenlerin, dönerken nağmeler çıkardıklarını işitiyorum.” Bu insan için inanılmaz bir şey. Öyle değil mi? Yani kulağımız, algı sınırımız buna elverişli değil. Çünkü Allahutaala, insanı on altı bin ila yirmi bin titreşim arasındaki sesleri duyabilecek kabiliyette yaratmış. Fakat yeryüzünde başka canlılar var ve bu canlılar insanın duyabildiği titreşimin altında ve üstünde titreşimleri duyabiliyorlar. Mesela köpek… Köpek düdüğünü insan kulağı duymaz. Ama köpekler duyar. Köpek düdüğüyle köpekleri eğitir bazı eğitmenler. Demek ki bize fizik ötesi gibi gelen bazı şeyler, aslında bu fizik âlemi içerisinde var ve bir gerçekliktir. Dolayısıyla Pitagoras’ın, gezegenlerin dönerken sesler çıkardıklarına dair yaklaşımını masaya yatırıp incelemek lazım. Çünkü önemli bir bilgi bu. Buradan hareketle bir sürü şeyi çözebiliriz, bir sürü şeyi açabiliriz. Geçenlerde Amerika’da bir, tavsiye ederim orda önemli bazı konuşmaların yapıldığı bir kanal var Tet Kan diye birşey, orada bir astro fizikçi bir profesör, Amerikalı bir profesör gezegenlerin çıkardıkları sesle ilgili bir araştırma yapmaya kalkmış ve bir gezegene kodlanarak, fokuslanarak, o gezegenin çıkardığı, dünyaya gönderdiği radyo frekanslarını tespit etmiş. Kaydetmiş ve onu o programda canlı olarak, daha doğrusu kaydettiklerini yüksek sesle hoparlörle dinletti. İnanılmaz bir şey. Pitagoras’ın söylediklerini birebir doğrulayan bir şey. Neredeyse gezegen dönerken, bırakın ses çıkarmayı, hatta nağme çıkarıyor. Yani uyumlu nerdeyse nağmeler çıkarıyor. Bunu ben o araştırma sonucu olarak bizzat kulağımla duydum. Bir de başka bir şekilde anlamaya çalıştım Pitagoras’ın bu yaklaşımını. Kur’an-ı Kerim’de, hocam daha iyi bilirler, yaratılmış her canlı, kendi lisanıyla Allahutaala’yı zikreder.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Cansızlar da, bizim cansız dediklerimiz de öyle.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Cansız diye bir şeye ben zaten inanmıyorum hocam. Allahutaala’nın kâinatta yarattığı cansız diye bir şey yok. Cansızı ancak insan yapabilir. Yani şu cansız bir şeydir. İnsan bunu yapar. Allahutaala’nın yarattığı her şeyde can vardır. Çünkü ahiret gününde, o yarattığı nesne Allah dilediğinde insan için şahitlik yapacaktır. Görmesi gerekir, anlaması gerekir. Bu masa da elbette Allahutaala dilerse şahitlik yapar, hiç kuşkusuz. Ama Allahutaala’nın kendisinin kâinatta var ettiği her şey canlıdır. Allahutaala kâinatı yaratırken “Biz oları çağırdık kendi arzunuzla mı geliyorsunuz, zorla mı? Dediler ki kendi arzumuzla geliyoruz.” Kur’an-ı Kerim’de. Demek ki kâinattaki varlıkta öyle bir hissiyat, algı kabiliyeti hatta nutuk, konuşma kabiliyeti… Cevap veriyor Allahutaala’ya. Dolayısıyla bütün nesneler için böyle bir şeyden bahsedebiliriz. Şuanda kâinatta duymadığımız olağanüstü bir ahenk var. Ben şöyle tahayyül gücünü kullanarak naçizane, herkesin tahayyül gücü, hayal gücü farklı farklıdır. Ama ben müzisyen tahayyülünü mümkün olduğunca zorlayarak kâinattaki sesleri hayal etmeye çalışıyorum. Duymak bir yana hayal etmeye çalışıyorum. Şöyle bir fiziki bilgiden hareketle nasıl olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Her nesne, her varlık kendi boyutuna göre bir frekans üretir. Ya da bir dalga üretir. Küçük nesneler daha tiz, büyük nesneler, kâinatta hareket alanı daha geniş olduğu için, daha pes sesler çıkarırlar. Yani bu demektir ki yeryüzünde kâinatta en küçüğünden, mikro ölçekli canlıdan makro ölçekli canlıya kadar muazzam bir varlığa sahip, zengin, olağanüstü bir varlığa sahip. Ve bu varlıkların hepsi kendi boylarına ve kendi çizdikleri elipslere göre, hareketlere göre ses çıkarıyorlar. Bu harmonyayı ve bu orkestrayı, bu koroyu bir düşünün. Nitekim İdris aleyhisselam olarak kabul edilen Hermes, Ozilis’le beraber, Hermetik doktrinin öğretisi böyle ve Hermetika’larda bu bilgiye ulaşmak mümkün, Ozilis’le beraber Jüpiter veya Satürn gezegeni, böyle halkasız olan…
Bir dinleyici: Jüpiter…
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Jüpiter gezegenine çıkıyorlar. Oradan kâinatın seslerini dinlediğini anlatıyor ve şöyle söylüyor: “Allah, kâinatta muazzam bir kompozisyon, yani muazzam bir beste yapmış.”
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Bu bilgiyi nerden buldunuz, çok ilginç.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam bu benim aşağı yukarı yirmi yıl önce tamamladığım bir tez ile alakalı fakat İdris aleyhisselam olabileceğine dair Müslüman düşünürlerin yaklaşımı şu: Zümer Suresi 57. ayet, yanlış hatırlamıyorsam, Zümer Suresi olması lazım. Zümer Suresi 57 veya 54. ayette Allahutaala “Kitap’ta İdris’i de an, biz onu yüksek bir yere çıkardık” buyuruyor.
Bir dinleyici: Meryem Suresi…
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Orda da olabilir fakat Zümer Suresi’ne de bakarsanız… Zümer suresi’nde de bu ayet var diye hatırlıyorum. Dolayısıyla…
Dr. Behlül Düzenli: Kehf Suresi de olabilir.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Ya burada şey yapmayın da başka…
Bir dinleyici: 56–57’ de var. “Bu Kitap’ta İdris’i de an. Biz onu yüksek bir mekâna yükseltmiştik.”
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: İşte bir mekâna yükselttik. Demek ki bir mekân… Soyut bir alan değil.
Bir dinleyici: Siz ne demiştiniz?
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Zümer 57.
Bir dinleyici: Yok.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Yalnız burada şey var. İdris aleyhisselam biliyorsunuz Nuh aleyhisselamdan önce… Dolayısıyla, siz İdris aleyhisselam tek başına çıkmış değil bir başkasıyla çıkmış olabileceğini söylediniz. Kimdi o?
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Ozilis. Şeyin kabul ettiği melek Ozilis. Hermetika’larda verilen bir bilgi bu. Öyle kabul ediliyor.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Melek olduğu zaman değişiyor. Yalnız şurada şöyle bir bilgi var. Yani bunlar ilginç yani gerçekten. Nuh Suresinde, Nuh aleyhisselamın kendi halkına söylediği söz var. Bu söz Kur’an-ı Kerim’in başka yerinde geçmiyor ve başka insan grubu için de kullanılmıyor. Diyor ki burada halkına: Elem terav “görmediniz mi” diyor. Keyfe halakallâhu seb’a semâvâtin tıbâkâ. “Allah yedi semayı tabaka tabaka nasıl yaratmıştır.” (Nuh, 15) Şimdi bizim için göklerin yaratılışını düşünün diye emir var ama “görmediniz mi” ifadesi yalnız burada var. Şimdi dolayısıyla İdris aleyhisselam için söylediğin şey de buna uyuyor. Çünkü İdris aleyhisselam Nuh aleyhisselamdan önce. Bir de sözünüze başlarken, Alleme bil kalem. Allemel insâne mâ’lem ya’lem. İkra Suresinde “Allah kalemle öğretti, insana bilmediğini öğretti.” (Alak, 4-5) Burada Allahutaala, Adem aleyhisselama çok büyük bilgiler öğretiyor. Bakara Suresi’nin baş tarafına baktığımız zaman. Eşyanın içindeki bilgisini öğretiyor. Dış kısmı değil. İçindeki bilgileri öğretiyor. Dolayısıyla ben öyle zannediyorum ki dünyanın en bilgili adamı Âdem aleyhisselamdır.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam bana geçenlerde bir öğrencim sordu, çok fantastik bir soru. Hocam dedi, Âdem aleyhisselam bilgisayarı biliyor muydu sizce?
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Yani onun temel bilgilerini biliyordu.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Çok ilginç bir soru. Yani zamane insanının sorabileceği bir soru. Şaşırdım yani, birden atlayıp evet biliyordu, demek yerine daha hani bir hocaya, affedersiniz talebeyi sükût-ı hayale uğratmayalım, öyle cevap verelim ki. Derken çocuk kendisi verdi cevabı. Hocam, dedi, Allahutaala Kitap’ta buyurmuyor mu: “Allah, Âdem’e eşyayı öğretti.” Eşya; bu masa, sandalye olduğu kadar, felsefede bir varlık âlemindeki her şey manasına da gelir biliyorsunuz. Dolayısıyla eğer, dedi, eşyayı öğrettiyse geçmişten geleceğe insanın kullanacağı bütün eşyanın, belki fiziki olarak şöyle yani, işte şu markalı bilgisayar belki de bunun daha gelişmişini öğretti ki öğretti. Yani insanoğlunun, eşyanın keşfi hususunda gelebileceği en üst noktayı Âdem aleyhisselama öğretti. Yani ara gelişmeyi değil.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Alt yapısını yani.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Evet. Bütün bunları öğretti diye kendi cevabını verdi. Ben de evet dedim yani doğru. Çok mantıklı yani.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Nuh aleyhisselam döneminde, o büyük tufanla bu ilmin kaybolduğu anlaşılıyor. Ama elbet bir yerde bunun kalıntıları vardır. Şimdi ben ilk defa sizden duydum bu Hermes-İdris ilişkisini. Ondan sonra tamam Kur’an-ı Kerim’de biliyoruz. Ve refa’nâhu mekânen aliyyâ diyor Allahutaala, “İdris’i yüksek bir yere yükselttik” diye ama bunun asıl manası ne? Fakat bu ayetten öyle anlaşılıyor ki Nuh aleyhisselamın kavmi yedi kat göğü görmüş. Yani orada bizim şuanda hayal edemediğimiz bir bilgi var. Bizde işte gezegenlere gitme olayları var. İşte Venüs’e insan gitmiyor da alet gönderebiliyor. Hâlbuki Güneş sistemi birinci kat semanın içerisinde çok küçücük bir yer alıyor. Birinci katın üzerinde birinci kattan çok çok daha büyük ikinci, üçüncü…
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam malumuz… Hocam sözünüzü çok özür dileyerek kesiyorum. Çok affedersiniz, bir ilim ehlinin sözüne müdahale edilmez ama sadece hatırlatmak, katkıda bulunmak maksadıyla söylüyorum affınıza sığınarak. Allahutaala Kur’an-ı Kerim’de “Biz yakın göğü kandillerle donattık. (Mülk, 5) ” buyuruyor.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Birici kat sema…
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Yani demek ki yakın gök, bu görmüş olduğumuz yani milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki bir ne bileyim bir takım yıldızı aslında yakın göğe ait..
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Birinci kat semanın ögesi yani.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Dolayısıyla, bir de bu birinci kat. Demek ki altı kat daha var ve biz buna henüz vakıf değiliz. Yani biz vakıf değiliz ama Nuh aleyhisselamın kavmi vakıf olmuş. Allahutaala bir şekilde bunlara açmış ve göstermiş besbelli.
Şimdi musiki ilmini de bu sonsuz kozmos içerisinde ele alıp değerlendirmek lazım. Allahutaala (c.c.) muazzam bir harmonya, yani Batılıların tabiriyle, biz ahenk diyoruz buna ahenk daha uygun. Muazzam bir harmonya yaratmış. Ve bu harmonya, bu ahenk kozmik ahenk, kâinatın ahengi eski düşünürlere göre yeryüzünde musiki ilmi ve sanatı olarak tezahür etmiş. Hocam, Arapçasını ve hangi surede olduğunu hatırlamıyorum ama okudum şeyi. Allahutaala dağları ve kuşları Davud’un emrine verdi. Onlar sabah akşam -bazı şeylerde ahenkli diye yazıyor- ahenkli bir şekilde Allah’ı zikrederler.
Bir dinleyici: Sad Suresi 18. ayet.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Maşallah.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Oku Arapçasını.
Bir dinleyici: İnnâ sahharnel cibâle meahu yusebbıhne bil aşiyyi vel işrâk. Vet tayre mahşûreh kullun lehû evvâb.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Sadekallahulazim. Bu şu demek. Bir senfoni orkestrası düşünün. Batılı bir orkestradır. Fakat insanidir, insanın yapmış olduğu bir şeydir, fıtridir. Şimdi bir senfoni orkestrasında çeşitli ses gruplarını temsil eden maalesef Batılılar 15-16. yy. dan sonra daha fazla çalışarak musiki ilmi hususunda bizden ileri gitmişler. Ama yani mesela 15. yy. a kadar kadim düşünceyi de ilave edersek muazzam bir müzik bilgimiz var. Hatta şunu da size rahatlıkla söyleyebilirim ki bizim musiki ilgimiz ilahi bir düzlemde devam ederken, Batının özellikle aydınlanmadan sonra, seküler bir düzleme iniyor müzikle ilişkisi. Artı parantez bunu ilave edeyim. Ama müzikle ilgili çalışırken insan sesini de klasifike etmişler, sınıflandırmışlar. Yani kadın seslerini ayırmışlar, erkek seslerini ayırmışlar. Bu ses gruplarının da kendi içerisinde tasnifini yapmışlar. Yani yedi ayrı ses grubu var ve yedi ayrı bu sesleri okumaya yarayan anahtar geliştirmişler. Bizde bütün sesler bir tek anahtardan, sol anahtarından ve yanlış bir şekilde üstelik okuyoruz. Yani çok çok hata yapıyoruz. Batıyı taklit edelim derken o bilgiyi çok eksik ve yanlış almışız. Yanlış bir bilgi üreterek onu musiki bilgisi diye bugün kullanıyoruz. Bu da artı parantez bir dipnot olarak bulunsun. Ama bir senfoni orkestrasında bütün bu sesleri temsil eden enstrümanlar var. İşte yaylılarda kemanlılar var ki Doğulu bir sazdır temeli. İşte bas sesi temsil eden kontrbas, viyolonsel, işte bakır nefesli, tahta nefesli, yaylı, vurmalı… bir sürü ses grubu vardır. Yani bu ses grupları aslında kâinattaki ses gruplarını sembolize eden enstrümanlardır. Ben bunları dağlar ve kuşlara benzetiyorum. Yani en tiz sesten, kuş sesi… Mesela Himalaya’nın, Everest’in çıkaracağı muhtemel sesi düşünün. Bazen insan şaşırır yani çok cüsseli insanlar çok tiz ses çıkarır. Bu çok ekstrem bir şeydir ama iri cüsseliler genellikle bas ses, bariton sese sahiptirler. Himalaya’nın, Everest’in efendim Ağrı Dağı’nın ve o dağ dizisinin pes sesi olduğunu düşünün ve bütün bu ses kategorisinin ahenkli bir şekilde, Davut aleyhisselamın Allah diye başlamasıyla, Allah’ı zikrettiklerini düşünün. Tam anlamıyla kozmosun yansıması ve tam anlamıyla orkestral bir yapı. Senfonik bir yapı… Dolayısıyla…
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Demek ki bahsettiğiniz gök cisimlerinden önce bizim yeryüzündeki cisimlerde bu musiki var.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam mümkün değil olmaması. Allahutaala bütün varlık alemini ahenk üzere yaratmış. Yine bir dipnot olarak müsaade ederseniz arz edeyim. Hz. Mevlana’yı okurken dikkatimi çekmişti. Allahutaala, daha doğrusu kâinattaki bütün varlıklar birbirine aslında aşk ile bağlıdır. Gravitasyon… Bu aşk aslında bir gravitasyon bir gravitation, bir çekim üretir. Ve farklı büyüklükteki cisimlerin farklı çekimleri kâinattaki dengeyi sağlar. Bunlardan bir tanesi çıkardığınız zaman bütün kâinatın o gravitation dengesi, o çekim dengesi bozulur ve altüst olur. Şimdi, bunun sese nasıl yansıdığını düşünün. Yani önünüzde bir orkestra partisyonu var bu seslerden bir tanesi bozuk çıktığı zaman bütün o orkestranın, o senfonik yapının ahengi bozulur. Kozmik ahenk böyle bir şey. Yani musiki ilmi ki buna 3. Selim, part-time padişah, musiki ilmi için ilm-i şerif-i musiki tabirini kullanır. Bizim İslam geleneğinde, İslam düşüncesinde müzikle ilgili algı aslında tamamen böyle bir algıdır. Yani musiki hem yüksek sanatlardan bir sanattır hem de yüksek ilimlerden bir ilimdir. Benim en fazla Farabi’de, İhsau’l-Ulum’da müzik ile ilgili yaklaşımı dikkatimi çekmişti. Farabi, İhsau’l-Ulum’da yani İlimlerin Sayımı adlı kitabında, bu daha kadim geleneklerden gelen bir bilgidir, ilimleri yedi kategoriye ayırır. Bu yedi kategorin dördü yüksek ilimler yani yüksek ilimlerin en yükseği… Quadrivium… Quatuor Latincede “dört” manasına gelir biliyorsunuz. Trivium da onun altındaki üç ilim, tri, üç malumunuz. Bu dört yüksek ilmi şöyle sayar: matematik, geometri, astronomi ve musiki. Bu yüksek ilimlerin de üç alt ilimler de, yani bu dört ilimin alt ilimleri de: mantık, gramer ve belagat. Yedi ilim, eski entelektüel profili bu yedi ilme vakıf olmayı gerektirir. Derler ki eğer bu yedi ilimden bir tanesini bilmiyorsa kişi, bilgi olarak eksik bir kişiliktir. Ben neden böyle bir şey olabileceğini düşündüm? Bu ilimlerin hepsi birer sembol. Matematik ilmiyle biz, Allahutaala’nın Kitap’ta buyurduğu gibi, Allah her şeyi ay ile güneşi, her şeyi hesap ile yaratmıştır. Bu bizi direkt olarak bugün ki sınırlı matematiğe değil ama muazzam bir matematiğe götürüyor. Geometri… Allahutaala bu uyumu bu harmonyayı, matematiksel bilgiyi şekillerle adeta izah etmiş. Göklere falan bakın, hani burç çizimleri falan yapılır, kozmik çizimler. Bunların hepsi geometrik çizimlerdir adeta. Kâinatta da bu geometrik şekiller var. Fakat bizim sınırlı algımız yani üçgen, silindir, dikdörtgen bundan ibaret değil. Allahutaala bu temel nesneleri kendi yüksek sanatıyla, âli sanatıyla şekillendirmiş, onlara muhteşem bir şekil ayrıca hareket vermiştir.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Mesela şimdi bizim Müslümanların dikkatinden kaçan bir husus var. Allahutaala gölgeye dikkati çekiyor yani. Gölge son derece önemli bir şeydir. Ve o da bir geometri.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Evet, evet hocam. Yani kâinattaki varlık âlemi matematik, geometri, astronomi zaten bu ilme vakıf olmak icap eder. İnsan sadece yaşadığı mekânı, yaşadığı coğrafyayı değil ama nasıl bir varlık âleminde var olduğunu bilmek durumundadır. Kaldı ki eğer biz genel olarak nasıl bir varlık âleminde var olduğumuzu bilirsek bulunduğumuz yeri daha iyi tanırız.
Musiki ses manasında, ses ve ahengi sembolize eder. Kâinatta olmazsa olmaz bir şeydir musiki. Yani her canlı nesnede musiki vardır. Mantık, belagat, gramer… Bunlar daha alt şeyler. İnsan, mantıklı olmak, mantıklı düşünmek zorundadır. Aklı harekete geçiren şeydir. Belagat; güzel konuşma, düzgün konuşma, düzgün hitap etme, çok önemli bir şeydir insan hayatında. Gramer de ne konuştuğunu bilmek, konuştuğun, yazdığın şeyin teorik olarak yapısını bilmek demektir, diye anlıyorum.
Şöyle bir şeye daha aklım yetti. Tasavvuf ehli, musikinin insana nereden geldiğini araştırır, bu da benim çok ilgimi çekmişti zamanında. Yani hep sorardım kendime bu kabiliyet, bu bir kabiliyet evet herkeste yok, Allahutaala vermiş. Büyüklerimiz de öyle söylerdi işte, Allah sana ne güzel bir kabiliyet vermiş. Bu nereden geliyor? Allahutaala vermiş ama biz bu cevheri nasıl fark ettik kendimizde olduğunu? Nasıl harekete geçtik, gibi şeyler sordum. Bunun da cevabının, çok ilginç gelecek size, bu kişiden kişiye değişir, belki kabul edilmez belki kabul edilir. Benim çok hoşuma gitti. Tasavvuf ehli bunun açıklamasını yapıyor. Bezm-i elestte Alllahutaala bütün ruhları topladı ve onlara elbette hemen huzura çağırır çağırmaz muhakkak ki “elestu bi rabbikum”, “bela” hadi kullarım dağılın, demedi muhakkak. Yani önce kendisini tanıtmış olması gerekir ki “elest”, yani orada bir ukalalık etmek istemiyorum Arapça derin bir bilgi gerektirir ama “elest” bir teyit sorusu bildiği kadarıyla hocam. Yani Allahutaala’nın besbelli varlık âlemini kullarına göstermiş olması ve ondan sonra teyit sorusunu sormuş olması gerekir diye düşünüyorum. Kullar da bütün buna ikna olduktan sonra “bela” cevabını verirler. Tasavvuf ehli der ki, bazı insanlar dünyaya geldikten sonra “hitab-ı ilahiyi” özlediler ve aradılar. Ondaki muazzam ahengi, muazzam güzelliği aradılar. Bazıları onu musiki ilminde buldu ve ondan sonra musikiye yöneldiler. Bazıları da şiirde buldu derler. Allahutaalanın o hitab-ı ilahisindeki o şiirselliğe meftun oldular. Böyle şeyler var.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Burada ben küçük bir parantez açayım müsaadenizle.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hay hay hocam
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Şimdi bu ruhlar alemi şeyini hep söylerler tabi ki hep anlatılır. Bununla alakalı Araf Suresi 172. ve 173. ayetler var. Bu ayetler bu “elestü bi rabbikum” olayını insanların tüm kâinatı uzun uzun izlemesinden sonra buluğ çağında oluşan bir olay olduğunu bu ayet ifade ediyor. Ve şey de var yani belki bir izah olabilir. Allahutaala diyor ki: Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâki ve fî enfusihim. Yani “Çevrelerinde ve kendi içlerinde ayetlerimizi göstereceğiz.” Ki bu ayetler içerisinde musiki de… Allah’ın ayetlerinden bir ayettir. Hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk “Kendileri için çok kesin bir şekilde ortaya çıkacak ki Kur’an, Allah’ın kitabıdır.” (Fussilet, 53) Dolayısıyla insanlar, o dış dünyadaki ayetleri ve kendi içlerindeki ayetleri dinledikten sonra vardıkları sonuç o “elestü bi rabbikum” olayı Kur’an-ı Kerim’e göre.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Evet. Ama muhakkak bir şey olması lazım. Şahitlik ediyorsunuz bir şeye ki onan sonra o soru soruluyor size.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Yani Kur’an’a göre bir kişinin ruhu anasının rahminde tüm vücut oluştuktan sonra üfleniyor. Yani ondan öncesi yok yani.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Fakat şunu musikinin çok ilahi bir şey olduğunu, naçizane benim kanaatim bu yaklaşımım, ortaya koymak için kendi varlığımızı bir gözden geçirme ihtiyacı hissettim. Bizim konuşmamız, hani insan bir cevherin içindeyken o cevherin farkına varamaz genellikle. O cevheri kaybederse nasıl bir şey kaybettiğini belki ondan sonra anlar. Ama insanoğlu, biz günlük konuşmamızda aslında musiki ile konuşuruz. Yani benim şu yapmış olduğum konuşma aslında bir oktavlık ses aralığı içerisinde yapılan bir konuşmadır. Hepimizin, bütün hepimizin ama şekli şemali parmak izlerine kadar farklıdır. Farklı olduğu gibi ses tonları da farklıdır. Allahutaala belki yakın olabilir ama hepimizin ses aralığını farklı farklı yaratmıştır, var etmiştir ve hepimiz farklı makamlarda seyrederiz, konuşuruz. Ve bunu aslına musiki dili ile yaparız. Ben şuanda herhangi bir insanın konuşmasını notaya alabilirim. Bir oktavlık konuşma. O kadar ilginç ki! Mesela müzik tabirlerini kullanayım. İşte bazen konuşurken kreşendo yaparız yani yavaştan yükseğe doğru. Önce yavaş yavaş konuşuruz, karşımızdaki anlamaz, sesimizi yükseltiriz. Bunu yaparız. Bu müzik dilinde kreşendodur. Bazen de çok yüksek başlarız arkadaşımız der ki, ya biraz yavaş, aşağıya doğru çekeriz. Bu dekreşendodur. Bazen staccatolarla konuşuruz, kesik kesik. Bazen glissando yaparız, ahh deriz. Bu glissandodur. Bazen tekrar yaparız, reprise yaparız. Bazen bağlarız. Ama şunu bilin ki fizik olarak ölçüldüğünde yani laboratuvara gidip ölçüldüğünde de göreceksiniz ki insan aşağı yukarı bir oktavlık bir aralıkla konuşur ama insan sesi üç üç buçuk oktava kadar çıkabilir. Yani üç sekizliğe kadar ve bu genişlikte bir sese sahip olan insanlar vardır. Ama ortalama bir insan günlük hayatında tam anlamıyla musiki ile konuşur. Fakat öyle muazzam bir musikiler arası bir iletişimdeyizdir ki bunu fark etmeyiz. İşte bize bu cevheri veren, benim de yaklaşımım bu, bunu düşündüm, Allahutaala’nın o hitab-ı ilahisi: elestü bi rabbikum… Düşünün insan, kendisine ilmin pek azı verilmiş. İnsan, kabiliyetin pek azı verilmiş. Sınırlı yaratılmış insan böyle bir musiki diliyle konuşuyorsa onu yaratan, onu var eden, muazzam bir yaratma gücü olan, sınırsız Allahutaala’nın acaba hitabı nasıl bir melodiydi. Bunu bir tahayyül etmek lazım. Olağanüstü bir harmonyayla, olağanüstü bir ahenkle sormuş olduğunu tahayyül ediyorum. Şey der Hz. Mevlana Mesnevi’de: “Padişah’ın rebap çalmaktaki maksadı hitab-ı ilahiye olan iştiyakinden dolayıdır.” Yani özleminden dolayıdır. O hitab-ı ilahiyi arıyor, özlüyor. Sanıyorum musikinin cevheri, özü burada. Ama daha da önemlisi bu belki Sıtkı Sezgi Hoca’mın rahmetli söylediği gibi bu muhteşem nimeti birçok alanda kullanabileceğimiz, o tedavi mevzu falan onlar artık ayrıntı. Bu sadece biz İslam dünyası müzisyenleri yapmıyoruz, herkes yapıyor. Yani Hristiyanı da yapıyor, Yahudisi de yapıyor. Eski kültürlerde… Allahutaala çünkü böyle bir şeyi öğretmiş kuluna besbelli. Medeniyetlerin, kültürlerin farklı farklı ırkların keşfettikleri bir cevher değil. Bu Allahutaala’nın Âdem aleyhisselama öğrettiği bir şey besbelli. Çünkü dinlediğimiz vakit musikiyi bazen dinleniyoruz, bazen kötü bir musiki dinlediğimiz zaman gerilimimiz artıyor. O musiki bizi yönlendiriyor, oturtuyor, kaldırıyor. Böyle şeylere gücü yeten bir alandan, bir ilim ve sanattan bahsediyoruz. O bakımdan, musikinin hakikaten çok yüksek bir gücü var ve kesin olarak benim kanaatim bu naçizane, hiç durmadan belki on-on beş sene bu konuda kafa patlattım diyebilirim size, hiç abartmıyorum. Yani eşyayı nasıl kullandığınız çok önemli. hangi niyetle kullandığınız çok önemli. Allahutaala’nın da musiki, insana sunmuş olduğu, lütfetmiş olduğu bir nimettir. İnsan bu nimeti nasıl kullanırsa, o nimet de o şekli alır. İnsana bağlıdır bu.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Biraz da şeyi dinleyelim mi?
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hay hay hocam.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Allah razı olsun gerçekten, çok güzel konuştunuz. Şimdi bir şey aklıma geldi. İstanbul Müftülüğü’nde çalışırken bir düğüne gitmiştik. Orada bir arkadaşımız konuştu. Konuşması tam bir musiki! O kadar güzel konuşuyor ki! Dinleyiciler onun ahengine kendini kaptırıyor, içeriğini kaybediyorlar. Şimdi, pazartesi günü geldik müftülüğe. Ömer Özkan Hoca dedi ki, ya şu hoca ne kadar güzel konuştu. Evet, dedim, gerçekten çok güzel konuştu. Ne konuştu, dedim. Şöyle düşündü, çok güzel konuştu, dedi. Tamam, dedim, gerçekten çok güzel de ne konuştu, dedim. Biraz daha düşündü, çok güzel konuştu, dedi. Ondan sonra dedim ki, ben de konuştum ben nasıl konuştum? Dedi ki, ya senin konuşmanda iş yok ya sıradan. Peki ben ne konuştum, dedim. Tüm içeriği anlattı orada. Şimdi bazen insan böyle şeyin dış kabuğuna takılarak içeriği kaybedebiliyor. Bu ikisi arasındaki ahengi de bozmamak gerekir.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Kesinlikle hocam. Bir şey müsaade ederseniz, son olarak. Bu çok sorulan bir sorudur. Peki biz Batı müziği, Hristiyanların yaptığı müziği dinleyecek miyiz Müslüman olarak? Bunlar da acaba ilahi olanı mı yansıtmaktadır? Güzellik algısı insan ait bir algıdır ve Allahutaala’nın insana kazandırdığı bir nimettir. Yani bir Fransız, bir İngiliz, bir Alman mutlak güzel karşısında, hani bir de rolatif bir algılama var, kişiden kişiye değişen bir algılama var o ayrı, ama mutlak güzel yani Allahutaala’nın yaratmış olduğu güzellik karşısında hiçbir insan yoktur ki teslim olmasın. Mesela boğaza getirin, boğaz manzarasını… şöyle Boğaz Köprüsü’nden İngiliz, Fransız, İtalyan bütün milletlerden birer temsilci seçin nasıl deyin, hepsi herhalde wonderful diyeceklerdir. Yani hiçbir tanesi bir şey bulamayacaktır. Mutlak güzel, diyorum ben buna naçizane. Bu mutlak güzelle teslimiyet ortak. Yani güzel karşısında insanoğlunun tepkisi ve yaklaşımı ortak. Dolayısıyla bu Allahutaala’nın öğrettiği bir şey. Müzikle ilgili olarak da eğer güzelse ve Allah’tan başka bir şeyi kasten… Bach’ın mesela… Bach çok önemli çok yetenekli, büyük bir kilise organisti. Ama söylediği şey God. Yani bir ilah. Büyük harfle yazın veya küçük harfle yazın. God. İlah. Yani herşey God olabilir ama hiçbir God, Allah gibi değildir. Yani öyle düşünmek lazım.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Herşey God olabilir dediğin zaman?
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: İnsan herşeyi ilahlaştırabilir. Parayı, nefsi, heykeli…
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Olamaz, insanlar öyle yapar. Doğru.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Yani yapabilir ama hiçbir şey Allah gibi değildir. Allah’la kıyas edilemez.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Zaten onları Tanrı yapanlar da Allah gibi saymıyor. Allah’a benzer sayıyor.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Evet ama öyle bir şey var. Onların bir isimlendirme ve vasıflandırması var. Eğer öyle bir kasıt yoksa… Bu şeye benziyor hocam, bilmiyorum epeydir kendi kendime sorduğum bir soruydu. Mesela kitap ehlinin kestiği yenir. Eğer Allah’tan başka bir şeyin adına kesmiyorsa. Dolayısıyla kitap ehlinin yaptığı şey fıtrata uygunsa, güzelse, Allah’tan başka bir şeyi de kastetmiyorsa, onun adına yapılmıyorsa yani Allah’tan başkasının adına herhalde dinlenir ve fıkhidir.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Şimdi bu konuların uzmanı Yahya’dır. Burada yani kitap ehli olan olmayan ayrımı yok da… İnşallah şimdi Behlül Düzenli’yi dinleyeceğiz. Behlül Hoca, Dr. Behlül Düzenli, Laleli Camii’nin imam-hatibidir. Yıllardır da çok güzel bir hizmet yapıyor. Çok da öğrenci yetiştiriyor. Şu anda da kaç tane taleben var? Sayısını bilmiyorsun. Tamam. O üniversiteye intisap etmedi. Belki beğendiği üniversiteler çıkmamıştır.
Dr. Behlül Düzenli: Üniversiteler bizi beğenmiyor.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Öyle mi, peki. Şimdi bakın görüyorsunuz musiki ile ilgili baya bir çalışması var. Bu çalışma bizim bu vakıfta başladı. Çalışmasının önemli bir bölümünü biz sitemizde yayınlıyoruz yıllardır. Ama bunun kitap olarak da yayımlanmasını bekliyoruz. İnşallah, hocam ne zaman şey yaparsa. Ama şey yapmadan önce Dr. Yalçın Çetinkaya Beyefendiye teşekkür ediyorum. Kısa bir şey söyleyeyim. Yani Hristiyan olsun, ehli kitaptan olsun olmasın hiç fark etmiyor bu dünyada yaşamak için fıtrata uymak zorunluluğu var. Bazı yanlışlar, temel yanlışları kaldırdığınız zaman herkes aynı, eşitlenir. Yani dünyanın en ahlaksız ve en kötü adamının kötü alışkanlıkları en fazla olan adamın evini satın alsanız, her türlü pisliğe açık olan bir ev, o evde değiştireceğiniz şey yüzde onu bulmaz. Onun dışında o ev Müslüman evidir. Aksi takdirde yaşayamaz zaten, daha fazla şey yapsa o insan orada yaşayamaz zaten fıtratına ters düşer. Bu sebeple mesela Mekkeli müşriklerin yaptığı her şey kötü değildi. Baktığınız zaman çok büyük bir bölümü iyidir. Ve Kur’an-ı Kerim onların büyük bir bölümünü değiştirmemiştir sadece düzeltmiştir. Yani bir ayarlarını düzeltme gibi bir terim kullanabiliriz, fabrika ayarlarına geri çevirmek. Şimdi burada inşallah Behlül Hoca’yı dinliyoruz. Buyur kardeşim.
Dr. Behlül Düzenli: Elhamdü lillahi Rabbil alemin vessalâti vesselâmü alâ resûlina Muhammedin ve alâ âlihi ve eshabihi ecmain. Yalçın Bey’in izahlarından dolayı biz de epey bir istifade ettik. Biz de 93’te bu konuya çalışmaya başlarken o İhvan-ı Safa kitabını okuyarak başlamıştık. Konuya giriş kitabı olarak istifade ettiğimiz bir kitaptı o bakımdan kendisine ayrıca teşekkür ediyoruz.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Estağfurullah hocam, Allah nasip etti. Başka bir izahı yok.
Dr. Behlül Düzenli: Şimdi, bana telefonda söyleyen mezhepler arası mukayese denilmişti. Fakat burada bahsederken hocam Kur’an, hadis, fıkıh diye konunun bütünüyle ilgili bir şeyler söylememizi arzu ettiler. Yapılan Yalçın Bey’in konuşması esnasında tuttuğum bazı notlarımla isterseniz konuya girelim.
Kur’an-ı Kerim, hadis ve fıkıh külliyatı müziği müstakil bir konu olarak ele almamış. Yani ayet-i kerimelerde müziği ifade eden ayetler var ama direk müzik ile alakalı bir ayet yok. Hadis kitaplarının, külliyat, Kütüb-i Sitte, Kütüb-i Tis’a’nın ana başlıkları içinde müzik diye bir başlık yok. Detaylarda bir takım konuları serpiştirilmiş. Fıkıh külliyatında müstakil bir müzik başlığı yok, alana serpiştirilmiş, ilgili olduğu alanda söz edilmiş. Peki, neden böyledir? Allahualem diyerek söyleyelim, müzik bir amaç değil araçtır. Hayatın yönlendiricisi değil hayat ile birlikte yürüyen bir yan üründür. Bunu şöyle de diyebiliriz, müzik medeniyetlerin kimlik kartlarıdır, diye bir söz vardır. Medeniyetlerin kimlik kartı… Yani önce bir medeniyet olur, o medeniyet kendi kimliğini üretir, o kimlik sonradan ortaya çıkar. Dolayısıyla tarihi süreç içerisinde, her medeniyet kendi değerlerini ve o değerlere uygun insanları yetiştirdikten sonra kendiliğinden bir süreç içerisinde müzik doğar. O medeniyetin hareket tarzına ve alanına göre de müzik şekil değiştirir. Çünkü müzik hareketin sesidir, durgunluğun sesi değildir. Hareket halinde iseniz müziğiniz olur, durduysanız müziğiniz olmaz. Yani Müslümanlar hareket halinde iken, kültürel, siyasal, sosyal bir ilerleme kaydederken müzikleri kendiliğinden mecburen oluvermiştir. Bir de çöküş esnasında iyi müzik yapmışlardır. Ama şuanda hayatlarının en durgun dönemini yaşadıkları için de müzikleri yoktur. Geçen İstanbul İlahiyat Fakültesi’ndeki sempozyumda bir tebliğci arkadaşımız “Müslümanlar ne zaman müziklerini yapacaklar?” diye bir soru sordu. Ve buna acil ihtiyaç var, dedi. E Müslümanlar bir medeniyet iddiasında değil ki müzikleri olsun. Bir medeniyetin uydusu olmayı kabul etmişler, uydusu oldukları milletin de müziğini kullanıyorlar. İkincisi Kur’an-ı Kerim’de bir ayet-i kerime Yalçın Bey’in konuşmasına belki, müsaade ederlerse, bir katkı kabilinden…
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Estağfurullah hocam…
Dr. Behlül Düzenli: Ayet-i kerime… Tabi müzik üzerine yoğunlaşma, teknik açıdan yoğunlaşma, bilimsel açıdan yoğunlaşma önemli bir şey. Bu neye benzer? İnsanoğlunun kâinat sırlarını çözmesine benzer. Daha tıp çalışmaları insan anatomisini çözememiş. Yani insanoğlu kâinatı şaşkın şaşkın seyreder, bazı bulgularda bulunur. İçinden de çıkamaz. Kur’an-ı Kerim’de bir ayet-i kerime ilginçtir bu konuda. Peygamberimiz aleyhisselama gökteki hilalin şekilleri soruluyor. Yani astronomi bilgisi soruyor, uzay bilgisi soruluyor. Bu ay nasıl oluyor da küçülüyor, büyüyor falan. Ayet-i kerime cevap veriyor: “Hilalin şekilleri sizin zaman ayarlamanıza yarar.” Yani burada sanatın, çalışmaların bir amaca hizmet ettiği ölçüde önemli olduğu ve amaca hizmet edecek biçimde yürümesi gerektiği… Yoksa bu işin derununa indiğiniz zaman boğulur kalırsınız. E inmeyelim mi? Elbette inmek lazım ama faydayı kaybettiği zaman, insana hizmet etmez konuma geldiği zaman da o zaman amacının dışına çıkar. Kendisi de bilirler, müzik felsefesi yani âdeta insanoğlunun şaşkınlık felsefesidir. Adam oturmuş, işte sufiler, ya bu neyin nesi ki bu kadar insanı cezbediyor? Göklerin üzerine çıkarmışlar. Ötekisi yerin altına indirmiş, öteki insanın kalbine sokmuş. Kimi lehinde olmuş, kimi aleyhinde olmuş, kimi bırakın şu şeytanı demiş. Yani insanoğlunun tek kelime ile bir şaşkınlık tarihidir. Karşısında enteresan bir olay var ve olayı çözümleyemiyor. O bakımdan yani sanatsal, bilimsel yoğunluluk amaca hizmet ediyorsa önemli. Tabi ki Batı medeniyeti yükseliş ve belki çöküş dönemi sürecinde hareket halinde kendisine müzik lazım, yoğunlukta da çalışıyor. Bir diğeri tabi ki yine hocam bahsettiler buradan da yavaştan kendi konumuza geçelim. Yani mutlak güzellik karşısında insanoğlunun duruşu, müzikte dinilik, millilik konuşmaları malumudur kültür tarihinde tartışmalı bir konudur. Ama müzik, yine bir tarife göre insanoğlunun içindekini dışarıya yansıtır. İnsana bir şey kazandırmaz. Dolayısıyla bir İslam inancı, ahlakı, kültürü, zevkiyle oluşmuş bir ruh, bir beyin yapısının gördüğü güzelliği tanımlama, yorumlama ve yansıtmasıyla Hristiyani veya Yahudi kültürü -ki ortak paydaları olduğu gibi çok farklı paydalar var- ya da bir ateistin yada bir kapitalistin, sosyalistin neyse gördüğü güzelliği algı, yansıtma ve yorumlaması birbiriyle aynı olmayacaktır. Onun için de müzikte millilik esastır derler. Millilik üzerinden evrenselliği de alırsınız. Evrenseldir duygu olarak, millidir icra olarak. Çünkü her birimiz çocukluğumuz ve yetiştiğimiz toprağın, yediğimiz gıdaların duyduğumuz seslerin etkisi altında kendimiz oluşturduk. Çocukluğu, gençliği köylerde geçenler bir kaval sesi duyduklarında anormal etkilenirler. Sufi zeminde geçenler, ney sesi duyunca kendinden geçerler. Fabrika zeminlerinde yaşayanlar da pop sesi duyunca kendinden geçerler. Neticede yetiştiğimiz ortam müzik algılarımızı, zevklerimizi de oluşturuyor. Onun için mesela biz de, çok çarpıcı bir örnek bu, millilik, yerlilik ya da evrensellik açısından. Mesela bir Kur’an-ı Kerim tilaveti var. Biz Anadolu insanıyız. Anadolu insanı yaylaların etkisi altındadır. İşte Mısırlılar, Abdussametler falan çöl insanıdır. Onlar da çölün havası etkisi altındadır. Yayla ile çölün sesleri birbirinden farklıdır. Abdussamed ya da Mısırlılar Kur’an okumaya başladıkları zaman adeta çölün sesini yansıtarak okurlar. E bizim insanımız dinler, etkilenir ama o ses tonları yaylanın sesine vurduğu zaman etkilenir. E bizimki Kur’an okumaya başladığı zaman Mısırlıları taklit etmeye kalkışır, beceremez. Altından da kalkamaz. Çünkü onun kendi özünde o yok. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim tilavetinde de yetiştiğimiz bölgenin sesini, duygusunu, ruhunu, aşkını yansıtan bir okuyuş ortaya koyduğunuz zaman burada tutucu, kalıcı oluyor. Yani konu biraz yerlilikle, yabancılık konusuyla bağlantılı bir konu. Buradan Kur’an-ı Kerim’e girersek, yani Kur’an-ı Kerim’de, ifade ettiğimiz gibi açıkça, özel bir başlıkla müziği inceleyen bir ayet yok. Olan ayet-i kerimeler, genel itikadi ve ahlaki ayetlerdir. Konuya genelde Araf Suresi’yle bakılır. Tayyibat kavramı içerisinde ele alınır. Önce müzik Allah’ın yeryüzünde yarattığı; insanoğluna faydası olan; insanın gönlüne, beynine, bedenine hitap eden bir nimet olarak ele alınır. Ondan sonra bunun çerçevesi çizilmeye çalışılır. Yasaklar boyutuna geçilir. Çünkü nimetlerde asıl olan mübahlıktır. Yasaklılık için delil bulmanız lazım. O zaman müziği yasaklayan deliller nelerdir oraya yönelinir. Bunların başında lehvel hadis, Lokman Suresi’ndeki konu gelir. Sonra Necm Suresi’ndeki sâmidûn kelimesi gelir. Sonra yine, baştan da okundu, laib ve lehiv oyun, eğlence konusu gelir. Lağviyat gelir. Hülasa nerden baksanız bir on beşe yakın kavram ortaya çıkar. Bu kavramları en yoğun biçimde kullanan da İbn-i Kayyım El-Cevziyye’dir. Dolayısıyla müziği ondan sonra itikadi ve ahlaki kavramlar çerçevesinde ele alacağız. Ahlaki kurallarımızı ortaya koyacağız. İtikadi kurallarımızı ortaya koyacağız. Bu kurallara aykırı olmayan müziği yapacağız. Çünkü bu tayibattandır. Yani Cenab-ı Hak onu bizim için yaratmış, biz onsuz edemeyiz.
Şimdi ben, hocam bahsederken Yalçın Bey, benim aklıma başka bir tecrübe geldi. Biz 93’te hocam burayı açarken buranın ilk elemanıydık. İlk defa o zaman söylediği bir şey vardı, ya hu şu müftülüğe müzik ile alakalı çok soru geliyor biz de yüzeysel cevaplar veriyoruz. Şu konuyu derinlemesine bir çalışalım dedi. Konuya biz böyle girdik o günden beri de böyle aralıklarla birlikte çalışıyoruz.
Bir eylül ayında köye gittim. Ürünler bitmiş, meyveler toplanmış, bağda bahçede ürün namına hiçbir şey yok. Ama bölgede de çıt kelimesin olmadığı saat yaşanıyor. Ne böcek sesi var, ne kuş sesi var, ne bir şey. Ta uzaklardan bir iki koyun ya da işte hayvan sesi geliyorsa geliyor. Tabi o derin sessizliği fark edince, biraz da müziğe az çok merakla çalıştığım için dikkatimi çekti. Bu sessizlik neyin nesi? Ardından bir hazirana ayında gittim, tam meyve zamanı, ürün zamanı. Kuş ve böcek sesinden adeta duramıyorsunuz, rahatsız olacak konuma geliyorsunuz. Sonra ikinci, üçüncü bir incelemeye baktım. Her dönem hangi dönemin ürünüyse, o dönemde o ürünün kuşu geliyor. Kiraz dönemi kiraz kuşu var, dut dönemi dut kuşu var. Mahsulât, sebze neler varsa cırcır böcekleri ve diğer böcekler, hangi mahsulâtın zamanıysa, o dönemde o mevsimin böceğinin sesi var. Şimdi en son ben mart ayında gittim. Kışın bitişi baharın başlangıcı. Bahar başlangıcında diğer mevsimlerde göremediğim kuşları izledim ve sesleri izledim. Yani buradan şöyle bir sonuca varmaya çalıştım. Ses, mahlûkatın ya da ne diyelim ürünlerin yetişmesinde olmazsa olmaz bir etken güç. Yani kiraz olacaksa, o kuşun sesini dinlemek zorunda o kiraz. İşte ses dalgalarından bilmem nelerinden artık o işin teknik detayları bizi aşıyor. O nimet, o ses dalgasından istifade edecek. Ve sonra bakıyorsunuz hangi ürünü yiyorsanız o ürünün karakterindeki ses çıkıyor ve o sese göre de müzik yapıyorsunuz. Beslendiğiniz ürüne göre müzik yaparsınız. Yani buradan insan eğitiminde, hayvan eğitiminde -demin hocam örnekler bahsettiler- bitkinin, sebzenin eğitiminde eğitim aracı olarak, yetiştirme aracı olarak sesin kâinatta inkâr edilemez, reddedilemez, ihmal edilemez, etkin bir yeri var. Bu da ayrı bir benim gözlemimle alakalı bir şey, sunmuş oldum.
Dolayısıyla biz bunu tayyibat kavramı çerçevesinde alacağız. Ahlaki, itikadi çerçeveyi çizeceğiz, buna göre de müzik yapacağız. Peygamberimiz aleyhisselamın uygulaması da hemen hemen bütünüyle bu boyuttadır. Ama peygamberimizin yani uygulamada detayları görüyoruz. Çünkü fıkıh, Peygamberimizin hadislerindeki detayda yatar. Ayetlerin nasıl anlaşılacağı, nasıl yorumlanacağı… Peygamberimiz aleyhisselam, önce bir kirlenmemiş fıtratın temsilcisidir. Kirlenmemiş, bozulmamış fıtratın temsilcisidir. Güzel dediğimiz yani tayyip dediğimiz; insanoğlunun gönlüne, beynine, bedenine hitap eden; fayda veren neyi görse almış. Gönlüne, beynine ya da bedenine zarar veren ya da Allah’ın koyduğu kurallara aykırı olan ki bunlar birbiriyle bağlantılı zaten, zarar veren ne görmüşse yasaklamış. Yine burada ahlaki kuralları işletmiş. Örneğin, yasaklar içerisinde meyhane müziğine asla yer vermemiş. Çünkü insanı ahlaksızlığa yönlendiriyor. Yani yasaklayıcı hadisleri okuyorsunuz hep meyhane müziği, geceleri, şarkıcılar, içkiler, zina, bahsettiği disko, bar bu yani. Bunun dışındaki müzikler, yani dinlemiş, dinletmiş, teşvik etmiş. Bunların başında ne var? Düğünler var. E düğün nedir? Müslümanın sevinmesi gereken şeydir, şenliktir. Tabi ki gülmesi gereken saatte gülmesini bilmeyenler, ağlaması gereken saatte de ağlayamıyorlar. E tabi ki, dedik ya müzik medeniyetin bir parçasıdır. Şimdi İstanbul, düğünler yapılıyor. Cenaze merasimi mi düğün mü nedir belli değil. Neden? Bu mimari tarzın içerisinde başkasını yapamazsınız da onun için. Önce bu medeniyet, bu medeniyetin mimari tarzı, üst üste yığılmış betonların içerisinde vitrinlerdeki eşya gibi raflara dizilmiş insanlarla siz hayatınızı, insanlığınızı yaşayamazsınız ki düğününüzü yapasınız. Önce işe buradan, medeniyetin mantığından bakmak lazım. Peygamber, şenlenin, demiş. Nerede şenleneceğim? Nasıl şenleneceksin? Ondan sonra ağıtlar başlıyor. Düğün merasimlerinde cenaze ilahileri okunuyor. Ya da bir hoca efendi bir konuşmaya başlıyor. Allah versin, ne verdiyse dolduruyor. Başı, sonu belli değil. Çünkü plansız konuşuyor. Rabbim rast getire, ne alırlarsa. Birine kızmışsa iyi, düğün artık gerildikçe gerilir. Dolayısıyla önce peygamberimiz, sevinilmesi gereken yer, şenlendirin, demiş. Ve bu şenliği müzik ile yapın, demiş. Def çalın, şunu bunu yapın demiş.
Yolculuklar esnasında meşhur olaylardan biri. Araplar develerle yolculuk ederler. Devenin sopası olmaz, devenin sopası müziktir. Deve dövmeye gelmez. Deve türkü dinler. Onun için de o hayatın tabii, fıtri bir ihtiyacı bu. Ve tabi ki bir yolculuk, yorgunluk, bitkinlik… Onun da dinlenmesi lazım. Peygamberimiz aleyhisselam hem dinlenmek için hem de yolculuğun tabii ihtiyacını karşılamak için türküler söylettiriyor. Bir keresinde yine bir, bir tanesini hocam bahsetti, bir tanesi de farklı… Bir yola çıkıyorlar. Kervan sessizce gidiyor. Millet yorulmuş, develer ağırlamış. Ya bu kervanı birinin harekete geçirmesi lazım. Efendimiz buyuruyor ki: “İçinizde kimse yok mu bir şeyler söyleyecek?” Abdullah bin Revaha’yı görüyor: “Ya Abdullah!” diyor. “İn de bir şeyler söyle” diyor. Abdullah bin Revaha mahcup oluyor. “Ya Resulallah!” diyor. “Kur’an indi, siz buradasınız. Yani Kur’an indikten sonra sizin yanınızda ben nasıl türkü söyleyeyim” diyor. Hz. Ömer radıyallahu anh oradan diyor ki: “Söz dinle in aşağıya.” “isma’ ve eta’” Abdullah bin Revaha çaresiz iniyor. Elini kulağına atıyor ve bütün milleti harekete geçiriyor. Yine Efendimiz aleyhisselam normal zamanlarda, sokaklarda, çarşılarda türküler söylendiğini duyuyor, dinliyor onları. Varsa bir düzeltilmesi gereken ki bunlar genelde sözlerle alakalı, şunu şunu şöyle söylemeyin, böyle söyleyin diyor. Tashihini yapıyor, yoluna devam ediyor. Yani Peygamberimizin müziğin aleyhine söyledikleri genelde meyhane müziği, günaha sevk eden yanlış işler, ahlaki ve itikadi kurallar.
Yine peygamberimizin hadislerinde kadın sesi meselesi var. Müziği kim yapar? Kadın mı yapar, erkek mi yapar? Tarihte de günümüzde de her ikisi de yapmış. Peki hangisini dinleriz hangisini dinleyemeyiz? Peygamberimizin dinlediği, kadın sesi üzerinden dinlediği hadislerde üç tane kelime geçer. Cariye, cüverriyye bir de kayne. Cariye demek, bunu bazı “emetün” yani köle-cariye manasında yorumlayanlar varsa da sözlükler bunu genelde küçük kız çocuğu diye tarif ederler. Buluğa ermemiş kız çocuğu. Cüverriye de zaten onun ismi tasgiri. Kayne de cariye demek, yani köle kadın demek. Hadislerin içerisinde bilebildiğimiz kadar ki benim o zamanki çalışmalarımızda iki yüz elli civarında hadis tespiti yapmıştık. Bunların tabi senetlerinin, metinlerinin çalışılmasının güçlüğü dolayısıyla bunlardan bizim bu çalışmaya bunların yüz on sekizini esas aldık. Onun üzerinden çalıştık, bu zemin üzerinden söylüyorum. Yani hür, Müslüman ya da gayrimüslim bir kadının sesini dinlediği, peygamberimizin, müzik olarak dinlediği rivayetlerde hiçbir yerde geçmez. Peygamberimizin dinlediği ses, kız çocuğudur ya da cariyedir ki cariyelerin fıkhi hükümleri, mahremlik-namahremlik konuları da hür kadınlardan farklıdır. Genelde kaynelerin aleyhine çok fazla hadis var. Çünkü kayne dediğiniz, cariyedir. Meyhane müziklerinin vazgeçilmezleri bunlardır. Meyhaneyle bağlantıları dolayısıyla peygamberimiz, bu cariyelere iyi gözle bakmaz ve bunları tasvip etmez. Çünkü bunların ikinci bir mesleği de zinakarlıktır. Yani fuhuş sektörünün aktörleridir bunlar. Hem artisttir hem de fuhuş sektöründe çalışır. Zaten günümüzde de genelde öyle oluyor. Tabi burada bir parantez söyleyeyim, yine bizim müzik tarihinde hadislerin nakledildiği bölümlerde bazı kaynaklar müzikle ilgili, müzisyenlerle ilgili hadisleri muhannesin başlığı altında alırlar. Muhannes ne demek? Erkeğe özenmiş kadın, kadına özenmiş erkek. Kıytırık tipler. İlginçtir, yani müziğe, hocam iki ayrı boyu üzerinden tecrübelerini aktardılar. Yani bizde de ne hikmetse, kendisini sanata aşırı verenlerin ilk işi erkeklerde, küpe takmak, saç uzatmak, burun delmek, kadınlaşmak. Bakıyorsunuz adım adım, adım adım kılığında, kıyafetinde ve hatta üzerinde giydiği elbiselerin renk tonları erkeksi renkler değil. Adım adım kadınlaşan bir erkeğe, kadınlarda da adım adım fuhuşa doğru giden bir sürece şahit oluyoruz. Bu da müzik tarihinin ilginç bir notudur. Bizim bazı hadis kitaplarında bu başlığı görünce dikkatimi çekti. Muhaddis, ilgili hadisleri o başlık altında ele almış. Müzik tarihinin çok önemli bir problemi müzisyenlerin kişilikleri, kişilik bozulmalarına uğramaları… Tabi bu neden oluyor, niçin oluyor o da ayrı bir şey. Artık o farklı bir psikolojik çalışmayı gerektirir. Yani tasavvuf musikisinde mesela müzik meclisleri var. Yine ilginçtir, sufi müzikten bahseden kitapların üzerinde durdukları çok önemli konu, o meclislerde emret oğlanların bulunması. Yani fuhuşun bir başka boyutu. Zikir meclisi olmasına rağmen. Emret, yani buluğa ermemiş, yüzünde tüy bitmemiş, alımlı genç erkek çocuk demek. Şimdi burada müziğin ilginç bir boyutu ortaya çıkıyor. Kontrol edilmesi güç, edemediğiniz takdirde sizi yakan bir sanat ama kontrol etmeyi başardığınız takdirde, mehter marşında olduğu gibi dünyaları fethetmenizde aracı olabilecek, Kur’an-ı Kerim tilavetinde olduğu gibi, ezan tilavetinde olduğu gibi gönülleri fethedebilen ilginç bir iki tarafı keskin bir bıçaktır.
Hadis-i şeriflerin üçüncü boyutu müzik aletleri ile ilgilidir. Genelde yasaklayıcı hadisler bu aletler konusunda karşımıza çıkar. Peygamberimiz aleyhisselamın def dinlediğine dair yoğun rivayetler var. Gubeyra diye bir alet var. O da defin bir başka türü. Yine bir başka rivayette de ut dinlediğine dair rivayet var. Bunun dışındaki davuldur ki genelde hep davul türleri, vurmalı çalgı aletleri türü genelde aleyhte konuşulan hadiselerin en çoğunu bunlar teşkil eder. Üflemeliler, ut türü şeyleri, ney türleri, zurna türleri hep bunların aleyhine hadisler vardır. Tellilerden udun aleyhine çok hadis vardır, bir hadiste dinlediğine dair var. İşte vurmalılardan da defe var. Tabi bunları peygamberimiz niçin onaylamış niçin onaylamamış? Yine hadislerin genelde siyak ve sibakına geçtikleri konulara bakınca bunların bir, yabancı müzikler; iki, meyhane müziği yani bu aletlerin bir kültürel boyutu var. Örneğin davul bildiğimiz kadar Orta Asya müziğidir köken itibarıyla. Şamanlar davulu niçin çalar? Şeytan kovmak için. Günde beş defa çalarlar. Bizim günde beş defa ezan okuduğumuz gibi. Şeytan ezan-ı muhammediyi duyunca kaçar hadis-i şeriflere göre. Ama Şamanlar da günde beş vakit davul çalıp şeytan kovarlar. Dolayısıyla muhtemelen, elimde bir belge yok tahmini söylüyorum, yasaklanan bu aletlerin böyle bir kültürel boyutu var. Çünkü bu dönemde Arap yarımadasında Mekke’ye gelen çalgıcılar, çalgı aletleri Bizans ve İran kökenlidir. Çünkü iki devlete komşu. Bir başkası da Yemen kökenli. Bazı rivayetlerle Afrika’ya da açılıyor. Geriye de bir şey kalmadı zaten ya. Yani Yemen, Afrika, İran, Bizans kökenli çalgı aletleri bunlar. Bunların dini boyutlu olanları muhtemelen var, kültürel boyutlu olanları var, temsil ettiği misyon boyutu olanlar var. Ve efendimiz aletin kendine değil, bu muhtevasından dolayı bunlara tavır takındığını tahmin ediyoruz. Çünkü ifade ettiğimiz gibi konu önce tayyibat kapsamında ele alınıyor. Yani alet neticede bir eşyadır. Eşya özünden dolayı haram değildir. Yani buna fıkıh kitaplarında, gerçi onlara da temas edeceğiz, fıkıh kaynakları bunu müzik aletleri “haram li aynihi değil haram li gayrihidir” derler. Yani bu aletler özü itibari ile kötü değil, kullanım amacı, şekli yada dış sebepler, etkenler dolayısıyla haramdır derler. Onu da böyle bir özetlemiş oluyoruz.
Tabiki mezhepler, bu ayet-i kerimeler ve bu hadislerin özetini alarak konuya çalışmışlar. Mesela Hanefi mezhebi kaynaklarında, hatta şöyle son sözümüzü baştan da söylemeye çalışmış olalım, fıkıh kitaplarındaki müzik kavramı, biraz da aleyhteki boyutuyla, lehiv kapsamı içinde ele alınır. Yani eğer yani bakıyorsunuz li ennehu lehun, li ennehu lehun diye gerekçeler gösterilir. Eğer müzik lehiv kapsamına girmişse haramdır, girmemişse caizdir. Buna bir not daha ilave ederler. Mübah olan nimetlerle çok fazla meşgul olmak da mekruhtur, derler. Yani yemek yemek mübahtır ama haddini bilerek yiyeceksin, işin dozajını kaçırma. Gezmek, piknik yapmak mübahtır ama dozajını kaçırma. E müzik de mübahtır ama -tabi ki onu biraz eğlence aracı olarak, görerek söylemişler ama- dozajını kaçırma demişler. Bundan dolayı da önce lehiv kavramı üzerinde ayrıca durmamız gerekiyor. Bir diğer kavram, sefihlik kavramı. Hanefi mezhebi üzerinden konuşuyoruz şu anda. Sefihlik kavramı var. Müzisyenler sefihtir diyor. Aziz Hocam’la biz bu konuya çalışırken bu sefihi netleştirememiştik, tercümesini. Sonra ben şu boyutuyla konuyu bitirdikten sonra bizim ilahiyattaki hocalara da dağıtmıştım. Kafi Hoca, Lütfi Çakar Hocalar… Hadis, fıkıh boyutunda bir mütalaa alayım. İbrahim Kafi Hoca, ya hepsini okuyamadım göz gezdirdim, dedi ama iyi göz gezdirmiş tak diye kelimeye takılmış. Ondan sonra, ya bu sefihi ne demişsiniz böyle, dedi. Mesela biz “onur kırılması” demişiz, “onursuzluk” demişiz burada. Buraya İbrahim Hoca’nın notunu da almışım. İyi de, dedi, İbrahim Tatlıses şuanda toplumun en onurlusu, dedi. Yani siz fıkıhtaki bu kavramı, böyle bir kelime ile topluma sunduğunuzda toplum bunda ne anlayacak. Onunla da epey bir müzakere ettik ama bir sonuca varamadık. Dedim, Aziz Hocam’la da biz bu konuyu çok konuştuk ama bir türlü bir netleştiremedik, dedim. Bu biraz muamma kaldı. Demin hocam dedi ki, bunu ne zaman yayınlayacak, şu konuyu çözemediğim için bekletiyorum. Yine bazı tenkitler yapılmıştı hadislerle alakalı. Orada da bazı eksikler çıktı. Onları da ikmal edersek inşallah yayınlayacağız. Sefihlik kavramı açısından ele alırlar yani tabi ki bu Müslüman toplum için geçerli. Ahlaki kemaline ermiş, temiz Müslüman toplumun içerisinde düşük takımdan sayılmak, itibarsızlık… Çünkü Müslüman hem takva sahibidir hem mürüvvet sahibidir. Hem Allah’a karşı, Allah katında değeri olan hem toplum katında değeri olan insandır. Değer düşüklüğü oluşturacak hiçbir şeye izin verilmiyor. Tabi ki fitne kavramı var bir başka boyut, zina tehlikesi.. Çünkü ne derler, müzik aşığın aşkını, fasığın fıskını arttırır. İlginç bir boyut, demin de bahsettik zina ile çok yakın bir bağlantısı var. Kazanç sağlama meselesi var. Yani müzisyenlik yaparak para kazanabilir miyiz? Bu konu üzerinden konuya durmuşlar. Bazı kaynaklar derler ki, müziği meslek edinmeksizin kullanabilirsiniz, demişler. Çünkü meslek edinmenin arkasında başka konular, sakıncalar görmüşler. Riyakarlık konusuna durmuşlar. Özellikle tasavvuf musikisinde… Yani adam âşık gibi ilahi söylüyor ama aşık maşık değil. Dolayısıyla bu bir riyakârlıktır, bir ahlaki problemdir demişler. Sözün de icrasının da haram olması ki hemen bütün mezheplerin üzerinde durduğunu baştan söylediğimiz konu. Karşı cinse özenti, yani erkeğin kadına, kadının erkeğe özentisinden dolayı konuya bakmışlar. Kadın sesi meselesi kaynaklarda hiç fetva verilmeyen hemen hemen bir konudur. Onu da bahsettiğimiz gibi hür kadınların mahremlik meselesi. İnsan üzerindeki etkileri üzerinde duranlar olmuş. Mesela İmam Kasani diyor ki, müzik insanın kalbini inceltir, diyor. Onun için dinlenmesi lazım, diyor. Hatta bir İbni Tahir’in Kitabu’s-sema’ında olacak, İmam-ı Şafi hazretleri biriyle bir yere gidiyormuş, bir yerden bir müzik sesi gelmiş. Dur, demiş, durmuşlar. Epey dinlemiş. Nasıl, iyi miydi, demiş. Aman canım, demiş adam. İmam-ı Şafi demiş ki, ne katı kalpli adamsın sen. Böyle bir sözü nakledilir. Yani insan üzerindeki olumlu olumsuz etkileri, konuya biraz buradan bakacaksınız. Ve tabi ki bazı ayet-i kerimeler… Yine Hanefi mezhebinin yoğun kullandığı ayetler. Lokman Suresi 6. ayet ile En’am Suresi 68. ayet Hanefi kaynaklarında biraz fazla geçer. Yine ilgili bazı hadisler… Hanefi kaynaklarında çok meşhur bir hadis vardır. Ona da burada temas etmiş olalım. diye bir metin vardır. Hemen hemen kaynakların bütününde geçer. Bu rivayet en fazla Sadruşşeria’ya kadar gider, ilerisinde yok. Bir kaynakta zayıf bir hadis olarak, bir hadis kaynağına nispet de var. Şuanda tahricine bakarsak zaman alırız. Ama sağlıklı, sağlam bir hadis değil. İkincisi burada “Melahiyi dinlemek günahtır.” cümle önemli. Melahi… Melahi ne demek? Eğlence. Lehiv kökünden gelen bir kelime. Yani insanı günaha iten müzikleri dinlemek, kelimenin özgün manasıyla günahtır. E zaten bunda problem yok. “Vel cülusu aleyha fısk” “bu günah meclislerinde oturmak, fasıklıktır.” Ve’t-telezzüzü minha küfr. “Bundan zevk almak da küfürdür.” Fakihler bu kelimeyi küfranün nimet olarak tercüme ederler. Çünkü bu yani, günahtan zevk almanın iki boyutu var malum. Bir, peygamberimiz aleyhisselamın hadisleri var. Bir kişi içki içerken mümin değildir, zina ederken değildir, hırsızlık yaparken değildir. Şarihler bunu açıklalar. Yani o işi yaparken imanı gider ama mümin genelde günah işledikten sonra pişmanlık duyduğu için iman geri gelir diye yorum yapılır. Hatta buradan iman amel cüz müdür değil midir, uzun kavgalar başlar. Dolayısıyla fakihler bunu küfranün nimet derler. İtikadi küfür değil diye de bir yorum getirirler. Ama ifade ettiğim gibi bunun sağlam bir kaynağı yok. Bu sadece bir fakihin, belki bir görüşü ya da belki o zayıf bir hadisi almış. Ama bizim Hanefi kaynakları bunu çok yoğun kullanırlar. Bunu kullanmanın arkasında da demin konuya başlarken dedik ki, müzik hareketten doğar, durgunluktan doğmaz. İki, yetiştirdiğiniz ürüne göre müzik yaparsınız. Tabiattaki olaydan bahsettik. Genelde bizim Hanefi külliyatı biraz sufi meşreptir, derviş meşreptir ve biraz da nakşi meşreptir. Tabi ki bundan kaynaklanan, mübahlara karşı da mesafeli durma anlayışı işi uçurdukça uçurmuş, işi bu noktalara kadar getirmiş. Konunun arkasında mübahlara karşı bile mesafeli durmayı prensip edinmiş bir sufi mantığı dikkate almak lazım.
Lehiv kavramı, genelde eğlence demek. “Lehvel hadis” ayetinden hareketle, bu cümle daha çok kullanılır. Bir de peygamberimiz aleyhisselamın “Küllü lehvin batıl” diye bir hadisi vardır. Her eğlence batıldır ancak kişinin ok atması, ailesi ile ilişkileri gibi birkaç tane konuyu istisna eder. Biraz da o hadisten hareketle konuyu lehiv merkezli ele alırlar. Yani lehiv ne demek? İnsanın dinine ve dünyasına zarar verici bir davranış demek özetle. Görevlerini unutturan, ihmal ettiren, günaha sevk eden… Hepsini özetlersek dinine zararı varsa o yaptığın müziğin ya da dünyana zararı varsa yine o yaptığın müziğin bu müziğe fetva vermemişler. İkincisi, Maliki mezhebi var. Maliki Mezhebi konuya biraz daha değişik boyuttan bakmış kaynaklar açısından. Lehin kavramını gündeme getirmişler. Lehin demek tabi ki Arapçada değişik manaları var ama bizim bildiğimiz şeylerde tatrip diye tercüme edilir, teganni diye tercüme edilir. Teganni şarkı söylemek, tatrip ritmik coşku oluşturmak demek. Yani biz buna beste diyelim. İmam-ı Malik zamanında genelde lehin kelimesi kullanılıyor ve bu artık bestekârlık boyutunda bir müzik icrasını ifade ediyor. Ve genelde müziği ifade eden bir kavrama dönüşüyor. Maliki Mezhebi bu kavramla bir de fasıklık kelimesini öne çıkarır. Eğer yaptığınız müzik, der, lehin kapsamına girmiyorsa sizi fasık yapmıyorsa bir de Medine ehlinin uygulamalarına uygunsa yaptığınız müziğin bir sakıncası olmaz diyorlar özetle.
Burada yine lahin kavramı ile ilgili, beste kavramı ile ilgili konu İmam-ı Malik bu kavramı Kur’an tilavetinde ifade eder. Birisi der ki: “Ya İmam! Kur’an-ı Kerim’in besteli okunması caiz midir?” der. Peygamberimiz aleyhisselamın Kur’an-ı Kerim’in tilavetine yönelik hadisleri var. İhmal etmemiş olalım onu da. Bazı hadislerinde “müzik yerine Kur’an” diye ifade olan hadisler var. Efendimiz Kur’an-ı Kerim’i, piyasa müziğinin alternatifi saymış. Bu yönde de rivayetler var. İbn-i Teymiyye mesela konuyu hep bu açıdan ele alır. Kur’an-ı Kerim varken sizin onun bunun müziği ile ne işiniz var, der. Allahu nezzele ahsenel hadis, “sözlerin en güzeli burada” der. Sözlerin en güzeli buradayken, Allah bizi buna teşvik etmiş iken, Kur’an-ı Kerim kenarda dururken sizin oturup da şarkı, türkü yapmaya ne haddiniz var diye biraz da ağır cümleler söyler. İmam-ı Malik zamanında, peygamberimiz aleyhisselamın Kur’an-ı Kerim’i güzel okumaya teşvik eden hadislerinden hareketle Kur’an-ı Kerim’in tilavetini en güzeliyle nasıl yapalım araştırması, çalışmaları yapılmış. Hatta bir dönem, hicri 2. ya da 3. asır olacak, Kur’an-ı Kerim notalandırılmış. Notaya dökülmüş. Süleymaniye Kütüphanesi’nde ben sureler gördüm bu şekilde. Tabi böyle bir icraat ortaya çıkınca bu caiz mi değil mi, Tartışması başlamış. İmam-ı Malik buna cevaz vermemiş. Kur’an’da lahin olmaz demiş.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Bir ara Üsküdar’da bir hoca daha yapmıştı.
Dr. Behlül Düzenli: İlhan Tokacı
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: İlhan Tokacı yapmıştı.
Dr. Behlül Düzenli: Şimdi tabi bunu yeri gelmişken, parantez arası konular bunlar. Kur’an-ı Kerim tilavetinde mümkün mü böyle bir şey. Ben bunu icrasını yapan bir arkadaşla konuştum. Dedi ki, ben denedim. Bir aşr-ı şerifi notalarını bozmadan şu makama göre okuyayım, dedim. Bir yere kadar talim-i tecvidi bozmadan, notayı da bozmadan geliyorum, bir noktaya geliyorum ya tecvidi bozacağım ya notayı bozacağım. Hocam bu konuda bu tecrübelerinden istifade etmek isterim, bu cümleleri söylerken.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Estağfurullah hocam
Dr. Behlül Düzenli: Ben, diyor, defalarca denedim. Talim-i tecvidi bozmadan, nota üzerinden makam yaparak Kur’an okumayı başaramadım, dedi. Sonra dedi, doğaçlamaya bıraktım, serbeste. Bir aşr-ı şerif okuyacağım, kendimi serbest bırakıyorum. Rabbim rastgetire. Kendiliğinden, adı konulmamış makamlar ortaya çıkıyor, dedi. Yani her okuyuşumda aynı aşırı, muhtelif yerlerde, her okuyuşumda kendine mahsus makamlar ortaya çıktı, dedi. Tabi buradan hareketle şunu görüyoruz. Yani Kur’an-ı Kerim bir ilahi kitap olarak, beşer ihatası içerisine girmiyor. Beşerin sanatsal boyutunu bile ihata edemeyeceği, çok özel bir ilahi boyutunu bize gösteriyor. Onun için de rahmetli Abdurrahman Gürses Efendi, bu işin en usta ehillerinden uzunca bir röportajı var onun, orada asla bunu kabul etmiyor. Kur’an-ı Kerim gönle inmiş bir kitaptır. Gönülden gelerek okunur. O anda Allah neyi rast getirdiyse, kalbinde hangi duyguyu hissettiysen ona göre de okursun, der. Kendisi de zaten böyle okurdu. Şimdi İmam-ı Malik zamanında bu denemeler, bu çalışmalar başlıyor ve İmam-ı Malik buna fetva vermiyor. Kur’an-ı Kerim’i bestelerin arasına sıkıştıramazsınız, diyor. İmam-ı Malik’in kullandığı bu beste, lahin kelimesini Maliki mezhebinin sonraki fakihleri genel müzik çerçevesinde kullanmışlar. Yani özel bir alanda kullanılan bir fıkhi görüşü genel alana teşmil ettikleri de kaynaklardan görüyoruz. Şafi mezhebine geliyoruz. Yine şafi mezhebi işi sefihlik üzerinden ele alır. Ahlak problemi olarak değerlendirir ki bunun aleyhinde olur. Sanat, estetik ve insan üzerindeki etkileri üzerinden bakar. Böyle bir olumlu sonucu varsa cevaz verir. Sözünde ya da icrasında haramlara özellikle zinaya teşvik ve tahrik, fitne unsuru yoksa cevaz verir. İnsanların nefsanî, şehevi duygularını canlandırıyorsa cevaz vermiyor. Fasık ve günahkârlarla farklı dinlerden olanlara özenti… Burada müziğin milliliği ve diniliği meselesi ortaya çıkıyor. Dini görev ve sorumlulukları engelleme, lehiv kavramı. Ekonomik imkanların faydasız işlerde israfı diye bir ifade var. Diğer mezheplerde, kaynaklarda pek gözükmüyor bu. Yani diyor ki, müzik için yapacağınız harcamalar neyin harcaması, diyor. Bu bir israf değil mi, diyor. Konuya bir iktisatçı gözüyle bakıyor. Yine bunlarda bazı ayet-i kerimeler ki bunlar İsra Suresi, Lokman Suresi, Fatır Suresi 3 ayet, Şafi kaynaklarında fazlaca kullanılmış. İsra Suresi’ndeki ayet-i kerime “Vestefziz menisteta’te minhum bi savtike” ayetidir. Yani şeytana diyor ki: “Sen, sesinle insanları yerinden oynat.” Istefziz, yani böyle sıkıştır harekete geçsinler. Bu ayet-i kerimedeki bu cümle, yani şeytan sesiyle insanı nasıl yerinden oynatır? Bu cümlenin yorumlarında, bunun müzik olabileceği üzerinde duruyorlar. Çünkü müzik ile ritim iç içedir. Müziğin olduğu yerde raks ve dans yüzde yüz vardır. Müziğin yerinden oynatamadığı adam yok, müzik söylerken yerinden oynamayan da adam yok. Yani ister dini musiki ister diğerleri. Yani müzik, hocam bahsettiler, ses, ahenk, ritim… Bu üçünden oluşuyor. Ritim var mı? Biraz sonra ruhunda hareketlenme. Ruh harekete geçti mi beden yerinden oynuyor. Bizim dini musiki yapanlara da bakın. Ayakta şarkı söylerken bir bakıyorsunuz başladı oynamaya, harekete. Ya yerinde dursana arkadaş. İmam gibi namaz kıldırıyorsun, yani orada dini bir musiki söylüyorsun bu hareket ne? Dolayısıyla müzik demek; ahenk, uyum olacak ama ritmik de olacak. Ritim oldu mu raks olur, raks oldu mu dans olur, dans oldu mu eğlence olur.
Yine parantez açarak söyleyeyim, bizim Osmanlı fıkıh tarihinde ezanların makamlı okunması, cami müezzinliklerinde makamların yapılması, bunlardan bahsedilirken Dürer’de ve diğer kaynaklarda önceki kaynaklarda pek dikkati çekmeyen bir cümle dikkati çeker. O da tatrip kelimesi. Mutrip de derler ya. Tatrip ve mutrip ritmik müzik yapmak demek. Yani ezan okumasına da sokakta dinleyen adamı oynatma. Adam ezan dinlerken huşudan kendinden geçsin, böyle bir makam yap. Ya da Kur’an okuyacaksın. Türkü gibi Kur’an okuma, ritmik Kur’an okuma. Ritmikli Kur’an okuma. Çünkü ritmik insanı oynatır, eğlenceye dönüştürür. İlahi söyleyeceksen buna göre söyle. Tatrip kelimesinin olduğu yerde, özellikle Osmanlı uleması, fukehası cevaz vermiyor. Özellikle dini müzikte, Kur’an ve cami ibadetlerinde.
Şafi mezhebinde bahsettiğimiz bu İsra Suresi’nde ki ayet, sesinle insanları yerinden oynat. Dolayısıyla diyorlar bu müziktir. Dolayısıyla müzik, şeytanın insanı yoldan çıkarma araçlarından biridir. Dolayısıyla da caiz değildir diye yorum yaparlar. Yine bunların da değerlendirdikleri epeyce bir hadis var.
Burada bir başka dikkat çeken konu, İmam Subki. Şafi kaynaklarında müzik ile ilgili geçen haram kelimelerinin, küçük günah olduğuna da ayrıca vurgu yapıyor. Yani günahın öncüsü sayıyor bunu, günahın kendisi saymıyor.
Hanbeli mezhebi genelde İbn-i Kayyım el-Cevziyye ile daha çok kendini ifade eden bir mezhep. Yine sözünde, icrasında ahlaki, itikadi kavramlar var. Lahin kavramına, bunlar da besteye dikkat çekiyorlar. Sefihlik yani toplumsal düşüklük, ayak takımından olma konusu. Karşı cinsiyete özenti. Erkeğin kadına, kadının erkeğe. Yine ayet, hadis, sahabe ve tabiin görüşlerini bunlar biraz daha fazla öne çıkarıyorlar. Yine ibn-i Kayyım el- Cezviyye, Kur’an-ı Kerim’deki lehiv, lağv, batıl, zur, müka, tasdiye, rukyetü’z-zina, yine hadislerde geçen, Kuranü’ş-şeytan, mümbitü’n-nifak fi’l-kalb, savtul-ahmak, savtul-facir, savtuşşeytan, mezmuru’ş-şeytan, sümud gibi on – on beş tane kavramı ki büyük bir bölümü ayetlerden diğer bir kısmı hadislerden. Bu kavramları önüne koyuyor. Bu kavramlar çerçevesinde müziği ele alıyor ve buna göre de yorumluyor. Yine İbn-i Kayyım el-Cevziyye, Enfal Suresi 35. ayet-i kerimesini, Mekkelilerin Kabe etrafındaki ibadetleri müşriklerin el çırpma ve ıslık çalma ayetini müziğe yorumluyor. İsra Suresi 64-81, Hacc Suresi 30, Furkan Suresi 72, Kasas Suresi 5, Lokman Suresi 6, Necm Suresi 59-61. Bu ayetler Hanbeli kaynaklarında müziği yorumlarken en çok müracaat edilen kaynaklar olma özelliğine sahip. Tabi bir diğeri Zahiriyye mezhebi. Zahiriyye mezhebi müziği genel olarak mübah sayar. Cenab-ı Hak yeryüzündeki her şeyi mübah yaratmıştır, der. Dolayısıyla yasaklayıcı ayetler- hadisleri yanlış yorumluyorsunuz der bir. Birçoğu da hadislerin zayıf der iki. İşi kısa yoldan kapatıverir.
Dolayısıyla müzik konusunu özetlemeye çalışırsak yine baştan, müzik bir medeniyet problemidir. Medeniyetinize göre müziği yaparsınız. İkincisi, müzik bir amaç değil araçtır. Amacınız varsa, müziği araç olarak kullanırsınız. Üçüncüsü müzik hareketten doğar, durgunluktan doğmaz. Durgun insan ölü demektir, ölülerin müziği yoktur. Hareket halindeysek, ister çıkış ister çöküş, müzik yapmak zorundayız. Kur’an-ı Kerim, müziği genelde tayyibat çerçevesinde ele alır. İnsanın faydasına yaratılmıştır. İnsanın gönlüne, gözüne hitap eden bir güzelliktir. Ama bu lehiv, lağv, batıl gibi saydığımız kavramların içine düşürmeyeceksiniz. İtikadı, ahlaki kavramlara, kurallara dikkat edeceksiniz. Buna göre müziğinizi yaparsınız. Allah’ın bu güzel nimetinden istifade edersiniz. Ürünlerinizi bu müzik ile yetiştirirsiniz. Yetiştirdiğiniz ürünlere müzikler söylersiniz. Coşarken müzik söylersiniz, ağlarken müzik söylersiniz. Müziğinizle aşkınızı arttırırsınız. Bir başkası da fasıklığını arttırır. Cenab-ı Hak bu güzel nimetini, aşkımızı arttırıcı boyuta, kendimizi ifade edici boyutta, bizi kendisine kul edici boyutta kullanabilmeyi, icra edebilmeyi, dinimize ve kendimize uygun müzikler yapabilmeyi nasip etsin diyorum. Hepinize teşekkür ediyorum. Saygılar sunuyorum.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Ben de teşekkür ediyorum. Herhalde Yalçın Hoca diyecek ki, Behlül Hoca’nın konuşmasının notasını da yaparım. Değil mi?
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam mümkün. Yapılabilir. Burası Allahutaala’nın insanlar için yarattığı mümkünler âlemi diyorum ben kâinat ve dünya için. Burası mümkünler âlemi. Yapabiliriz. O bakımdan…
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Söyleyeceğiniz şeyler varsa söyleyebilirsiniz.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam çok öğretici oldu benim açımdan, Allah razı olsun Behlül Hoca’nın emeğine. Hamdolsun benim için tekrar olmuş oldu. Hatta bu kaynakların hemen hemen tamamını taradım gençliğimde. Unutamadığım bir şey var. Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları diye bir kitap var, yazarını unuttum şimdi.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Yaşar Kandemir Hoca.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Değil.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Subhi es-Salih. Yusuf Kandemir tercüme etmişti.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: 16. veya 17. sayfaydı hocam. Okuyalı herhalde 30 sene oldu. Orada mesela müziğin haramlığı ile ilgili şöyle bir delil var. Bir hadis ravii Şam’a veya Şam’dan Medine’ye, böyle uzun bir yolculukla, hadisin sıhhatini tetkik için yolculuk yapıyor. Akşam vakti, o hadisi soracağı şahsın evine ulaşıyor. O evden tambur sesi geldiğini duyuyor ve gerisingeri dönüyor. Diyor ki, bu evde yaşayandan hadis rivayet edilmez, hadis tetkik edilmez. Tambur çalıyor. Çok etkilemişti bu. Sonra şu sorunun cevabı yok. Acaba ne çalıyordu? Yani yaptığınız fiilin niyeti, nasıl yapıldığı, ne şekilde yapıldığı çok önemli. Bizim fıkıh tarihi, mesela müzik ile ilgili çalışan, günümüzde de çalışan birçok arkadaşa bakıyorum. Muazzam bir bilgisizlik, muazzam bir düzeysizlik var. Muazzam… Hayatında hiç din ve müzik ilişkisi üzerine kafa yormamış, kitap karıştırmamış insanların sağda solda şimdi ben din ve müzik ilişkisi üzerine konuştuğunu görüyorum. Korkunç bir şey. Şimdi, az önce bir şeyden, Kur’an-ı Kerim’i okurken beste yapmak isteyen birinden bahsetti de hocam, becerememiş. İsmek var biliyorsunuz. Bir öğrencimle karşılaştım. Ne yapıyorsun, dedim, ne var ne yok? Hocam İsmek’te hocalık yapıyorum, dedi. Dondum kaldım. Dedim ki kendi kendime, ya ben bu çocuğu biliyorum. Bizim talebemizdi. Talebelik, öğrenci… Talebe başka bir şey. Öğrenci işte, üniversiteye girmiş kazanmış. Bu çocuğun daha kendisi ilmini tamamlamamış, bu konuda daha öğrenecek o kadar çok şeyi var ki. Belediyelerimizin sağ olsun bir hizmeti o ayrı bir şey. Çıkıp orada hocalık yapıyor. Ürktüm. Eğer eksik bir hocadan bir şey öğrenmeye kalkarsınız, o öğrendiğiniz ilmin hiçbir kıymet-i harbiyesi olmaz. Nitekim şimdi bakıyorum etrafıma, böyle akraba çocukları, eş dost çocukları İsmek’e musiki öğrenmeye, enstrüman öğrenmeye gidiyorlar. Ne öğreniyorsunuz, ne yapıyorsunuz diye soruyorum, hiçbir şey yok. Bir yıl, iki yıl devam etmiş. Bir doğru dürüst ses çıkarmayı öğrenememiş. Kim senin hocan? Falanca. Nereden öğrenmiş? İşte konservatuarı yeni bitirmiş. Bizde sanılır ki konservatuarı bitirince müzisyen oluyorsunuz. Hayır, müziğe yeni başlıyorsunuz daha. Şimdi böyle bir cehalet var. Müzik okuma biçimimiz, hatta çok özür diliyorum, benim alanım değil ama bir Müslüman olarak kendimi sorumlu tutarım bundan fıkıh okuma biçimimiz, Kur’an okuma biçimimiz, Allah’ın bize Peygamber efendimiz vasıtası ile gönderdiği, verdiği mesajı alma ve algılama biçimimiz çok enteresan. Ben hiçbir zaman için musiki ile ilgilenen biri olarak naçizane kendimi Safiyuddin Urmevi ile, Abdülkadir Merani ile el-Kindi ile bir tutmam. Tutmamam gerekir, Yanlış söyledim. Yani bir tutmam deyince bunda bir kibir kokusu var. Haşa, öyle birşey yok. Kastettiğim şey şu: El-Kindi’nin okuduğu külliyatla, bitirdiği külliyatla, sahip olduğu repertuarla, aradan on iki yüzyıl geçmiş ve bütün bu on iki yüzyılda yazılan, çizilen, biriktirilen şeyi okumuş olması gereken biri olarak benim sahip olduğum birikimin farklı olması gerekir. Eğer biz hala Kindi düzeyindeysek hala Urmevi düzeyindeysek, onun üzerine bir şey koymamışsak, bunu tartışmaktan kaçınıyorsak, doğru tartışamıyorsak, o zaman olduğumuz yerde sayıyoruz demektir. Böyle bir şeyimiz var.
Bir şey hatırlatmak babından söyleyelim. Sessizlik, musikinin bir parçasıdır. Sessizlik, bize musikinin varlığını hatırlatır. Hatta musiki içerisinde esrar vardır. Çalarsak: dam dam dam dam daradam daradam gibi. Bu beste. Kur’an-ı Kerim’de beste yapmaya gelince, Kur’an-ı Kerim’e beste yapmak, Kur’an-ı Kerim’i indirgemek anlamına gelir. Tuttunuz rast makamında ya da saba makamında okuyorsunuz. Euzu billah. Kulhuvallahu ehad. Usul de vuruyorsunuz. Yani beste olması için, usulün de ritmin de olması gerek. Allahus samed. Bir böyle okumak var. Eğer işi edebiyle, ahlakıyla, düzgün yaparsak ona bir şey diyemem. Ben çünkü kişisel olarak, eşyanın hangi niyetle ve nasıl kullanıldığına ve hangi kabiliyet tarafından kullanıldığına bakıyorum. Sadece niyete bakmamayı, Allahutaala niyete bakar o… ben bir kul olarak o eşyanın hangi kabiliyet tarafından kullanıldığına bakarım. Böyle öğrendim. Eğer bu işi yapan adam kabiliyetsizse, yetersizse, efendim ömrünü bu işe vakfetmemişse, efendim günde birkaç saat mesai ayırıp o işle ilgileniyorsa onun yaptığı esere, ortaya koyduğu çalışmaya, söylediği şeye ciddiyetle bakamam. Daha da önemlisi, eğer bu kişinin hayatının ve bilgisinin merkezinde Allah yoksa bu insanların söylediği şeyleri, kişisel olarak asla ve kata ciddiye alamam. İnsan öyle bir şey. İnsan hele hele bir ilimde… Ben naçizane şunu söyleyeyim size, bunu bir şey olarak söylemiyorum. Biz Müslümanlar zü’l cenaheyn olmak zorundayız. Yani iki kanadı da taşıyan, bu iki kanatla uçan bireyler olmak zorundayız. Sadece bu tarafı ya da sadece karşı tarafı bilmek bir Müslüman düşünüre, bir Müslüman âlime yakışmaz. Biz iki tarafı da bilmek… İki tarafı da bilmek, bize o bilgi ile ilgili küllü öğretiyor. Yalnız bu kül dediğimiz şey, musiki ilminin küllü de aslında cüz yani Allahutaala insana ilmin cüzünü öğretti. Külle kastettiğim şey başka bir şey. Ama insanlık âleminin musiki hususunda bilmesi gerektiği her şeyi bilmek. Bunu bildiğiz zaman inanın İslam ve müzik ilişkisine, Hristiyanlık ve müzik ilişkisine, din ve müzik… Bunlara başka türlü bakıyorsunuz. Başka bir yere çıkıyorsunuz, başka bir düzlemde dolaşmaya başlıyorsunuz. Şimdi düşünün Ağrı Dağı’na tırmanan bir insan. Açıyorsunuz buradan 4000. metrede Iğdır Ovası’na bakıyor. Açıyorsunuz, ne görüyorsun, dediğiniz zaman, dört bininci metrede insan size Iğdır Ovası’nı falan anlatır. Bu başka seviyedir ilimde, bir de tam 4600 metreye çıkmış, 360 derece etrafa bakıyor. Sorduğunuz zaman ne görüyorsunuz, diye Ermenistan’ı, efendim Doğu, Batı Azerbaycan’ı herhalde, efendim İran’ı, Iğdır Ovası’nı, aşağı, yukarı, her tarafı görerek size söyler. İlgi alanımız ne olursa olsun, etrafa böyle, bu seviyeden bakmak zorundayız. Öteki yani 4000. dereceden dünyaya bakmak çok indi, çok kişisel bir bakış açısı olabilir ve yanıltıcıdır ve küllü temsil etmez. O bakımdan bu tür şeylere çok dikkat etmek icap eder. Musiki önemli bir alandır. Musikiyi, nasıl kullandığınız önemlidir. Bir Karadenizli mavna ustasının eline bir keseri verirseniz, onunla size güzel bir mavna yapar. Ama aynı keser bir katilin eline geçerse onunla adam öldürür. Burada eşyanın bir kabahati yok elbette. Ama usta olmak da önemlidir o şeyde. Bunları çok iyi ayırt etmek icap eder. Yani kâinat ahenk, ahenk de denge demektir. Bu şeyi koruduğumuz vakit, musiki ufkumuzu açar, zikrimizi güzelleştirir. Bu çok önemli bir şeydir. Yani ben, hocamız bahsetti ezan okumalarından. Yani çok özür diliyorum, çok affedersiniz Bir sırrımı ifşa edeyim ve paylaşayım sizinle. Ben bu konuda müftülüğü de aradım Mustafa Saygılı Hoca müftü iken. Kendisine de söyledim..
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Çağrıcı..
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Mustafa Çağrıcı evet. Ona da söyledim ki hocamdı fakültede. Ben Kadıköy Müftülüğü ile başı dertte olan biriyim. Hiç bir ezan yok ki.. Bakın yani müezzin efendinin sınırı başka bir şey. Fakat aynı müezzine gidip bunu kibarca, lisan-ı münabiseyle, musiki dili ile ve ahengiyle ifade ettiğinizde, hayır en doğrusu bu, demesi başka bir şey. Açıyorum telefonu anlatıyorum, bakın diyorum hocam ben bir Müslüman evladıyım. Sakın ola ki ezanı eleştiren, aman bu yasaklansın, Türkçeye.. falan böyle düşünen biri değilim. Ben bir Müslüman evladıyım. Alnım secdeye gidiyor fakat sizin müezzinlerinizi duyduğum zaman sabah ezanı ya yatağımdan sıçrıyorum ya da gündüz evdeysem duyamayacağım yere kadar kaçıyorum. Allah aşkınıza bu müezzinlerinizi ya bana verin ben eğiteyim ya da bir hoca bulun o eğitsin. Bu önemli bir şey. O kadar yanlış okunuyor. Hani lisan açısından söylemiyorum.
Dr. Behlül Düzenli: Sabah namazına uyandırabiliyor mu?
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Sıçratıyor hocam. Sıçratıyor.
Dr. Behlül Düzenli: Maksat hâsıl olmuş.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Maksat hâsıl olmuş ama kusura bakmayın öyle bir ezan duyduğumda namaz… Hani ezanın davetiyle namaz kılma işinden çıkıyor onu bir görev olarak yapıyorsunuz.
…yani bizde makam nedir diye sorduğunuz zaman, bizim en değme müzik teorisyenlerine, efendim bir durağı olan, bir seyri olan efendim şurada başlayıp şurada bitiren, şu beşliğe şu dörtlüğe eklenen yapıdır diyor. Hayır, alakası yok. Makam insan ruhunun makamıyla alakalı bir şey. İnsan ruhunun o anda bulunduğu yerle alakalı bir şey. Bazen naçizane gece uyanıyorum. Bir melodi geliyor aklıma yazıyorum, acem aşiran makamı. Çok entesan. Acem aşiran makamı için şöyle diyor eski musiki şinaslar:
Acem perdesinde aşiran oldu bir namesaz
Bu makamı dinleyenler gayet buldu ruhnevaz.
Yani ruha uygun, ruh dinlendirici buldu. Gece yarısı, enteresan bir şekilde. Öğlen vakti öyle şey yaptığım çoktur yani yazarım. Hiç biri hamdolsun seslendirilmedi, CD falan da yapma ihtiyacı hissetmedim ama çalışıyorum yani. Ama deneysel şeyler yapıyorum. Öğlen vakti mesela hicaz makamı çıkıyor. Çok enteresan bir şey. Adam akşam vakti saba makamında ezan okuyor. Gittim. Gittim oraya. Hocam dedim, bakın. Akşam vakti saba makamı okursanız, bana yaptığınız gibi, ben müzik kulağı olan, bu konuda hassasiyeti olan biriyim. Yazık beni perişan edersiniz. Oluyorum da nitekim. Bana ne dedi biliyor musunuz? Saba makamındaydı, zaten akşam ezanında okunan makamın geçkisi vardır, dedi. Buyurun. Ya arkadaş bir dinle, bir merak et. Ya efendi neyi beğenmedin söyle bana, diye bir sor. Seninle düzeyli, ilmi, yukarıda, üst seviyeli bir diyaloğumuz olsun. Konuşalım seninle. Ama böyle yaklaşılırsa bu iş olmaz.
Şimdi piyasada muazzam bir cehalet var. Yani tenzih ederim söz meclisten dışarı. Hocamız çok, hakikaten çok gayret göstermiş. Ama bu cehaleti evvela aşmamız icap ediyor. Bu cehaleti aşarsak müziği de daha doğru yerine oturturuz. Her şeyi yerli yerine oturturuz. Şimdi müzik, müzikle ilgilenenlerin tabiatlarının kötü olacağından falan hocamız bahsetti ama bu bilgi aktarılan bilgi. Bir insan, mesela muttaki birisi müzik ile ilgilenemez mi? Hayatımda öyle insanlar tanıyorum ki. Bekir Sıtkı Sezgin rahmetli bir akşam -imanından asla şüphe edemem, çünkü ameline bakıyorsunuz, yaşamına bakıyorsunuz, yaşama tarzına bakıyorsunuz- bir akşam beraber bir Dede Efendi projesi yapacaktık, ömrü vefa etmedi, kültür bakanlığının, Boğaz da Ali Rıza Demircan Hoca’nın restoranı var. Orada randevumuz vardı bekliyoruz akşam vakti girdi.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Amcaoğullarının, kendinin değil.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Bilmiyorum ben. Ezan okundu mu evlat, dedi. Gel dedi, şurada bir akşam namazını eda edelim bakalım, dedi. Hafız, Perdeci Bekir derler kendisine. Türk Musikisinin basılması zor mikro seslerini kusursuz basan ve duyan bir adamdır. Böyle bir hocam vardı, bu hocanın talebesi oldum elhamdülillah. Nasıl bir akşam namazı, ancak yaşayarak anlarsınız. İnanın Bekir Hoca kıraate bir başladı. Hiç abartmıyorum. Yani toplam 65- 70 kiloluk bir adamım, kendimi sıfır kilolu biri hissettim ve adeta ayaklarım yerden kesildi. Tam akşam vaktinin havasına uygun bir makamla, ölçülü değil, ritimli değil, makamla. Makam, yani bir Kur’an tilaveti ya da bir dua okurken bir makamı kullanmak başka bir şeydir ama o makamla bir melodi üretmek başka bir şeydir. Bunları çok iyi tasnif etmek icap eder. Hayatımda ben öyle bir akşam namazı, öyle bir namaz kılmadım. Hocanın ellerine yapıştım, öptüm, söyledim kendisine. Böyle bir insan. Bu adam haramlardan sakınır. Musikisini sağda solda, gazinoda, şurada burada icra etmez. Fahrettin Aslan, bu adama, hocam gel bu gazinolarda sen icra et. Ben, Erenköy’de otururdu, Erenköy’den Taksim gazinosuna kadar özel kırmızı halı döşeteceğim. Böyle, abarttım yani bu kadar. Ne istiyorsan, açık çek. Bana şunu demişti: “Evladım ben eğer ben gitseydim, bu musikiye, bu kültüre ihanet etmiş olurdum. Bu musiki bize Allah’ın verdiği bir nimettir. Ben bunu bu şekilde kullanmakla mükellefim” dedi ve gitmedi. Çok büyük bir fakr-u zaruret içerisinde yaşadı inanın bana. Ben buna şahit oldum. Muttaki bir insandı ve musiki ile ilgileniyordu. Ve musikisini Allah için kullanıyordu. Şimdiki çok özür dilerim süfli olmuş artık insan olduğunu unutmuş insanlar bizim için ölçü olamamalı. Var ortalıkta.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Sefih
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Evet bunlar ölçü olmamalı. Çok özür dilerim Eflatun’un bir sözü var. Bazı kaynaklara göre Eflatun Nebi. Özrü dilerim hocam. Eflatun’un bir sözü var. Müzik ve başka bilgilerle ilgili bir şey söylüyor. Sadece, diyor, müzik eğitimi aldırırsanız bir insana, çok incelir. Yani hocamızın kastettiği o pembe elbiseler giyen erkekler falan gibi olur. Ama sadece beden eğitimi yaptırırsanız, spor yaptırırsanız, çok sertleşir. İkisini dengelemek zorundasınız. Yani beden eğitimi, spor ve musiki. Bu kadar. Şunu kastediyor, ilimlerde de ilim öğrenirken de dengeyi gözetmek zorundayız. Bizim İslam ilim eğitim metodumuz budur zaten. Sadece bir alana tıkılı kalmayız. Musiki öğreniyorsak mutlaka ama mutlaka başka alanlara… Yani bir musiki şinasın fıkıh bilmemesi eksik bir şeydir mesela, ben böyle düşünüyorum naçizane.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Evet Yalçın Hocam çok teşekkür ediyoruz.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Yani söyleyecek çok şey var hocam. Beni davet ettiğiniz için Allah razı olsun.
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Peki ben de son alarak şu iki ayeti okuyayım da bu konuyu bitirelim. Gerçekten ikisi de birbirinden değerli, iki uzmanı dinledik, sağ olsunlar. Ben kendi adıma çok istifade ettim.
Şimdi Araf Suresinin 32. ve 33. ayetlerinde Allahutaala şöyle buyuruyor: Kul men harrame zînetallâhilletî ahrace li ibâdihî vet tayyibâti miner rızk. “De ki: Allah’ın kulları için çıkardığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kılmış?” Kul hiye lillezîne âmenû fîl hayâtid dunyâ. “De ki: dünya hayatında bunlar müminler içindir.” Şimdi tam tersini söylerler. Dünya kafirlere ahiret, müminlere değil. “Dünya hayatında bu temiz rızıklar ve dünyanın süsü müminler içindir.” Hâlisaten yevmel kıyâmeh. “Kıyamet günü de sırf müminler içindir.” Kezâlike nufassılul âyâti li kavmin ya’lemûn. “İşte ayetleri böyle ayrıntılı açıklarız, bilen bir topluluk için.” Kul innemâ harrame rabbiyel fevâhiş. “De ki Rabbim sadece şunları haram kılmıştır.” Birisi fuhuş çeşitleri; işte kadın kadına, erkek erkeğe, kadın erkeğe yapılan gayri meşru ilişkiler ve buna sebep olan şeyler. Onlardan uzak kalmak gerekir. Yani onları yapmamak değil onlardan uzak kalmak emredilmiştir. Mâ zahere minhâ ve mâ batane. “Bunun ister açığı ister gizlisi olsun fark etmez. Allah onu haram kılmıştır.” Vel isme. “Bir de ismi haram kılmıştır.” İsim dediği, kişiyi hayırdan uzaklaştıran şerre yaklaştıran her şey. İyilikten uzaklaştıran kötülüğe yaklaştıran her şey. Vel bagye. “Bir de taşkınlığı yasaklamıştır.” Bi gayril hakkı. “Haksız yere taşkınlık.” Haklı taşkınlık olur mu, olur. Birisi size taşkınlık yapmışsa ona karşı yaptığının dengi bir ceza verme hakkınız vardır. Ama haksız yere taşkınlık yok. Şu bardağa doldurana kadar su koyarsınız ama taşıramazsınız. Ve en tuşrikû billâhi mâ lem yunezzil bihî sultânen. “Allahutaala’nın belge indirmediği şeye Allah’ı ortak koşmanızdır.” Yani şöyle yapıyorsunuz. Belge indirdiği neler? Mesela Allah, peygamber göndermiş. Peygamber, Allah’ın getirdiklerini bize söylüyor. Onu söylerken orada bir aşırılık yok. Allah, onun Allah’ın elçisi olduğunu, Cenab-ı Hak belgeyle ispatlamış. Dolayısıyla, onun elçisi olduğu için onun sözlerini söylüyor. Benim dediğim dışında bir şey söylerse onun şah damarını koparırım da demiş. Ama şimdi birileri kalkar da Allah’ın söylemediğini, Allah adına söylerlerse Allah’a ortak koşmuş olur ki bunar maalesef çok oluyor. Din kullanılarak bir takım emir ve yasaklar ilave ve çıkarmalar yapılıyor. İşte zaten asıl problemi doğuran da bu. Ve en tekûlû alâllâhi mâ lâ ta’lemûn. “Bir de Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri konuşmanız da sizin için haram kılınmıştır.” Tabi insanlar kendi kafasına göre Allah’a rol biçerler. İşte Allah’ı yükseklere koyarlar. Araya boşluk bırakırlar. Boşluğu bazı şeylerle doldururlar falan. Yani haram olan bunlardır. Dolayısıyla Cenab-ı Hak haramları sayar. Helaller sayılmaz. Çünkü helalleri ömür boyu saysanız bitiremezsiniz. Ama haramlar çok çabucak biter.
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya: Hocam insan böyle bir şey. Yani ehliyet.. Şimdi direksiyon çalışması yapıyorsunuz geniş bir alan, orta yerdeki direğe çarpıyorsunuz. Âdem aleyhisselama Allahutaala cennette şu ağaca yaklaşma diyor. Trilyonlarca ağaç var, muazzam bir zenginlik, muazzam bir güzellik var. Adem aleyhisselam gidiyor o ağaca… Yani evet, imtihan… Şeytan da kışkırtıyor yani. O da ayrı bir şey ama…
Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır: Hayat bu işte. Yani insan kendi sınırlarına razı olmuyor. Peki, bu vesile ile hepinize çok teşekkür ediyorum. Çok sağ olun, var olun. Evet, bugün Dr. Behlül Düzenli’yi, Laleli Camii imamı, dinledik. Ve Yard. Doç. Dr. Yalçın Çetinkaya Hoca’yı dinledik. Her ikisine de çok teşekkür ediyorum. Çok sağ olsunlar, var olsunlar.