ABDULAZİZ BAYINDIR: Bundan sonra Allah nasip ederse bir kaç ders Avrupa’nın dini hayatımıza olan etkileri üzerinde duracağız. Şimdi biliyorsunuz Allah Teala, Adem(as)’ı yarattığı zaman İblis secde etmemiş, sonra da doğru yolun üstünde oturacağım demişti. Sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından geleceğim. Göreceksin çoğu sana şükretmeyecektir. İblis’in yolundan gidenlerin tamamı da elbetteki doğru yolun üzerinde oturuyorlar, oturacaklar, oturmaya devam edecekler. Şim doğru yol üzerinde oturan kişi ne yapar? Doğru davranıyormuş gibi gösterir kendisini. Siz müslümansanız sizin karşınıza iyi bir alim olarak çıkar. Eğer alimseniz alim olarak çıkar. Eğer bir hanımsanız diyelim, çok güzel örtünmüş birisi olarak çıkar. Bir erkekseniz dini çok iyi yaşayan birisi olarak çıkar. Önce sizi celbeder ondan sonra da yavaş yavaş kendi arzusunu gerçekleştirmeye çalışır. Onun için Bakara suresinin en başında Allah’ın ehli kitaba söylediği bir söz var dikkat ederseniz. Ehli kitapla ilgili olarak ilk ifadesi. Şimdi batı dediğimiz zaman aklımıza gelen, yahudi ve hıristiyanlardır biliyorsunuz. Birinci derecede hıristiyanlar ki biliyorsunuz hıristiyanlık da yahudilikten farklı bir şey değil. Tevrattan onlar da sorumlu ama ilave incili katmışlar. Sonra yollarını ayırmışlar, birisine yahudi birisine hıristiyan denmiş. Şimi burada C. Hakk diyor ki; “yâ beni israilezkuru ni’meti elleti en’amte aleykum”: İsrailoğulları, size verdiğim nimeti unutmayın. “Ve evfu bi ahdi ûfi bi ahdikum ve iyyâye ferhebûn”(BAKARA 40); bana verdiğiniz sözü yerine getirin çünkü gelecek nebiye inanma sözü vermişlerdi. Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. O da dünya hakimiyeti sözüdür. Bugün yahudiler, hıristiyanlar müslüman olmadan dünya hakimiyeti peşindeler. Tabi bu boş bir uğraşı. “Ve iyyâye ferhebûn” yanlız benden korkun diyor. “Ve âminu bi enzeltu musaddikal li mâ meâkum”; sizin yanınızda olanı tasdik eder şekilde indirdiğime inanın. “Ve lâ tekûne evvele kâfirin bih”; ona karşı gözünü kapatan, kulağını tıkayan ve kalbini kapatan kişi gibi olmayın. Kafir o demektir. Yani kafir, kenrisini tamamen kapatan kişi demektir. Kendinizi bu kitaba kapatmayın. Yani kapatanların öncüsü siz olmayın. “Ve lâteşteru bi âyatı semenen kalilev” ayetlerim karşısında az bir karşılık almayın. Yani dünyayı yada bir takım geçici menfaatlerinizi öne alarak ayetlerimi satmayın. ‘Ve iyyâye fettekun”(BAKARA 41) yanlız benden korkun diyor, benden çekinin. “Ve lâ telbısul hakka bil batıl” hakkı batıla karıştırmayın ya da “ve lâ telbesul hakka bıl batıl” hakka batıl elbise giydirmeyin. “Ve tektumul hakka ve entum tâ’lemun”(BAKARA 42) bilerek hakkı gizlemeyin. Şimdi burada biz çok iyi biliyoruz ki Resulullah zamanında bunlar bile bile hakkı gizlemişlerdir. Yani Allah Teala’nın ehli kitaptan bahsederken ilk cümlelerinin bu olması Kur’an’daki, bizim açımızdan son derece önemlidir. Bazıları şöyle söylüyor bugün; nuzul sırasıdır, şudur, budur. Bir takım gereksiz cümlelerle bu tür şeyleri ortadan kaldırmaya çalışanlar var. Bizim açımızdan Kur’an’ın nuzul sırası diye bir şey yok. İşte kur’a bu. Bunun öncesi sonrası yok. Hepsinde sorumluyuz. Başı sonu hepsi bizim için. Bizim açımızdan bunun tamamı bugün inmiş gibidir. Resulullah zamanında öyle. O toplumu C. Hakk yavaş yavaş alıştırmış. Bizim için öncelik sonralık yok. Şimdi durum böyle olduğu için Medine’deki yahudiler ilk andan itibaren Resulullah ile mücadeleye başlamışlardır. Ama bunlar, bu mücadeleyi çeşitli oyunlarla yapmışlardır. Direk karşısına çıkamamışlardır. Yani önce inanıyor gibi gözükmüşler. Sonra arkasından başka tavırlar içerisine girmişler. Gelmiş camide namaz kılmışlar, başka şeyler yapmışlar. Mesela gelmişler Resulullah’a demişler ki; “sem’inâ ve asayna” demişler. Yani işittik sıkı sarıldık. Tabi lastikli kelimeler kullanıyorlar. Onlar isyan ettik manasına da iki manaya da gelecek kelime kullanıyorlar. Ondan sonra “vesmâ gayra musmain” demişler. Yani kelime oyunlarıyla sanki Resulullah’a itaat ediyormuş gibi davranarak değişik yollara başvurmuşlar. Bir de mesela bunu çok özetleyen bir ayet var. Ali İmran suresinin 78.ayeti. Orada Allah diyor ki; “Ve inne minhum le ferikan yelvûne elsinetehum bil kitâbi li tahsebûhu minel kitâb” şimdi onlardan bir gurup var ki dillerini kitapla eğip büküyorlar. Yani kitabı dillerine doluyorlar ayet okur gibi, Kur’ana uyar gibi kendilerini gösteriyorlar ki yaptıklarını siz, kitaptan zannedesiniz. “Ve mâ huve minel kitab: yaptıkları kitaptan değildir”. “Ve yekûlûne huve min indillâhi ve mâ huve min indillâh: Allah katındandır derler, Allah katından değildir”. “Ve yekûlûne alâllâhi kezibe ve hum yâ’lemun: bile bile C. Hakk’a yalan söyler iftirada bulunurlar”. Şimdi bu bir yapı. C. Hakk burada, karşımızda olan kişilerin yapısını bize bildiriyor. Biliyorsunuz ki Resulullah, Medine’ye hicret etmiş Mekke’den. 4 sene gibi bir süre içerisinde Medine’de bir tane Yahudi kalmamış. Yahudi kabilelerinin hepsi Medine’den çıkmış. Hiç kimse böyle bir sonucun olacağını hayal bile edemezdi. Yani siz, bir yerden bir yere hicret ettiğiniz zaman 4 sene zaten çevrenizi tanıyamıyorsunuz. Ama Resulullah, Mekke’den Medine’ye geldiği zaman 4 sene içerisinde Medine’nin yahudi kabilelerinin hepsinin oradan çıkıp gitmek zorunda kaldığını görüyoruz. Kısa süre sonra o günün süper gücü olan Roma, Medine’ye asker çıkaracak diye duyulunca Resulullah önce hareket ederek Tebuk’e kadar gidiyor ve onları püskürtüyor. Resulullah’ın hemen arkasından biliyorsunuz gene o günün iki süper gücü olan Roma ve Sasaniler, müslümanlar karşısında yeniliyor ve Sasaniler hâlâ devletlerini kurabilmiş değillerdir. Romalılar bir şekilde devletlerini hâlâ devam ettiriyorlar ama Sasaniler hala kuramadılar. Şimdi bunlar, müslümanlar karşısında çok ciddi bir yenilgi içerisine girdiler. Ortadoğudan tamamen çekilmek zorunda kaldılar. Kuzey Afrika’dan çekilmek zorunda kaldılar. Nihayet İstanbul’u bırakmak zorunda kaldılar. Bu, ister istemez onların piskolojileri üzerinde etki meydana getirdi. Sonra işte iki asır süren Haçlı seferleri oldu. Orada da başarılı olamadılar. Sonra tekrar yahudilerin yöntemine döndüler. Bu defa ne yaptılar? Dediler ki biz bu dini iyi öğrenelim. İyi öğrendikten sonra da sanki bu dini yaşıyormuş gibi insanlara gösteririz. Onları ancak bu şekilde durdurabiliriz dediler. Onda da tam başarı elde ettiler doğrusu. Yani orada Kur’an’ı kendilerine tercüme ettiler. Hadis kitaplarını tercüme ettiler. İslam enstitüleri kurdular. Araştırma merkezleri oluşturdular. Kütüphaneler oluşturdular. Yayınlar yaptılar, dergiler çıkardılar. Bunların tamamı, islam aleminin dini anlayışını bitirmeye yönelik. İçlerinde elbette iyi niyetli insanlar çıkmıştır. Hakikaten mümin olan insanlar çıkmıştır ama işin tamamı savaşın bir başka şeklidir. Sonra da biliyorsunuz onların kurdukları enstütülere biz doktora yapsın diye öğrencilerimizi gönderdik. Gitti geldiler. Ondan sonra oradan gelenler bir de yabancı dil biliyorlar falan diye geldiler ilahiyat fakültelerinde hocalar oldu. Dini kurumların başına geçtiler. Bu yolla batılılar kalıcı bir zafer elde ettiler. Bunu kabul etmek zorundayız. Onun için bugün Kur’an’sız ve sünnetsiz bir din anlayışı oldu. Yani isla dini, batıda doktora yapmış, master yapmış, araştırmalar yapmış, onlar tarafından yetiştirilmiş kişilerin elleri ile islam dini kitapsız, sünnetsiz, nebisiz bir din haline gelmiştir. Bir sosyal olgu. İnsanlar müslümanlık diye bir din diyorlar tamam olsun ne olacak yani. Ama bu öyle bir din ki hiç bir problemi çözemez hale gelmiştir. Bugün ilahiyat fakültelerinin büyük çoğunluğunda böyledir. Biraz sonra arkadaşlarımız anlatacaklar. Kur’an anlayışı nedir? Kur’an anlayışı nedir? Nebi anlayışı nedir? Onlarla ilgili görüşleri inşallah sizlere anlatacaklar. Nede bu durumdayız. Bir de şuraya bakın. Mesela dikkat ederseniz son bir kaç senedir Türkiye’nin en üst yetkilileri ulaşılacak en üst seviyedeki hedef olarak Avrupa’yı gösteriyorlar. Avrupa kriterleri diyorlar değil mi? Avrupa kriterleri dendiği zaman tabi gençler ne şey yapıyor? Ulaşılabilecek en büyük hedef odur diyor. Şimdi müslümanlar, kitaplarını bırakalı çok uzun asırlar oluyor. Yani müslümanlar sanki Emevi zamanında, Abbasiler zamanında sanki kitaplarına mı uyuyorlardı? Hayır uymuyorlardı. Önce hükümler konuyor. Geçen hafta okuduk ya burada. Efenfim diyor aldığı esirleri öldürecek. Önce öldürüleceğine fetva veriyorlar, arkasından da birileri delili bulsun. Araştırıyorlar, ne bulacağız? Ne edeceğiz? Bedir savaşındaki meleklerle ilgili ayeti delil getiriyorlar. Enfal suresinin 12.ayetiydi değil mi yanlış hatırlamıyorsam eğer. “İz yuhi rabbike ilâl melâiketi enni meakum fe sebbitûllezine âmenu”. Diyor ki; “Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu; ben sizinle beraberim. İnançları sabit tutun. Yani içlerine fısıldayın. Güzel şeyler fısıldayın. “Se ulki fi kulûbillezine keferur ru’be” kafirlerin kalbine de ben korku salacağım diyor Allah kendisi. “Fadribu fevkal a’nakı” ey melekler siz onların boyunlarının üzerine vurun”. “Vadribu minhum kulle benân” her parmak uçlarına da vurun diyor. Meleklerle ilgili verilmiş bu emri, başka bir şey bulamadıkları için diyorlar ki; esirlerin öldürülmesini bu ayet emrediyor. Başını kesiyorlar, ortadan iki kelime “fadribu fevkal a’nakı”. Geçen haftaki derste ben kitaptan okumuştum burada. Resulullah(sav)’i Mekke’den çıkarmış, Medine’ye üç kere savaş açmış. Mekke’de yapılmış olan Hudeybiye sulh antlaşmasını bozmuş olan ve Mekke’den çıkarılma cezası çoktan belirlenmiş olan Mekkeli müşriklerin Mekke’den çıkarılması ile ilgili emri kılıç ayeti diye merkeze koymuş 200 kadar ayeti nesh etmişler ve o ayete dayanarak esirlerin öldürüleceğinden bahsediyorlar. Bu ayetin esirlerle ne alakası var? Yani önce emir veriliyor sonra buna bir iki ayet bulun bir yerden. Bulun buluşturun kardeşim. Zaten o ayetler sonradan konmuştur. Baştan yoktur. Yani o fetvaları vere kişi şu ayetten dolayı vermiyordu. Ama daha sonra o kitapları yazanlar onu oraya sokuşturuyorlar, oluşturuyorlardı. İşte şu var, bu var diye. Ama eskiden hiç olmazsa bu işin lafı vardı. İşte usulü fıkıh diye bir ilim uydurdular. Sanki efendim bu fıkıhla meşgul olan insanlar kitaba uyuyormuş. Hepimize ezberletişlerdi. Edilleyi şeriye nedir? Kitap-sünnet-icma-kıyas demişler. Biz de zannediyorduk ki hakikaten bunlar, bunlara uyar. Eskiden de uymuyorlardı ama en azından uyduklarını söylüyorlardı. Eskiden demiyorlardı ki Kur’an ile bir şey olmaz. Şimdi ku’ansız ve sünnetsiz. Tabi sünnet de uymuyor bu işe. Mesela Resulullah’ın esirlere karşı davranışı. Kur’an’ın emri hiç bir zaman uygulanmış değildir. Dolayısıyla kitapsız sünnetsiz bir din oluşmuştu. Bu din fıtrata tersti. Bu din hiç bir zaman için bir problem çözememişti. Yani sahabe döneminde sonra artık problem ortaya çıkaran, problem çözemeyen bir din haline gelmişti. Çünkü kaynaktan uzaklaşmış. Ama en azından yine insanlar az çok Kur’an okuyor. Hiç olmazsa sokaktaki insanlar, sırada vatandaşlar Kur’an ile kendilerini az çok müslüman olarak devam ettiriyorlardı. Yani islamiyet bu güne kadar gelmiş ise ben kesinlikle ulema yüzünden gelmediğine inanıyorum. Yani ulemaya kalsaydı müslümanlık çoktan bitmişti. Bugün müslmanlık diye bir şeyden bahsedemezdik. Ama Allah’tan ki sıradan vatandaşlar var da bu güne kadar geldi. Sokaktaki vatandaşlar yüzünden geldi bu güne kadar. Şimdi bunlar fıtrata aykırı bir din. Yani şöyle düşünün çok güzel yiyecekler almışsınız, en iyi eti almışsınız, en iyi sebzeleri almışsınız en iyi yağı almışsınız falan. Fakat bunlar bozulmuş. İnsanlara bozuk gıdalar yediriyorsunuz. Bozuk gıdaları insanlar yemek istemiyor. Bozuk gıdalar yemedikleri için ot ile idare ediyorlar, lüzumsuz bir takım şeylerle idare ediyorlar. Ayakta duruyorlar, işte ölmeyecek kadar. Batı ortaya çıkıyor: batı fıtratını keşfediyor, batı bazı bozulmamış gıdalar ortaya getiriyor. Ömür boyu bozulmuş gıdaları gören islam alemi, batıdan bazı bozulmamış gıdaları görünce batı kriterleri ortaya çıkıyor. Çünkü birazcık fıtrata hitabeden şeyler var orada. Halbuki bir müslümana düleb evrensel kriterler demektir. Çünkü islam fıtrattır. Hatta burada sık sık tekrarladığımız bir cümleyi gene söylemek isterim. Dinin tanımı bile bugün yani din nedir dediğiniz zaman islam dinini Allah’ın kitapta tanıttığı gibi tanıtan bir şeye ben şu ana kadar rastlamadım. Bizim kitapları bir kenara bırakırsak ben rastlamadım. Allah’ın tanıttığı gibi sen rastladın mı? Fıtrat diye. Sen rastladın mı Yahya? Böyle bir tanım gördün mü şimdiye kadar? Sen Abdurrahman? Görmedin. Yani düşünebiliyor musunuz? dinin tanımını bile yapamayan bir islam alemi. İşte geçende master öğrencileri gelmişti. Bir tanesi belli ki epeyce okumuş, epey Arapçası güzel. Biraz bir şeyler söyledim. Hoca dedi temel şeyler Kur’an’a uygun ama dedi. Temel konularda Kur’an’a da uyulmuş ama detaylarda bir takım ihtilaflar var dedi. Mesela dedim. Mesela kafir kelimesi Kur’an’a uygun mudur dedim. Müşrik uygun mu? Tabiki uygun dedi. Oku bakayım şu şu ayetleri. Sen hiç duydun mu? Okudun mu? Hiç duymadım dedi. Yani bütün kafirlerin önce imana gelip sonradan kafir olduğunu biliyor musun dedim. Olur mu öyle şey dedi. Oku şu ayeti. Haaa! Öyleymiş. İman bile, küfür bile bütün terimlerin içi boşaltılmış bir islam alemi. Yani raflar boşaltılmış, oradaki gıda maddeleri bozulmuş. E batıda bazen, bozulmamış şeyler ortaya konmaya başlanmış. Fıtratını keşfetmeye başlamış batı ve onunla zaten bugün dünyaya egemen olmuş. Ama batıda kölelik bitmiş deniyor. Asla. Asla bitmez. Kredi sisteminin olduğu bir yerde köleliğin ortadan kalkması imkansızdır. Faize dayalı bir ekonomi olacak da kölelik ortadan kalacak. Bunu siz kime anlatabilirsiniz. Bu olacak şey değil. Ondan sonra hapis cezasının olduğu bir yerde kölelikten daha berbat bir durum söz konusudur. Bugünkü devlet anlayışı kölelikten daha öteye bir yapıyı oluşturmaktadır. Çünkü tanrı devlet anlayışı malesef yaygındır dünyada.
BURADA BİR KESİNTİ OLUYOR VE KONU DEĞİŞİYOR 23:45
Kur’an’a uygun doğru bilgi demektir. “Ve tenhevne anil munker: o çirkin şeylerden de insanları uzaklaştırırsınız”(ALİ İMRAN 110). Şimdi din ve hürriyet diye bir çalıştay olmuştu. İsviçreliler düzenlemişti galiba. İsveç mi İsviçre mi şu anda tam emin değilim. Beni çağırmışlardı gitmiştim. Orada anlattım. Siz, din ve hürriyet diyorsunuz. Kredi sisteminin olduğu yerde hürriyetten bahsedemezsiniz. Ceza sisteminiz bu vaziyetteyken hürriyetten bahsedemezsiniz. Devlet sisteminiz bu şekildeyken hürriyetten bahsedemezsiniz. Şirket yapılarınız bu şekildeyken hürriyetten bahsedemezsiniz. Anlattım anlattı hiç cevap veremediler. Sonra baktım ki toplantı tutanaklarından çıkarmışlar benim konuşmalarımı. İşte evrensel kriterlerden bahsettiğin zaman karşı taraf ağzını açamıyor. Ama kendisini üstte gösterebilmek için mecburen sizin konuşmalarınızı tutanaklarda çıkarmak zorunda kalıyorlar. İşte artık bundan sonra bunu çok iyi anlayalım. Ben biraz uzattım. Arkadaşlarımızı dinleyeceğiz Allah nasip ederse. Bizim karşımızda askeri başarı gösterememişti batılılar. Tekrar ediyorum. Sahabeden sonra biz hiç bir zaman biz olmadık. Ama göreceli olarak diğer insan guruplarından daha iyi durumdaydık. Ne zamana kadar? Ne zaman ki batı kendisini keşfetmeye başladı yani fıtratına döndü. Yani Allah’ın yarattığı kitaba döndü. Allah’ın yarattığı kitaba da tam dönemedi. Çünkü onlar ne kadar doğru olurlarsa olsunlar sistemi kapitalizm ise bir kere fıtri değildir. Zenginden yana bir sistemdir. Ama göreceli olarak yani mukayese ettiğiniz zaman bizden daha fazla fıtratlarına dönmüş oluyorlar. Çünkü bizde hiç yok. Ondan dolayı da bir üstünlük sağladılar. Üstünlük sağlanınca müslümanların zaten kitaplarıyla uzaktan yakından alakaları yoktu. Zaten bu çoktan bitmişti. O zaman herkes onların fıtrata birazcık da olsa yönelmeleri karşısında şaşırıp kaldı. Ondan dolayı bizimkiler batı kriterleri demeye başladılar. Batıdan bir şeyler almaya. Hàlâ öyle. İslam alemine bakın, Ortadoğu da söz sahibi olanlar kimler? Suriye’yi paramparça ediyorlar. Öbür taraftan iki tarafı da burayı da onlar organize ediyor, düşman olanları da organize ediyor. Ondan sonra bakıyorsunuz ki iki tarafı da bitirerek sahaya hakim olmak için gereken politkaları da onlar yapıyor. Biz bir kenarda “vurma, vurma, oraya vurma ne olursun çok acıyor buraya vur” diyen bir çocuk gibiyiz yani. Bu ne böyle? Size bir şey daha söyleyeyim. Süleymaniye camisinde vaaz verirken sürekli her cuma siyasi konulardan bahsederdim. Turgut Özal vefat edene kadar. Ondan sonra baktım ki muhatap kalmadı siyasi konulardan bahsetmeyi bıraktım. Şimdi bundan sonra da Allah nasip ederse siyasi konulardan sıklıkla bahsedeceğim. Çünkü biz müslümanlar olarak dünyanın problemlerini çözebildiğimizi göstermek zorundayız. Artık kendimize gelmemiz lazım. Artık kitabımıza yönelmemiz lazım ama bugünkü medreseler tarihten beri diplomalı cahilden başka bir şey yetiştirmemiştir. Niye öyle diyorsun derseniz, ben geçen haftaki derste burada size gösterdim. Mesela işte esirlerle ilgili Kur’an’ın söylediği ile bütün medreselerin kutsadığı o kitapların söylediği arasında bir bağ görebildiniz mi? Gök ile yer kadar değil mi? Kur’an diyor ki. İstersen Islahatı Fıkhıyye Kamusu’nun üçüncü cildini getir de kısa bir okuyalım millet görsün. Kur’an bir şey diyor. Çünkü belgesel olması daha önemli. Şimdi benim bu konuşmalarımı çok ağır buluyor insanlar da yani Allah’ın dinine bu kadar şey yapmış. Kur’an’a bakın: Allah, yahudileri ve hıristiyanları ne kadar ağır itham ediyor önlerinde kitap varken kitaba uymadıkları için. Sonra da ne diyor? “Ve men lem yahkum bimâ enzelallâh fe ulâike humul kafirun”(MAİDE 44) diyor değil mi? Allah’ın indirdiği ile kim hükmetmezse kafirlerdir. Bizde siyasete heveslenenler önlerindeki siyasileri kafir yapmak için bu ayetleri kullanırlar. Allah’ın itikad ile ilgili hükümleri var, amel ile ilgili hükümleri var. Ahlak ile ilgili hükümleri var. Hiç onları kendi üzerinde düşünmüyorsun. Efendi “falan hakim şeye göre hükmetti”. Kardeşim adama sen ne bakıyorsun. Önce kendine bir bak. Yok kendilerine bakmazlar. Birisini itham etmek için kullanırlar bu ayetleri dikkat ederseniz. Geçe hafta da okuduk ama kısaca hatırlamak için söylüyorum. Kur’an, esirle ilgili olarak yapılacak şeyi şey yapıyor. Nisa suresinin 36.ayetinde onlara ikram etmeyi bize emrediyor. O ayeti okumayacağım şimdi. Siz okursunuz. Onun için Bedir esirleri alındığı zaman oradan Medine’ye giderken şaşırmışlardır onlar. Ya bunlar ne biçim insanlar. Kendileri yemeyip bize yediriyorlar. Bize hiç bir sıkıntı çektirmiyorlar. Medine’ye vardıkları zaman da evlerde çok aziz misafir gibi ağırlanıyorlar. Ondan sonra da bir kısmı karşılıklı, bir kısmı karşılıksız serbest bırakılıyor. Ama o insanlar Mekke’ye gittiği zaman Mekke’de bunların ne kadar iyi olduklarının propagandasını yapıyorlardı. Yoksa kolay mı siz elinizi kolunuzu sallaya sallaya Mekke’ye gireceksiniz. Yani Mekke’yi öyle bir fethedeceksiniz ki kimse karşınıza çıkmayacak. Çünkü önce gönülleri fethetmişsiniz. Allah Teala, Mekke’nin fethinden önce inen ayette esirler için ya karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakın diyor. Peki ulema ittifakla ne diyor. Orada oku bakalım. Islahatı Fıkhiyye Kamusu’ndan okuyoruz. Bir zamanlar, Türkiye’de kanun olsun diye hazırlanmış, 1926’da vazgeçilmiş olan şey.
FATİH ORUM: 491.madde: Harp neticesinde kahren elde edilen esirler hakkında veliyyul emr muhayyerdir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Veliyyul emr dediği yetkili kişi serbesttir. Yetki onda.
FATİH ORUM: “Bu hususta müslümanların menfaatlerine göre hareket ederek dilerse bu esirlerin mukatil olan takımını katledip maddeyi fesadı bil kulleyi ortadan kaldırır”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İsterse diyor öldürür onların savaşan takımını. Fesadı bil kulleyi ortadan kaldırır. Şimdi bize karşı canla başla mücadele eden Türkiye’de çok büyük bir kütle var. Yani kendini din alimi kabul eden, ilahiyatçı kabul eden, tarikatçı, camaatci, bilmem ne falan. Çok büyük bir kitle var. Hadi buyurun. İşid’den şikayet ediyorsunuz. Sizin yere göğe koymadığınız mezheplerinizin görüşü bu. İşid ne yaptı? Bunu yapmadı mı? E niye şikayet ediyorsunuz bunu yaptı diye? Hakkınız var mı?
FATİH ORUM: “Dilerse bunları”..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak, Allah’ın emrine yüzde yüz aykırı ama birinci tercih bu. Allah’ın emri kaç para eder, yetkilinin emri var haşa. Ama yapı budur.
FATİH ORUM: “Dilerse bunların şerleri için yalnız istirkakları ile yani köle ve cariye edinmeleriyle iktifa eder”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kölelik, cariyelik diye bir şey hiç bir zaman olmamıştır islamiyette. Ama ikinci tercih bu. Bu, Emeviler’in ortaya koyduğu şeydir. İkinci tercih de köle ve cariye yapmak. Allah’ın emri var mı burada? Yok.
FATİH ORUM: “Dilerse islam zimmetinde aht ve emanında olmak üzere hepsine hürriyet verir ve dilerse bunları islam esirleri ile mübadelede bulunur”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak, hürriyet verir dediği ne? Hürriyet verirseniz adam çeker memleketine gider. Burada kalırsan hürriyet veririm. Ne demek bu? İşçi olarak çalıştırır demek onun anlamı. Buna hürriyet verme denir mi? Peki Kur’an’da olanın hangi şeyi var burada. Allah’ın söylediğinden bir tek kelime var mı? Ama bugün insanlar bugün ilahiyat fakültelerinde okuyanlar, bugün medreselerde okuyanlar (biz de bunları öğrendik) bunları ilim diye okumuyorlar mı? Ne oluyor bunlar? Bunların hepsi diplomalı cahil oluyor.
ABDURRAHMAN YAZICI: İşid’in bir dergisi var ingilizce. Adı Dabık diye. Mercidabık savaşından alıntılayarak. Yani halifelik Osmanlı’ya geçiyor o savaşta. Suriye’de bir şehirden hareketle. Orada bir makale yazmışlar. Online olarak da var. Burada makalelerden bir tanesi de köleliğin ihyası gibi bir şeye geliyor. Orada işte bu Ezidiler’in kadınları ne olacak, çocukları ne olacak diye tartışıyorlar. Sonunda diyorlar burada en uygunu, bunların cariyeleştirilmeleri, köle olarak kabul edilmesi. Bunun diyorlar beş de dördünü mücahidlere dağıttık. Beşte birini emirul muminine veya beytul mâl’e verdik. İşte bunun da ne kadar meşru olduğunu, şeriata da uygun olarak çocukları annelerinden ayırmadıklarını, bunun bir çok fuhşiyatı da kaldırdığını..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şeriat dedikleri tabi bu. Allah’ın kitabı değil. Bak şimdi burada onları suçlamak yanlış olur. Niye yanlış olur biliyor musunuz? Çünkü onlar, bu işin uleması değil ki. Önlerine bu kitap gidiyor. Bunu okuyacaklar. Başka neyi okuyacaklar? Ya da bunun arapçasını okuyacaklar.
ABDURRAHMAN YAZICI: Cariyeliğin, köleliğin de günümüz açısından çok uygun olduğunu yani birçok problemi de ortadan kaldırdığını. Hatta derginin başında da Vatikan’daki bir sembolün üzerinde İşid resmi var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Orayı da fethedeceğiz manasında.
ABDURRAHMAN YAZICI: Böyle bir makale yayınlamışlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ondan sonra şuna da tekrar dikkatinizi çekeyim. Yani neden diplomalı cahil dedim onun için söylüyorum bunu. Ya bugün hakikaten çok üzücü bir şey. Biraz sonra arkadaşlarımız anlatacak, bugün akademisyen kelimesinden çok rahatsız olurum. Bize de akademisyen diyorlar mesela. Benim hiç ağızımdan profesör kelimesini duydunuz mu şimdiye kadar? Yani ben hiç kullanmam. Bunu mecbur kaldığım zaman resmi şeylerde, bir de arkadaşlar kitapların üzerine yazalım mı dedi, yazın dedik. Yazıyorlar işte. Beni gerçekten rahatsız ediyor. Çünkü bu, batının damgasını taşıyor. Profesör, fransızca bir kelimedir. Doktor, fransızca bir kelimedir. Neyse. Akademisyen, bilmem ne falan, bu çağımızın hoş kelimeleri. Bunlara ve medrese hocalarının çok büyük bir çoğunluğuna Kur’an ayeti okuyamıyorsun. Ayetleri dinlemiyorlar. Resulullah’ın sözlerini dinlemiyorlar. Ve tek söyledikleri şu; hiç kimse bilmiyor da siz mi biliyorsunuz? Kardeşim tamam. Sen bir akademisyensin. Madem akademisyen bilgi adam manasına geliyor. Madem hoca demek yetişmiş bir ilim adamı manasına geliyor. O zaman senin görevin bu değil. Bunu sokaktaki adam söyleyebilir. “Benim babam senin babanı döver” gibi. Söyleyebilir. Mahmud Efendi ile karşılaştığımız zaman Mahmud Efendi var, Cübbeli var, ölen Bayram Ali Öztürk var, Hızır Hoca var. Efendim Abdullah Ustaosmanoğlu var. Abdullah Vanlıoğlu var. Bayram Ali Karamustafaoğlu var. Bunların hepsi orada. Mahmud Efendi bana dedi ki; sen mi daha büyük alimsin İmam Rabbani’mi dedi. Valla hiç düşünmemiştim ama elbette ki ben daha büyük alimim dedim. Böyle şey sorulur mu? Tabi ki ben daha büyük alimim dedim. Fakat dedim şüphelendim. Bir terazi getirin, bir tarafa onun ilmini koyun bir tarafa benim koyun tartın bakalım ben de görmek istiyorum dedim. Ya dedim siz sokak çocukları gibi konuşuyorsunuz dedi. Benim babam senin babanı döver demeye getiriyorsunuz. Ya bildiğiniz bir şey varsa söyleyin dedim. İmam Rabbani ölmüş gitmiş. Şimdi aynı şeyi söylüyorlar; hiç kimse bilmiyor da siz mi biliyorsunuz? Ya kardeşim, bunu diyeceğine, madem sen ilim adamısın deki; senin şu söylediğin şu şu şeylere aykırıdır. Bunu söyleyemeyeceklerini herkes gördü. Herkes bunu gördü. Bu defa ne diyorlar? Kur’an’da bir şey olmaz demeye başladılar. Sünnette bir şey olmaz demeye başladılar. İlim, işte o mezheplerdir demeye başladılar. Peki siz problemi nasıl çözeceksiniz? Bir tane örnek çözüm gösterin de görelim. Biz problem çözmek zorunda değiliz diyorlar. Problemi kim çözüyor? Parlemento çözüyor. Kim çözüyor? Batı çözüyor. Tabi bu noktada batı kriterleri dersin de daha başka bir şey demezsin. Çünkü elinde hiç bir şey kalmamış. Evet şimdi bakın Allah ayette Muhammed suresi 47.sure 4.ayette esirlere karşı muamelede “fe immâ mennen ba’du ve immâ fidâen” diyor. Ondan sonra ya menn ya da fidâ. Bak ne diyor Ömer Nasuhi Bilmen. Ö. N. Bilmen’in bu kitabı, daha önce de söylemiştim islam aleminde bu seviyede ikincisi olmayan bir kitaptır. Çünkü çok uzun zamanda Osmanlılar’da çok büyük bir ekibin çalışmasının ürünüdür. Dolayısıyla orada gördüğünüz bilgileri ehli sünnet ulemasının bilgisi olarak yani doğru bilgi olarak kabul edersiniz. Kime ağit olduğunu da orada söylüyor. Görüş farklılıklarını da anlatıyor. Oku bakalım.
FATİH ORUM: “Esirler hakkında menn yani bir lutuf olarak meccanen salıvermek caizmidir, değilmidir meselesinde de müçtehidler ihtilaf etmişlerdir”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Allah menn diyor, ihtilaf etmişlermiş! Allah’ın sözünde ihtilaf olur mu? Size öyle mi öğrettiler?
FATİH ORUM: “Hanefiyye’ye göre menn caiz değildir. Velev ki esir islamiyeti kabul etmiş olsun.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Esir müslüman da olsa menn caiz değil. Allah’ın dediği caiz değildir. Be şimdi buna diplomalı cahil dediğim zaman günah mı işlemiş oluyorum sevap mı? Ne diyeceğim yani? Sayın Hocam, lütfen şuraya buyurun mu diyeceğim? Hiç kusura bakmasınlar. Bizi de öyle yetiştirdiler. Bir gün Ali Rıza Demircan buraya gelmiş. Yani bu işi keşfetmemizin sebebi O’dur Allah razı olsun. Bu arkadaşlarla konuşmuş. Bir ayetten şey yapamıyorum yani “illâ alâ ezvacihim ev mâ meleket eymanuhum” orada niye “ev”? “Eşleri veya cariyeleri” niye deniyor? “Veya” niye deniyor? Niye Allah böyle diyor? Bana anlattılar. Ben de kendi kendime; Ali Rıza Hoca atmış falan filan dedim. Ya atmadıysa? Ondan sonra ayetleri incelemeye başladık. Baktık ki ya bu kölelik-cariyelik diye bir şey yokmuş. Yani o kıvılcımla hareket ettikten sonra. Çünkü biz bu şekilde yetiştirildik. Yani cariyelik kadar tabii bir şey olur mu! Ben, burada anlatılanların hepsinin doğru olduğuna inanarak yetiştirildim. Ondan sonra Ali Rıza Hoca geldi. Dedim ya A. Rıza Hoca, sen bir şey söylemişsin. Ters bir cevap vermek için kendimi hazırlayayım derken vallaha dedim şu var, şu var, şu var. Sonra epey bir çalışma yaptıktan sonra A. Rıza Hoca, Cariyelik Ve Sömürülen Cinsellik diye bir kitap yazdı biliyorsunuz. Biz de böyle diplomalı cahil yetiştik. Yıllarca İstanbul Müftülüğü’nde fetva verdik. Kölelik ve cariyelikten daha tabi bir şey olur muydu o zaman bizim bilgimize göre? Böyle. Peki Allah bir de fidâ diyor. Yani fidye alarak şey yapmak. Ona ne diyor?
FATİH ORUM: “Esirler hakkında fidâ: bir mal ile veya islam esirleriyle mübadele tarikine tevessül edilip edilmemesi meselesi de müçtehidi kiram arasında bir içtihad mevzuu olmuştur”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak. O da içtihad. Allah emredecek, bunlar içtihad edecekler. Müçtehidi kira ! Tabi canım. Abdestli misin de öyle ağızına alıyorsun isimlerini!
FATİH ORUM: “Meşhur olan kavle nazaran bu caiz değildir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Buyur işte. O da caiz değil. Bakın, Allah’ın söylediği iki şey de caiz değil. Ama Allah’ın söylemedikleri emir. Allah’ın söylemedikleri, Resulullah’ın asla uygulamadığı şey emir. Tabi Allah’ın dinine karşı bu şekilde davranan islam aleminin bugünkü hali gene çok çok iyi. Allah şöyle sokaktaki vatandaşa merhamet ediyor da böyle. İş ulemaya kalsa, dersin başında dediğim gibi çoktan bitmişti. Çünkü diplomalı cahil. Hem bilmiyor hem de bilmediğini bilmiyor. Fârisiler’in bir şiiri vardır. Eskide farsça bilirdim ama 40 senedir unuttum. İnşallah yanlış okumam. Ankes ki nedanet ve nedanet ki nedanet dercehri mürekkeb derbe emanet. Abdurrahman da bilir. Doğru okudum mu Abdurrahman. “O kimse ki bilmez, bilmediğini de bilmez. Cehri mürekkebde sonsuza kadar kalır”. Bizimkiler hem bilmiyor hem bilmediklerini bilmiyor. Bilgisizlikleri ilim olarak şey yapmış.
FATİH ORUM: Erdem Bey’in güzel bir sözü var sürekli onu tekrarlıyorum ben. Birisi şey demiş. Cehalet ne kadar güzel bir şey, her şeyi biliyorsun demiş.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Çok doğru söylemiş. Evet şimdi şu noktada batılılar gerçekten islam alemi üzerinde tam bir hakimiyet kurdular. Ama onlar da bittiler artık. Onlar da bittiler. Şimdi burada batıdan Almanya’dan, İsviçre’den gelen arkadaşlarımız var. Artık oralarda hıristiyan görebiliyor musunuz sokaklarda? Yaşlılar dışında. Mesela Roma’da Sen Piyatra kilisesi var. Tam merkezde Vatikan’da. O kilisenin içerisinde bizim Süleymaniye camisini sokabilirsiniz. O kadar büyük. Gitmiş olanlarınız vardır herhalde bilirsiniz. O kadar büyük bir kilise. Kilisede şuradan birazcık küçük bir bölge var. İbadet için orayı ayırmışlar. Birkaç tane sıra koymuşlar. Girdim orada 4-5 tane çok yaşlı adam gördüm başka yok. Bir de Sen Piyer kilisesi var. O da çok büyük. Birazcık dışarıda gene Vatikan’da. Oraya da gittim. Orada da gene bir platform gibi bir şey yapmışlar, iki tane sıra. Bir kaç kişi vardı. Orada. Bir papaz konuşuyordu ama 10 kişi ya vardı ya yoktu. Hepsi de yaşlı. Vatikan’da Papa’nın dışındaki bütün kardinallerle görüşmüştüm. Almanların organize ettiği bir toplantıydı. O kilisenin organizasyonundan sorumlu kardinal şunu söylemişti; kilise bitti. Bitiyor değil bitti demişti. Merkezi ayakta turuyoruz ki yarın katolik olan birisi olursa hiç olmazsa merkez ayakta durmuş olsun. Yani büsbütün yok olmasın. Avrupa’da bu böyleyken islama ciddi bir yöneliş var. Çok ciddi yöneliş var. Mesela Tübingen üniversitesinde bana söylemişlerdi. Siz daha iyi bilirsiniz Almanya’dan gelenler. Öyle camiler var ki cemaatinin tamamı alman. Dört bin tane cemaati var. Onların tespiti. Onların ifadesi, ben bilmiyorum yani. Ama tamamı alman. İsviçre’de de buna benzer şeyler var mı Fatih? Yok mu? Şimdi bu yönelişi de engellemeye çalışıyorlar tabi ister istemez. Yalnız şu anda Allah’a çok şükürler olsun doğru din anlaşılmaya başladı. Şimdi burayı ağzına kadar dolduran sizler, internet üzerinden dinleyenler, diğer şekillerde doğruları anlamaya çalışanlar Allah’a hamdolsun sadece Türkiye’de değil dünyanın her tarafında oluşmaya başladı. Ve biz burada daha bilinçlenmemiz lazım. Eski defterleri karıştırmamız lazım. Onun için şimdi Fatih’i bir dinleyelim bakalım. Bu batılı anlayışta kitap ne? Yani kitap derken neyi kastediyorlar. Yani Kur’an’ın bir problem çözme şeyi var mı yok mu? Evet Fatih.
FATİH ORUM: Ben, Ali Bardakoğlu Hoca’nın Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’ne yazdışı kitap maddesini kısaca özetleyeceğim. Sonra şayet ihtiyaç olursa aynı ansiklopedinin Kur’an maddesi, özellikle de o maddenin Kur’an’ın açıklanması ve yorumlanması bölümü. Onu da Mehmet Paçacı Hoca yazmış. Ondan bir takım alıntılar yapacağım. Şimdi şöyle başlıyor madde. “İslam dinin iki kaynağını, Allah’ın Hz. Muhammed’de vahyi ola Kur’an ile Resulü Ekrem’in dini beyan niteliğindeki söz ve davranışları teşkil eder”. Bunu, şunun için okudum: şimdi sadece böyle hani ayak üstü bir tarama yaptım. Ansiklopedide kitap, muhkem, müteşabih, hafi, müşkil, mücmel, zahir, nass, müfesser: bu maddelerin her biri yani ayrı ayrı bu maddelerin her biri bu ifade ile başlıyor. Bu, bilinçli bir şey. Yani islam’ın iki kaynağı vardır. Biri kitap, diğeri sünnet. Bütün madde başlıkları bu şekilde başlıyor. Bugün gizli reklam gibi bir şey var ya televizyon programlarında. Kur’an ve sünnet iki temel kaynaktır diye başlıyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İki temel kaynaktır konusunu biraz daha şey yapalım. Fatih onunla meşgul olduğu için herkes biliyor zannediyor. Ben de o tür hatayı çok yapıyorum. Muhataplarım biliyor zannederek es geçiyorum. Sonra bilmedikleri ortaya çıkıyor. Yani Kur’an-sünnet birbirinden ayrı. Yani yapı böyle oluşmuştur. Biliyorsunuz ama tekrar edelim. Nebilik kavramı öldürülmüştür biliyorsunuz. Biz bunu en net şekilde İmam Şafi’nin Er Risalesi’nde buluyoruz. Çünkü nebi, Allah’tan kitap alan. Onu tebliğ ederken resul. Aldığı gibi tebliğ eden. Uygularken bir nebi olarak uygulayan kişidir. Ne demek uygularken nebi? Hata yapabilir uygulamada. Tebliğde asla hata yapamaz. Tebliğ de hata yapılmadığı için resule itaat Allah’a itaattır. Çünkü Allah’ın sözünü biz ancak resulden öğrenebiliriz. Ama nebi olarak hata yapabildiği için böyle bir ayet yoktur. Nebiye itaat Allah’a itaattır diye bir ayet yoktur. Nebi hata ederse ona itaat etmeyin diye ayet vardır. Mümtahine suresinin 12.ayetinde de başka yerlerde de var. Şimdi siz burada öyle bir yapı oluşmuş ki nebiye resul denmiştir. Bu günkü İslam Ansiklopedisinde de aynı diğer kitaplarda da aynı. Yani İslam Ansiklopedisi bugün çok önemlidir. Çünkü İslam Alemi’nin bilgi birikimini bize naklediyor. Orada da diyor ki; resul, kendisine kitap ve şeriat verilendir. Kitap resule indiriliyor. Tabi nebi resul olduğu için resul diye geçiyor ama sürekli nebilere indirildiği ifade ediliyor. Nebi, bir önceki resulün dinini tebliğ eden kişi. Tebliğ eden kişiye resul denir. Tebliğ eden resul olunca bu defa Nebi(sav)’in söz ve uygulamaları Kur’an’a denk bir hale geliyor. Arada uyumsuzluk olduğu için bu defa iki ayrı kaynak haline geliyor. Neden uyumsuzluk? Aslında uyumsuzluk asla olmaz da sistem bilinemediği için, siste tamamen terkedildiği için Resulullah’ın sözleri Kur’an’dan üretilen maddelerdir. Yani yemek pişirmesini bilmeyen bir kişi gidip mutfakta bir tencere yemek gördüğü zaman “aaa nereden geldi bu yemek” diye soracak. Hangi lokantadan geldi diye soracak. Ben yaptım. Nereden yaptın? Bu malzemelerden. Aa bu malzemelerde yapılır mı? Çünkü malzemeleri birleştirip yemek yapmasını bilmezseniz yemek ile malzemeler arasındaki ilişkiyi kuramazsınız. Resulullah’ın sözleri Kur’an’dan üretilmiş yemek gibidir. Kur’an da mutfaktaki malzeme gibidir. Bu unutulduğu için Kur’an ayrı sünnet ayrı kabul ediliyor. Onun için Fatih ondan dolayı dikkatinizi çekiyor.
FATİH ORUM: Evet burada iki ayrı kaynak ama daha filmin sonunda bu değişecek. Çünkü ortalarına doğru sünnet Kur’an’ı geçecek. Sonlarına doğru da sünneti bir başka şey geçecek. Dolayısıyla o iki kaynak o şekli ile kalmayacak yani. Çünkü biraz sonra göreceğiz onu.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tabi gene biliyorsunuz yani. Arkadaşlarımız animasyon yapacak bunları inşallah. İma Şafi diyor ki; Kur’an sünneti nesh etmez diyor. Ee? Kur’an sünneti nesh eder dersek diyor, recm cezasını ne yapacağız diyor. Kur’an’da recm cezası yok. Recm cezası olmamalıdır diyor. Onda sonra tutuyor bir hadis ile rec cezasını koymak için aynı kitapta sünnette Kur’an’ı nesh etmez diyor. Yani yürürlükten kaldırmaz diyor. Bir hadis ile dünya kadar ayeti mensuh sayıyor ve recm cezasını getiyor. Yani bir hadis, hem inmiş ayeti hem inecek ayetleri nesh ediyor. Niye? Recm cezası gelecekmiş. Onun için sünnet Kur’an’ın tepesine çıkmış ve bugün tüm islam aleminde kabul edilen şudur: “essunneti kâdıyetun alel kitab; sünnet, kitap üzerindeki son sözü söyler”. Yani sünnet ne derse o. Kitap ne derse o değil. Şu anda kabul edilen budur. Ama sünnet de sünnet olarak kalmıyor ki. Şindi Fatih’in söylediği gibi bu bir aslında tespit yani. Bu islam ansiklopedisi, bilim tarihimizdir. Bir tespittir. Dolayısıyla sünnet de yoktur.
FATİH ORUM: İlk bölümde bu bizim kitap, sünnet, icma, kıyas şeklindeki bildiğimiz sıralama ile ilgili konuşuluyor. Diyor ki burada Ali Hoca, gerçekten de Kur’an’ın ilk kaynak olduğu söylenir. Dolayısıyla onun üzerinde fazla bir tartışma da olmaz bir rafa konulur. Sonra sünnet üzerine daha çok yoğunlaşma yapılır dedikten sonra şöyle diyor “Kur’an, her ne kadar kendini Allah’ın vahyi insanlık için hidayet rehberi, şifa ve rahmet olarak nitelendirmekte ve kendine sıkça atıfta bulunmakta ise de onun delil oluşu ilk aşamada dinin kabulünün dayandığı fıtri ve akli temellere, ikinci aşamada da sünnete dayanır”. Yani bunu sıkça dillendiriyorlar. Şunu söylüyorlar; “sünnet o kadar önemli bir şeydir ki Kur’an’ın, Allah’ın kitabı olduğunu zaten biz sünnet ile şey yapıyoruz. Yani eğer sünnet olmasaydı nihayetinde onu getiren bir peygamber, dolayısıyla Kur’an meşruiyetini de sünnetten alır” diyorlar. Bunu dillendiriyorlar. Burada da Hoca zaten bunu maddeye yazmış. Yani Kur’an’ın, Allah’ın kitabı olduğu aslında bize peygamber ile geliyor. O halde işte sünnetin konumu bu kadar önemli bir şey diye.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Yani siz bir adama bu Allah’ın kitabıdır, inan dediğiniz zaman önce sünneti öğrenmesi lazım. Peki sünnete nasıl güvenecek? Sen güvenmiyorsun da başka adam nasıl güvenip de inanacak.
FATİH ORUM: Diyorlar ki; sen öncelikle Muhammed diye birisine inanıyorsun tarihi. 1400 yıl öncesinde Muhammed diye bir adama inanıyorsun, bunun peygamber olduğuna inanıyorsun. Önce bu kabulle hareket ediyorsun. E bu defa ona inandığın için o adama Kur’an diye bir kitap verildiğine inanıyorsun diyerek onu orada başlatıyor. Herhalde örgü, tam tersi olmalı. Elimizde kitap var. Bu kitap Muhammed diye birisinin nebi olduğunu söylediği için biz ona inanıyoruz olmalı herhalde. Tersten olmalı yani mantık yönünden.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Zaten bu mantıkla bir kişi asla ve kat’a müslüman olamaz. Hiç kimse bu mantıkla eşhedu deme hakkına sahip değildir. “Muhammed Allah’ın elçisidir”. Niye? “Babam öyle diyor”. Ya baban yanılıyorsa? Hıristiyan’ın babası da diyor ki; İsa, Allah’ın oğludur. Senin baban doğru söylüyor da onun babası yalan mı söylüyor? Bir kere Kur’an’ı okuyacaksın, bu sıradan bir kitap değil kanaati sende hasıl olacak. Bu ancak Allah’ın kitabıdır kanaati hasıl olacak ki birisi getirecek ki getirenin Allah’ın elçisi bir kişi olmalı diye ve eşhedu deme zorunda kalasın. Burada hiç bir zaman eşhedu denemez. Ondan dolayı da bugün bakın herkes eşhedu diyor ama niye eşhedu diyorsunuz diye sorsanız der ki; öyle demek gerekiyor. Ben şahidim diyorsun, gördün mü sen Muhammed’in elçisi olduğunu? Ya canım sen inanmıyor musun der bu defa, çamura yatmaya başlar. Bu mantıktan gidilirse hiç mümkün değil yani.
FATİH ORUM: Sonra Ali Hoca, icmaya atıfta bulunuyor. Bazen kitap ve sünnetin açıkça ortaya koyduğu hükümlerin teyidi ittifakı anlamıyla bunun kitap ve sünnetin de öncesinde bir öneme sahip olduğunu, bazen de kitap ve sünnetten sonra geldiğini, üçü arasında zaman zaman geçişlilik hiyararşi açısından söylüyor. En sonunda da işte kıyası söylüyor ve bütün bu dört delilden sonra şöyle bir yorum da yapıyor. Belki de bu, bir vakıayı tespit ediyor. İşlevsellik açısından bakıldığında Kur’an’ın anlaşılmasında ve hayata aktarılmasında sünnetin nesilden nesile tevarüs ettirilen dini geleneğin ve ameli icmaan fakihlerce yürütülen rey ve içtihat faaliyetlerinin ayrı ayrı payları vardır. Ve yerine göre bunlardan biri diğerine göre daha belirleyici olabilmektedir. Bunun için deliller arasındaki klasik hiyrarşi daha çok şeref ve itibar sıralaması niteliğindedir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kur’an’ın şerefi yüksek olduğu için Kur’an’a öncelik veriyoruz. Yoksa Kur’an’a uyulduğu için değil demiş oluyor. Doğru bir tespit yapıyor yani. Vakıa bu maalesef.
FATİH ORUM: “Çünkü Kur’an ve sünnette yer alan ilke, hüküm ve hedeflerin örneklendirme ve benzetmelerin anlaşılması, yorumlanması, bunlardan ameli hayatın çeşitliliği gibi hükümlerin ve sonuçları çıkarılması akli muhakeme ile gerçekleşir. Sınırlı sayıdaki ve muhtevadaki nasların sınırsız sayıdaki ve çok çeşitli olaylara ışık tutabilmesi, farklı konum ve mahiyetteki insan davranışlarını yönlendirebilmesi ancak anlama ve yorumlama faaliyetiyle mümkün olur”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ne demek istediğini de bir anlat da.
FATİH ORUM: Yani şu. Deniyor ki; sonuç itibatıyla Kur’an dediğimiz kitap 6000 küsür ayetten oluşan bir şey. Bu sınırlı. Zaten biraz sonra söyleyecek. Bunun da az bir kısmı ahkam ayetleri diyecek. Biraz sonra geleceğiz. Hatta o ahkam ayetlerinin de esasında fonksyonu şu şöyledir bu böyledir diye değil.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ahkam ayeti demek yani hukuki hükümler.
FATİH ORUM: Şunu şöyle edin bunu böyle edin şeklinde, başı sonu belli bir takım hükümler veren ayetlerdir. 200-300 tane. Ama bunlarda bu iş burada bitmiştir, böyledir şeklinde değil de başka bir amaçla, biraz sonra söyleyeceğiz, işte oradan tarihselliğe girecek. Tarihi bir takım vakıalar vardı onun için şöyle edin böyle edin diyecek. İşte burada hoca diyor ki; bir takım ayetler var, sınırlı bunlar. Ve hakeza bir takım, Resulullah’tan rivayet edilen beyanatlar var. Bunlar da sınırlı. Bunların çok daha ötesinde bir kaynak ihtiyacı gerekir. Bu defa ne yapacak? Akli çaba devreye girecek. İşte şey terse dönecek. Yani elimizdeki malzemenin kaynağına bakıldığında daha çok akli çaba, içtihat faaliyeti olacak. Dolayısıyla zaten biraz sonra din dediğimiz şey birbiribe geçmiş üç halkadan oluşur. En küçük halka, işte kitap sünnet dediğimiz naslar vardır. Onun dışında işte icma denilen ümmetten, diğer şeylerden tevaruz edilen bir takım uygulamalar vardır. Onun en dışında da en büyük halkayı her devirde insanların dini algılamaları sonucu ile oluşmuş birikim vardır. Din denilen şey de işte budur şeklinde bir tasnifi var. Sonra bunları şey yaptıktan sonra Hoca, bu içtihadın niçin dini anlamada önemli olduğunu şöyle diyor. Eğer hani lafızlara takılınırsa sadece yani ayet bunu söylemiş, hadis bunu söylemiş denilir ise bu çok kısır bir faaliyet olacak ve hiç bir zaman çözüm bulamayacak. Zaten şöyle demiş; “nitekim müslümanların tarihi tecrübesinde nasların literal anlamıyla yetinip yani ayet bu, lafız bu, kelime bunu ifade eder şeklinde konuşanlar, nasların literal anlamı ile yetinip şer’i hükümleri bu çerçevenin dışına çıkarmayan tavırların azınlıkta kaldığı, nasların fıkhi açılımları…
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bu çok önemli. Bunu izah et.
FATİH ORUM: Nasların fıkhi açılımlarının müçtehid fakihle tarafından yapıldığı, onların kurdukları yorum metodolojileri ile içinde hukuki tefekkürün geliştiği, daha sonra usul eserleri telif edenlerin ise bu zengin fıkhi mirası sistemleştirip dil ve mantık kuralları ile formüle ettiği görülür. Yani şu. Hani deniliyor ki sürekli bu konudan muzdaribiz. Herhangi bir konuda Hocamın yaptığı ve bizim de takip ettiğimiz, Allah’ın ayetlerine bakalım neler söylüyor. Bu yanlış. Bundan sonuç çıkmaz. Niçin.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bu çok önemli. Eskiden öyleydi zaten. Şimdi şu anda artık o işin lafı da bırakılıyor.
FATİH ORUM: Yani bir kere bu usulsüzlük. Biraz sonra söyleyecek onu. Bu bir usulsüzlük. Bu yanlış bir metot. Bunu şununla örneklendirebiliriz: Bir memur bir isteğini dile getirirken hemen kendisinden bir üst derecedekine müracaat eder. O, ötekine. O, ötekine. Sen gelip buradan doğru valinin kendisine dilekçeni yazamazsın memursan. Bu bir usulsüzlük. Benzer bir şeyi Allah’ın kitabı için tasarlıyorlar. Diyorlar ki; hiç bir mümin, elindeki kitabı doğrudan açıp oradan hareketle herhangi bir yorumda, uygulamada bulunamaz. Bu bir usulsüzlük olur. Niçin? Peki ne yapmamız lazım? Onun öncesinde bir silsile var. O silsileye başvuracaksın. Senden öncekiler neler demiş, nasıl bir birikim var, hangi konularda icmalar var, hangi konularda artık tamam bu iş budur denilmiş sen onlara bakacaksın. Çünkü bu senin bakacağın şey, Kur’an’dan farklı olabilir. Çünkü onlar, çeşitli gerekçelerle Kur’an’dan farklı hükümler koymuş olabilirler. Dolayısıyla sen, işte Kur’an budur deyip hüküm veremezsin. Bunu yapanlar, tarih içerisinde hep dışlanmıştır ve azınlıkta kalmışlardır. Oysa ötekini yapanlar yani bu nasların etrafında bir birikim oluşturup bir metodoloji kurup bir usül oluşturup ona göre hareket edenlerdir asıl öne çıkanlar. Bunu biraz sonra daha ayrıntılı olarak söyleyecek. Buna Hoca, sözlü ve ameli gelenek diyor. Aynen bu ifadeyi kullanıyor: gelenek. Tüm bunlardan oluşan bir birikim, tarihi süreç. Ve budur işte şu an günümüzde yaşayan insanın dilekçesini göndereceği ilk mercii orasıdır. Orası halledecek. Yoksa doğrudan, tırnak içerisinde söylüyorum; doğrudan Allah ile işini halledemez. Arada bir takım zincirler var onları geçmeyecek. Yani Türkçesi esasında bu.
HARUN ÜNAL: Ansiklopedi ile ilgili bir cümle söyleyebilir miyim? 80’li yıllarda ben bir 7 yıl ara vermiştim. İstifa etmiştim. Ahmet Gürtaş hayattaydı. Ansiklopedide çalıştım madde hazırlığında. Maddeleri bütün olarak biz alt kısımda hazırladık bütün kaynaklarda. Orada çalışan bir çok hocalarım özür dilerim prefosörler de dahil olmak üzere, gelir derlerdi ki; siz bunları nasıl, nereden buluyorsunuz? Biz bu maddeleri hazırlardık. Fakat bizim adımız konmazdı. Çünkü en az başında bir Dr. olması lazım biz doktorasızdık. Dolayısıyla Hocam da Bardakoğlu benim sınıf arkadaşımdır. Dolayısıyla bunların hiç birini bizatihi ele alıp şey yaptık. Son olarak 5.ciltte benim adımı koymuşlar nasıl olduysa. Dolayısıyla bütün bu yazılanların çoğundan belki yazarlarının da haberi yoktur maddelerden. Maalesef böyle bir problem biz yaşadık ve bunu yaşadığımız için de biz ayrıldık.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ali Bey’in başka yazıları var, orada da aynı şey var.
FATİH ORUM: Bizim Hanefi mezhebinde meşhur bir usülcü vardır Kerhi dediğimiz kişi ve onun usulüne sürekli atıfta bulunulur. Güya Kerhi şöyle demiş; mezhebinizin fakihlerinden bize intikal eden herhangi bir hüküm, bir fetva Kur’an’ı ve sünnete muhalifse biz; bu, hemen Kur’an’a ve sünnete muhalif diye mezhepten tevarüs edilen o hükmü atmayız. Gerçekten bu ayet ya da bu rivayet, acaba doğru mu? Nesh edilmiş olabilir mi? Farklı bir anlamları var mı? Dolayısıyla biz, mezhebimizin hükmünü hemen Kur’an’a muhaliftir diye atmayız. Ali Hoca, Kerhi’nin o sözüne atıfla diyor ki; “bu sebeple Kerhi gibi klasik dönem fakihlerinin bir olay ile karşılaşıldığında fıkhi yorum alanında geliştitilen bunca zengin birikimi gözardı ederek bu tekel olayı hükmünü doğrudan bir ayet veya hadisten çıkarmaya kalkmanın yanıltıcı olabileceği şeklindeki uyarılarına hak vermek ve bunu salt mezhep taassubu ile takınılmış bir refleks olarak görmemek gerekir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Peki şimdi tabi bu mantıkda bizim fakültede de bu anlayışta malesef kişiler var. Adına akademisyen denen insanlar var. Onlara ayet falan okuyamıyorsunuz. Kesinlikle dinlemezler. Summun, bukmun umyun yani. Böyle sağır, dilsiz, kör. Okuyamıyorsunuz. Ama size, Allah’a şüküt okunuyor. Okuyayım! Bak diyor ki Allah elçisine. “Ve enihkum beynehum bimâ enzelallâh: Allah’ın indirdiği ile hükmet aralarında. “Ve lâ tettebi ehvâehum: onların arzularına uyma”,”vahzerhum: dikkatli ol”,”en yeftineku amba’di mâ enzelallâh: Allah’ın indirdiklerinden bir kısmından başının etini yiyerek seni uzaklaştırabilirler”. “Fe in tevellev fâ’lem ennemâ yuridullâhu en yusubehum bi ba’dı zunûbihim: eğer yüz çevirirlerse bil ki Allah onların başkarına yaptıkları bazı günahlardan dolayı bir musibet getirmek istiyordur”. Şu anda işte islam aleminin musibetlerini görüyorsunuz. “Ve inne kesiran minen nâsi le fâsikun: şurası bir gerçek ki insanların çoğu yoldan çıkmıştır”(MAİDE 49). “E fe hukmel câhiliyyeti yebgun: bunlar Allah’ın kitabını bırakıp da cahiliyet hükmünü mü arıyorlar”. İşte ne olduğu açıkça ortada değil mi? Cahiliyet hükmü arandığı belli yani. “Ve men ahsenu minallâhi hukmel li kavmin yûkinûn: yakin sahibi olanlar için Allah’ın hükmünden daha güzeli nedir”(MAİDE 50) dediği halde orada hangisinin güzel olduğunu söylüyor? İstersen bir daha oku. Bir de Allah nediyor? “Ve men lem yahkun bi mâ enzelallâhu fe ulâike humul kafirûn”(MAİDE 44) diyor. Bu arada şunu da söyleyeyim. Resulullah zamanında İsa(as) geleli kaç sene olmuştu? 600 küsür sene. Yedi kere yetmiş bir. Bu yedi kere yetmiş bir Tevrat’ta geçe bir ifade. Vedat söylüyordu. Neyse. Tevratta tam tarihi de veriliyor. Resulullah’ın geliş tarihi de veriliyor. Peki Tevrat ineli? 2000 yıl. Kur’an ineli 2000 yıl oldu mu? Olmadı. Kur’an ne diyor bakın. Yahudi ve hıristiyanlara ne diyor? Mesela hıristiyanların konsilleri var. Yahudilerin dünya kadar kitapları, talmutları, başka bir takım şeyleri var. Allah yahudilere, hıristiyanlara ne diyor? Bak diyor ki; “kul yâ ehlel kitâb: de ki; ey ehli kitap”,”lestum alâ şey’in: hiç bir temeliniz olmaz”,”hattâ tukimut tevrâte vel incil: tevrat ve incili ayakta tutmazsanız hiç bir temeliniz olmaz”. Ondan sonra “unzile ileykum min rabbikum: Rabbiniz’den size indirilen bu kitap” (MAİDE 68) tabi Kur’an indikten sonra olduğu için böyle diyor. Şimdi zaten tevrata, incile baktıkları zaman Kur’an’ı inanma zorunluluğu ortaya çıkıyor. Peki 2000 yıl sonra tevratı incili uygulamazsanız sizin bir temeliniz olmaz diyen Kur’an, şimdi kalkıp da bize, Kur’an’ı uygulamazsanız bir temeliniz olmaz mı diyecek? Ama yapı o değil mi? Bizim ulemamızın görüşüne ters olursa ya mensuhtur ya muevveldir. Ne demek oluyor? Onların ulemasının görüşüne, Kur’an’da esir yoktur dediğiniz zaman ulemasının görüşüne ters düşüyor. Kur’an’da esirlerin öldürülmesi olmaz dediğin zaman ters düşüyor. Esir var da kölelik cariyelik yoktur. Yanlış söyledim. Kur’an’da kölelik cariyelik yoktur dediğiniz zaman onları görüşlerine ters düşüyor. O zaman Kur’an’ı bırakıp onu alacaksınız değil mi? Daha niye şikayet ediyorsunuz bugün İşid’den? “Efendim batı şikayet ettiği için, batı kriterlerine ters düştüğü için”. Ne oluyor kardeşim kusura bakmayın!
FATİH ORUM: Şöyle devam ediyor. “Kitabın lafızlarının şer’i hükme delaletinin mümkün veya muhtemel yönlerini belirlemede şunlar kriter olarak alınır”. Neymiş bunlar? “Sözlü ve ameli gelenek yani sünnet, icma, nuzul sebebi ve nüzul ortamı, Kur’an’ın nazil olduğu dönemin sosyal yapısı, nasların tarihi, insanlığın tabii fıtri tecrübeleri, toplumun genel yararları”.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tabi bu mantık da şu var. Kur’an Allah’ın kitabı değil. Allah’ın kitabı olsa nüzul ortamı, bilmem onu alt yapısını oluşturur, arka planını oluşturur sözleri falan. Güneş nereye doğarsa doğsun. Güneşi anlamak için doğduğu çöplüğü anlamak zorunda mısın? Çöplüğü tanımadan güneşi anlamazsın mı diyeceksin? Bu Allah’ın kitabı. Sanki Allah’ın değil de orada doğmuş Muhammed’in eseridir. Muhammed de nasıl yazmışsa o. Genel mantık budur maalesef.
FATİH ORUM: Daha sonra peki Kur’an’daki bir takım hükümler var. Ahkam dediğimiz ayetler var. Peki bunları nasıl anlamalıyız? Bunlarla ilgili daha çok vurgu bu hükümlerin yani Allah şunu edin bunu yapın. Zina edene şu kasar celde vurun, hırsızın elini kesin, kafirlere karşı şunları yapın şeklindeki ayetlerde hep şey ortaya çıkıyor. Yani o dönemdeki ortam. Nüzul ortamı. Mesela diyor ki; zekat konusunun da verileceği yerler dışında Kur’an’da ayrıntı bulunmayışı, konunun toplumdan topluma, dönemden döneme değişkenlik taşımasıyla ve kamu hukukuyla doğrudan alakası vardır diyor. Mesela miras hukukuyla ilgili kadına yarım hisse verilmesi. Bu durum, kadına mirastan pay vermeyen ataerkil geleneğe göre köklü bir değişikliktir. Yani öncesi daha kötüydü. Mesela adam öldürme, yaralama için kısas ve diyet. Hırsızlık için el kesme..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bak şimdi bunu anlayın. O toplumda zaten kadına hiç miras verilmiyordu. Peki o toplumda kadına miras verilmiyordu da Hatice nasıl zengin oldu? Nerden çıkarıyorsunuz o toplumda kadına miras verilmediğini. O konuda ben şu ana kadar bir delile rastlamadım. Miras konusunda doktora yapan Abdurrahman. Verilmediğine dair bir delile rastladın mı?
ABDURRAHMAN YAZICI: Verilmediğine dair bazı şeyler var Hocam. Yani düşük seviyeli aileler vermiyor. Üst seviyenin mirasçı olduğu ve tek bir yapı da yok. Kuzey Arabistan, Güney Arabistan, Mekke, Medine. Mesela Medine ile Mekke arasında farklar var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Mekke’de verilmiyor mu?
ABDURRAHMAN YAZICI: Verildiğine dair rivayetler var. Bunu söyleyebilirim.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Olmaması mümkün değil.
ABDURRAHMAN YAZICI: Ama verilmediğine ilişkin de bazı rivayetler var.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bugün de var. Mesela gidin Karadeniz’e kızlara kolay kolay mirastan pay vermediklerini söylüyorlar. Erzurum’da da vermiyorlarmış. Daha önce söylemişimdir. Bizim köyde ben hatırlıyorum bir tane halam var. Babamlar 7 kardeşti birisi kız. Miras pay ediyorlar küçük bir çocuktum. Halamı çağırdılar dediler ki sen kız çocuğusun gittiğin yerde üzülmemen lazım. Nereyi beğeniyorsan al gerisini biz aramızda paylaştıracağız. Öyle söylediler. Böyle söylediler diye insafsızlık falan yapmadı yani. O da son derece akıllıca siz nereyi verirseniz verin dedi. Yok yok dediler öyle değil. Senin beğendiğin yerler varsa önce onları al. Bizim köyde bir kadına miras verilmediğini duysa bile şaşırır. Ne demek öyle şey mi olur derler. Çünkü öteden beri ilimin hakim olduğu bir bölge orası ama verilmediği yerler var bugün. Türkiye’de, İslam aleminde dünya kadar var. O başka bir şey, bu işin bir kanununun olması başka bir şeydir.
FATİH ORUM: Bir de tabi hepimiz biliyoruz. Kur’an’da bir takım ceza hukukuna dair bir takım hükümler var. Peki bunlar nasıl anlaşılmalı? Adam öldürme ve yaralama için kısas ve diyet. Hırsızlık için el kesme. Zina iftirası için celde. Anarşik suçlar için ölüm, el ve ayak kesme, idam ve sürgün cezalarından Kur’an’da bahsedilir. Bu 5 suç ve ceza Kur’an’ın toplum hayatının tanzimi, adaletin temini ve suçun önlenme için zaruri görerek getirdiği müdahaleler olup bunların bu alanda yapılacak hukuki düzenleme ve uygulamalara zemin hazırlama ve onların üst sınırını belirleme şeklinde anlaşılması da mümkündür.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Böyle de anlaşılabilir. Yuvarlak ifadeler.
FATİH ORUM: Doktrinde Kur’an’ın bu belirlediği dinin değişmez hükümleri olarak görülüp bunun haricinde kalan hususların yetkili mercilerin takdir ve uygulamasına bırakıldığı kanaati hakimse de müslüman toplumların tarihi tecrübe ve geleneği daha farklı yorumlara imkan verecek bir zenginlik taşır.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şimdi tabi tarihi bir tespit olarak doğru. Cezaya bakın. Kur’an’ın belirlediği birkaç tane had ve kısas cezaları anlatılır. Kur’an’ın ceza ile ilgili koyduğu prensiplere hiç bir şekilde yer verilmez. Muhteşem bir ceza sistemi vardır. İşte had, kısas ve tâzir diye üçe ayırırlar cezayı. Tâzirde yetki tamamen devlet başkanına verirler. Beğenmediği bir kişiyi öldürmeden, en küçük şey kadar istediği kanunları çıkarabilir. Yani fiil Kur’an, ceza hukukunda dışlanmıştır. Zaten had ve kısas cezaları da şüphe ile düşen cezalar olduğu için Osmanlı ceza kanunnamelerine bakın görürsünüz. Zina edene şu kadar para cezası. Hırsızlık yapana şu kadar para cezası diye maddeleri görürsünüz.
YAHYA ŞENOL: Biraz önce dersin başında bir söz söyledi Hocamız. Dedi ki; islami ilimlerde genel bir kanaat var. O da şu. Şöyle formüle edilmiş: “essunnetu kâdıyetun alel kitâb” diye. “Sünnet, kitabın üzerinde belirleyicidir/söz söyleyicidir” diye. Yani deliller sıralaması kitap sünnet diye gelir ama fiiliyatta: sünnet, ondan sonra kitap gelir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Hatta kitap gelmez.
YAHYA ŞENOL: Onu beyan eden bir şey var elimde. Kur’an ve Fıkıh diye Tahsin Görgün Hoca tarafından 2001 yılında sunulmuş bir tebliğ.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Tahsin Görgün de 29 Mayıs Üniversitesi’ndedir zannederse.
YAHYA ŞENOL: Orada prefosör. O, tebliğinde işte bu sünnetin neden ilk sırada yer alması gerektiğini vurguluyor ama ona herhalde haftaya geleceğiz. Çok kısa olarak şunu aktarayım. Diyor ki; Kur’an’ı tebliğ eden şahıs Hz. Peygamber’dir. Dolayısıyla tebliğ de asıl fail odur. Tebliğ ede ile tebliğ edilen şey ayrı düşünülemeyeceği için birbirinden, burada esas önemli faktör Hz. Peygamberdir. Her ne kadar Allah bu sözü ona söylemiş olsa da onu insanlara ulaştıran kimdir? Resulullah’tır. Resulullah, Allah’ın söylediği bu sözleri idrak edilebilir bir seviyeye indirerek söylemiştir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Değiştirmiş yani.
YAHYA ŞENOL: İdrak edilebilir hale gelmesini sağlamıştır. Beyan budur diyor. Aynen yazdığı şekliyle okuyayım müsadenizle.
ABDULAZİZ BAYINDIR: “Bellig mâ unzile ileyke mir rabbik”(MAİDE 67) Rabbin’den ne indirilmişse onu o şekilde tebliğ et.
YAHYA ŞENOL: Diyor ki; Hz. Peygamber fail olduğu için tebliğ olunan Onun şahsından ayrı olarak görülemeyeceği için sözün sahibi her ne kadar yüce Allah ise de sözü insanlara ulaştıran Hz. Peygamberdir. Hz. Peygamber inanlara sadece sözü ulaştırmamış, sözü kendi fiillerinde idrak edilebilir hale getirmiştir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: O başka. Şimdi oldu.
YAHYA ŞENOL: “Bundan dolayı sünnet daima ön planda olmak zorundadır. Siz, islami ilimlerin Kur’an ile bağlantısını düşünürken bunu düşünmeniz lazım. Kur’an hiç bir zaman sünnetin önünde yer almaz”. Bir vakıayı söylüyor aslında. Böyle olmak zorundadır diyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Vakıayı söylüyor ama kendi inancı olarak böyle olmak zorundadır diyor.
YAHYA ŞENOL: “O yüzden ilk dönemlere baktığımız zaman biz, hiç bir islami ilimin, tefsir, fıkıh kaynağında birinci derecede Kur’an’ın rol oynadığını göremezsiniz. Bu zaten böyle olmak zorundaydı ve böyle olmuştur.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir daha o cümleyi tekrarla.
YAHYA ŞENOL: İlk dönemler söz konusu olduğunda Kur’an’ın islam toplumunun oluşumu ve devamı açısından bire bir lafzi ilşkisi anlamında doğrudan bir tesiri olduğunu veya olmasını gerektiren bir durumu tespit etmek oldukça zordur. Aslında bu, kitaba bakışın en önemli şeyi. Deniliyor ki Kur’an, şu şekilde bir kitap olarak gelmedi. Kur’an bir hitap olarak geldi ve 23 yıllık bir sürede tamamlandı. Böyle baştan sona bir kitap olarak gelmediği için Kur’an bir toplumu doğurmadı diyor. Toplum Kur’an’ı anlayıp işte bu ilimleri doğurdu. Bilmiyorum doğru aktarabildim mi? Bir kez daha tekrar edeyim. Kur’an, bir bütün olarak..
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kafaları karıştıracaksın ki..
YAHYA ŞENOL: Kur’an, bizatihi kendisi toplum inşa etmedi. Toplum, zaman içerisinde inen Kur’an’ı Peygamber’in şahsında gördü, bir şeyler anladı. Bu anladığını yazıya geçirince fıkıh oldu, hadis oluştu, tefsir oluştu. Yani pratik, daha sonra teoriyi doğurdu. Teori, pratiği doğurmadı hiç bir zaman. Kur’an, onları anlayışına göre teoridir. Teoride pratik hayat doğmamıştır. Zaten yaşanılan bir şey vardır. O yaşanılan şeyler yazıya geçirilince teori doğmuştur. İşte bugün siz, bir fıkıh kitabına baktığınız zaman orada Kur’an ile bir bağlantı göremeyebilirsiniz. Bu normal ve böyle olmalı zaten. O yüzden her zaman için belirleyici faktör sünnettir. Ama sünnetin ne olduğunu anlayacak olan insan kimdir? O da birebir Hz. Peygamberin çağdaşı olan insanlardır ki onlar da ashabı kiramdır.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir de yaşayan sünnet kavramı var onlarda biliyorsun.
YAHYA ŞENOL: Bu. Sünnetin ne olduğu yani Resulullah, ayetleri idrak edilebilir bir hale getirdi, O’nu idrak edilebilir hale getirdiği fiiliyatı kim gördü? Biz görmedik bugün. Sahabe gördü. Onlar da resule yani sünnete ittiba etmede oldukça büyük başarı gösterdiler. Dolayısıyla onlardan sonra gelen herkesin, işte sahabeden sonra gelene tabiin, tabiinden sonra gelene tebei tabiin, herkes kendisinden bir öncekine uymak zorundadır. Tabiin, sahabeyi atlayarak resule asla uyamazlar. Tabiin ashaba, tebei tabiin tabiine, işte böyle 1400 yıl buraya geldiğimizi düşünün. Biz bu aradaki 14 asırlık birikimi ortadan kaldırarak Kur’an’a ulaşamayız. Herkes bir öncekine uymak zorunda. Çünkü diyorlar Kur’an, resulün pratiği ile idrak edilebilir bir hale geldi. O’nun pratiğine sadece sahabe vakıf oldu. Sahabenin pratiğine tabiin. Onların pratiğine tebei tabiin, böyle böyle bir silsile geldiği için siz bugün o silsileyi ortadan kaldırıp şu Kur’an’da var, şu Kur’an’da yok diyemezsiniz bu yanlıştır. Ama haftaya bunu daha detaylı göreceğiz inşallah. Daha sonra bu tebliği müzakere eden Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hoca, biraz önce kitap maddesini aktardı Fatih Hoca. Ali Hoca’yı tanıyorsunuz. Eski Diyanet İşleri başkanı. Ben şahsen Diyanet İşleri Başkanı iken kendisinden bu görüşleri duymadım. Şimdi okuyacağım görüşleri. Harun Hoca dedi ki; madde hazırlanırken orada çalışa araştırmacılar çoğu zaman hazırlamıştır. Fakat ünvanları olmadığı için büyük hocaların isimleri oraya yazılmıştır. Olabilir, belki Ali Bardakoğlu bunları söylememiştir dedi. Ama burada bizzat kendi söylediği sözlerin yazıya geçilmiş hali var. Bizzat kendisi tebliğde, Kur’an tefsir araştırmaları 2001’de İstanbul’da düzenlenmiş.
ABDULAZİZ BAYINDIR: İslami İlimler Araştırma Vakfında.
YAHYA ŞENOL: Evet. Ali Hoca diyor ki; “bir önceki tebliğde yani Tahsin Görgün Hoca’nın sunduğu tebliğde, kitap, sünnet, icma ve kıyas delili sıralamasında sünnetin ilk planda yer aldığını gördük. Hayır bu doğru değil. Baktığımız zaman her zaman bunun tam tersi olmuştur. Aynen okuyayım ki yorum kattığım falan düşünülmesin. Diyor ki; “inşa edici yani bir islam hukukunu, islami ilimleri inşa edici işlevsel delillerin kitap, sünnet, icma ve kıyas olduğu söylenir. Kur’an, sünnet, icma ve kıyas hiyerarşisi aslında doğru değil belki bunun tersi doğrudur”. Kendi görüşünü söylemiyor. Vakıa böyledir diyor.
SERVET BAYINDIR: Doğru bir tespit.
YAHYA ŞENOL: “Yani oluşumda asıl belirleyici faktör reydir. Yani fakihin kendi içtihadı ile ortaya koyduğu bir sonuçtur. Bütün fıkıh külliyatının”, bakın bunu islam hukuku prefosörü ve kaç dönem yaptı bilmiyorum Diyanet İşleri başkanı olan hoca söylüyor. Hadi diyelim benim sözüm değil. Bizzat kendi sözü. Diyor ki; “bütün fıkıh külliyatının rey üzerine bireysel çaba ve bakış açısı üzerine kurulduğunu söylersek abartmış olmayız.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Çok doğru söz.
YAHYA ŞENOL: Bugün siz bir Hanefi fıkıh kitabını, Mebsud’u, Kâsâni’yi veya Şâfi fıkıh kitaplarından Kitabul Um’u, Kitabul Mecmu’yu karıştırdığınızda Kur’an’a rastlamazsanız şaşırmayın diyor. Tamamen bireysel çaba ve rey ürünüdür bunlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bu tespit doğru.
YAHYA ŞENOL: Doğru bir tespit bu. Vakıa tespiti.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ben az önce söyledim ya. Ada görüşünü söylemiş delili de sonradan bulmuşlar.
YAHYA ŞENOL: Onu çok açık söyleyecek. Diyor ki; bu deliller arasında daha az işlevsel olanı belki sünnet. Hani senin dediğin gibi bir numarada sünnet değildir diyor Tahsin Hoca’ya. En altta da Kur’an yer alır. Vakıa budur gerçekten. En alttadır Kur’an’ın yeri. Ama peki niye kitap, sünnet, icma, kıyas diye geçmiş kitaplarda? Bunun da bir sebebi var. Rastgele olmamış bu. Diyor ki; bunu bu şekilde ifade etmek belki de müslümanların inanç dünyaları ile dine bakışlarıyla tevhid akidesi ile ilk planda çelişki gibi olacağı için hep daima tersten ifade edilmiştir. Üzülmesinler, yanlış anlamasınlar diye kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak tescillenmiştir bunlar. Böyle olmak zorundadır zaten diyor ama önce vakıayı aktarması bakımından bunu söylüyorum.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Böyle olması gerektiğine de inanıyor kendisi.
YAHYA ŞENOL: Diyor ki bakın; mesela yeni bir meseleyle karşılaştınız. Bunu mutlaka Kur’an ile uyuşturmaya çalışmayın. Bulamayabilirsiniz. Ama bir müslüman olarak.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bulamayabilirsin değil, yoktur diyor.
YAHYA ŞENOL: Burada söylediği o. Bulamayabilirsiniz. Ama Kur’an’dan da bir müslüman olarak istifade etmek zorunda olduğunuza inanıyorsunuz. İçimizde böyle bir inanç var. Hiç bir şey yapamazsanız Kur’an’ın genel prensipleri vardır: adalet, yardım severlik, bu tip şeylere gidersiniz diyor. Bakın işte bu şekilde bir irtibat kuraranız. Bak, yeni çıkan bir mesele ile Kur’an’dan bir irtibat kurabilirseniz eğer siz akılla irtibat kurduğunuzu zannederek mutlu olursunuz. İşte fıkıh, bu mutluluğu sağladığı için önemlidir. Yoksa böyle bir irtibatın bizatihi olduğu anlamına gelmez. Bakı aynen okuyorum ben. Altını falan da çizdim. Yorum yapmıyorum. Herkes açıp bunu görebilir. Fıkıh bu mutluluğu sağladığı için çok önemlidir. Okur mutlu olursunuz. Ayetle bağlantı kurmuşlar falan.
FATİH ORUM: Onun için mutluyuz biz. Ben de diyorum niçin hep gülüyoruz!
YAHYA ŞENOL: Asıl önemli bir şey daha var. Onu da atlamayayım. Bugün birçoğumuzun zihninde şu vardır. Kura medeniyeti olsun istiyoruz değil mi? Müslümanın en büyük hayallerinden biri budur. Öyle bir medeniyet kuralım ki bunda kurucu faktör, kurucu aktör Kur’an olsun. Her şeyimizi Kur’an belirlesin. Kur’an’a göre yaşayalım. Kur’an’a göre ağlayalım, Kur’an’a göre gülelim. Diyor ki; biz istiyoruz ki bizim kurduğumuz bu medeniyette Kur’an belirleyici olsun müslümanlar olarak. İnandığımız kitabın daha aşağı bir rol üstlenmesine gönlümüz ve dindarlığımız razı olmuyor. Olmaz tabi. Kur’an’dan bir şey bulamazsanız bu sizi tatmin etmez. Halbuki öyle zannediyorum ki Kur’an’a bir medeniyet kurmak bir fıkıh kültürü kurmak gibi bir amaç yüklemek de tartışılması gereken bir nokta. Yani doğru bir şey beklemiyorsunuz siz. Kendi görüşü ne? “Bana öyle geliyor ki Kur’an’ın medeniyet kurmak gibi bir işlev ve amacı olmaz. O sadece bilinene ilahi bir hikmet açısından bir bakış ve yorum getirir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Batılılar şunu yapmış, iyi yapmışlar.
YAHYA ŞENOL: “Kur’an’ın medeniyet kurmak gibi (yani islam medeniyeti) kurmak gibi bir işlev ve amacı olmaz. O sadece bilinene ilahi hikmet açısından ilahi hikmet ve yorum getirir”. Kur’an’ın bugün ifade ettiği mana bu. Bunu söyleyen kişinin de şey açısında söylemiyorum eleştirme şu bu. Hayır. Ama Ali Bardakoğlu Hoca, bu ülkede kaç yıl Diyanet İşleri başkanlığı yaptı.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şu anda Kur’an araştırmaları merkezinin başkanıdır.
YAHYA ŞENOL: Duyan var mı böyle bir şey ifade ettiğini? Ama biz söylediğimiz zaman, fıkıh külliyatının Kur’an ile ilgisi yok kıyamet kopuyor. Vay fıkıh düşmanları, vay gelenek düşmanları, vay bilmem ne. Halbuki bizim söylediğimiz de bir vakıayı tespitten ibaret. Gerçekten diyoruz yani üzülmeyin. Diyor ya fıkıh açıp baktın bir ayet ile delil kurabiliyorsan mutlu olursun sadece. Yoksa gerçekten islam fıkhını Kur’an’dan okuduğunuzu falan zannetmeyin bu hayalcilik olur.
ABDULAZİZ BAYINDIR: O bir tespit güzel de böyle olmalıdır kısmı yanlış.
YAHYA ŞENOL: Son şunu da söyleyeyim. Farklı bir ifade şekli. Mevcut hukukun diyor fıkhi meşruiyete ihtiyacı olduğu için biz Kur’an ve sünnetten bahsediyoruz. Söylediklerimize bir dayanak bulmak için bunu kullanmam zorundayız. Yoksa insanlara bunu kabul ettiremeyiz. Bu açıdan Kur’an ve sünnet bir bakıma ulaşılan sonuçların meşruiyet tabanını oluşturur, kaynağını oluşturmaz. Kur’an’da ve sünnetten hareketle bir meseleyi asla çözemezsiniz. Çözeseniz, çözdüğünüz meseleyi Kur’an’a yamayabilirsiniz bu serbest. Ama Kur’an’dan hareketle asla bir mesele çözemezsiniz çünkü Kur’an bu meselelerin çözüm kaynağı değildir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Rasim Hoca’da kısa bir katkıda bulunacak. Soru cevap da var ona göre şey yapalım.
RASİM HOCA: Çok güzel konuştuğunuzdan dolayı kusura bakmayın ben de bir kaç kelime söyleyeyim. Ne ile ilgili? Bakın hep biz tartışıyoruz. Kur’an-sünnet. Sayın Ali Bardakoğlu da bunu tamamladı bir manada. Ne manada tamamladı? Doğruları gösterdi. Biz tartışıyoruz, iş olduğu seviyede olduğu durumda. Hiç bir gelişim yok. Bana göre bu serbestlik ile ilgili Allah herkese konuşuş vermiş, hak vermiş. Bu bir gelenek oluşmuş. O geleneğin içinde bir kulvar oluşmuş. Konuşanlar konuşsunlar, onları geliştirsinler. Görüşlerini olduğu kadar söylesinler. Ama buna karşı bir başka gelenek, bilimsel gelenek de oluşmaktadır ve bana göre söyleye söyleye, vura vura onu söylemek gerekir. Yoksa böyle kaçmak yok. Bardakoğlu söyledi, biz gittik. Bardakoğlu var olsun, yazsın. Onu takip edenler yazsın ama biz de varız. Kur’an Kur’an’dır bizim anlayışımıza göre. Rusça, Rus kültüründe birinci dildir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Rasim Hoca, bizim Rusça bölümü başkanıdır. Profesör. Felsefecidir. Bir de bu fıtrat vurgusunun Rusya’daki etkisinin ne kadar yüksek olduğunu istersen bir iki kelimeyle söyle.
RASİM HOCA: Söylerim. Şimdi gelirim oraya. Birinci Kur’an’dır. Çünkü Allah’tır.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Allah’ın sözüdür demek istiyor. Söyleyen Allah’tır manasında.
RASİM HOCA: Evet. Her şey ikincildir. Bununla Rusya dünyası her şeyi söylemiş oluyor. Temeli al, o bina olmaz. Birincil, ikincil. Onunla herkes anlamalıdır. Ama durup sen bunu tersine çevireceksen o senin işin, o senin geleneğindir. Söylediğin kadar varsan herkesin hakkı var cehenneme. Herkesi yolu var cehenneme. Allah o yolu açık bırakıyor. O kuralı biz niye unutuyoruz? Niye biz Bardakoğlu’nu tutuyoruz. Niye biz gelenekten o kadar konuştuk bugün? Ya bunun pozitifleri nerede? Kim o pozitifleri konuşacak?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bu gün de ondan bahsettik!
RASİM HOCA: İyi yaptın. Ben onu söylemiyorum. Çünkü bunlar burada gelişiyorlar. Yeni fikirler söylüyorlar. Yeni anlatmalar söylüyorlar. Ama ben diyorum ki bu fikri söyleyerek burada durmamak gerekir. Bizim ne söylediğimizi, yeni kulvarı, yeni çığırı vurgulamak lazımdı. Allah Kur’an’da herkesi o yanlışlarını tekrarlayıp söylemez. Ama yerinde söyler de. Ama yenilerini söylüyor. Hocam onu ben kendime hep örnek alıyorum. Tamam onlar yanlıştı. Ne doğru söyleyeceksin? Doğrular buradan başlar. Kur’an var. Birincidir, tacımızdır. Çünkü Allah’tır. Bunun ardından gelen yazılar insani yazılardır. Onlar insana aittir Hocam. Allah’ın yüceliği o. İnsanlar onun yolundan giderler Hocam. O çok basit bir şeydir.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Senin bir sözünü söyleyeyim de o işi bitirecek.
RASİM HOCA: Biz bak konuştuk ama Allah Kur’an’da ne der? 30’a 30.ayette. Din fıtrattır. Biz gelin fıtrattan başlayalım. Kim bugün fıtrattan söyledi? Kimse söylemedi. Bardakoğlu var, gelenek var ama fıtratın yolunu biz söylemedik. Söyledikleri ondan dolayıdır. Evet şimdiye kadar öyle oldu ama şimdi Kur’an elimizde var, üniversiteler var, üniversitelerde profesörler var. E götürsün sağla Kur’an’ı söylesin. Bu bir madde. İkinci; Allah kaç yerde diyor ki Kur’an’da, sizi Kur’an tasdik ediyor. Neyi tasdik ediyor? Bütün vahiy tarihini tasdik ediyor. Nuh’tan başlıyor Hocam. O kitapları çıkartın koyun önüne. Biz bu günlerde çalışıyoruz Hocam. Parlak parlsk yazılar var. Birebir Kur’an’ı açıklıyor. Onları demiyoruz.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Bir gün Rasim Hoca benim odaya geldi unutmadığım bir söz söyledi. Dedi ki; Hocam dedi Muhammed peygamberin babası yok, anası yok, zenginliği yok, siyasi etkinliği yok, bir kardeşi yok, oğlu yok. Yani bir insanın keşke benim de olsa diyebileceği hiç bir şeyi yok. Ya ben bu durumda olsaydım? Ama dedi bak Allah O’na bir kitap vermiş dedi. Rasim Hoca’nın durumu şu: Rasim Hoca, Kur’an ile ilk defa burada tanıştı. Moskova’da uzun süre yaşamış. Çocukluğundan itibaren değil mi? Bir Kur’an, kütüphanede hiç olmazsa göreyim demiş. Annesinin dindarlığından dolayı bir Kur’an görevi demiş. Diyor ki; kütüphaneye gittim, uzaktan görmesine bile müsade etmemişler. Git izin al demişler. Bırak elini dokundurmasını arkada görmesine bile müsade etmemişler. İşte orada dedi ki; bak dedi Allah buna hiç bir şey vermemiş ama bir kitap vermiş dedi. O kitabı uyguladığı için Mekke’de büyük bir hareket meydana getirmiş. Medine’de devlet kurmuş. Arkasından gelenler dünyaya hakim olmuşlar. Sen şimdi o zaman herhangi bir zenginin adını bilmiyorsun. Şu kadar oğlu kızı olanı tanımıyorsun ama bugün Muhammed peygamberi tanımayan yok. İşte dolayısıyla bu tespit de çok mühim. Burada söylemiş oldum.
Burada bir soru var. Diyor ki; şu anki hukuk sistemine göre eğitim görüp de bu alanda meslek sahibi olmak Allah’ın hükümlerini uygulamamak günah olur mu?
Şimdi arkadaşlar. Allah’ın hükümleri evrensel doğrulardır. Bakın fıkıhta asırlardır Allah’ın hükmü diye uygulandı. Ne uygulandı? İşte şeriat denen, Kur’an ve sünnetin dışındaki yapı uygulandı. Ali Bardakoğlu’nun tespitleri doğru. Tahsin Görgün’ün tespitleri doğru. Ali Bardakoğlu’nunki daha doğru. Çünkü o fıkıhçı olduğu için. Tespitler doğru. Bizim katılmadığımız, böyle olmalıdır kısmıdır. Bakın aile hukuku. Kur’an’da talak suresi diye bir sure var. Bakara suresinde üç sayfalık talak ile ilgili ayet var. 8 yerde yanlış hatırlamıyorsam Allah, “bu, Allah’ın koyduğu sınırlardır yaklaşmayın” diye şey yapıyor talak konusunda. Bu Allah’ın koyduğu sınırlardır. Ya talaka uygun ne Allah’ın emrine Resulullah’ın uygulamasına uygun bir şey bulamazsınız bu mezheplerin içerisinde. Dört mezhebin dördünde de ne bir ayete ne de sahih bir hadise uygun hüküm vardır talak konusunda. Ya bu, ailenin yıkılması kardeşim. Bu ne oluyor? Evlenme ile ilgili hükümler de onun gibi. Öyle olmazsa çocuklarla insanlar nasıl evlenecek? Dolayısıyla Osmanlı şeriat ülkesiydi diyoruz. Ne şeriatı kardeşim? Buna şeriat diyorlardı onu uyguladı. Peki daha iyi değil miydi? Şunu söyleyeyim. Bizim bu en beğenmediğimiz yapı, Avrupa’nın bugünkü yapısından da bin defa daha iyidir. Onu da söyleyeyim. Karşılaştırdığınız zaman. Çünkü orada çok daha berbat bir yapı var. Mesela kısaca: evlenirken insanlar serbest. Boşanmaya geldi mi hakim boşayacak. Hakim kim oluyor ya! Bu daha kötü yani. O başka ama bir kaç tane şey var işte böyle yaldızlı şeyler var Avrupa kriteri diye karşımıza çıkarıyorlar. Ama bir de Kur’an’ın sistemini uygulayın, yeryüzünde bunun karşısında saygı duruşunda bulunmayacak kimse olmaz. Onun için hukuk fakültesinde okumuş kişiler, evrensel kriterleri esas alın, dünyada kimse size karşı çıkmaz. O evrensel kriterler, çok rahatlıkla uygulanacak kriterlerdir. Bilhassa ceza hukukunda. Mesela ceza hakimi olan insanlar daha rahat uygulayabilirler. Siz elinizden geldiği kadar doğruları yapmaya kalkın. Allah kimseye gücünün üstünde bir yük yüklememiştir.
FATİH ORUM: Bugün sahabenin anlayıp fıkha aktardığı sünneti atlayarak Kur’an’ı okuyup yorumlayan, aslında kendisini peygamber yerine koyuyor demektir. Kendi sünnetini uyduruyor demektir diyorlarmış sizin için.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Kim söylüyormuş onu?
FATİH ORUM: Birileri söylüyormuş.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Şimdi bunlar, arkadan mırıldanan insanlar. Çıkın karşımıza konuşun bakalım. Hadi buyurun. Hodri meydan.
HARUN ÜNAL: Hz. Ebu Bekir(ra), topladığı hadisleri yakmıştır. Hz. Ömer yasaklamıştır. Hatta hapse atmıştır. Bunlar ne yapmış? Resulullah’ı atlamış bunlar.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Ömer, Ebu Bekir(ra), gerçekten onların hayatları özel bir şekilde incelenmesi gerekiyor. Onlar hikme çok iyi biliyorlardı. Hikmet yok. Kur’an’ın ikinci kavramı hikmet diye bir şey yok. Bundan sonraki derse hikmeti de koyalım. Hikmeti nasıl anlatmışlar. Kitap ve hikmet, bütün nebilerin ümmetlerine öğrettiği iki şey. Hikmet diye bir kavram müslümanların hayatından tamamen çıkmıştır. Böyle bir şey yok. E hikmetsiz olan bir din nasıl problem çözecek kardeşim? Soru var mı?
Soru sormak isteyenler gene sorabilirler. Bu devam edecek Allah nasip ederse. Böyle bir başlangıç yaptık. Ortada bir gerçek var. Zaten Kur’an’a uygun değil Ali Bardakoğlu’nun çok haklı tespitiyle. Önce hüküm veriliyor sonra gerekçe. Hani önce bir asın. Hani ihtilal dönemlerinde var ya. Önce asın, sonra gerekçesini yazarsınız. İstiklal mahkemesi. Mesela İskilipli Atıf Efendi. Önce asıyorlar sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayınladığı kitabı delil gösteriyorlar arkasından asılmasına. Yapı bu. Önce fıkıh hükümlerini ortaya koyuyor, ondan bir iki asır sonra gelenler delil yok, delil uyduruyorlar. Uydururken de ayet bulmaları mümkün değil. Mümkün değil ayet bulamıyorlar. Hadis de bulmaları mümkün değil. O zaman ne yapıyor. Esirlerin öldürülmesi konusunda C. Hakk’ın meleklerle ilgili indirdiği ayetten iki tane kelimeyi çekiyor öldürülecek diyor. O da mutlu oluyor! İstanbullu olmuyor! Mut neresiydi? Mersindeydi!. Bir de son zamanlarda, aslında başlangıçta da Avrupa’nın çok ciddi etkisi var. Benim bir master öğrencim vardı. Kendisi Arnavutluk’tan gelmiş Edlira Hanım. Cemaatin okullarında yetişmiş. Hukuk fakültesini bitirmiş. Oranın önde gelen ailelerden birisinin kızı. Bir müddet sonra demiş ki; din bu ise ben yokum demiş. Kendisine anlatılan din. Aynen bunu söyledi bana. Din bu ise ben yokum demiş. Sonra hıristiyan olmanın yollarını araştırmış. O da tatmin etmemiş kendisini. Sonra geldi bana. Bizim derslerden çok memnun oldu ve bir master çalışması yaptı ama İtalyancası gayet iyi, İngilizcesi gayet iyi. Zaten uluslararası çalışan bir avukat. Konunun hakimi. İtalyancası çok iyi olduğu için oradaki İtalyan kaynaklarıyla karşılaştırma yaparak bir çalışma yaptı ki bizim evlenme ve boşanma ile ilgili hükümler Roma’dan adapte edilmiş. Ne zaman? Emeviler ile başlayıp Abbasiler ile kemikleşen dönemde. Çünkü Roma’da kadının adı yok. Ben de orada öğrendim. Yani şimdi diyelim benim kızım var. Evlenene kadar Abdulaziz 1 diyorlar birinci kızım için. Abdulaziz 2 diyorlar ikinci kızı için. Evlendikten sonra da kocasının adını söylüyorlar. Kadının gerçekten adı yok. Ve evlilik bir satış gibi. Kişilik diye bir şey yok. Bu yapıyı biraz adapte ederek islama uygulamışlar. Olmuş islam hukuku. Şimdi Ali Bardakoğlu haklı yani.
HARUN ÜNAL: Dünyada her türlü ihiyacını gidermek, ahirette de cehenneme atıp, hurilerle beraber diyor.
SADETTİN BEY: Hocam dersten anladığı birinci şey şu. Toplantılarda fikir beyan ediliyor. Allah o tarihte Kur’an’da bizim insanlara fikrini beyan ediyor.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Öyle anlaşılıyor malesef.
SADETTİN BEY: İkincisi talak ile ilgili sözlerinize şey yapacağım. Ben yeğenimin düğününe gittim. Orada nikahı kıyan var. Biz de şahit olarak aldılar. Ben de şahidin yanı dayım. Dedim ki bunlara şahitsiniz siz. Yalnız bunlar ayrıldı. Çocuğun ikinci evliliği. Ayrıldığı zaman siz bu şahitler, ayrıldıklarında gelecek misiniz? Siz dedim nikahı kıyan insan, siz dedim yine bulunacak mısınız? Dediler yook. Niye? O zaman dedim bu nikah geçersiz. Böyle saçma şey olur mu?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Aynı şahitler olması gerekmez boşanırken.
SADETTİN BEY: Ayrılırken kimse yok hocam. Ve dedim ki Kur’an ayrılırken de şahit gerekir. Bana ne dediler biliyor musunuz Hocam? Şeriatçımısın? Yeğenimin düğününde.
ABDULAZİZ BAYINDIR: Başka sorusu olan var mı?
YAHYA ŞENOL: Birilerinin içtihat, reyi ve usulleriyle ulaştığı sonuçları almak ve uygulamak mı daha doğru yoksa Kur’an ve sahih sünnetten yola çıkarak ulaştığımızı almak mı daha doğru? Hangisini uygulamak sorumluluk açısından gerekli ve hüküm açısından hangisi daha tehlikeli?
ABDULAZİZ BAYINDIR: Burada ikisi de tehlikeli olabiliyor bazen bu yolların. Geçmişte fıkıh kitaplarında ya da başka kitaplarda yazılan bir takım hükümler var. Bunların içerisinde doğruları da çıkıyor tabi. Yani hepsi yanlış değil. Ama son zamanlarda da Kur’an’da bir yerde bir şeyi görüp ona göre ahkam kesen insanlar çıkıyor. Yani Kur’an’ı kendine uydurmaya çalışan insanlar çıkıyor. Onlar da aynı şekilde kafalarına göre bir sistem oluşturup arkadan ayetleri delil getiriyorlar. Sapıklık bakımından bu iki birbirinden farklı değil. Kur’an’ı kendi sapıklığına alet edenler çok var maalesef. Burada, Kur’an’ı okuyacağız. Elbette ki ondan yaralanacağız. Elbette ki ondan birçok bilgilerimizi alacağız. Yani işte Kur’an, temiz bir hava güzel bir su iyi meyveler iyi içecekler. Ne bileyim yani her türlü şey ve balı olan bir yapıdır. Ama Kur’an’da açıkça belirtilmeyen hükümleri Kur’an’dan çıkarabilmek tabiattaki malzemeden yemek yapmaya benzer. Yemek yapmasını bilmezseniz o zaman hem malzeme zayi olur hem emeğiniz gider hem de ortaya hiç bir şey çıkmaz. Bizim ulemanın tamamen unuttuğu şey işte Ömer(ra) zamanından sonra unutulmaya yüz tutan şey ekip çalışmasıdır. Bu Allah’ın emridir. Ekip çalışması ile ancak sonuçlara ulaşılabilir. Eğer Süleymaniye Vakfı’ndan bir takım çözümler çıkıyorsa ki Allah’a şükür her zaman için çıkıyor. İşte o ekip çalışmasının ürünüdür. Ben bütün dostlarmıza Allah’ın emri olan bu sistemi uygulamalarını istiyorum. Haa! Şu var: ekip çalışmasının varmış olduğu sonuç insanlar için bağlayıcı değildir. Yanlış sonuçlara ulaşmış olabilirler. İçinize yatmıyorsa yani bozuk bir yemek nasıl sizi hemen rahatsız ederse bozuk bir hüküm de sizi rahatsız eder. Ona tatmin olana kadar da itiraz etmeye devam etmemiz lazım. Peki hepinize çok teşekkür ediyorum. Allah razı olsun. Bu dersler böylece biraz devam edecektir.