“Euzubillahimineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrarhim”
“Elhamdulillahi rabbil alemin, vel akıbetu lil muttakin, vesselatu esselamun ala resulune muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain”
Bu akşamki dersimizde bir iki ayeti kerime okuduktan sonra da sorularınızı alıp dersi bu şekilde tamamlamak istiyoruz. Ona göre sormak istediğiniz sorular varsa şimdiden hazırlayın. İnternetten de soru göndermek isteyenler gönderebilirler. Gerçi internet yayınlarında bu sıralar Türkiye’nin hemen her tarafında epey bir sıkıntı yaşanıyor. İnşallah iyi bir yayın olur.
Zekâtın kimlere verileceğine dair Tövbe suresinin 60’ıncı ayetini açalım. Burada Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
“İnnemassadekatu lilfukara-i velmesakini vel’amiline aleyha velmuellefeti kulubuhum vefi-rrikabi velğarimine vefi sebilillahi vebni-ssebil”(9/60)
Allah-u Teala burada sekiz sınıfa zekât verilebileceğini söylüyor. Diyor ki “sadakalar”. Sadaka kelimesini söylediğimiz zaman içine zekâtta giriyor diğer yardımlarda giriyor. “Sadakalar”; “fakirler”, “miskinler”, “sadakayla görevli kimseler” yani “sadaka toplamakla görevli kimseler” ve “kalpleri ısındırılan kimseler” içindir. “vefirrikab” “köleler” hakkında. “Velğarimin” “borçlular” hakkında. “vefi sebilillah” “Allah yolunda”. “vebni-ssebil” “uğrunda harcanır”. Bütün bunlar “feridaten minallah” “Allahtan size farz kılınmış” olan sadakalardır. Şimdi farz kılınmış olan deyince de diğer nafile sadakalar çıkıyor. Farz sadaka yani zekât kalıyor. Onun için bu ayeti kerime zekâtın harcanma kalemleri ile ilgili olarak inmiş bir ayettir. “vallahu alimun hakim” Allah bilir ve doğru karar verir.
Bu ayetteki sekiz sınıf iki ana gruba ayrılıyor. Fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevli kişiler ve kalpleri ısındırılanlar. Dördünün başına lam harfi ceri geliyor. “İnnema-ssadekatu lilfukara” yani şunun, şunun, şunun içindir. Böyle deyince bunların kendisine verilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Tabi kendisine verme işini bizzat zekâtı veren kişinin yapması gerekmez. Çünkü bir de zekât toplama memurluğu var. Bir kişi zekât toplamakla görevli kişiye zekâtını güvenerek verirse onun yapabileceği başka bir şey yoktur. Tabi bu bir devlet organizasyonu olduğu zaman güvenmek zorunda kalır. Zekât toplama memurları zekâtı alıp ilgili yerlere götürür verirler. Yani illa zekât veren kişinin bizzat bunu vermesi lazım değildir.
Bazı şeyler vardır gizleyemezsiniz. Mesela tarlanızda ürettiğiniz mahsul veya hayvanlarınız meydandadır. Ama ticaret malları gizlenebilir. Birisi gizli bir depoda saklayabilir. Parayı gizleyebilir, kimseye göstermeyebilir. Hz. Osman zamanında bir uygulama yapılmış gözükmeyen mallar yani para, ticaret malı gibi şeylere emvali batını denmiş diğerlerine de yani gözüken mallara da emvali zahiri denmiş. Demişler ki görünmeyen malların zekâtını insanlar kendileri versin, görünen malların zekâtını da devletin zekât toplamakla görevli olan memurları toplasın demişler. O zamanlarda böyle bir uygulama yapılmış sonradan bu gelenek olup kalıcı hale gelmiş. Şimdi fıkıh kitaplarının genelinde sanki dinin bir emriymiş gibi görünmeyen malların zekâtını kişinin kendi verir, görünen malların zekâtını da devlet toplar diye geçiyor. Yani o zaman ki şartlara göre yapılmış bir uygulamadır. Uygulamanın devam etmesi gerekmez. Çünkü burada Allah zekât toplamakla görevli memurları bütün zekâtlar için zikretmiştir. İşte burada dikkat edeceğimiz asıl husus 4 tane başında lam harfi ceri olan zekâtın harcama kalemi var. 4 tane de fi harfi ceri olan harcama kalemi var.
Fi dediğimiz zaman ne anlıyoruz. Bir katılımcı: Bir şeyi bir şeyin içine gizlemek için kullanılan araçtır. Abdülaziz Bayındır: Yani zarf dimi. Bir zarf. Şimdi bir tane zarf yapıyorsun içerisine dolduruyorsun onu. Fi! Bugün ona fon deniyor. Fransızcası Türkçede de kullanılıyor. İşte fon oluşturma ya da sandık oluşturma gibi şeyler söylenebilir. O fondan harcamalar yaparsınız. Ama şunun için şunun için şunun için dendiği zaman bizzat o kişilerin eline verilir. Eline derken yani onların mülkiyetine geçecek şekilde kendilerine verilir. Şimdi kendilerinin olan kişiler fakirler. Yine hatırlatayım zekât toplamakla görevli olan memurlar var ve o memurlara zekâtınızı verdiğiniz zamanda zekâtınızı vermiş olursunuz. Bugün mesela bazı kuruluşlar için zekât toplayanlar var. Türkiye de devlet kontrolü olmadığı için bu konuda da istismarlar çok olduğundan dolayı bu kuruluşları çok ciddi bir şekilde araştırıp onlara güvendiğiniz takdirde zekâtınızı verirseniz, zekât ibadetini gerçekleştirmiş olursunuz. O kuruluşlarda götürür fakire, miskine ve “muellefeti kulub”a verir.
Şimdi fakir dediğimiz zaten belli yani Türkçede de aynı kelime kullanılıyor. Fakirin karşılığı fakirdir. Ama bu miskin ne? Şimdi Türkçede miskin dediğimiz zaman ne anlaşılıyor? Tembel. Örneğin; “Ne öyle miskin miskin yatıyorsun” denir. Bu ayette kastedilen öyle değil. Aslında o tembel kelimesiyle de biraz alakası var. Hareketsiz kalmış demek olur. Şöyle hareketsiz kalır. Yani iş olsa yapacakta yok. Yapacağı bir şey yok. Bir katılımcı: Atıl kalmış. Başka bir katılımcı: İmkânları elinden alınmış. Abdülaziz Bayındır: Evet imkânları elinden alınmış. İşte miskin kelimesini en iyi izah eden Kehf suresinin yetmiş dokuzuncu ayeti.
“Emmes sefinetu fekenet limesekine yea’melune fil bahri”(18/79) Bir katılımcı: Mesken kökünden gibi. Abdülaziz Bayındır: Mesken tabi sekene, sükûn. İşte bu Kehf suresi yetmişdokuzuncu ayette “Emmes sefinetu fekenet limesekine” sefine; bir kısım miskin kişilere ait gemi anlamına geliyor. Burada gemi sahiplerine Allah miskin diyor. Onlar o anda miskin değil işleri var, çalışıyorlar. “yea’melune fil bahri” denizde çalışıyorlar. Ama gemi ellerinden alınırsa miskin olacaklar yani işsiz kalacaklar. Çünkü tek işleri o başka iş becerdikleri yok. “feeradtu en eıbehe ve kene veraehum melikun ye’huzu kulle sefinetin ğasbe”(18/79) işte kendisine ilim verilen bir kul(18/65) diyor ki “ben o gemiyi kusurlu hale getirmek istedim çünkü arkada bir melik vardı gördüğü gemileri gasp ediyordu”.(18/79) Tabii kusurlu olursa beğenmez gasp etmez. Burada gemide çalışan kişilere miskin deniyor. Fakir toplumda az çok bellidir. Ama bazı kimseler vardır ki işleri vardır çalışıyorlardır. O işi kaybederler. Ellerinde fırsat olsa her işi yaparlar ama iş olmadığı için çaresiz kalmışlardır. Onları gören insanlar zengin zannederler. Bu yüzden onlara hiç destek vermezler hatta ondan yardım istemeye gelirler. İşte bunlar gerçek miskinlerdir.
Ben bunu bizzat yaşadım. Üniversite birinci sınıfta fakültenin açılış töreninde hocamız şöyle diyor: sizin içinizde bir tane zengin var o da Abdülaziz Bayındır. Gerçekten Erzurum da herkes beni çok zengin biliyor. Ama işin iç yüzünü hiç kimse bilmiyor. Ben beş sene talebelik yaptım babamdan yüz lira para aldım. Yani sadece yüz lira, yüz bin lira değil. O zaman yüz lira epey paraydı. Yani bir aylık bursu iki yüz elli lira alıyorduk. O yüz lirayı da almayacaktım da annem dedi ki oğlum baban çok üzülüyor al parayı dedi. Bende aldım.
Bir gün diyanetten verilen bursu almak için gidip sıraya girdim. Arkadan şöyle diyorlar: zenginlerde burs alırsa fakir çocukları ne yapacak falan. Dönüp kimseye bir şey diyemiyorsun ki. Ben fakülteyi bitirene kadar çok zengin tanındım. Çünkü değilim desem kimsenin inanması mümkün değil. Tabi bu tip şeyleri yaşamayan bilmez. Dışardan millet sizi zengin zannediyor hâlbuki cebinizde metelik yok. 13:34-13:36 sn. arası anlaşılmıyor. İşte miskin, iş yapabilecek gücü var ama iş olmadığı için yapabileceği bir şey kalmamış. Demek ki fakirle miskin arasında bir fark var. İşte ayette geçen gemiciye Allah miskin diyor. Gemisi çalıştığı zaman tabii ki oturduğu ev daha lüks olur değil mi? Dahası evine götürdüğü yiyecekleri, giyimleri, kuşamları hepsi farklı olur. Ama o gemi bir giderse görünüşte evi de duruyor, otomobili de duruyor olsun. Ama içerisinin ne olduğunu bir Allah bilir bide onlar bilir, başka kimse bilmez Bir katılımcı: Hocam …….. kaçırmış orayı tekrar edermisiniz?. 14:35-14:43 sn. arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Neyse o yeğeninden öğrenir. Demek ki böyleleri içinde bunlara bizzat zekât veriliyor.
Bir katılımcı: Şimdi birine yamuk yapmış,içki içmiş, karı oynatmış zor durumda kalmış, kredi almış buna da bu zekat kavramına girer mi? Abdülaziz Bayındır: Tövbekâr olmuş mu? Bir katılımcı: Yapmış zor da kalmış bir kere yapmış, yanlış yapmış. Abdülaziz Bayındır: Tamam insan geçmişte hata yapmış ve olan olmuş. Tövbekâr olmuş ve artık o kötülüklerden uzaklaşmaya karar vermişse sen ne yaptın da fakir oldun demenin bir anlamı yok. Artık orada yapılacak o kişiyi sıkıntıdan kurtarmaktır. Şimdi şöyle düşünün. Adamın birisi kış günü terli terli su içiyor sokağa çıkıp karlarda yıkanıyor ve kaçınılmaz olarak hasta oluyor. Hastaneye geldiğinde doktor bu adama niye böyle yaptın, sen deli misin, bu yapılır mı, demesi mi lazım. Yoksa onun tedavisine bakması mı lazım. 16:08-16:12 sn. arası anlaşılmıyor. Tabii ki sebep ne olursa olsun doktor onu hemen tedavi eder. İşte biz de insanlar için esas yapabileceğimiz şey o insanların kurtarılması, kazanılması için elimizden geleni yapmamızdır. Çünkü kim ne zaman tövbekâr olacak düzelecek biz onu bilemeyiz. Yani düşünün hepimizin şu ya da bu şekilde kusurlarımız vardır. Hatta o kusurlarımız bir ortaya çıkacak olsa kimse kimsenin yüzüne bakamaz.
Bir katılımcı: Bunlar kalpleri kazanılacak olanlar sınıfına girer mi hocam? Abdülaziz Bayındır: Kalpleri kazanılacak olanlar sınıfı: Bir katılımcı: Gayrimüslimler mi? Abdülaziz Bayındır: Yok Gayrimüslimde olabilir Müslüman da olabilir biraz farklı o. Şimdi şunları teker teker okuyalım. Ha zaten oraya gelmişiz. Ve amilleri anlattık yani zekât toplamakla görevli olan kişiler. Bir de kalpleri ısındırılanlar var. Kalpleri ısındırılacak insanların fakir mi zengin mi olduğuna bakılmaz. Bir katılımcı: Müslim, gayrimüslim? Abdülaziz Bayındır: Müslüman, gayrimüslim olmasına da bakılmaz. Hepside olabilir. Malın insan üzerinde müthiş bir etkisi vardır. Adam çok zenginde olsa ona bir ikram yaptığınız zaman son derece memnun olur, etkilenir. Çünkü ona değer verildiğini düşünür. Bazı insanlar vardır ki o insanların Müslümanlara zararı oluyordur. Müslümanların zararının giderilmesi için biraz zekâttan onlara fon ayrılabilir. Bir şeyler verilebilir. Bazı insanlar da vardır ki Müslümanlara faydaları olabilecektir. Müslümanlar onlardan yararlanıyordur. Müslüman olmasa bile onlara da “muellefeti kulub” yani “kalplerini ısındırma” fonundan verilebilir. Bazı kimselerde vardır ki zengindir. Hani şeylerde var işte tahsisatı ?müstehen?18:28…. sn. anlaşılmıyor. Örtülü ödenek meselesi var. Adam diyelim ki bir grup insana yemek verecek ve o yemekte o insanlara bir takım doğruları anlatacak. Bu durumdaki insanlara da verilir. Yani Müslümanların bir menfaat elde etmeleri için ya da bir zarardan kurtulmaları için harcama yapacak olan kişiye de verilir. Dolayısıyla yani Müslüman olsa da olmasa da “muellefeti kulub” tan yerine ve duruma göre zekât harcaması yapılır. Yani o kişinin kendi kalbini kazanmada olabilir. O kişi vasıtasıyla başkalarının kalbini kazanma meselesi de olabilir. O zaten Müslüman’dır, onun herhangi bir problemi yoktur ama o bu konuda harcamalar yaparsa başkalarının kalbini kazanırsın ona da verilir.
“ve fir rikab” bunlar kölelerdir. Allah-u Teala ayeti kerimede “savaşta aldığınız esirleri ya karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakın” diyor.(Muhammed 4) Karşılıksız serbest bırakmadığınız zaman mecburen insanlar arasında taksim edeceksiniz ki kimse aç ve açıkta kalmasın. Bir katılımcı: Rikab’a geçmeden bir şey sorabilir miyim? Abdülaziz Bayındır: Tabi buyurun. Bir katılımcı: hocam şimdi bazıları diyorlar ki “muellefe(?t?)i kulub” Resul-u Ekrem zamanındaydı ve o vefat ettikten sonra İslam kuvvetlendi dolayısıyla artık kalbi ısındırılacak bir zümre kalmamıştır. Bu yoruma ne diyorsunuz hocam? Abdülaziz Bayındır: Bu konuda şunu esas alarak diyorlar. Bazı kimseler diyorlar ki; Hz Ömer, Hz Ebubekir zamanında “mueelefe(?t?)i kulub”a zekât verilmemeye başlanmıştır. Çünkü İslamiyet kuvvetlenmiş ve insanların kalplerinin ısınma ihtiyacı kalmamıştır. Abdülaziz Bayındır: Bu yoruma katılmak mümkün değil. Çünkü o dönemlerde kuvvetlendiği söylenen Müslümanlar dış görünüş itibariyle baktığınız zaman çok geniş sahalara; Kuzey Afrika’ya, İran’a, Azerbaycan’a, Orta Asya’ya ve Anadolu’nun içlerine kadar yayılmışlar. Ama içerde insanlar henüz pişmiş değil. Bir düşünün İstanbul’u kuşattınız, karşınızdaki Bizans imparatoru dayanamadı ve ordusu yenilip İstanbul teslim oldu. Peki, İstanbul’u savaşla teslim aldınız da insanların kalplerini teslim alabilir misiniz? İşte o zaman bu insanların kalplerini kazanmak için “muellefeti kulub” fonuna ihtiyaç var. Mesela Mezopotamya’yı yani Irak’ın o verimli topraklarını fethettiniz.Çok güzel, peki, o insanların kalplerini kazanmak içinde bir faaliyet gerekmiyor mu? Gerçi o konuda bir takım şeyler yapılmış tedbirler alınmış. Oranın eski hâkimlerine, eski valilerine, eski yöneticilerine bir takım atiyyelerde bulunulmuştur. Ama bu işte süreklilik gerekir. O süreklilik olmadığı sürece problemler çıkar. Dolayısıyla “mueelefe(?t?)i kulub” fonuna ihtiyacın olmadığı hiçbir dönem yoktur. Zaten ayeti kerimede olan bir hüküm hiçbir şekilde kaldırılamaz. Sizin dediğiniz doğru mesela Ömer Nasuhi Bilmen’in 22:39 ıslahatı ( fıkhıye kamusunda) 22:42 sn. arası anlaşılmıyor. Bu konudaki hüküm ya mensuhtur ya da Peygamber Efendimiz zamanında bir ihtiyaca binaen gelmiş daha sonra ihtiyaç kalmamıştır şeklinde yazıyor. Yani tarihseldir gibi bir şey. Bu tip şeyler kitaplarda var. Ama bunları kabul etmemiz mümkün değil. Kuranı kerimde olan bir hüküm kıyamete kadar geçerlidir. Hiç kimse bunu nesh edemez. Herhangi bir yönetici ister Hz Ali olsun, ister Hz Ömer kim olursa olsun. Kendi devri için kendi bulunduğu bölge için böyle bir şeye ihtiyaç duymamış olabilir. Onların şartlarını biz bilmiyoruz. Ama o ihtiyaç duymadı diye böyle bir hüküm kaldırılamaz. Bu devam ediyor. Her zaman da devam eder.
Hanefilerde, açın mesela Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslam İlmihali’ni, galiba kitaplıkta vardı. Yahya kitaplıktan getirir misin? Bir katılımcı: Kitaplıkta var hocam. Abdülaziz Bayındır: Var mı, tamam. Galiba Şafiilerin İlmihali de içerde olmalı. Büyük İslam İlmihali’nde zekâtın masrafı diye bir bölüm var. Masraf yani nereye harcanacak manasına geliyor. Türkçedeki anlamda değil. Zekâtın harcama kalemleri diye tercüme edebiliriz. Ve zaten yani diyerek açıklamış. Yani verileceği kimseler Müslüman fakirler. Abdülaziz Bayındır: Ayette Müslüman kelimesi geçti mi, geçmedi. Büyük İslam İlmihali: Miskinler, borçlular, yolcular, mûkatepler. Mûkatep, efendisiyle şu kadar para kazanır getirirsem beni azat edeceksin diye sözleşme yapmış olan kişilere denir. Mücahitler ve amillerden ibaret olmak üzere yedi kısımdır. Abdülaziz Bayındır: Ayette yedi kısım mı? Sekizinci olarak neyi saymadı? “muellefeti kulub” gitti. Bir katılımcı: hocam mücahit derken Allah yolunda olanları mı kastediyor? Abdülaziz Bayındır: Evet mücahitle de onu kastediyor.
Bu kelimelere ne anlam verdiğine bakalım ve ayetle karşılaştıralım. Büyük İslam İlmihali: Fakir, nisap miktarı fazla bir mala malik olmayan kimsedir. Yani 85 gr altın değerinde fazla bir malı olmayan kimseye fakir deniyor. İsterse 26.05 haceti (hassiyesinden olmak üzere….. hanesi, hane eşyası borcuna muadil nukudu bulunsun)….26.11 sn. arası anlaşılmıyor. Yani evi, ev eşyası, borcuna karşılık parası olsun. Abdülaziz Bayındır: Mesela bir kişi elimde şu kadar para var ve taksitlerle ödemek üzere bir daire aldım diyor. Yani yüz milyarlık bir daire aldım. Elimde elli milyar para var ama taksit taksit ödüyorum. Şu anda bu paranın zekâtını vereceğim mi, diyor. Verecek mi? Vermeyecek. Kardeşim senin borcun var, o para elinde geçici bir süre kalacak. Bu fakirin örneğidir. Büyük İslam İlmihali: Miskin, hiçbir şeye malik olmayıp, yiyeceği ve giyeceği için dilenmeye muhtaç olan kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Az önce fakirin üst sınırını çizdi değil mi? En alt sınırı var mı? Yok. O zaman peki bu miskin, fakirin içine girmiyor mu? Katılımcılar: Giriyor.
Bir katılımcı: Hocam mesela bir adamın cebinde elli milyar para var, yüz milyara daire aldı. Adamın daha öncede 2 dairesi vardı. Adam zekât verecek mi? Abdülaziz Bayındır: Adamın bir tane eve ihtiyacı var onu almış. Ona yüz milyar borçlanmış. Cebinde de elli milyar parası var. Ayda da diyelim ki iki milyar taksit veriyor. Zekât verecek mi? Yüz milyar borcu kapatana kadar zekât vermeyecek.
Kaldığımız yere dönecek olursak miskinin tarifi fakirin içine giriyordu. İkinci bir sınıf oldu mu? Katılımcılar: Olmadı. Büyük İslam İlmihali: Borçlu, bundan maksat borcundan fazla nisap miktarı mala malik olmayan kimselerdir. Abdülaziz Bayındır: Zaten fakiri tarif ederken de borcuna karşılık parası olsa da yine fakirdir demişti. Buda fakir sınıfına giriyor. Bir katılımcı: Hala birdeyiz. Abdülaziz Bayındır: Evet hala birdeyiz. Büyük İslam İlmihali: Yolcu, malı beldesinde kalıp elinde bir şey bulunmayan kimselerdir. Abdülaziz Bayındır: Malım beldede var ama ben gurbette ne yapacağım? Yabancı bir yerdeyim ve beni tanıyan yok. O mal yok sayılır değil mi? O zaman ne oldu, buda fakir sınıfına giriyor. Büyük İslam İlmihali: Mûkatep, bir bedel mukabilinde azat edilmek üzere efendisiyle sözleşme yapmış olan köle veya cariyeye verilen isimdir. Abdülaziz Bayındır: Yani elinde parası yok ne oldu, buda fakir sınıfına giriyor. Büyük İslam İlmihali: Mücahit, buda Allah yolunda savaşan kimsedir. Ayette geçen kelimelere bakalım. Abdülaziz Bayındır: Ayette mücahit var mı? Katılımcılar: Yok. Abdülaziz Bayındır: Fakirlere, miskinlere “muellefeti kulub”u atladı. Henüz amillere yani zekât memurlarına gelmedi. Rikab kelimesini mûkatep diye yani efendisiyle sözleşme yapmış olan köle olarak vasıflandırdı. Ondan sonra borçluları da kendine göre tarif etti. Hâlbuki ayette herhangi bir tanım yok. Ondan sonra “fi sebilillah” kelimesi geçiyor. Bir katılımcı: Cihat? Abdülaziz Bayındır: “Allah yolunda” her şeye girer. Allah yolunda kelimesi çok detaylıdır. Kuran-ı Kerimde çok değişik manalarda kullanılır. Cihatta o işin içine girer tabii. Büyük İslam İlmihali: Mücahit’in tanımını şöyle yapıyor; Allah-u Teala yolunda gönüllü olarak cihada iştirak eden kimsedir. Abdülaziz Bayındır: Gönüllü olacakmış. Devlet zorunlu iştirak ettirse olmazmış. Büyük İslam İlmihali: Mücahit, iştirak etmek istediği halde nafakadan silah ve saireden mahrum olan gazi demektir. Abdülaziz Bayındır: Yani yiyeceği ve silahı yok. Buda fakir sınıfına girer. Büyük İslam İlmihali: Noksanlarını tedarik etmek için zekât alabilir. Abdülaziz Bayındır: Yani adam savaşa gidecek diyecek ki bana zekât verin, ben topçuyum bir tane obüs topu alacağım. Ya da bir tane şey kalaşnikof alacağım. Peki, bunu nasıl kullanacaksın? E öğreniriz. Sen öğrenene kadar… Karşı tarafında öğrenmiş olan var, senin işini görür. Savaş başladığı zaman mı alınır? Buda zaten fakir sınıfına giriyor. Büyük İslam İlmihali: İkinci sınıfa geldik Amil yani zekât toplama memuru. Abdülaziz Bayındır: Bak Kuran-ı Kerimdeki sekiz sınıf önce yediye düştü, sonra ikiye düştü. Fakirler ve memurlar. Artık bunlar hangi sosyal, siyasal şartlar altında bu hale gelmiş? O bizi ilgilendirmiyor. Yani geçmiş. Şimdi ben bu tip şeyleri anlatırken bana hemen gelip diyorlar ki hocam ama bunlar işte hangi şartlar altında acaba bu fetvaları verdi. Onları hoş görmeliyiz. Kardeşim bunları yargılayacak olan kim? Katılımcılar: Allah. Abdülaziz Bayındır: Allah onların bütün şartlarını bilmiyor mu? Ben kimseyi yargılamıyorum. Ben sadece ayete uyuyor mu, uymuyor mu ona bakıyorum. Ben yargılayacak olsam gel bana sor. Ben yargılayamam ki zaten böyle bir yetkim yok. Ha burada yanlış yapılmış. Kasten mi yapıldı hocam diyorlar. Ben ne bileyim kardeşim onların kalplerini Allah bilir. Ama ortada bir yanlış var.
Esasen bu ayeti kerimede geçen her bir kelime Kuran-ı Kerimin değişik yerlerinde inceleniyor, anlatılıyor. Onlar üzerinde bir çalışma yaparsanız. Devletin bütün gelirleri zekâttan ödenir. Kuran-ı Kerime bakarsanız devletin zekâttan başka bir gelirinin olmadığını görürsünüz. Zekâtın dışındaki tek geliri ganimettir. Eğer oda olursa ganimetin 5 de 1 inden fazlasını alamaz. Mesela biz bu sene falanca yere savaş açmaya karar verdik. Onların tahminen 50 ton altınları vardır. Bunu aldık bu 10 ton altın geldi. Bütçeye yaz 10 ton altın. 32:40…..32:52 sn. arası anlaşılmıyor.(……elde yok) Bir katılımcı: Denizdeki balık meselesi! Abdülaziz Bayındır: Evet denizdeki balığı satıyorsun. Böyle bir bütçe yapılamaz değil mi? Ama şu bütçeyi yaparsınız. İşte bizim şu kadar milli hâsıla var. Şu kadar ticari mallar var, şu kadar fabrikalar üretim yapıyor, şu kadar tarım ürünümüz var, şu kadar hayvancılığımız var bundan şu kadar gelir bekliyoruz dersiniz. Onun aşağı yukarı belirlenecek bir şeyi olur. İşte ona göre bütçenizi yaparsınız. Ve bu ayeti kerimedeki her bir grubunda kuranda ki karşılıklarını güzel bir şekilde ortaya koyarsanız şahane bir vergi sistemi ortaya çıkar. O zaman Müslümanlar hem zekât hem de vergi vermek zorunda kalmazlar. Milletten de gider zekâtını alırsınız. Kar edenden de, zarar edenden de zekâtını alırsınız. Vergi kaçırma ihtimalide en aza iner. İnsanın olduğu her yerde yanlışlıklar olur, büsbütün ortadan kalkmaz. Bugünküne oranla çok daha güzel bir vergi sistemi oluşturulur. Buda Müslümanlar üzerine bir görevdir. Bunu kim oluşturacak? Siz oluşturmayacak mısınız diye sorarsanız, tabii bizimde görevimiz ama dediğim gibi burada dinleyenler de kendilerine görev edinmeli.
Geçen bir ayeti kerime okumuştuk. Şöyleydi; “inne salati ve nusuki ve mehyaye ve memati lillahi rabbil alemin” “benim namazım, ibadetlerim, yaşamam ve ölmem tüm varlıkların sahibi Allah içindir”.(6/162) “ve bizelike umirtu” “ben böyle emir aldım”. “ve ene evvelul muslimin” “ben Müslümanların en önde olanıyım”.(6/163) Şimdi hepimiz kendisini Müslümanların bir numaralısı kabul ederse yapılacakları bir başkasına atamazsın. Herkes kendisine göre ben bu problemin çözümü için ne yapabilirim diye gayret gösterir. Şöyle diyorlar; bu efendim ilmi çalışmayla olur. İyi, güzel de ilmi çalışmada desteksiz olmaz, destekle olur. Ben şunu görüyorum, bizden herkes iş bekliyor. Mesela efendim şunu da yapsanız olmaz mı diyorlar. Hocam birde Çince site yapsanız olmaz mı? Olur yapalım. Birde İngilizce, birde almanca site yapın. Tamam, güzelde bunların masrafları ne olacak. Siz bir yerden bulursunuz. Peki, buluruz. Bu teklifi yapıyorsan bir şeyler yaparsın ama herkes kaçıyor. Ben burada bunu söylediğim zamanda birçok kimse rahatsız oluyor. Hocam niye söylüyorsun. Tamam, kardeşim söylemeyelim. Allaha şükür benim şahsen bir ihtiyacım yok söylemeyelim. O zaman bu işlerin bu kadar yürümesine razı olursunuz. Daha fazla bir şey istemezsiniz.
Bir katılımcı: Bu rikab kelimesinin boyun boynuzla bir bağlantısı var mı? Abdülaziz Bayındır: Var tabii. Rikab dediğin zaman mesela yurtdışında hapsedilmiş, haczedilmiş, çeşitli sıkıntılar ya da herhangi bir yerde hürriyetini kaybetmiş olan herkesi, her Müslüman’ı da bu fondan kurtarabilirsiniz. Böylece tövbe altmışıncı ayeti burada bitirmiş olalım.
Herkesin ramazanda fitresini vermesi gerekiyor. Fitre için esas olan bir fakirin bir gün doyabileceği kadar yiyecektir. Her bölgenin kendine göre farklı yiyecekleri vardır. Şehir yerinde yiyecek dediğiniz zaman farklı anlaşılır. Şehir yerinde bir insana götürüp 4–5 kg buğday verseniz adam bir buğdaya bakar, bir sizin yüzünüze bakar. Yani bunu ne yapacağım diye sorar. Değil mi? Benim hiçbir işime yaramaz. Ama köy yerinde götürürsen vay Allah razı olsun diyerek götürür ambardaki diğer buğdayların içine döker. Sonrada götürür bir şekilde öğüttürür. Gerçi artık öyle köylerde de pek kalmadı. Her bölgenin kendi durumuna göre oradaki insanların temel gıda maddelerinden bir fakirin bir gün doyabileceği kadar bir şeyler vermek gerekir. Diyanet İşleri Başkanlığı, fitre tutarını bu sene 4,5 milyon tespit etmiş. Olabilir daha azıda olur. Yani insanların kendi imkânlarına göre bir fakiri bir gün doyuracak kadar vermesi gerekir. Mesela fakir bir kişi bir günde kaç tane ekmek yer? Tek kişi yani aile değil. Bir katılımcı: Bir ekmek yer. Abdülaziz Bayındır: Sen kendini mi düşündün? Sen kendini düşünürsen yandın. Adam o bir ekmeği yediği zaman ağzında kaybolur, yediğinin farkına bile varamaz. İkinciye bakar. Bir katılımcı: Aslında üç ekmek yeter. Abdülaziz Bayındır: Üç ekmek, dört ekmek, beş ekmek… Her neyse yanına da biraz bir katık katarsın. Bu adama bir günlük ihtiyacı, suda dâhil hesaplanır, verilir. Allaha şükür bedava su var. Diyanet hangi kriterleri göz önünde bulundurup 4,5 milyon hesap etmiş onu bilmiyorum. Tabii onu da kabul edip verebilirsiniz.
Fitre, oruç tutan kişi oruç sırasında yalan söylemişse veya birisine hakaret etmişse temizlenmesi içindir. 39.04 hadis? Tuhraten lissaim ve tuhraten lilmesakin. Peygamber efendimizin buyurduğu oruç tutanın temizlenmesi ve çaresiz kalmış olan kişilerinde yararlanması için verilen bir şeydir. Bunu fakiri de, zengini de verir. Fakir hem verir hem alır. Zengin verir ama almaz. Zengin Allahtan alır. Karşılığını fazlasıyla Cenab-ı Hak ona verir.
Sorular var mı? Bir katılımcı: Hocam fitre alan grupla zekât alan grubun farklılığı var mı? Abdülaziz Bayındır: Fitre alan grupla zekât alan grubun farklılığı var tabii. Fitre alan grup fakir olur. Fitre fakirden başkasına verilmez. Fitre için sadece miskin kelimesi kullanılıyor. Miskinin kapsamına fakir girer. Çünkü adam orda çaresiz kalmış yiyecek bir şeyi yok. Ama miskin apayrı bir şeydir.
Bir katılımcı: Biraz önce zekât vermesi gereken insanları anlatırken Arif bir soru sormuştu. Bir kişinin iki dairesi var. Üçüncü daireyi alacak. Cebinde 50 milyar para var ve o kadarda ödeme yapacaksa ona zekât gerekmez dediniz. Yani normalde… 40:24 ? sn. anlaşılmıyor. o mala mal istemek olmuyor mu? Abdülaziz Bayındır: Bir dakika orada yanlış anlaşılma var. Onu bir düzelteyim ondan sonra sorunu alayım. Mesela bir kişinin bir tane dairesi var ve bu daireyi ihtiyacı olduğu için kullanıyor olsun. Fazladan da bir daire almış olsun. Fazladan aldığı daire için borçlanmışsa ihtiyacı olan daireyi hesaba katmayacaksınız. Bu dairede zaten kendisi oturuyor. Fazladan aldığı daireyi ticaret niyeti ile aldıysa o daire ticaret malı sayılır ve zekâtını vermesi gerekir. Ama fazladan aldığı daireyi kirasını almak niyetiyle aldıysa zekâtını vermeyecek. Başka bir örnek daha verecek olursak, elinde ihtiyacından fazla bir dairesi olan bir kişi düşünelim. Üçüncü daireyi de 10 milyarını peşin verip 90 milyarın karşılığında da 50 milyarı cebinde var kalan 40 milyarı da taksite bağlamış. Kalan 40 milyarın karşılığı olmak üzere ya da 90 milyarın karşılığı olmak üzere bir başka dairesi varsa yani bu şahsın borcuna karşılık malı varsa o zaman o artan paradan zekâtını verir. Yani kişinin durumuna göre değişir. Şimdi sen soracağını sor.
Bir katılımcı: Bir arkadaş anlatmıştı. Mesela bazı uyanıklarda arsaya zekât düşmez diyorlarmış. Biraz elinde para var. Tam zekât mevsimi geliyor. Hemen gidip bir tane arsa alıyor. Hani arsaya düşmez diyorlar ya. Abdülaziz Bayındır: Arsayı satmak için alıyorsa zekât düşer. Öyle yapanlar da genelde satmak için alırlar.
Bir katılımcı: Hocam biliyorsunuz vergi dilimidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ki gibi kuranda vergi yok. Zekât veriyoruz. Hem vergiyi hem Zekâtı aynı şekilde vereceğiz mi? Veya verilen vergi, Zekâttan düşülebilir mi? Abdülaziz Bayındır: Ramazan günü bu kadar ağır sorular sormayın. Kuran-ı Kerime baktığımız zaman gerçekten bu vergi zekâttan düşülebilir. Bu vergilerin değişik kalemleri var, sizin yaptığınız işin karakterine göre yani hepsi o zekâta dâhil olmaz. Mesela gelirinizden vermiş olduğunuz vergi belki burada hesap edilebilir ama diğerleri burada hesap edilmez. Birde şu var Türkiye Cumhuriyetinde devlet zekât almıyor çünkü kuruluşu ve yapısı böyle bir şeye müsaade etmiyor. Kendine göre bir sistem kurmuş. Ona göre vergisini alıyor. Gerçi devlet bu vergileri harcarken büyük ölçüde zekât harcamalarına uygun yerlere harcıyor. Örneğin memuruna, işçisine, sosyal kurumlarına, okullarına vb yararlı yerlere veriyor. Zekât masrafı olabilecek yerlere veriyor da yalnız böyle bir yapılanma olmadığı için, ister istemez burada insanın zihni şüpheden de arınamıyor. Öyle bir yapılanma olsa hiç şüphesiz ki bir şekilde verilebilir. Birde şu açıdan bakmalıyız. Bugün verginin mantığı ile zekâtın mantığı arasında fark var. Vergide eğer geliriniz varsa gelirden verirsiniz. Maldan vermezsiniz. Ama zekâtta geliri de dâhil ederek malınızdan verirsiniz. Mesela % 2,5 küçük bir rakam gibi görünüyor. Ama tüm malı hesap edince bazen o gelirin tamamını da zekât olarak vermeniz gerekebilir. Hatta oda yetmeyebilir. Çünkü o sene kazançta olmasan bile zekâta tabi olan maldan zekâtını vereceksin. Dolayısıyla burada çok ciddi bir mantık yanılması olabilir. Buna da dikkat etmek gerekir. Yani zekâtı tam olarak hesap ettiğiniz zaman ben vergiyi zekâttan düşüyorum diyen bir adama aman yapamazsın, edemezsin demek belki biraz zor ama düşmemesi tavsiye edilir.
Bir katılımcı: Hocam Kuran-ı Kerime göre bu zekâtı devlet toplasa gayrimüslimlerin zekât verme durumu nasıl olacak? Abdülaziz Bayındır: Gayrimüslimlerden de alınıyor. Onlardan alınanlara cizye ve haraç deniyor. Adı zekât değil ama onlardan da vergi alınıyor.
Bir katılımcı: Geliriniz malınızın değerinin % 2,5 undan daha az ama siz gelirinizden daha fazla zekât vermek zorunda kalıyorsunuz. O zaman sanki şu da çıkmıyor mu? Eğer siz o malı işletemiyorsanız el değiştirecek demektir. Abdülaziz Bayındır: Elbette. Maldan zekâtı verdiğiniz zaman bu sene zarar etmiş olsanız bile zekât vereceksiniz. O zaman çok iyi çalışacaksın ki zarar etmeyesin. Dinamik olacaksın. Mesela birisi Muminun suresi 4 üncü ayete şöyle bir mana vermiş. Benim biraz hoşuma gitti ama üzerinde fazla da düşünmedim. Mesela bizim Arapça bilen arkadaşlarda düşünsünler. “Vellezine hum lizzekâti failun” “onlar zekât için fiil yaparlar”. (23/4) Yani zekât için çalışırlar. Kazanırlar ki zekât verelim. Veren el olalım yani. Buda bana pek uzak bir mana gelmedi. Çünkü lam harfi ceri var “lizzekâti” “zekât için” “failun” “fiil yapar” yani çalışırlar. Tabii ki veren el olmak için gayret göstermek lazım. 47:35 seyirci: hocam zekâtla ilgili ayetler hep ???? anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Ciddi bir fark var “vellezine hum lizzekâti faılun”. Dolayısıyla zaten sistem sizi çalışmaya mecbur ediyor. Çalışmadığınız takdirde malınızın gittiğini görüyorsunuz. Malda canın yongasıdır. İnsan öyle kolay kolay razı olamaz. Çok çalışmak gerekiyor. Böyle çalışırsanız da dinamik ve zengin bir toplum olur. Böylece herkes gayet iyi bir şekilde geçinir.
Bir katılımcı: 96 yaşında aylık bakım masrafı 2 milyar olan kadının evi satıldı. Finans kurumuna yatırıldı paranın yetip yetmeyeceği belli değil. Zekât ve oruç fidyesi düşer mi? Abdülaziz Bayındır: Paranın yetip yetmeyeceği belli değil derken neyi kastediyorsunuz? Bir katılımcı: Ne kadar yaşar, yaşamaz. Abdülaziz Bayındır: Onu biz bir yıllık düşüneceğiz. Gelecek seneye kadar yaşar mı, yaşamaz mı? Onu bir yıla göre hesap edeceksin. Bu yılki masrafları ne kadarsa onlar düşülür. Geriye kalanı zekâta yetiyorsa o zaman kalandan değil hepsinden zekât verilir. Tabii gelecek seneye yaşarsa yaşar. Yaşamazsa yaşamaz artık. Cenabı hak kimi ne zaman öldürecek bunu bilmemiz mümkün değil. Bir katılımcı: Fidye düşer mi? Abdülaziz Bayındır: Dün ilim adamı olan iyi bir arkadaşımız yanıma geldi. Nereye gitti bu Mustafa Çavdar? Gitti bak. Mustafa Çavdar geldi bir soru sordu. Hasta olan bir kişi oruç tutamamış, kazada edecek durumda değil. Fidye verecek mi, dedi. Bende vermeyecek dedim. Şimdi arkadaş da çok zeki devamında bana soracak diye düşündüğüm için hemen dedim ki bak Bakara 184’de şöyle yazıyor. Şöyle dedi: “anladın sana ne soracağımı”. Bakara 184’ü tekrar okuyalım. “Eyyamem mağdudat” “sayılı günlerde oruç tutacaksınız”. “femen kene minkum meridan ev ala seferin” “sizden kim hasta ya da yolculuk üzere olursa”. “feıddetum min eyyamin uhar” “diğer günlerde orucunu tutar”. “ve alellezine yutikunehu” Mesela bu benim elimdeki Ahmet (Ağrafça, Bekir)…. 50:48. sn. anlaşılmıyor. mealinde şöyle mana veriyor: “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler”. Abdülaziz Bayındır’ın verdiği mana: Hâlbuki kelime olumludur. “ve alellezine yutikunehu” “oruca güç yetirenler, oruç tutabilenler” demektir. Oruç tutabilen üzerine ne gerekir? “fidyetun taamu miskin” “bir miskin doyuracak fidye gerekir”. Oruç tutabilenlere bir miskin doyuracak fidye gerekir. Bir katılımcı: Oruç tutabilecek durumda ama tutmuyorlar. Abdülaziz Bayındır: Tutmuyorları, nerden çıkarıyorsun? Bir katılımcı: İki tane olumsuzluktan bahsediyor. Abdülaziz Bayındır: Burada olumsuzluk yok. Bir katılımcı: Hocam burada olumsuz bir şey görünmüyor. Abdülaziz Bayındır: Burada olumsuzluk yok. Bir katılımcı: O zaman güç yetiren ve yetiremeyen sayılı günlerde… Abdülaziz Bayındır: Burada yetiremeyen diye bir olay yok. Zaten güç yetiremeyeni Allah sorumlu tutar mı? “La yukellifullahu nefsen illa vus’ahe” “Allah hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz”. (2/286) Gücü yetmiyorsa zaten sorumlu değildir. Burada “ve alellezine yutikunehu” oruca gücü yetenler yani tutabilenlere bir fakiri doyurmak gerekir. Tutabiliyorsunuz ve bir fakiri doyuruyorsunuz. Ne yapıyoruz biz. Fitre veriyoruz işte. Mustafa Çavdar peki buna niye fidye denmiş, dedi. Dedim ki niye fidye dendiğini Peygamberimiz açıklıyor. “Tuhraten lissaim” yani oruç tutan kişinin bir takım eksik kusurlarını temizlemek için. Böyle bir şeye de fıkıhta sözlük olarak fidye denir. Efendim dedi buradaki mana oruç tutamayanlara demektir. Oruç tutamayanlar fidye verir. Tabii ki gelenekte mana öyledir. O arkadaşın şahsında ben geleneği yargılamak için konuşuyorum. O arkadaşı yargılamak için değil. O sonradan meseleyi biraz anlar gibi oldu. Diyorlar ki buradaki mana oruç tutamayanlara bir fidye gerekir. Hâlbuki burada olumsuzluk yok. Diyelim ki öyle peki kaç gün oruç tutamıyor? Diyorlar ki tutamadığı her gün için bir fidye gerekir. Her gün içini nereden çıkarıyorlar? Bir cümle ilave ediyorlar. Hâlbuki oruç tutabilen ifadesini olumsuza çevirdiler yetmedi, bir de her gün için diye ilave yapıyorlar. Peki oruç tutamayan diyorlar, oruç tutamayanlarda fidye verecekse Allah en sonunda niye “ve en tesumu hayrul lekum” “oruç tutmanız sizin için hayırlıdır” diyor. Oruç tutamayana tutmanız hayırlıdır denir mi? O zaman çelişki olur Allahın ayetinde çelişki olur değil mi? Bir katılımcı: Birde hocam oruçtan kurtulma kapısı açılır yani, ibadetten kaçınmak için… Abdülaziz Bayındır: Ben tutamıyorum diye para verir. Ama bahane yapan kimseler için yapabileceğimiz bir şey yok çünkü işin gerçeğini Cenabı Hak biliyor. Allahtan kaçılamaz. Biz doğru davrananları düşünmek zorundayız. Yani oruç tutamayan kişiler fidye verir diyor. Oruç tutamayan insana Allah tutmanız daha hayırlıdır der mi? O zaman demek ki burada çok ciddi bir hata yapılıyor. Meselenin ciddiyetini anladınız mı? Peygamber efendimiz “kad faradallahu aleykum el fıtra” “Allah size fitreyi farz kılmıştır” dediği için bu ayeti kerime(2/184) fitreyle ilgidir. Allah fitreyi farz kıldı diyor. Peki, Allah nerede farz kıldı? Hangi ayette farz kıldı? Bundan başkada konuyla ilgili bir ayet yok. Tabii o arkadaş dedi ki peki bu ayeti senden başka böyle anlayan var mı? Vallaha bilmiyorum dedim. Ne yani yok diye yanlış mı, olacak. Ama ayetin meali öyle değil mi? Bir katılımcı: Arapça biliyorsa öyle. Bilmiyorsa… Abdülaziz Bayındır: Yok yok. Ondan sonra itiraz etmedi zaten. İzah ettikten sonra sesini kesti. Yani hakikaten yapılacak o kadar çok şey var ki. 55:56 Bir katılımcı: anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Hiç bir şey yapmıyor. Oruç tutamayanın yapacağı bir şey yok. Bir katılımcı: Hocam annem oruç tutamıyor, babam fidyeyi günlük 5 milyondan 150 milyon hesapladı. Ben gerekmez dedim, yok gerekir dedi. Tatmin oldu. Anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Diyecek ki benim bu oğlumda ileri gidiyor. Bir katılımcı: İşimiz çok zor gerçekten. Abdülaziz Bayındır: Yok yok işimiz çok kolay çünkü elimizde ayet var. Adamlar susuyorlar ne yapalım? Bir katılımcı: İki ayet mealinden okudum. Bu kadar mezhep imamı varken sen nasıl ayete bu şekilde meal verirsin? Abdülaziz Bayındır: Neyse canım artık yavaş yavaş onlarda alışacaklar. Fazla şey yapmayın. Yavaş yavaş alışacaklar.
Bir katılımcı: Fidye ile fitre aynı şeyler mi? Abdülaziz Bayındır: Hayır fidye kelimesi ile fitre kelimesinin manalarında fark var. Fidye, herhangi bir ibadette meydana gelen kusuru giderici maddi yardım. Peygamberimizde diyor ki oruç tutan kişi eğer yalan söylerse… Yahya hatırlıyor musun? Neydi o hadis. Yahya: çok kimseler vardır ki diyor oruçtan elde ettikleri kar sadece aç ve susuz kalmalarıdır. Abdülaziz Bayındır: Yani eğer yalan söylerse veya yanlış davranışlarda bulunursa… Hadisin metni neydi? Yahya hadisin metni: 57:33–57:39 sn. arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Yani yalan söyler veya yanlış bir şekilde davranış gösterirse bu adam boşu boşuna aç kalmış olur. Oruç tutarken bir yerde birisi bir yalan söylemiş olur, bir şeyleri eksik yapmış olabilir. İşte bu kusuru kapatacak maddi yardımın adına fidye denir. Peygamberimizde fidye için orucu ve oruçluyu temizleyen şeydir diyor. Bunun adına kelime manası itibariyle fidye denir. Fitre, fıtratından doğan doğru davranışları değil de yanlış davranışları yapmasına karşılık o fıtratta meydana getirdiği eksiklikleri gidermek için verdiği bir yardım şeklinde de düşünülebilir.
Bir katılımcı: Hocam Ömer Nasuhi Bilmen ile Elmalılı “ve alellezine yutikunehu” olumsuz olarak değil de oruca pek zor dayanabilecek kimseler üzerine diye çevirmiş. Abdülaziz Bayındır: Öyle bir mana veremeyiz. Bu hiç mümkün değil. Oruca pek zor dayanabilecek… Mustafa Bey, takat ne demektir? Mesela gücüm, takatim var dersin. Allaha şükür takatim var dersin. Türkçede de aynı Arapçadaki manada kullanılıyor. Takati olmak demek gücünü zorlamak demek değildir. Yani bu mana verilemez. Buna delil olarak az önce okuduğumuz ayetleri okuyalım. Allah-u Teala diyor ki “la yukellifullahu nefsen illa vusaha” “Allah kimseyi gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutmaz”.(2/286) Yani kişinin diyelim ki yerden tavana kadar ki araya gücü yetiyorsa tavana doğru yaklaştıkça gücü kesilmeye başlar değil mi? Ama zorlasa da oraya gücü yetiyordur. Zorladığın takdirde dahi yapamayacağın şeyden Allah seni sorumlu tutmaz. Bunların verdiği mana budur. Artık o gücünü sonuna kadar kullanma anlamına geliyor. Ama takat o değil. Arkasından Allah bize şu duayı yaptırıyor. “Rabbena ve la tuhammilna ma la takate lena bih” “rabbimiz takatimiz olmayan şeyi de bize yükleme”. (2/286) Yani bu aslında zorlansak yaparız demektir. Şöyle örnek vereyim; elimi havaya kaldırsam en son uzandığım nokta parmaklarımın ucu olur. Parmaklarımın ucundan sonrasına artık zorlanırım. Takatimiz kesilir. Ya Rabbi bundan sonrasını da bize yükleme diye Allah bize dua yaptırıyor. Değil mi? Allah bize o duayı yaptırıyor ki yani zorlandığımızda bize yük yükleme. Bu ne demektir yüklemeyeceği için duayı yaptırıyor. Yoksa boşuna yaptırmaz o duayı. O zaman bu takatimiz olmayan kısımdır. Hâlbuki ayette takatimiz olan diyor. “ve alellezîne yutîgûnehû” “bu işte takat getirebilenler”.(2/184) Yani takatin zorladığı noktadan da aşağısında olanlar. Ne demek yani rahatlıkla oruç tutabilen insanlar demektir. Dolayısıyla o manaları vermek mümkün değil. İşte gelenekten kaynaklanan sıkıntıdan dolayı o manaları vermişler. Geleneğe karşı çıkamıyorlar. Çünkü geleneğe karşı çıkmak kolay bir şey değildir. Çok zor bir iştir. Bir katılımcı: Allaha karşı çıkıyorlar da geleneğe karşı çıkamıyorlar.