Elhamdulillahi rabbil alemin vel akıbetulilmuttakin essalatu vesselamu ala resulune muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.
Kur’anı Kerimin her suresinin başında bismillah var. “Bismillahirrahmanirrahim” Rahman ve rahim olan Allahın adıyla diye tercüme ediliyor. Her surenin başında tekrarlıyoruz. Yine tekrarlamak da fayda var. Tamamen Türkçeleştirmek için biz buna farklı bir anlam veriyoruz. “İyiliği sonsuz, ikramı bol Allahın adıyla” diye çeviriyoruz. Çünkü rahmanda, rahimde aynı kökten gelen iki kelimedir. Ama ‘Rahim’ insanlar içinde kullanılabiliyor. Fakat ‘Rahman’ yalnız Allah-u Teâlâ için kullanılıyor. O zaman aynı anlamı taşıyan kelimeler kullanmak gerekiyor. Fakat öyle kelimeler olmalı ki birine yüklenen mana insanlar için kullanılamayacak durumda olsun. Rahman kelimesi rahmet kökünden, rahmeti de merhamet diye tercüme ediyoruz. Tabi insanlar için merhamettir, acıma duygusudur. Çünkü siz karşı taraftakinin problemini gideremezsiniz. Ah keşke imkânım olsaydı da yardım etseydim dersiniz. Sıkıntısını gideremediğiniz için acırsınız. Sıkıntısını giderseniz acır mısınız? Sıkıntısını giderirsiniz o rahatlar, sizde bundan mutlu olursunuz. İnsanlar imkânları sınırlı olan varlıklardır. Ama Allah-u Teâlâ’nın imkânı sınırlı değildir. Bu sebeple Allahın rahmeti acıması değil, ikramıdır, iyiliğidir. Bundan dolayı Rahim ve Rahman kelimeleri iyilik ve ikram şeklinde tercüme edilmesi gerekir. Rahim insanlarda da olduğu için ikramı bol dedik. İnsanlar için bu kelime kullanılır. Yani herhangi bir insana bu kişinin ikramı boldur diyebiliriz. Ama Rahmana iyiliği sonsuz anlamını yüklüyoruz. Çünkü hiçbir insana iyiliği sonsuz kavramı kullanılmaz. Yani her insanın yapacağı iyiliğin bir sınırı vardır. Ne kadar mert olursa olsun, nihayet adam kendi malını verecek kadar iyilik yapar ondan sonrasını yapamaz. En cömerdi malının tamamını verir orada da biter yapacağı iyilik. Ama Allah-u Teâlâ için böyle bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla iyiliği sonsuz dediğimiz zaman Rahmanın tam tercümesini yapmış oluruz. İkramı bol dediğimiz zaman da Rahim kelimesinin tercümesini yapmış oluruz. Bismillahirrahmanirrahim’i iyiliği sonsuz, ikramı bol Allahın adıyla diye tercüme ettiğimiz zaman doğru bir tercüme yaptığımızı zannediyoruz. Başkalarını bilmiyorum ama bu tercüme beni tatmin ediyor. İnsan ne dediğini bildiği için bayağıda etkili oluyor.
“İyiliği sonsuz, ikramı bol Allahın adıyla” başlayalım. “Vezzariyati zerva” “esip savuranlara”(51/1). Esiyor, yerden kaldırıp bir başka tarafa götürüyor. Bu tabii rüzgârdır. Alıyor, götürüyor. Şöyle düşünelim, eğer rüzgâr olmasaydı hayatımız ne hale gelirdi? Yaşama imkânını kaybederdik. Çünkü rüzgâr, biraz sonra ayetin devamında da okuyacağız. Mesela bir tozu kaldırıp götürüyor ve aşılama yapıyor. Yani bitkilerde ve ağaçlarda aşılama yapıyor. Ürün vermesine sebep oluyor. Rüzgâr çıkıyor, kirli havayı alıp götürüyor ve yerine temiz havayı getiriyor. Rüzgâr bulutları getiriyor, bulutları götürüyor. Tabii daha neler vardır. Bu işin uzmanları konuşacak olsa çok şeyler söylerler. “Fel hamilati vıkra” esip savuruyor “ve bir yük taşıyor”(51/2). Rüzgâr bir şeyi kaldırıp götürüyor. Bulutu götürüyor ya da çiçek tohumlarını götürüyor. “Fel cariyati yusra” “kolayca akıp gidenlere”(51/3). Allah-u Teâlâ burada özellikleri saymış. Bu özelliklere yükleyeceğimiz çok şey vardır. Burada insanın aklına ilk önce rüzgâr geliyor. Kolaylıkla akıp giden akarsu da aklınıza gelebilir. Başka şeylerde aklınıza gelebilir. Ve burada “Vezzariyati zerva”(51/1) ayetinde rüzgâr diye anlamlandıran bizleriz. Ama yarın başka bir uzman, başka bir anlamda verebilir. Çünkü burada anlatılanlar özelliklerdir. Özellikler birçok varlıkta olabilir. “Fel mukassimati emra” “işlerini taksim edenlere andolsun”(51/4) ya da onların hakkı için diyebiliriz.
Benim aklıma gelen şudur; rüzgâr esip savurdu. Yerden ya da ağaçlardan çiçekleri kaldırdı götürdü, başka çiçeklerle birleştirerek döllenmeyi meydana getirdi. Sonra rüzgâr yağmur yüklü bulutları getirdi. Orada yağmur yağdı. Yağan yağmurdan kolayca akan sular yani akarsular meydana geldi. Sonra da işleri aralarında paylaştıranlar deniyor. Paylaştıranlar derken de bu bağlantı içerisinde aynı topraktan aynı yağmurdan çok farklı bitkiler bitiyor. Bu farklı bitkilerin mutlaka bir hesabı kitabı vardır. Çünkü Allah-u Teâlâ ne diyordu? “Ma esabe mim musibetin fil ardı ve la fi enfusikum illa fi kitabim min gabli en nebreeha” “bir musibet(musibet iyi de olabilir, kötüde olabilir)”(57/22). Çünkü “ma esabeke min hasenetin”(4/79) de diyor. “ma esabeke min seyyietin”(4/79) de diyor. Yani iyilikte oluyor, kötülükte oluyor. “Bir de yerde ve sizin şahsınızda bir olay olmaz ki”(57/22) diyor. Bu olay bir yerdeki bir çiçeğin bitme olayı da olur. Bir ağaçta ki yeşerme olur, falan yerde de bir başka şeyde olur. “bunları yaratmadan önce mutlaka bir kitapta kaydı vardır”(57/22) diyor. O zaman Allahın emriyle bu kitapta bu kaydı yapanlar olduğuna göre bu taksimatı yapanlarda vardır. Yani şu toprakta şu bitecek, bu toprakta bu bitecek falan diye.
“Fel mukassimati emra” “işleri taksim edenlere andolsun”(51/4). Buradan şunu da anlayabiliriz. Mesela öteden beri bu ayeti kerime, işleri taksim edenler kısmıyla bana çok etki etmiştir. Kendi aralarında iş bölümü yapanlarda bu kapsama girerler. Çünkü bazı kimseler bütün işleri kendi üzerlerine alır ve başarılı olamazlar. Bakın Allah-u Teâlâ her şeyi bilir. Bize şah damarımızdan daha yakındır(50/16). Her şeyden haberi vardır. Ama Kaf suresinde okuduk. Her insanın sahip olduğu bütün özellikleri bir yerde kaydetmiş. Onun için toprak ondan neyi eksiltiyor, biz biliyoruz diyor(50/4). Yani toprakta çürüyen kısımların hesabı tutuluyor. Her bir insanın bir muhasebesi var. Özel bir muhasebesi var. Allah her şeyi biliyor. Ama bunu bu şekilde yapmış. Her işte görevlendirdiği melekler var. O işin görevlileri var. Her şeyin kaydını tutturuyor. O zaman bu bize örnek olmalıdır. Bütün işlerde Cenabı Hakkın elindedir. Allahın emrinin dışında da yapılan herhangi bir şey yoktur. “kullum min ındillah” “yani iyilik olsun, kötülük olsun hepsi Allah tarafından oluşuyor”(4/78). Yani son onayı Cenabı Hak veriyor. “Ma esabe mim musibetin illa biiznillah” “yani her bir olayın kitabı hesabı tutuluyor ama her bir olayında onayını Allah veriyor”(57/22). Bu da ne yapıyor? Muhteşem bir birlik meydana getiriyor. Yani şurada bir çiçek yeşerecek. Onun kitabı tutuluyor, onayını Cenabı Hak veriyor. O zaman şu ortaya çıkıyor. Yani biz buradan bir yönetim modeli almaya çalışırsak, demek ki biz herhangi bir işletmeyi yönetiyorsak bir kere başta bir onay mercii olması lazım. Birisinin onay vermesi gerekiyor. Ama işleri de taksim etmek lazım. Her işi ben yapacağım diyerek işin içine girmemek lazım. Bakın her şeye gücü yeten Allah-u Teâlâ bir şeyi yapmayı murat ettiği zaman ona sadece ol demesi yeter. Bunu söyleyen Allah-u Teâlâ onu yapmıyor. İşleri taksim ediyor. O zaman işleri taksim etmek lazım. Gerektiği gibi belgesini tutmak ve denetimini yapmak gerekiyor. Hesabını, kitabını tutmak gerekiyor. O zamanda başarıyı yakalamaya çalışmak lazım. Mesela bir işte başarısız olduğumuzu düşünelim. Allah-u Teâlâ demez mi benim kitabımı hiç okumadın mı diye. Ben her şeyi bildiğim halde her şeyin hesabını tutuyorum. Her şeye gücüm yettiği halde işleri taksim ettiriyorum. Kimsenin bana itiraz etme hakkı olmadığı halde her şeyi şahitli olarak belgeliyorum. Geçen hafta okuduğumuz ayeti hatırlarsanız, insanın sağında solunda hesabını tutanların olduğu yazıyordu(50/17). Böylece bunlardan ibret alarak kendimize bir hareket tarzı oluşturmamız lazım. Yönetim bilimi, iş ahlakı oluşması gerekir. Bir işletmecilik anlayışı oluşması gerekiyor. Ama biz öyle yapmıyoruz. Biz işi oluruna bırakıyoruz. Ve bunun adına da tevekkül diyoruz. Yani kendi tembelliğimizi Allaha yüklüyoruz. Kendi vurdumduymazlığımızdan Allah’ı sorumlu tutuyoruz. Yarın Cenabı Hakkın huzurunda ağzımızı açacak halimiz bile yok. Bu dünyada insanları kandırabiliriz o kolayda Allah-u Teâlâ’ya 16:17 16:19. Onun için çok ciddi, dikkatli ve doğru şeyler yapacağız. 16:26 16:35.
Tevekkül üzerine birkaç kelime söyleyelim. Bununla ilgili olarak vekil kelimesi var. Vekil koruyucu anlamına da gelir. Vekil, bir başkası namına iş yapma anlamına da gelir. Ama o başkasının 17:01 gerek olmadan iş yapar. Elçi bir başkasının sözünü 17:06 17:08 götürendir. Elçi vekil değildir. Elçi vekil olmaz. Onun için Allah-u Teâlâ Peygamberimize “ve ma ente aleyhim bivekil” “sen onların üzerine vekil değilsin”(42/6). “ve ma ente aleyhim bi 17:27 17:28” de var. “sen onların üzerine 17:30 değilsin”. Peygamberlerin 17:31 17:56. Ama vekil öyle değil. Vekil birisinin olmadığı yerde onu temsil edecek olan kişidir. Birisi adına iş yapacak olan kişidir. 18:09 18:12. Mesela Mustafa Bey’e Süleymaniye Vakfı kitaplarını sat diye vekalet veriyoruz. Mustafa Bey Süleymaniye Vakfı adına yetkilidir. Kitaplarımızı satıyor. Bizim yapmamız gereken işleri o yapıyor. Yani bir vekildir. Bu manada Allahın vekili yoktur. Allah her zaman her yerde hazır ve nazır bulunuyor. O işlerin taksimatını verdiği emirler ayrıdır. Vekillik değildir. Allahın vekili yoktur. Ama Allah bizim vekilimizdir. Bizim yapabileceğimiz bir takım işler vardır. Biz onları yaparız. Yapamayacağımız işleri de Cenabı Hakka havale ederiz. Gücümüz yettiğince birçok konuları yapabiliriz. Ama gücümüzün bittiği yerde de Allah-u Teâlâ’ya, ya rabbi artık gerisi sana kalmış diye yalvarırız. İşte tevekkül odur. HADİSİN ORİJİNALİ. Mesela Peygamberimiz döneminde birisi devesini serbest bırakıyor. Peygamberimiz, niye serbest bıraktın, diyor. Adamda, Allaha tevekkül ettim diyor. Peygamberimiz de önce deveni bağla sonra tevekkül et diyor. Yani sen senin yapacağın vazifeyi yap. Ondan sonra tevekkül edin. Görevinizi yaptıktan sonrasını Cenabı Hakka bırakın. Niye? Çünkü son onay mercii odur. Onun onaylamadığı hiçbir iş olmaz. Ama biz vazifemizi yapmalıyız. Ve hiçbir şeyi eksik bırakamayız.
“İnnema tuadune lesadık” “size vaat edilen şey elbette ki doğru”(51/5). Size söz verilen şeyler var. İşte şu olacak, bu olacak, cennet var, cehennem var, kıyamet var, hesap var, kitap var gibi… İşte bunların hepsi doğrudur. “Ve inned dine levakığ” “o hesap günü mutlaka olacaktır”. “Ves semai zatil hubuk” “yolları olan gök hakkı için”. “İnnekum lefi gavlim muhtelif” “siz farklı farklı sözler içerisindesiniz”(51/6-8). Her biriniz bir başka şey söylüyorsunuz. “Yué’feku anhu men ufik” “o doğrudan çevrilen çevriliyor”(51/9). Bazılarınız yalana, iftiraya sürükleniyorsunuz. O yalanlar iftiralar hoş geliyor, o tarafa doğru yöneliyorsunuz. “Kutilel harrasun” “desteksiz atanlar kahrolsun”(51/10). Yani hiç düşünmeden yalan yanlış şeyler söylüyorlar. Ya da başkalarının yanlışlarını tekrarlayıp duruyorlar. “Ellezine hum” “bunlar öyle kimseler ki” “fi ğamratin” “belirsizlik içerisinde” “sahun” “yanılır dururlar”(51/11). Yani şimdi Araplar ‘muğamere’ye ne diyorlar? Muğamere ne Arapçada? Macera demektir. Biz neye macera diyoruz? Bir insanın düşüncesizce ne olacağı belli olmayan tavırların içerisine girmesi demektir. Bunlarda böyle akılsızca kendilerini maceraya sürüklüyorlar. Bir takım şeyler söylüyorlar. Bir takım hayaller çiziyorlar. Kendilerine göre dünyalar kuruyorlar. Bir takım kurtarıcılar oluşturuyorlar. Bir takım tanrılar oluşturuyorlar. Hâlbuki ellerinde hiçbir delil yok. Hıristiyanların hepsi Allaha inandıklarını söylüyor. Allah birdir, diyorlar. Ve kutsal kitap şirki en büyük günah sayar diyorlar. Allahın hiçbir ortağı yoktur, diyorlar. Ondan sonra İsa, Allahın oğludur ve oda Allah’tır diyorlar. Kutsal ruhta Allah’tır diyorlar. Peki, neye dayanarak söylüyorsunuz? Elinizdeki delil ne? Neye dayanarak İsa’ya tanrı diyorsunuz? İsa bizim gibi insandır diyorlar. Ondan sonra da İsa, Allahın peygamberidir diyorlar. Allahın emrinden dışarı çıkmaz, kendiliğinden hiçbir şey yapamaz, diyorlar. Ondan sonra kendiliğinden bir şey söylemez, diyorlar. Söyledikleri hep Allahtan kendisine vahyedilen şeylerdir, diyorlar. Sonra da İsa bizim kurtarıcımızdır diyorlar. İsa, ölmemiştir, yaşıyor diyorlar. Neye dayanarak söylüyorsunuz? Deliliniz nedir? Herkesin elinde Allah-u Teâlâ ile ilgili sayısız delil vardır. Hıristiyanlar İsa için tanrıdır diyorlar. Onların İsa için dediklerini Çin’de, Tibet’te, Hindistan’da, Kore’de de Yin yang için söylüyorlar. Bizim tasavvufçular kendi büyükleri için söylüyorlar. Elinizde delil ne? Ama Allah konusunda herkes ittifak ediyor. Fakat aracılar konusunda herkes ihtilaf ediyor. Herkes bir tane isim buluyor. Onun peşinden gidiyor. Ona göre dinlerinin adları değişiyor. Deliliniz nedir? İlk Hıristiyanlar İsa’yı bizim gibi insan kabul eder, yalnız Allahın elçisi sayarlar. Allahın oğlu kabul etmezlerdi. Kutsal ruhuda Allahın peygamberi sayarlar. Şuanda Vatikan’ın yeni yayınladığı resmi kitabında böyle yazıyor. Ama M.S. 450 de Hatay’da toplanan konsül de İsa’nın Allahın oğlu olduğu kabul edildi, diyorlar. Biz öyle kabul ettik, oldu mantığındalar. En son Kadıköy konsülünde de onun Allah olduğunu ilan ettik diyorlar. Öyle kabul ettik diyorlar. Siz kimsiniz? Siz öyle kabul ettiniz diye öyle olur mu? Allah kabul ediyor mu bunu? İşte belirsizliklerin peşinde kendilerini oyalayıp duruyorlar. Ellerinde hiçbir delil yok. Ondan sonra da en son sözleri şu; İsa yüzde yüz insandır. Ama yüzde yüz Allahtır. Allah birdir ama üçten oluşur. Kutsal üçlü birliktir. Ondan sonra bu üçün her biri ayrı ayrıdır diyorlar. Birbirine muhtaç değildir diyorlar. Yani herhalde deliler bile böyle saçmalamaz. Çünkü deliliğinde bir sınırı vardır. O da zaman zaman hiç olmazsa doğruları söyler. Saçmalarsa da makuldur. Yani adamın akli dengesi bozulmuştur. Ama bir taraftan akıllı geçinip bir taraftan saçmalamışlar. Bunlar bize insanlık dersi vermeye çalışmışlar. Sen bize akıl öğretmeye çalışıyorsun. Cebine üç kuruş para girdi diye sen akıllı mı oldun? Yolunu mu doğrulttun? Sen kimsin? Birazcık aklını çalıştıran bir kişinin Hıristiyan olması mümkün değildir. İsa’nın (a.s) tebliğ ettiği Hıristiyan olur. Bugün ki İncil’in ve Tevrat’ın içerisinde de insanı doğruya yönlendirecek ifadeler vardır. Onu ciddi bir şekilde okuyan kişi olur. Ama bugün Hıristiyanlık Allahın dini olmaktan çıkmıştır. Kilisenin dini haline gelmiştir. Allaha ne diyorlar. Allahın adı ne onlarda? Bir katılımcı: Baba… Abdülaziz Bayındır: Peki en büyük din adamlarının adı ne? Bir katılımcı: Papa… Abdülaziz Bayındır: Papanın anlamı nedir? Papanın anlamı da babadır. Neden peki papa diyorlar? Çünkü Allah’ı temsil eden odur. Papaya onun için o kadar çok büyük önem veriyorlar. Allahın yeryüzündeki temsilcisi diye inanıyorlar. O geçtiği yollardaki çılgınlıkların sebebi odur. Bakın adına papa demeleri boşuna değil. Onlar için Allah’ta baba, oda babadır. Çünkü Allah’ı temsil ediyor. Bizim babalarda aynıdır. Bizim kültürümüz de baba yoktur. İslami kültürde baba yoktur. İslami kültürde aziz de yoktur. Eğer bir adamın vasfında aziz varsa onun üzerine büyük bir soru işareti koyun. Aziz bilmem ne gibi. Bir katılımcı: Kendi adı olursa da mı? Abdülaziz Bayındır: Yok kendi adı değil. Vasfı diyorum. Abdülaziz, aziz olan Allahın kulu demektir. Vasıf olarak, nitelik olarak üzerinde aziz vasfı bulunan kişilere büyük bir soru işareti koyacaksınız. Orada mutlaka bir bit yeniği vardır. Bir Katılımcı: 30:07 30:09. Yine bu kadarla iktifa edeyim. Abdülaziz Bayındır: Senin o dediğin isimle ilgili konuşacak olursak konumuz değişir. Bu soru işareti olarak kalsın. Baba kelimeleri de bizim kültürümüzle alakalı değildir. Bu tamamen Hıristiyanlık kültürünün bir yansımasıdır.
Hazret kelimesi de bizimle alakalı bir kelime değildir. Ama dilimize öyle yerleşmiştir. Hazret kelimesinin anlamı şudur. Hazret, hazır olmak demektir. Huzurda olmak demektir. Tarikatçılar büyüklerin adı anıldığı zaman ruh orada hazır olur derler. Yani bir büyüğün adını andığın zaman hemen andığın yere gelirmiş. Onun için adına hazret diyorlar. Bir Katılımcı: 31:11 31:17. Abdülaziz Bayındır: Yok, yok. Bu papadan, babadan farklı bir şeydir. Adını andığınız zaman kendi ruhu orada hazır olurmuş. Ondan sonra da o bizi görür derler. Şimdi bizimle burada bulunuyor derler. Şuanda Türkler arasındaki yani Türkiye de kullanılan hazret kelimesi sayın anlamına geliyor. Gerçek anlamını kaybetmiş vaziyettedir. 31:53 meşhur olmuştur. Ama şuanda kimse ruhun hazır olduğu manasını kullanarak hazret demiyor. Sayın manasında diyor. Hazreti peygamber dediğim zaman peygamberimizin ruhu burada hazır oluyor diye aklınıza geliyor mu? Sadece bir saygı ifadesidir. Sayın, bay gibi. Ama Araplar böyle bir kelimeyi kullanmazlar. Tabii bu kelimenin konuluş sebebi tamamen büyükler anıldığı zaman ruhları hazır olur anlamına konulmuştur. Ama sonradan bu anlam değiştirilmiştir. Konuluş amacı öyledir. Her yerde hazır ve nazır olan sadece Cenabı Haktır. Onun dışında hazır olan yoktur. Şimdi şeyden geldi. “Ellezine hum fi ğamratin sahun”(51/11). İşte bütün sapık inançlar bir belirsizlik içinde kendilerini aldatırlar. Kendilerini maceraya sürüklerler. Ne olacağı belli olmayan hareketler içerisine girerler. Mesela meşhur bir adam kitabına yazmış. Şuanda Türkiye de çok meşhur olan bir adam. Yurt dışında da şöhreti var. Ben Asya da sürgündeyken her tarafta bana şeyhin yardımı yetişti diyor. Yani Abdülkadir Geylani’nin yardımı diyor. Her sıkıldığım yerde bana yardıma koştu. Çünkü Abdülkadir Geylani demiştir ki 33:50 34:00. Benim müridim ister doğuda olsun, ister batıda nerede olursa olsun ben yetişirim imdadına. İşte orada müridi derken de beni kastediyor diyor. Ebced hesabıyla bakın benim adım çıkıyor diyor. Ne demek Allahın yardımı yetişmiyor da Allah korumuyor da asırlar önce ölmüş olan Abdulkadir gelip bunları koruyor. Öbüründe de Allah korumuyor da İsa (a.s) koruyor. Değişen ne? Sadece isim. Sistem aynı. Bunlara ya kardeşim asırlarca önce ölmüş olan Abdülkadir seni nereden tanır diyorsunuz. Allah tanıtamaz mı diyor. Peki, tanıttı farz edelim. Peki, ölmüş bir kişi senin bulunduğun yeri nereden bilsin diyorsunuz. Allah bildiremez mi diyor. Farz et ki bildirdi. Peki, senin dilini nasıl anlasın diyorsunuz. Allah öğretemez mi diyor. Farz et ki öğretti. Peki, senin sesini duyabilir mi diyorsunuz. Allah duyuramaz mı diyor. Ya kardeşim bunların hangisinin delili var? Allah, Kur’an da “ve ma ente bimusmiım men fil kubur” “sen kabirde bulunanlara hiç bir şey işittiremezsin”(35/22) diyor. Sen tutmuşsun Asya’dan adama bağırıyorsun. Kabrinin başında da bağırsan işittiremezsin. Allahın kudretiyle delil getirme yetkisini sana kim verdi? Allah boşuna mı kitap indirdi? Ne cevap vereceksin? Allah-u Teâlâ “Emmey yucibul mudtarra iza deahu ve yekşifus sue” “başı sıkışmış olan kişi çağırdığı zaman onun çağrısına kim yetişiyor da o kötü durumu gideriyor”. “ve yec’alukum hulefael ard” “sizi bu toprağın halifeleri yapıyor, öncekilerin yerine yerleştiriyor”. “eilahum meallah” “Allah ile beraber başka bir ilah mı var ki gelsin de sizin yardımınıza yetişsin”(27/62) diyor. Peki, sen nasıl Allahın kudretini delil getirerek elinde hiçbir delil olmadan böyle şeyler söylüyorsun. Hem de namaz kıldığını söylüyorsun. “İyyake ne’budu ve iyyake nestein”(1/5) dediğini iddia ediyorsun. Bunların söylediklerinin içi boştur. Anlamadan söylerler. Ben böyle kendini büyük şeyhlerden kabul eden biriyle Abdülkadir Geylani konusunu tartıştım. Bana, sen ne dersen de dedi. Biz Allah la bizim aramızda evliya-i izam ve 37:03 37:05 kiram hazretlerinin ruhları vardır diye biliyoruz dedi. Biz onlardan istianede bulunur, istimdat ederiz dedi. Yani onlardan yardım ister imdat çağırısında bulunuruz diyor. O zaman ben size tavsiye ediyorum dedim. Namazda Fatiha okurken “İyyake nea’budu ve iyyake nestein”(1/5) diye bundan sonra hiç okumayın. Hiç olmazsa söylediklerinizle yaptığınız birbirini tutsun dedim. Ellerinde bir delil olarak mı bunu yapıyorlar? Hayır, delicesine gidiyorlar. Tıpkı bir adamın arabayı hızla büyük bir uçuruma sürmesi gibidir. Ya şunu biriniz durdursun diye bağırıyorsunuz. Ben Allaha tevekkül etmişim diyor. İyi, peki görürsün. Allah sana boşuna mı bu aklı verdi? Bu imkânları boşuna mı verdi?
Cenabı Hak özlü bir iki kelime söylüyor ama olayın her şeyini ifade ediyor. “ellezine hum” “öyle ki onlar”. “fi ğamr”. “ğamr”(51/11) belirsizlik demektir. Onun için ‘ğamara’ macera demektir. Çünkü ne olacağı belli olmayan bir yola kendisini atıyor. “sahun” da sehiv yani yanılgıdır. “yanılıyorlar”. Hani sehiv secdesi deriz. Yanılma secdesidir. İnsan normalde yanılabilir. Fakat o yanılgı kendi kurgusu sonucu olmuşsa o zaman bu affedilmez. “ellezine hum an salatihim sahun”(107/5) da olduğu gibidir. Adamın namazla alakası yok. Namazın şuurunda değil. Namazı namaz olarak kabul etmiyor. Kılıyorsa da gösteriş olsun diye kılıyor. O devamlı kendini aldatıyor. İşte bunlarda belirsizlik içerisinde kendini aldatan insanlardır. Ya kardeşim bu kadar insan aptal mı bunların peşinden gidiyor, diyorlar. İşte buyurun Hıristiyan dünyasına bakın. Akıllı bir adam onların peşine gidebilir mi? Birazcık aklı olsa yani küçücük aklı olsa onların peşine gider mi? Efendim bunların ilim filan dedikleri hikâyedir. Üniversiteleri var ama samimi olabiliyorlar mı? İlim adamı olmak çok önemli bir şeydir. Ama öğrendiğin bilgiye göre de davranabilmek kolay değildir. Siz kendinize bakın. Hiç âlim olmanıza lüzum yok. Hayatınızda bildiğiniz doğruları yapsanız sıkıntı çeker misiniz? Doğru olarak bildiğiniz her çeşit bilgiyi kastediyorum. Yine az çok fark etmez. Sadece bildiğiniz doğruları yapsanız sıkıntıya düşer misiniz? Nasıl okuması yazması olmayan kişi yanlışlara bile bile düşüyorsa, o âlim dediklerinizde aynen onun gibi bile bile yanlış yapar. Bunların farkı biraz mürekkep yalamıştır. Okuma yazması olmayanın yanlışı yalnızca kendini etkiler. Ama âlimin yanlışı bütün toplumu etkiler. Çok daha tehlikelidir. Tabii doğruyu yaparsa elde edeceği sevap daha fazladır. Ama yanlış yaparsa günahı daha fazladır. Yani insanlar doğruların peşinde değil. Hakkın peşinde kesinlikle değil. İnsanların büyük çoğunluğu kendi doğrularının peşindedir. Kendi menfaatlerinin peşinde kendi istikbalini bekliyor. Ya ben şimdi şunu yaparsam bana kimse iş vermez gibi düşünebilirler. O zaman onun doğrusu işverenin doğrusudur. Kim iş veriyorsa onun doğrularını doğru olarak kabul eder. Bununla ilgili oldukça güzel bir hikaye anlatırlar. Adamın birisi gazeteye ilan vermiş. Bir muhasebeci alacak. Dolgunda bir ücret verecek fakat imtihanı ben kendim yapacağım demiş. Gelen kişiler birbirileriyle görüşmeyecek şekilde her gelene ayrı bir günde randevu vermiş. Birisi geldiğinde iki kere iki kaç eder diyor. Oda dört deyince çık diyor. Epey bir zaman sonra bir adam geliyor. İki kere iki kaç eder diyor. Kaç etmesini istersiniz efendim diyor. Aferin işte sen bana lazım olan adamsın diyerek işe alıyor. Çünkü onların hepsini birden imtihan etse o çıktığı zaman diğerlerine bunu hemen söyleyecek. Ayrı ayrı günler veriyor ki birbirlerini görmesinler. Kaç etmesini istersiniz efendim o kadar. Doğru nedir? Büyüklerin istediğidir. Onlar hep öyledir. Doğru onlar için odur. Efendim bir bildiği vardır derler. Bir hikmeti vardır derler. Onlar hem önlerini hem arkalarını görür derler. Tabii sizin yanlışınızı güzel göstermeniz için onları tanrılaştırmanız lazım başka çaresi yok.
Kaldığımız yerden devam edelim. Allahu Teâlâ burada gökyollarından bahsediyor. O konuyla ilgili ayetleri okuyalım. “Ves semai zatil hubuk” “Yolları olan gök hakkı için”(51/7). Mesela Kur’anı Kerimde göğün kapılarından bahsediliyor. Bununla ilgili ayetler var. Göğün kapıları, demek ki her bir göğün bir kapısı var. Oradan yukarı gidiyor. 44:13 50:09.
“Yudebbirul emra mines semai ilel ardı” “Allah gökten yere kadar işleri çekip çevirir” “summe yağrucu ileyhi” “sonra bu işler tekrar ona çıkar” “fi yevmin” “bir günde” “kane migdaruhu elfe senetim mimma teuddun” “sizin sayımınıza göre bin yıl”(32/5). O zaman o elli bin yıl başka bir gün, bu ayetteki başka bir gündür. Bir de şuna değinelim. Burada gün derken yani şuanda dünyada yaşayanlar gün derken neyi kastediyorlar? Dünyanın kendi etrafında bir dönüşünü kastediyorlar. Göklerin günü dünyanın günüyle aynı olmaz. Orada da kâinatın bir dönüşü olur. Ne kadar sürdüğünü de yaratıcı bilir. Ve ahrette bütün şartlar değişecek, onun günüde bugün ki günden farklı olacak.
“Yağlemu ma yelicu fil ardı” “Allah yerin içerisine ne indirdiğini biliyor”(34/2). Gökten aşağı inen bir sürü şeyler var. Çünkü Allah-u Teâlâ, size rızkınızı indirdik diyor. Burada Müslümanlara düşen gökten yağıp da yerde bize rızık olan, gıda olan şeyler neler onunla ilgili araştırma yapmaları lazım. Bir sürü tozlar yağıyor diyorlar. Onları araştırmak, ortaya koymak gerekiyor. “ve ma yahrucu minha” “yerden ne çıkıyor Allah onu bilir” “ve ma yenzilu mines semai” “gökten ne iniyor” “ve ma yağrucu fiha” “göğe ne yükseliyor Allah-u Teâlâ biliyor” “ve huver rahimul ğafur” “ikramı boldur ve çok bağışlar”(34/2). Demek ki o yollar boş yol değil. Sürekli iniş çıkışlar var.
Nuh (a.s) kavminin yakalandığı azapla alakalı bir ayette var. “Fefetahna ebvabes semai bimaim munhemir” “göklerin kapılarını açtık ve boşalan sular”(54/11). Göklerde su var mı, yok mu tartışması yapılıyor. Demek ki var. Zaten bir ayeti kerimede de daha önce okumuştuk. “ve cealna minel mai kulle şey’in hayy” “her canlıyı sudan yarattık”(21/30). Bir de dabbeyle ilgilide vardı. “Vallahu haleka kulle dabbetim mim maé’” “Allah her dabbeyi sudan yaratmıştır”(24/45). Dabbe, canlılar demektir. Bizde onların içine giriyoruz. Bizde hani ayetlerde hep okuyoruz ya bitkilerden süzülen bir su değil mi? Her dabbeyi sudan yarattık diyor. Peki, bu dabbe nerede bulunur? “Ve min ayatihi halgus semavati vel ardı ve ma besse fihima min dabbeh” “göklerde, yerde ve bu ikisi arasında yayılan dabbeler”(42/29). Çünkü göklerde de dabbeler var. Her ikisinde yaydığı dabbeler diyor. O zaman demek ki göklerde sular var. Ve burada kapılar var. Cenabı Hak kapıların birisinden Nuh (a.s) kavmi için böyle birkaç yerden suları indirmiş. Diğerine geçelim. “Ve lillahi yescudu ma fis semavati ve ma fil ardı min dabbetiv vel melaiketu” “göklerde ve yerdeki bütün dabbeler Allaha secde eder, meleklerde”(16/49). O zaman melekler dabbeden farklı oluyor.
Nebe suresinde ahret gününü, ahret olaylarını anlatıyor. “Ve futihatis semau fekanet ebvaba” “gök açıldı kapı kapı oldu”(78/19). “İnnellezine kezzebu biayatina vestekberu anha” “ayetlerimiz karşısında yalan söyleyen ve kendilerini ayetlere muhtaç görmeyip kibirlilik yapan büyük görenler” “la tufettehu lehum ebvabus semai” “gök kapıları onlar için açılmayacak”(7/40). 57:15 57:28 Bir de hadisi şerifi hatırlarsanız bir hadis var. Tam metin olarak belki söyleyemeyebilirim. Ama mana olarak söyleyeyim. HADİSİN ORİJİNAL METNİ. Bir insan vefat ettiği zaman Azrail (a.s) onun ruhunu alır, gök kapılarına çıkarır. Ve onunla ilgili kimlik soruşturması yapılır. Müminse kapı açılır. Değilse açılmaz diye hadisi şerif var. İşte demek ki bu ayeti kerimenin açıklaması oluyor. Bir katılımcı: Bu ayet ahrettekiler için değil mi? Abdülaziz Bayındır: Hayır bu ölüm anını anlatıyor. “İnnellezine kezzebu biayatina vestekberu anha” “ayetlerimize karşı yalan söyleyip kendini ona muhtaç görmeyip kibirlilik edenler” “la tufettehu lehum ebvabus semai” “onlar için gök kapıları açılmayacaktır”(7/40). İşte buradan sonrası ahretle ilgilidir. “ve la yedhulunel cennete” “bunlar cennete de giremeyeceklerdir” “hatta yelicel cemelu fi semmil hıyat” “deve iğne deliğinden geçinceye kadar”(7/40). Deve hiçbir zaman iğne deliğinden geçmeyeceğine göre bunlarda cennete girmeyecekler.
“Sebbeha lillahi ma fissemavati vel ard” “göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih ederler”(57/1). Yani Allaha boyun eğer. Kâfirlerde Allaha boyun eğer. Eğmez mi? Yani Allahın dediği zaman dünyaya gelmiyor mu? Dediği zaman ölmüyor mu? Bir kâfir Allahın koyduğu kurallara uymazsa yaşayabilir mi? Yani acıktığı zaman yemek yemese, uykusu geldiği zaman uyumasa yaşayabilir mi? Bunlar hep Allahın koyduğu kurallar değil mi? Allahın tabiatta koyduğu kurallara uymazsa bir kâfir yaşayabilir mi? Yapamaz işte. Başka bir kanun koysun bakalım. Bunlar zorunlu kulluk. Kâfirler gönüllü kullukta isyan ediyorlar. Zorunlu kulluğu zaten herkes yapıyor. İstese de istemese de. “ve huvel azizul hakim” “Allah güçlüdür ve doğru karar verir” “Lehu mulkus semavati vel ardı” “göklerin ve yerin melikliği”(57/1-2). Yani yönetimi, hâkimiyeti onun elindedir. “yuhyi ve yumit” “yaşatır ve öldürür” “ve huve ala kulli şey’in kadir” “her şeye gücü yeter onun”. “Huvel evvelu vel ahıru vez zahiru vel batın” “evvel o, ahir o, zahir o, batın o”(57/2-3). Yani ne tarafa baksanız her şeyde Cenabı Hakkı görürsünüz. Dış görünüşe baksanız o, araştırma da yapsanız gene onu görürsünüz. “ve huve bikulli şey’in alim” “o her şeyi bilir” “Huvellezi halekas semavati vel arda fi sitteti eyyamin” “gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır”. “summesteva alel arş” “sonra arşa hâkimiyet kurmuştur” “yağlemu ma yelicu fil ardı” “yere ne girdiğini bilir” “ve ma yahrucu minha” “ondan neyin çıktığını bilir” “ve ma yenzilu mines semai” “gökten ne indiğini bilir”. “ve ma yağrucu fiha” “oraya neyin uruc ettiğini bilir çıktığını bilir”(57/3-4). Yine “1:01:40” aynı kelime kullanılıyor. “ve huve meakum eyne ma kuntum” “nerede olursanız olun o sizinle beraberdir”. “vallahu bima tağmelune basir” “ne yaparsanız yapın Allah görür”(57/4). Allah sizi serbest bırakmış ama nerede olursanız olun sizinle beraberdir. Şah damarımızdan da daha yakındır. O zaman akıllılık edip yanlış iş yapmamamız lazım. Çünkü hesabını vereceğiz.
Bütün bu ayetler çok açık bir şekilde neyi gösteriyor? Göklerin kapıları ve çıkış noktaları değil mi? 01:02:17 01:03:23.
“Ves semai zatil hubuk” “yolları olan gök 1:3:31”(51/7). Allah oralarda çıkış yollarının olduğunu söylüyor. “İnnekum lefi gavlim muhtelif” “siz farklı sözler içerisindesiniz” “Yué’feku anhu men ufik” “ondan çevrilen çevrilir”(51/8-9). Yani bazıları gerçekleri kabul eder. Bazıları da kendisini bile bile yalanın içerisine sokar. Yalan olduğunu çok iyi bilir ama yalan insana çok hoş gelir, çok tatlı gelir. Mesela televizyonlarda belgeseller var. Bir de macera filmleri var. Hangisinin daha çok seyircisi var. İnsanın dünyasına da ahretine de hiç katkısı olmayan bir takım eğlenceler var. En fazla seyirciyi onlar çeker. Sadece zaman geçer, başka hiçbir şeye yaramaz. İnsanlar böyledir. Hâlbuki insanın en değerli varlığı da zamandır. Çünkü gitti mi bir daha geri gelemez. O zaman faydalı geçirmek lazım. “Kutilel harrasun” “atıp tutanlar kahrolsun”(51/10). Şu şöyledir, bu böyledir. Yani az önce söylediğimiz gibi ya kardeşim Abdülkadir Geylani asırlar önce ölmüş, adam bizi nereden tanısın diyorsunuz. Bizi nasıl duysun diyorsunuz. Allah duyuramaz mı? İşte atıyor. Kendi arzularını Allaha söylettiren bir sürü insanlar var. Böyle atıp tutuyorlar. Bunlar kahrolsun diyor. “Ellezine hum fi ğamratin sahun” “bunlar belirsizlikler içerisindedir” (51/11). Ellerinde bir delil olmaksızın kendilerini aldatır dururlar. Yani kendilerini maceraya sürüklerler.
“Yes’elune eyyane yevmud din” “hesap günüde ne zamanmış diye sorarlar” (51/12). Yani enteresandır. Şurada içimizde herhalde en yaşlımız kaç yaşındadır? Bir katılımcı: Ben 84 yaşındayım. Abdülaziz Bayındır: Tamam en yaşlımız 84 yaşındaymış. Peki, 84 sene evvel burada bulunanlar neredeydiler? Topraktı, başka yerde değillerdi. 85 sene sonra burada bulunanlar nerede olacak? Çünkü şurada en küçüğümüz 8 yaşında. 82 ye 8 eklersen 90 olur. O kadar sene kaç kişi yaşar ki. Hadi 100 sene sonra diyelim. Hangimiz olacağız? Ya o yüz sene dediğin şu bahçede ki bir ağacın ömrü değil. İnsan bu durumda olduğunu gördüğü halde bakarsınız ki Cenabı Hakka kafa tutuyor. Kendini yaratana kafa tutuyor(36/78). Her şeyini borçlu olduğu yaratıcısına kafa tutuyor ve ona yol göstermeye kalkıyor. Akıl öğretmeye kalkıyor. Ya sen nesin ki? Hesap günü de ne zamanmış? Öldüğün zaman öğrenirsin ne zaman olduğunu?
“Yevme hum alen nari yuftenun” “o gün onlar ateşin üzerinde denemeye tabii tutulacaklar”(51/13). Onlara ateşin üzerinde dayanıklılık testi yapılacak. Fitne kelimesinin anlamı neydi? Bir altını ateşe sokup içerisine karışan yabancı maddeyi ayırmak ki o kaba da fitne deniyor. Altının eritildiği potadır. Şimdi bunlarda cehennem üzerine böyle potayla konulacak. Hadi bakalım sizde şu madeniniz neymiş bir görelim. Ateşin üzerinde dayanıklılık testi yapılacak. Dayanın bakalım dayanabiliyorsanız.
“Zuku fitnetekum” “fitnenizi tadın”(51/14). Yani bu potayı siz kendiniz hazırladınız. Siz sıkıntı kaynağı oluşturmuşsunuz dünyada ortaya çıkardığınız sıkıntıyı tadın da görün. “hazellezi kuntum bihi testağcilun” “işte siz buna acele ediyordunuz”(51/14). Hani hesap günüde ne zamanmış? Gelsin de bir görelim diyor. Sen bana bu dünyada bir kilim ver de, ahrette ben sana bir halı veririm diyerek böyle dalga geçiyor. Tamam, hadi buyur.
“İnnel muttegine fi cennativ ve uyun” “ama kendini koruyanlar cennetlerde olacaklar ve köşe başlarında”(51/15). Yani kaynak sularının başlarındadır. Hangi kaynaklar oluyordu? Muhammed suresinde okumuştuk. Bal ırmağı, süt ırmağı ve su ırmağıdır. Bozulmayan su ve bozulmayan bağdır. Bir katılımcı: Hocam şaraplarda var. Abdülaziz Bayındır: Tabii sarhoş etmeyen şaraplarda var. Fakat insana bütün zevki tattıran şaraplardır. Zevki tattırıyor fakat sıkıntı yok. Yani adamın aklını gidermiyor. Midesini bozmuyor ama o bütün zevkini tattırıyor. Kendini koruyanlar böyledir. Tabii ilk önce şirkten korumak gerekiyor. Ve kendimizi bırakmamamız lazım. Kendimize sahip çıkmamız lazım. En çok sahip olacağımız kendimiz. Ondan sonra başkalarıdır. Kendini kurtaramayan başkasına ne fayda sağlayabilir?
“Ahızine ma atahum rabbuhum” “rableri onlara ne vermişse onu alan kimselerdir”(51/16). Yani Allahın emirlerine sarılan insanlardır. Ya da ahrette Allahın verdiği imkânları bunlar alacaklardır, o manada da olur. Ama önce dünya ile ilgili anlarsak daha iyi olur. Allah hangi emri vermişse bunlar onu tutmuşlardır. “innehum kanu gable zalike muhsinin” “onlar bundan önce iyi davranan kimselerdi, güzel davranış gösteren samimi insanlardı”(51/16).
“Kanu galilem minel leyli ma yehceun” “onlar gece pek az uyurlardı”(51/17). Mesela biz gece ne yapıyoruz? Örfte gece dediğimiz zaman, ne zaman başlar gece? Şimdi iki türlü örf vardır. Birisi peygamberimiz geldikten sonra oluşan örf, bir de peygamberimizden önce oluşan örftür. Ayetler neye göre iniyor? Peygamberimiz geldikten sonra oluşan örfe göre mi, insanlar ona göre mi anlıyorlar? Yoksa öncekine göre mi anlıyorlar? Öncekine göredir. Çünkü o kavmin kullandığı kelimelere göre onlara göre güneş battı mı, Leyl başlar. Yani akşam başlar. Ne zamana kadar güneş doğana kadar böyledir. Batıştan doğana kadar Leyl’dir. Mesela bugünlerde takvime bakarsak bu derse gelmeden önce takvime baktım. Batışla doğuş arasında 11 saat 53 dakika var. On iki saat diyelim. Bu batışla doğuş arasında kaç tane ibadet yapıyoruz? Akşam, yatsı ve sabah namazı olmak üzere üç namaz kılıyoruz. O ibadetleri yapmak için sabah güneş doğmadan önce uyanmak zorunda değil miyiz? Ama bu ibadetler umurunda olmayan ne yapıyor? Eğer bir işi varsa erken kalkıyor. Yoksa güneş doğmuş, doğmamış onu ilgilendirmiyor. Uyuyor. Biz akşam önce bir namazımızı kılalım sonra yemeğimizi yeriz diyoruz. Namaz bizim için çok önemli. Sonrada yatsıyı kılarız diyoruz. Hatta şimdi yaza doğru gidiyoruz. Kuzey ülkelerinde yazın yatsılar gecenin ortasına doğru yaklaşıyor. Ekvatora gittiğinizde o kadar olmuyor da bu tarafa geldikçe uzuyor. Mesela adam Tarlasında çalışır, yorulmuştur. Dik oturamaz, kafası öne gider, gözleri yumulur. Bekler. Neyi bekler? Yatsıyı. Yatsı derdi olmazsa yatabilir değil mi? O zaman her Müslüman için böyledir. Şimdi bu ayeti kerimeleri gece kalkar teheccüd kılar diye anlarsak yanlış olur. Çünkü bir kere esas olan farzlardır. Farzları yapan insanlar zaten ibadetleri için diğerlerinden daha çok uyanık olmak zorundadır. Akşam namazını kılacak, yatsıyı kılacak ve sabah namazını kılacak. Bu sebeple müminin uykusu diğerlerinden daha az oluyor. Zaten ister istemez öyle olur. Bir de Müzzemmil Suresinde Cenabı Hakkın verdiği bir emir var. “Ya eyyuhel muzzemmil” “ey örtüsüne bürünmüş olan” “kumil leyle” “gece ayağa kalk”(73/1-2). Biz namaz kılarken ayağa kalkıyoruz değil mi? Ayakta namaz kılıyoruz. “illa kalila” “az bir kısım hariç”(73/2). Gecenin az bir kısmı. Şimdi şöyle düşünelim. Mesela bugün güneş battı akşam namazı oldu. Yatsı saat kaçta oluyor? Bir katılımcı: 19:23 de. Abdülaziz Bayındır: Sabah namazı da işte 05:40 gibi falan kılınıyor. Yatsıyı kılıp yattığımızı düşünün. 20:00 de yatılır. Dokuz saat uyku oluyor. 20:00 de yatılmaz. Dokuz saat biraz fazladır. Ama şöyle ortalama senenin bütün günlerini düşündüğünüz zaman gecenin büyük bir bölümünü yani yarıdan fazlasını uyanık geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Allah-u Teâlâ ayette de ne diyor? Gece kalk az bir kısmı hariç. Az bir kısım ne? “nisfehu” “yarısı”(73/3) demektir. Gecenin yarısında kalk diyebilirsin. Mesela altı saat diyelim. Bazen yedi saat oluyor. Uzayıp kısalıyor ya bazen beş saat oluyor. “evinkus minhu galila” “ya da biraz ondan azalt” “Ev zid aleyhi” “ya da biraz arttır”(73/3-4). Yani günler, her gün değiştikçe namazlarımızı vaktinde kıldığımız zaman bunlar kendiliğinden oluyor. “ve rattilil Kur’ane tertila” “Kur’anı da böyle tertil üzere yani kelime kelime anlayacağın şekilde yavaş yavaş oku”(73/5). Bir de Peygamber (s.a.v) yatsı namazından sonra yaz kış devamlı 11 rekât nafile namaz kılarmış. İşte bu 11 rekâtı sağlayan son üç rekât vitr oluyor. Ve bizde genellikle vitr namazımızı kılıyoruz. Yani gecenin son namazıdır vitr namazı. Ama biz onu genellikle yatmadan önce kılıyoruz. İşte burada yatsıyı kıldığımız zaman görürsünüz. Aşağı yukarı iki veya üç senedir yatsının peşinde vitiri kılmayı bıraktım. Çünkü gece kalkar başka namaz kılarım dediğiniz zaman kalkmıyorsunuz. Ama bir namazı bıraktığınız zaman mecburen kalkıyorsunuz. Yatsıyı kılıyorum gece tekrar kalkmak üzere vitiri bırakıyorum. Kalkıp kılıyorum. Kalkamazsam ne olur? Bir şey olmaz. Ama kalkarsan çok güzel, çok sevaplı bir iş yapmış olursun. Bir katılımcı: O zaman namaz farz kılınmış mıydı? Abdülaziz Bayındır: Hayır, bunlar Mekke de inmiş olan ayetlerdir. Henüz namazın farz kılınmadığı bir zamandır. Peygamberimiz o zamanlar kalkıyor ve Kur’an okuyor. Esas olan Kur’anı anlayıp kavramaktır. Bu ayeti kerime de tane tane Kur’an oku diyor. Burada namaz kıl ifadesi yok. Gece kalk var. Namaz kıl kelimesi burada yok. Kalkıyor ve Kur’anı Kerim okuyor. Çünkü gece ayakların kesildiği, insanların kendi başına kalabildiği bir zamandır. Kur’anı okuyor ve özümsüyorsunuz. Hızlı değil, yavaş yavaş, tane tane anlayarak oku diyor. Sırf Kur’anı Kerimi okumak içindir. Peygamberimiz namaz kılarken de yani cemaate namaz kıldırırken de gece namazlarını yüksek sesle okuyordu. Bizde öyle okuyoruz. Fatiha’dan sonra da uzunca sure okurdu. İnsanlar orada namaz kılarken Kur’an eğitimi alıyorlardı. Arapça da biliyorlardı. Kur’an eğitimi alıyorlardı. Akşamda da uzun okurdu, yatsıda da uzun okurdu. Sabah namazında da uzun okurdu. Ve kendiside namaz kılarken de uzun uzun ayetler okurdu. Ayaktayken okursanız vücutta kendini bırakmaz. Daha dikkatli olursunuz. Ve öyle daha iyi kavrama imkânınız olabilir. Esas olan Kur’anı Kerimi kavramaktır. Yani bu az önce okuduğumuz ayetlerde öyledir. Namaz kılarken de Kur’anı Kerim okuyoruz. Orada da asıl olan onun manasını kavramaktır. Namaz kılmandan da tabii ki okursunuz. Yalnız, Kur’anı Kerim sevap kazanmak için okunmaz. Kur’anı Kerim anlamak için okunur. Bir katılımcı: 1:22:04 1:22:11. Abdülaziz Bayındır: Akşam namazını kısa okumuştur diye öyle zayıf bir rivayet var. Herkes ona yapışıyor. Evet, şimdi bu ayetlere devam ediyoruz.
“Ve bil eshari hum yestağfirun” “seher vakitlerinde de onlar istiğfar ederler”(51/18). Seher vakti ki sabah namazından önce ki vakittir. Tabii erkenden kalkar, namazda kılar. Ve Cenabı Hak’tan bağışlanmalarını isterler.
“Ve fi emvalihim hakkul lissaili vel mahrum” “onların mallarında başkalarının da hakkı vardır”(51/19). İsteyenin hakkı var. Mahrum olanında hakkı var. Mahrum kim? İsteyemiyor. Artık sen onu bir şekilde anlayacaksın. Bazıları ihtiyacını bildirir. Bazıları bildiremez. Bildirene de vermek lazım. Bildiremeyene de bir şekilde öğrenip vermeye çalışmak lazım. Enes Hoca: “Lil fugaraillezine uhsıru fi sebilillahi la yestetiune darben fil ard, yahsebuhumul cahilu ağniyae minetteaffuf” “kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. İffetlerinden dolayı (dilenmedikleri için), bilmeyen onları zengin sanır”(2/273). Abdülaziz Bayındır: Mesela bütün işini gücünü bırakmış bazı kimseler vardır. Allahın dinine hizmet için uğraşıyordur. Bu para getiren bir meslek değil. O zaman onlara özellikle bir şeyler vermek gerekir. “yahsebuhumul cahilu ağniyae minetteaffuf” “iffetli davrandıkları için onların durumlarını bilmeyenler kendilerini zengin sayar”(2/273). Hatta bu kişilerden yardım isteme eğiliminde bulunurlar. Bu kişiye gelip bana şu kadar yardım et, derler. Hâlbuki istenen kişi yardıma muhtaçtır. Millet onlardan yardımda ister. Burada şunu da söylemek gerekir. Kamu hizmeti yapan insanlar para kazanmaz, para harcarlar. O zaman birileri de onlara takviyede bulunacak. Bu konuda birkaç kelime daha söyleyeyim. Kur’anı kerimde zekâtların dağıtılacağı yerler var. Allah-u Teâlâ zekâtların dağıtıldığı sekiz sınıftan bahsediyor. Bizim mezhepler daralta daralta tek sınıfa indirmişlerdir. Yani sekiz sınıfın her biriyle ilgili öyle tarifler yapmışlardır ki sadece fakir anlaşılmaktadır. Fakire de vermeyince zekât işi kapanmış oluyor. Şimdi zekât konumuz o değil ama olduğu zaman o derslerde geniş geniş açıklamaya çalıştık. Gene yeri geldiği zaman açıklarız. Mesela şimdi “fi sebilillah” kavramı var. “Allah yolunda” demektir. Allahın dini için yapılan bütün gayretlerde, çalışmalarda zekât olur. “Kalpleri İslama ısındırılanlar” var. Bazıları kalpleri ısındırılmak istenenler için verilen zekâtın sadece adam Müslüman olsun diye verildiğini zannediyor. Bu anlayış yanlıştır. Adam kâfir olur, ona zekâttan yardım verirsin. Zenginde olsa verirsin böylece düşmanlığını engellersin. Adam yeni Müslüman olmuştur. İslam’a yapışsın diye zekât verirsin. Aynı fondan. Adam iyi bir Müslüman’dır. Sağlam bir Müslüman’dır. Ona o fondan zekât verirsin. O başkaları için mesela zengin bir gruba zekât parasıyla bir yemek verir. Çok zengin adamlara yemek verir. Ve Allahın dinini anlatır. Kur’anı Kerimde o sekiz sınıfı, bir sınıfa indirerek zaten kendi intiharımızı kendimiz hazırlamışız. Birçok konuda Kur’anın dışına çıkılmış. Onun sıkıntılarını çekiyoruz. Zekât çok ciddi bir mebladır. Mesela bir adamın bir trilyonluk malı olsa ve bu sene kazanç elde etmemişse bundan vergi veriyor mu? Yani kazancı yoksa vergi veriyor mu? Muhasebeci burada var. Muhasebeci: Vergi vermiyor. Abdülaziz Bayındır: Zekât veriyor mu? Zekât vermesi gerekiyor. Çünkü zekâtta kâr edip edilmediğine bakılmıyor. Malınız varsa zekâtınız olur. Ve miktarda çok yüksektir. % 2,5 çok yüksek bir miktardır. Çünkü malın % 2,5 u, kârın değil. Ticari mallarda ve parada böyledir. Bir de tarım ürünleri var ki orada %10 bazen de % 20’dir. Tarlanın durumuna göre değişir. Dolayısıyla çok büyük bir mebla oluşuyor. Bundan toplumun tüm ihtiyaçlarını gidermek mümkündür. Tüm sosyal faaliyetlere, bütün ilmi faaliyetlere, Cumhurbaşkanından, Valisinden en küçük devlet memuruna kadar hepsinin maaşlarını zekâttan vermek gerekir. Allah-u Teâlâ kelimeleri o şekilde seçmiştir. Mesela “mesakin” kelimesi var. Allah, Kehf suresinde, Musa (a.s) ile kendisine ilim verilen bir kul olayında açıklamıştır. Kendisine ilim verilen bir kul gemiyi deliyor. Sonrasında anlatıyor. O gemi miskin birkaç kişinindi. Miskine ne mana veriyorlar? Hiç yiyeceği olmayan kişidir diyorlar. Yani çok fakirdir. Peki, gördüğümüzde gemi sahibine biz çok fakir diyor muyuz? Armatör diyoruz değil mi? O zaman bunu anlamak lazım. Bu gemiyi onun elinden alırsa o ilerdeki melik, bu adamların yapacakları başka iş kalmayacak. Ne olacak? İşsiz kalacaklar. O zaman 01:29:40 01:29:50. Bir katılımcı: 01:29:50 01:29:54. Abdülaziz Bayındır: Tabii yeşilkart olabilir. Zekâtın o kadar çok harcama kalemi var ki bunların hepsi olur. Mesela burada gök kapılarıyla ilgili ayetleri okuduk. 01:30:09 01:30:11 çoğunuz bunları ilk defa duyuyorsunuz. 01:30:12 01:30:17. Ama sürekli gelmeyen bunları ilk defa 01:30:18 01:30:29. Yani bizim uydurduğumuz sözler değil, Allahın sözleri bunlar değil mi? O zaman Kur’anı, Kur’an ile açıklayarak bunu elde ediyoruz. Allah, sözünü açıklama yetkisini Peygambere de vermemiş. Allah, bu yetkiyi peygambere bile vermemiş. Nereden çıkarıyoruz. “Summe inne aleyna beyaneh” “onu açıklamak bize düşer”(75/19) diyor. Ve açıklıyor. Peygamberimizin hadis 13103 13107 hadisleri incelerseniz o hadislerde olanı Kur’anın içinde görürsünüz. Ama herkes o incelemeyi yapamadığı için peygamberimiz bize ayrı olarak bildirmiş. Uygulayarak bize göstermiştir. Allah Kur’anı açıklamayı peygambere de vermemiş. Biz Allahın sözünü açıklama yetkisine kendimizi sahip görüyoruz. Bir düşünün sizin söylediğiniz sözü bir başkasının başka yerde şerh etmesine razı olur musunuz? Peki, Allahın sözünü şerh etme hakkını nereden buluyorsunuz? Onun için Allah bütün sözlerini açıklayan kelimeleri, cümleleri, ifadeleri Kur’ana yerleştirmiştir. Âlimin vazifesi Allahın yaptığı açıklamaları bulup ortaya çıkarmaktır. Çünkü “ve nezzelna aleykel kitabe tibyanel likulli şey’in” “her şeyi açıklasın diye sana Kur’anı indirdik”(16/89) diyor. O zaman Kur’anın Kur’an da açıklaması vardır. Küçük, büyük her şeyin açıklaması olmayacağına göre demek ki bunun bir sistemi var. O sistemi de Allah-u Teâlâ zaten anlatıyor. 01:32:35 01:32:36. O sisteme göre 01:32:38 01:32:44 peş peşe sıraladığımız zaman meselenin ne olduğu tümüyle anlaşıldı değil mi? Sanki yeni bir şey ortaya koymuşuz gibi geliyor. Hayır. Allah-u Teâlâ bunu açıklamış. Herkesin elindeki Kur’anı Kerimde bu var. Dolayısıyla zekât konusu da öyledir. 01:33:00 01:33:01 kendi kafalarına göre açıklamayı bırakmak zorundalar. Sen kendine göre açıklamayı bırak. Allah bütün açıklamaları kendi kitabında yapmış. Sen onları bul, ortaya çıkar. Onun için Müslümanların Allahın kitabına yaptığını hiç kimsenin yapması mümkün değildir. Gerçekten Kur’an bir kenara itilmiştir. Hep şunun, bunun sözleri din diye ortaya konmuştur. İşte Hanefi görüşüne İslam hukuku diyoruz. Ya ne İslam hukuku diyorsun. O Müslüman’ın hukukudur. Doğruda olur, yanlışta olur. Bir Müslüman adamın koyduğu hukuktur. İslam, Allahın dediğidir. Allahın dediği, esas olan budur. Bir katılımcı: 01:33:50 01:33:54. Abdülaziz Bayındır: Tabii bir çeşit tahrif oluyor. Manayı başka tarafa çekme manasında bir çeşit tahrif oluyor. Bu konulara çok dikkat edelim. Bir katılımcı: 01:34:04 01:34:13. Abdülaziz Bayındır: Zekâtı, zaten Beytülmal toplar. Zekât memurları diye bir şey vardır. Zekât toplama işi ciddi bir iştir. Allah onu da ayrıca belirtmiştir. Peygamberimiz uygulamasını yapmıştır. Zekât toplar ve o topladıkları zekâtın bir kısmını alırlar. Gidin mesela maliyecilerle görüşün. Birçok ilde, maliye memurlarının aldığı maaş kadar o ilden vergi toplanmaz. Hâlbuki zekâtın bir parçasını veriyorsunuz. Yani en fazla sekizde birini veriyorsunuz. Orada da müthiş bir 01:34:48 01:34:49. Dolayısıyla zekâtı devlet toplar. Ve Allah-u Teâlâ’nın söylediği yerlere harcadığı zaman zekât, devletin bütün işlerini görür. Başka bir vergiye gerek yok. Kur’anı Kerimde devlet geliri olarak zekâtın dışında bir de ganimet vardır. Ganimetin bir muhasebesi olmaz. Devletin bütçesini yapamazsınız. Çünkü kazanacağım diye savaşa gider, hepsini de kaybedebilirsiniz. Ama bütçesini yapabileceğiniz tek şey zekâttır. İşte siz gençsiniz. Bu konuları dikkatli bir şekilde kendi kafanıza göre değil, yani eskilerin yoluna girmeyeceksiniz. Allahın ayetini, Allahın ayetiyle açıklama yoluna gideceksiniz. Kendi sözünüzü Allaha söylettirme yoluna girerseniz, Cenabı Hakkın cezası çok ağır olur.