Abdülaziz Bayındır:
Bugün dersimiz Tin Suresi’nde. Allahütealâ burada şöyle buyuruyor: “Tin’e ve Zeytun’a, Tur-i Sina’ya, bu güvenli beldeye yemin olsun. (Tin 95/1-3)” Tin, incir. Zeytun da bizim bildiğimiz zeytin. Tur-i Sin’a ya da Turi-Seyna denen, Musa’nın (as) Cenabıhak’la karşılaştığı 40 günlüğüne gittiği dağın adı. Orası da Mekke-i Mükerreme. Şimdi Allahütealâ bu dört şeye yemin ediyor: incire, zeytine, Tur-i Sina’ya ve bu güvenli beldeye. Şimdi güvenli belde Mekke-i Mükerreme Peygamber’in (sav) peygamberliğe başladığı yer. Tur-i Sina, Yahudiler için son derece önemli olan, Kuranı Kerim’de defalarca geçen bir dağın adı. Zeytun, sofralarımızdaki zeytin olabilir ama o ikisine baktığımız zaman bunun da İsa’nın (as) vahiy aldığı, öldürülmek istendiği ve Beyt-il Makdis’in de üzerinde bulunduğu Zeytun Dağı. Tin de incir. Şimdi bu incir ne olabilir? Burada büyük peygamberlerden bahsediliyor. Bazı araştırmacılar diyor ki bu Tin, Buda’nın altında vahiy aldığı incir ağacının adıdır. Yani Budistlerde incir ağacı son derece değerlidir. Çünkü Buda onun altında tefekküre dalmış, yedi yıl kadar kalmış ve orada bilinçlenmiş. Buda’nın hayatını okuduğumuz zaman toplumundaki yanlışlıklara karşı ciddi bir sıkıntısının olduğu, bunun için Peygamber’in (sav) yaptığına benzer bir şekilde Peygamberimiz Hira mağarasına gitmiş o da işte değişik yerlere gitmiş. Yedi yıl kadar da o incir ağacının altında tefekküre dalmış ve kendi kendine bilgiye ulaştı deniyor. Tabi zamanla gerçek bilgiler değişiyor kayboluyor. Buda bir peygamber olabilir. Çünkü Allahütealâ her topluma bir uyarıcı gönderdiğini çok açık ve net olarak bildiriyor. Yani: “Geçmişinde bir uyarıcı olmayan bir ümmet yoktur. (Fatır 35/24)” O zaman koskoca Çin toplumu, Hindular, Asya’nın güneyindeki o toplumlara da kim bilir kaç tane peygamber gelmiştir. Bunlardan bir tanesi de Buda olabilir. Ha şu anda Budizm şirke batmış olan din. Şirke batmış olan bir din ama birtakım kuralları var ki İslam’la birebir örtüşüyor. İçki haram. Yalan söylemek haram. Uyuşturucu kullanmak haram, adam öldürmek haram, zina etmek haram… Bizdeki haramların hemen hemen tamamına yakını orada da haram…
Şimdi mesela onlarda bir nirvana denen bir şey var. O nirvana da işte bizim kültürümüze fenafillâh olarak geçmiştir. Yani elimizde Kuranı Kerim olmasına rağmen “Allah’ta yok olma” diye tasavvufta bulunan o fenafillâh Budistlerden gelmedir. Onlara da kim bilir nereden gelmiştir. Onların meditasyonu bize rabıta olarak geçmiş. Dolayısıyla o Budizm’de başlangıçta hak bir din olduğu halde zamanla tıpkı Hıristiyanlık gibi, bazı müslüman gruplarda olduğu gibi şirke bulaşmış ve yoldan çıkmış olan bir din haline gelmiş olabilir. O bakımdan bana son derece mantıklı geliyor yani bu Tin’in incir olması bu çok büyük bir 250 milyonun üzerinde mensubu olan bir din. Bakıyorsunuz onlarda da Allah inancı var. Allahla kulun arasına aracılar koymuşlar. O aracılara “meleksi üstatlar” diyorlar. Onların o aracılarına verdikleri vasıflarla bizimkilerin evliyaya verdiklere vasıfların arasında bir fark yok aynı. Bu sebeple yani onun da aslında bir hak dini olmuş olması sonradan bozulmuş olması mümkündür. Budistlerin eski kitapları var binlerce. Onlar üzerinde araştırma yapan bir araştırmacı, gelecek peygambere, Muhammed’e (sav) inanma ümmetine telkin ediyor. Bir Muhammed adında peygamber gelecek ve ona inanacaksınız. Orada bulmuşlar. O vedaların içerisinde bulmuşlar. Şimdi zaten biliyorsunuz yani Kuranı Kerimde de Ali-İmran Suresi’nde 81. Ayetinde: “Allah peygamberlerden kesin söz almıştı. Size bir kitap ve hikmet verirsem, sonra sizinle beraber olanı tasdik eden bir peygamber gelirse, mutlaka ona inanacaksınız ve ona mutlaka yardımcı olacaksınız. (Ali-İmran 3/81) ” Ayet böyle olduğuna göre önceki kitaplarda Peygamber (sav) için inanma emri olması son derece tabiidir. İşte biz bunu Tevrat’ta ve İncil’de bunu rahatlıkla bulabiliyoruz. Bunu Budist metinlerde de bulduklarına göre bunun aslında bir hak din olma ihtimali çok yükselmiş oluyor.
Peki, bize bunun faydası ne? Bunun faydası şu. Şimdi bir insana gidiyorsunuz. Bir olay anlatmıştım ben size. Bir dekan vakfımıza gelmişti Katolik Fakültesi’nin dekanı. Ona “Kuranı Kerim Tevrat’a da İncil’e de sahip çıkar” dediğim zaman son derece memnun olmuştu. Bu psikolojik olarak kendisini Kuranı Kerim’e yaklaştırıyor. Kuranı Kerim zaten sahip çıkıyor. Ali-İmran Suresi’nin ilk sayfasını açarsanız orada da bir incelik var onu ben size göstermeye çalışayım. Burada diyor ki Allahütealâ: “Elif-Lam-Mim. Allah, ondan başka ilah yoktur. O diridir, sürekli işleri çekip çeviren/işinin başında olandır. Sana bu kitabı o indirmiştir. Gerçeklerle dolu. (Ali-İmran 3/1-3) ” Yani bu kitabın içeriği öyle bir içeriktir ki bunu doğru anlattığınız zaman yeryüzünde “bu yanlıştır” diyecek kimse çıkmaz. Gerçeklerle dolu bir kitap… “Kendinden öncekileri tasdik eden bir kitap… (Ali-İmran 3/3) ” Bu ne demektir? Şimdi Kuranı Kerim Tevrat’ı tasdik ediyor değil mi? Tümüyle mi tasdik ediyor. Tevrat’ta da Kuranda da olanları tasdik ediyor. Şimdi diyorsunuz ki bak bu Kuranı Kerimde de var Tevrat’ta da var. Bunu dediğiniz zaman iş değişiyor. Mesela geçen sen ramazanda bir grup Hıristiyan’la iftar yaptıktan sonra vakfa geçtik papazlarla. Biz onlara Kuran’la İncil’in birbirini tasdik ettiği yerleri göstermek için dedik ki siz İncil’e göre hareket ediyor musunuz deyince “Hayır!” dediler. Hayır deyince söyleyecek söz kalmadı. O zaman dedik ki sizin bir yok. Evet dediler bizim şeyimizi konsüller belirler. Ama evet deselerdi hemen gösterecektik. Belki de onu göstereceğimizi bildikleri için öyle söylemişlerdir. E şimdi burada bu ayeti kerimede şuna dikkatiniz çekeyim diyor ki “Bu kitap kendinden öncekileri tasdik eder. Allah Tevrat’ı ve İncili de indirmiştir. (Ali-İmran 3/3)” Kendinden önceki Tevrat’ı ve İncil’i tasdik eder deseydi önceki kitapları Tevrat ve İncil’le sınırlamış olurdu. Tevrat’ın içerisinde de zaten Zebur var onlarla sınırlamış olurdu. Ama öyle demiyor. Kendinden önceki kitapları tasdik eder Tevrat’ı ve İncili de o indirmiştir diyor. Orada da kalmıyor şöyle diyor “Bundan önce el-furkanı da o indirmiştir. (Ali-İmran 3/4)” El Furkan ne? Tevrat’ı anladık. Kuran’ı bir kenara bırak onu başta söyledi. Kuran kendinden öncekini tasdik eden kitap… Tevrat’ı, İncil’i söyledi ve Furkan’ı indirmiştir dedi. Ne demek Furkan? Allahın indirdiği bütün kitapların ortak adı… Doğruyla yanlışı birbirinden ayıran bütün hak kitapları Allah indirmiştir. O zaman Tevrat ve İncil’le sınırlı değil bu. Şimdi siz mesela Zerdüştlerin Gata’larını alın orada Kuranı Kerim’de olan ayetlere benzer ibareler bulacaksınız. Onların Gata’larına atıfta bulunarak onları dine davet etmek başka, “sizde hiçbir şey yok her şeyi bırakın gelin” demek başkadır değil mi? Ondan sonra Budistlerin, Brahmanistlerin “siz sıfırsınız sizin hiçbir şeyiniz yoktur” demek başka onların kitaplarına atıfta bulunarak “bakın sizin şu kitaplarınıza şunlar şunlar vardır” demek başkadır. İşte Allahütealâ Kuranı Kerim’i kendinden öncekileri tasdik eden kitap olarak tanıtıyor. Öncekileri tasdik eden deyince onlarla aramızda sağlam bir köprü kurulmuş oluyor ve o insanlar tamam diyor. İşte Katolik fakültesinin dekanına Kuran Tevrat’ı da İncil’i de korur dediğimiz zaman ne kadar sevinmişti bakın siz de şahittiniz. Bu arkadaşlarımız da şahit gördüler. Ne kadar sevindi. Yani demek ki bizi bir kenara bırakmıyor.
Şimdi o bakımdan yani tebliğ açısından bütün bunların incelenmesinde fayda var. Allaha şükür bu zamanımıza kadar dinler tarihi konusunda yeteri kadar çalışma olmadı ama asrımızda çok güzel çalışmalar var. Dinler tarihi bölümleri oldukça hareketli. Onların çalışmaları inşallah Kuran temeli üzerinde olursa önümüze çok büyük ufuklar açılır. Yani mademki Cenabıhak diyor ki her topluma bir peygamber gönderdim. Bunu manası şudur. Hangi karşınıza batıl olarak çıkan dini kazıtırsanız altından mutlaka bir peygamber çıkacaktır. Şimdi bunların en başta gelen örnekleri Mekkelilerdir değil mi? Peygamber (sav) Mekkeli müşriklere peygamber olarak geldi. Mekkeli müşrikler kimin evladıydı? İbrahim’in (as). O şirke karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmış değil mi? E onun torunları Kâbe’yi putlarla doldurdular. Ama putlarla doldururken ne yaptılar? Tıpkı Hıristiyanlar gibi yaptılar. İşte Hıristiyanlar Allahın oğlu diye İsa’yı (as) ve Cebrail’i (as) kutsal ruh olarak tanrılaştırdılar. Bunlar da Allahın kızları dilerek hayali bir takım melekleri tanrılaştırdılar. Başka bir şey yapmadılar. Ama olsun işte Budistler de “meleksi üstatlar” diyerek bir tanrılaştırma işi yapıyorlar. Her tarafta işler aynı şekilde yürütülüyor. Aynı prensiple yürütülüyor. Çünkü insanları saptıran aynı şeytan… Şeytanın görev sahası neresiydi? Doğru yolun üzeriydi. E ne yapacak Allahla kulun arasına bir şeyle sokuşturacak. İşte şeytanın asıl yaptığı o.
O bakımdan bu Tin, Buda’nın vahiy aldığı incir ağacı pekâlâ olabilir niye olmasın? Zeytun da İsa’ya (as) işaret eder. Turi-Sina Musa’ya (as), işte bu güvenli belde Peygamber’e (sav) işaret eder. Bütün bunlara yemin olsun. “Şurası kesin ki insanı en güzel kıvamda yarattık. (Tin 95/4)” Yani insanı en güzel hasletlerle donattık. Şimdi biz burada hepimiz birer insanız değil mi? Birçoğumuz kendimizi beğenmeyiz. Aslında beğenmediğimiz kendimiz değil tembelliğimizdir. Tembelliğimizdir. Madem Allahütealâ en güzel hasletlerle donattık diyor, biz o hasletleri öne alacak çalışmalar yapmalıyız. Hani sık sık okuduğumuz bir ayet var. Allah öyle dememizi emrediyor Peygamberimize: “De ki: benim namazım, ibadetlerim, yaşamam ve ölmem varlıkların sahibi Allah içindir. Onun herhangi bir ortağı yoktur. Ben böyle emir aldım ve Müslümanların en önde olanıyım. (En’am 6/162) ” Bakın her birimize Allah bir numaralı müslüman olma hedefini gösteriyor. Peki, bizi yaratan o değil mi? Bak o da diyor ki sizi en güzel hasletlerle donattım diyor. O zaman demek ki hepimizi tembelliği bırakırsak bir numaraya oynayacak özelliklere sahibiz. Hiçbir zaman pes etmememiz lazım. Yok, biz yaşlandık bizden geçti, şuyuz buyuz hayır! Asla pes etmemek lazım… Durum ve şartlar ne olursa olsun bir numaraya oynamamız lazım. Allahütealâ’nın bize verdiği emir bu… Müslüman toplum bir numaraya yarışanların toplumu olmalıdır. İşte diyor ki Allah hem de güçlendirici bir ifadesiyle “Şurası bir gerçektir ki” hatta şöyle de mana verirler güçlü ifadeyi ortay koymak için birçok mealde “Yemin olsun, ant olsun biz insanları en güzel hasletlerle donattık” (diye geçer). Yani çok güçlü ifadeyle ifade ediyor Allahütealâ.
“Sonra onları en aşağıların da aşağısına çevirdik. (Tin 95/5)” Bu nasıl oluyor. Şimdi şu anda iftar sofrasındayız. Hepimizin iştahını kabartacak yiyecekler var öyle değil mi? Zaten mide de ona hazır ama zihnimize şu onda oruç tutun emri verildiği için hiç kimsenin eli uzanmıyor o oraya. Şimdi gayet güzel ve lezzetli yiyecek var. Bunlara hiç dokunmayalım böyle kalsınlar yarın akşam gelelim buraya. Ne olur bu yiyecekler? Bozulur. Neye göre bozuldu? Allahın bunlar için koyduğu kanuna göre bozuldu değil mi? İşte “aşağıların en aşağısına çevirdik” derken burada da o kanuna uydu da onun için o sonuç elde edildi. Allah öyle bir kanun koymuş. Şimdi elimizdeki birtakım özelliklerimiz var değil mi Allah yaratmış. Bu özellikleri kullanmaz da çürütürsek tıpkı yiyecekleri çürütmek gibi o zaman en aşağıların aşağısı durumuna geliriz. Ama bizim yiyeceklerden bir farkımız var. Allah her zaman geri dönme kapılarını açık tutmuş. Geri döndürülebiliyoruz. Tevbe edip de Cenabıhakk’a yöneldik mi Allah tekrar bize kaybettiklerimizi verme sözü veriyor. Onun için “e artık bizden geçti” dememiz mümkün değil. Her zaman için önümüz açık. Dolayısıyla Allahütealâ’nın “aşağıların en aşağısına çevirdik” demiş olmasını “E ne yapalım Allah bizi aşağıların en aşağısına çevirmiş ben ne yapabilirim” diyemeyiz. Allah her şeyi bize bırakmıştır. Her şey bizim çalışmamız ve gayretimizdedir.
“İnanmış olanlar başka. (Tin 95/6)” Amene kelimesi e-emene’dir. Arapça bilen arkadaşlar için söylüyorum bunun kökü de emn’dir. O kökten Türkçemizde bir kelime var hangisi biliyor musunuz? “Emniyet.” Ne demek emniyet, güvenlik değil mi? Amene “emniyete girdi, güvenliğe girdi” demektir. Yiyeceği buzdolabına koyuyorsun bozulmasına karşı bir güvence sağlanıyor. Amena olmuş oluyor. İnanan insanlar kendisini güvene alıyorlar. Bozulmaya karşı kendini korumuş oluyor. Ama inanmak ne? İnanmak güvenmektir. Kime güveniyorsun? Kime inanıyorsan ona güveniyorsun demektir. “Ben Allaha inanıyorum.” O zaman Allaha güveniyorsundur. Şimdi bir kişi düşünün sizi seviyor etrafınızdan ayrılmıyor sizin söylediğiniz bazı şeyleri kabul etmiyor. Ne dersiniz? “Bu adam bana tam güvenir” der misiniz? Denir mi? Denmez. İşte Allaha inanıyorum diyorsanız Allahın bütün sözlerini tartışmasız kabul etmeniz lazım. Kendinize bakın sizin doğru sözlerinizde, yanlışları değil doğru söylediğiniz sözlerde, çünkü Allahın söylediği her şeyin doğru olduğuna inanıyoruz ya. Sizin doğru olarak söylediğiniz bazı şeyleri kabul etmiyorsa “bu adam bana inanmaz” dersiniz. İşte Cenabıhakkın bütün sözlerini kabul etmemiz lazım. Onları yerine getirmek için gayret göstermemiz lazım. İşte “amene” hem Allah güvenmiş oluyor, hem kendini güvene sokmuş oluyor. Yani bozulmaya karşı kendisini koruma altına almış oluyor. O da yetmiyor tabi “ve iyi işler de yapan. (Tin 95/6)” Mutlaka iyi işler yapmamız lazım. İyi iş yaparsak tamam…
Peki, böyle olursa ne olur? “Onlar bir ecir var ki, o karşılık bitmez tükenmez karşılıktır. (Tin 95/6)” Hem kendini güvene alıyorsun çürümekten korunuyorsun. Yani aşağılıkların aşağılığı olmaktan kurtuluyorsun, hem de ahirette ebedi nimetlere kavuşuyorsun. Dünyada da öyle… Huzur oluyor mutluluk oluyor rahatlık oluyor vücudun sağlam oluyor vücut çürümemiş oluyor bir sürü şeyler var.
Şimdi mesela Allahütealâ kimleri hidayete erdirir kimleri saptırır? Bakın burada Allahın saptırması hidayete erdirmesi kaderciler gibi (anlamayın). Bunun manası şu: kuralları koymuş. Şimdi okullar bu hafta açıldı. Milli Eğitim de birtakım kurallar koymuş. Şu şartlara uyan öğrenci sınıf geçer uymayan kalır. Sınıfı geçen bırakan kim? Milli Eğitim. Bu aynen o manadadır. Hidayete erdiren Allah’tır. Yani şunları şunları yapan yola gelir. Saptıran Allah’tır. Şunları şunları yapan sapıtır. Kuralları koymuştur Allah. O kurallara uymak uymamak bize kalmış bir iştir.
Onun için şimdi şu ayetlere bakın, Rad Suresi 27. Ayet : “Kim Allaha doğru yönelirse Allah onu kendi yoluna alır. (Rad 13/27)” Şöyle düşünün. Adam yolda aşağı düşmüş ya da bir çukura düşmüş orada duruyor. Adama elinizi uzatıyorsunuz diyorsunuz ki elini uzat seni çıkarıyım. “Git işine be!” diyor. Ne yaparsınız orada? Yapacağınız bir şey yok. Ama çıkmak istiyor ya birisi yok mu beni buradan çıkarsın diye çırpınıyorsa siz de onu çıkarmak için elinizden geleni yaparsınız. Aynen öyle. İnsan yola gelmek için bir gayrete girerse Allah onu yola getirir. Girmezse yok. Gayret kişiden gelecek. Allah durup dururken hiç kimseyi ne yola getirir ne de yoldan çıkarır. Hiç kimsenin bu konuda ayrıcalığı yoktur. Hiçbir ferdin, peygamberler de dair. Ha peygamberler bunu yapmıyor bu ayrı bir konu. Ayrıcalıkları yok. Gayret göstermişlerdir, sürekli çalışmışlardır. Peygamber’in (sav) hayatına bakın tek anını boş geçirmiyor, sürekli doğru şeyler peşinde koşuyor, devamlı çalışıyor ve o şekilde bize örnek oluyor. Mesela Cenabıhak kimleri yola getirmez? “Allah kâfirler topluluğunu yola getirmez. (Bakara 2/264)” “Allah fasıkları yola getirmez.(Maide 5/108)” “Zalimleri yola getirmez. (Bakara 2/58)” Yani sen fasıklık etmişsen, zalimsen, kâfirsen Cenabıhak seni yola getirmez. Peki, kâfir müslüman olmaz mı? Olur, Kendi arzu edecek ki olsun. Kendi isteyecek, kendi istemeden olmaz.
“Peki, bütün bunlar ortadayken, şu dine karşı seni yalana sürükleyen nedir? (Tin 95/7)” Bu dinin bütün güzelliği ortadayken neden yalana sarılıyor, gerçeklerden kaçıyor da kendini bu dinden uzaklaştırıyorsun? “Allahütealâ en doğru kararı vermez mi? (Tin 95/8)” Yoksa Allahın verdiği kararı mı beğenmiyorsun? Bakın dinin bütün güzellikleri ortada. Eğer bu dinle alakalı bir şey söylüyorsan bu söylediğinin yanlış olduğu ortadadır. Ama tabi hemen şunu peşinen söylemek lazım: din dediğimiz zaman anlayacağımız Kuran’da anlatılan ve Peygamber’in (sav) uyguladığıdır. Sonradan din diye kitaplarımıza geçmiş aramıza geçmiş bir sürü hurafeler, yanlışlıklar değil. O ikisini birbirine karıştırmamak lazım. Bunu zaten biliyorsunuz biz her dersimizde tekrar tekrar anlatmaya çalışıyoruz. Bunun yüzlercesi var. Din zannederek uyguladığımız şeylerin birçoğunun Kuranı Kerim’de ve Peygamberimizin uygulamasında yeri olmadığını görüyoruz.
O zaman akıllarımızı kullanıp sorgulayıcı olmamız gerekiyor. Ha biz size sorgulayıcı olun dediğimiz zaman bizim canımızı sıkıcı şeyler yapıyorsunuz delil istiyorsunuz delil bulmak için anamız ağlıyor gece gündüz çalışıyoruz ama sonunda da bize faydalı şeyler ortaya çıkıyor. Onu yaparken çok canımızı sıkıyorsunuz ama iş bittikten sonra size dua ediyoruz: “Allah razı olsun bu adamlar bunu yapmasalardı biz de bu sonuçlara ulaşamayacaktık!” diyoruz. Ama tabi yağmur gibi de yağıyor. O da çok güzel. Bizim daha çok çalışmamıza sebep oluyor ve ben şahsen kendi açımdan ilk görev yerimin İstanbul Müftülüğü olmasını Cenabıhakkın çok büyük bir lütfu olarak kabul ederim. Çünkü orada vatandaşların yağmur gibi yağan sorularına cevap verebilmek için gece gündüz çalışmak zorunda kaldık. İnsanoğlu tembeldir. Biraz boş bıraktın mı tembelleşir çalışmaz. Gece gündüz hala öyle çalışıyoruz, hala öyle çalışıyoruz. Yani şimdi ben sabahleyin sahuru yaptığım zaman hemen aşağı iniyorum. Akşam iftar yapıyorum bir çay içiyorum hemen aşağı inip vakfa inip çalışıyorum. Şimdi hanım, çocuklar çok haklı olarak, yani hiç yüzünü göremiyoruz diyorlar. Hâlbuki evle vâkıfın arası birkaç basamaklı yerdir. Biz de bu güne gelmişiz canım işte profesör olmuşsun daha ne istiyorsun emekliliğin de gelmiş yat aşağı biraz dinlen! Öyle şey yok. Yani o kadar çok sorular geliyor ki şimdi ben kendi kendime kendim ettim kendim buldum millete diyoruz ki gerekçe sorun. E soruyorlar o yüzden gerekçesini bulmak için anamız ağlıyor oraya bak oraya bak. Fakat sonuçta da çok güzel şeyler çıkıyor Allaha hamdüsenalar olsun.
Dolayısıyla mutlaka sorgulamacı olmamız lazım. Başka konularda aklımızı bir kullanıyorsak din konusunda bin kullanmamız lazım. Allahın kitabını mutlaka okumamız lazım. İçselleştirmemiz lazım. Ama ona canı gönülden inanmamız, boyun eğmemiz ve uymamız lazım. Uymuyorsak Kuranda anlatılana uymuyorsak mutlaka önce kendimize kötülük yapıyoruz demektir. Çünkü kendimizi çürütüyoruz. Buna son derece dikkat edilmesi gerekir.
Şimdi burada “İnsanı en güzel kıvamda yarattık. (Tin 95/4)” diyor Allahütealâ. Allah insanı en güzel kıvamda yaratmış. Bununla kalmamış göklerde ve yerde ne varsa hepsini de insanın hizmetine sunmuş. Gökte demiyor. Gök derseniz birinci kat sema anlaşılır. Yani şu yıldızların bulunduğu gök anlaşılır. Kuranı Kerim’den anladığımıza göre Nuh (as) zamanında yedi kat gökle ilgili bilgileri insanlar çok güzel bir şekilde elde etmiş. Ama şu andaki astronomi bilgilerimizin tamamı ancak birinci kat semaya kadar çıkıyor. İkincisinden kimsenin haberi yok. İşte kara delik falan deniyor belki Kuranı kerimle birlikte yapılacak yeni çalışmalar diğer gökler hakkında da bilgi sahibi olmamızı sağlar. Şimdi Allahütealâ diyor ki bakın 14. Sure 32. Ayet: “Gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’tır. Suyu da gökten indirmiştir. (İbrahim 14/32)” Yani su bu dünyanın malı değildir. Göğün malıdır gökten gelmiştir. Başka birçok ayette de var. Onu inşallah kendi aramızda bir tartışacağız. “O suyla ürünlerden sizin için rızıklar çıkarmıştır. Denizi sizin emrinize vermiştir. Denizde emriyle aksın gitsin diye gemileri sizin emrinize vermiştir. (İbrahim 14/32)”
Casiye Suresi’nin 13. ayetinde de Allahütealâ şöyle söylüyor daha detaylı: “Sizin emrinize verdi Allah, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa. (Casiye 45/13)” Şimdi Allah insanı en güzel hasletlerle donattı mı? Göklerde ne var yerde ne varsa o insanın emrine verdi mi? Bu defa birçok insan tanrılığa soyunuyor. Kendine bu kadar nimetler verilmiş ya. “Bunlarda düşünen bir toplum için gerçekten ibretler vardır. (Casiye 45/13)” Bir ayette de Cenabıhak şöyle buyuruyor: “Şurası kesin ki Âdemoğullarını kerametli kılmışızdır. (İsra 17/70)” Şimdi bazıları bir keramet tutturmuş gidiyor. Birilerine kutsallık tanımak için. Ya kardeşim kerametli olmayan bir tek insan yok ki! Herkeste var bu. Şimdi havada uçmak mı keramettir yoksa uçağın içerisinde gitmek mi keramettir? Hangisi keramet, hangisi ikramdır? Uçağın içinde çayını içerek gitmek mi? Yoksa o rüzgârla, yağmurla soğukla boğuşarak gitmek mi? Ürdün’den Amman’da çok sıcak bir hava. Amman havaalanından havalandık uçak bir çıktı dışarıdaki harareti gösteriyor eksi atmış derece. Ben eksi atmış derecede buz parçası olup küt diye yere düşerim değil mi? Keramet hangisi? Keramet balık gibi yüzmek mi yoksa denizde geminin içerisinde keyif çatmak mı hangisi keramet? Cenabıhak ne diyor? İsra 70. Ayet. “Şurası çok kesin âdemoğullarını kerametli yarattık…” Yani onlara çok ikramlarda bulunduk. Keramet “ikram “demek… “…denizde ve karada onları taşıdık” Denizde yüzmek zorunda değiliz ki gemiler alıp götürüyor. Karada da başka vasıtalar icat ederek dolaşıyoruz. “…ve onları en temiz yiyeceklerle rızıklandırdık. Şimdi şu masamızdaki yiyeceklere bakın tabiattan seçme en güzel yiyecekler. “Ve onlara verdiğimiz özelliklerle, yarattıklarımızdan çoğuna üstün hale getirdik. (İsra 17/70)” Esaslı bir üstünlük verdik.
Dolayısıyla Cenabıhak bize bu kadar imkânları ve hasletleri vermiş. Bizim kıymetini bilmemiz lazım. Allaha teşekkür etmemiz lazım. Kendimizi çürütmememiz lazım. Yani insanoğlu da bir meyve gibi bir sebze gibi çürüyebilir. Kendimizi çürütmemenin, güvene almanın yolu iman etmek, Allahın istediği gibi davranmaktır. İman edip Allahın istediği gibi davranmazsak Allah bizi aşağıların aşağısına çevireceğinden bahsediyor. O zaman kendimizi korumak bizim elimizdedir. Aşağıların aşağısına döndüğümüz zaman da cehennem de dünyanın çöplüğü gibi. Cennette çöpün ne işi var? Oraya atıyorlar işte. Adam gibi adam olursan seni cennete alıyorlar. Bunun böyle olduğunu her insan anlar ve kavrar. O yüzden “Bütün bunlardan sonra seni bu dine karşı yalan söylemeye sevk eden ne? (Tin 95/7)”” Bütün geçekleri görüyorsun teslim olsana. Allah en güzel hükmeden değil mi? (Tin 95/8)” Allahın hükmüne mi güvenmiyorsun? Peki dersi burada bırakıyoruz.
Yazıya geçiren: Efe Mısırlı ([email protected])