Euzübillahimineşşeytanirracim. Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîn. Vel-‘âkibetü lil-müttekîn. Vessalâtü ves-selâmü ‘alâ Rasûlinâ Muhammedivve ‘alâ âlihî ve ashâbihî ecme’în.
İki hafta önce Tekvir Suresini okumuştuk. Geçen hafta örtünme ile ilgili konuşma yapmıştık. Tekvir Suresinde geçen bir kelime, İsâr kelimesi ile ilgili şimdiye kadar verilmiş olan manalardan farklı bir mana vermiştik. Yani tefsirlerde mevcut olan manaların dışında bir mana vermiştik. Bazı dostlarımız ve bazı kişiler, bu mana ile ilgili bir takım işte şüpheler, endişeler ya da katılmamalar şeklinde bir takım görüşler belirtmişler. Tabii ki bizim ortaya koyduğumuz görüşe katılmaları gerekmez. Zaten baştan söylüyoruz, biraz sonra gene de söyleyeceğiz; buradaki kelimeye bizim verdiğimiz manayı veren, görebildiğimiz herhangi bir tevsir yok. Yalnız konu tabii Kurân-ı Kerîm’deki bir kelimeye farklı bir mana vermek olunca, bunu bir kere daha o kelime üzerinde durarak, açıklamakta fayda var. Bizim vazifemiz insanları ikna etmek değil elbette, kendimize göre doğru olan şeyleri söylemeye çalışmaktır. Elbette doğru olduğuna inandığımızı da söyleyeceğiz.
“İzeşşemsu kuvviret.” (Tekvir 81/1) Güneş dürüldüğü zaman. Şimdi dürülme kelimesini kullanıyoruz; Tekvir kelimesi, bir sarığın etrafına yani bir fesin etrafına sarığı sarmak. O sarığı bir dürüm gibi kabul ederseniz onun içerisine sarığı kaybediyorsunuz demektir. Allah Teâlâ’da gökleri sarıp sarmalayacağını, yıldızlarla güneşin onun içerisinde kalacağını bildiriyor başka âyetlerde. Mesela Enam Suresi 38. âyet, şimdi bu âyet bugün yapacağımız dersle ilgili olarak önemli olduğu için yani İsâr kelimesiyle ilgili önemi dolayısıyla onu şey yapacağız. Enam 6. Sure biliyorsunuz; Enam Suresi 38. âyet yüz otuz üçüncü sayfa. Yok, ben yanlış yapmışım o değil o değil üç yüz otuz birinci sayfayı açıyoruz. Ben yanlış şey yapmışım. Yani o sayfada kalsın başka vesileyle açacağız gene bugün. Hani oraya da bir İsâret koyun ama üç yüz otuz birinci sayfa esas bizim açacağımız. Enbiya Suresi 104-105. âyetler. Üç yüz otuz iki’ymiş. 104. âyet. Hatta 103’den başlarsak daha iyi olur. 101’den başlayalım isterseniz.
“İnnellezıne sebekat lehüm minel husna ülaike anha müb’adun” (Enbiya 21/101) Kendileri için el husna ifadesi geçmiş olanlar cehennemden uzak tutulacaklardır. Bu “el hunsa” kelimesi şunlar için geçmiştir şeyde Necm Suresi 53. Sure’de 31-31. âyetlerde; büyük günahlardan ve fuhuştan sakınan kimseler, yani kim büyük günahlardan ve fuhuştan sakınırsa Allah onlar için el husna vardır diyor. El husna demek, en güzeli demek. Yani şimdi siz bir takım şeyler yapıyorsunuz, yaptığınız her şey güzel olmaz biliyorsunuz. Bu güzel oldu, bu çok güzel oldu. Hatta mesela namaz kılarsınız, günlerce namaz kılarsınız da bir gün dersiniz ki ya bu defaki namazım çok güzel oldu. İşte o en güzelinin sevabını verir Allah Teâlâ, öbürlerini de onun seviyesine çeker. Ne zaman? Büyük günahlardan kaçınırsanız, fuhuştan kaçınırsanız öyle yapar. İşte el husna sözü onlar için verilmiştir. Onu Necm Suresinin 31-32. âyetlerinde görürsünüz siz.
İşte büyük günahlardan kaçınanlar bu dünyada, cehennemden uzak tutulacaklar. Ne zaman? Mahşer günü. Çünkü mahşer günü, mahşer meydanına cehennem getirilecektir. Zaten biraz sonra Tekvir Suresinde de okuyacağız. “La yesmeune hasıseha” (Enbiya 21/102) Cehennemin hışırtısını bile duymayacaklar. “ve hüm fı meştehet enfüsühüm halidun” (Enbiya 21/102) Onlar canlarının çektiği, hoşlarına giden şeylerin, nimetlerin içerisinde sürekli kalacaklardır. İstedikleri her şeyi yapacak durumda. “La yahzünülümül fezeul ekberu” (Enbiya 21/103) Onları o büyük dehşet, o büyük yaygara, o büyük sıkıntı da üzmeyecektir. Yani o kıyamet sıkıntısının üzüntüsünü falan da çekmeyecekler. Yani büyük günahlardan kaçındığımız zaman, ölüm sizin için çok büyük bir mutluluk vesilesi oluyor. “ve tetelekkahümül melaikeh” (Enbiya 21/103) Melekler onları karşılayacaklar. “haza yevmükümüllezı küntüm tuadun” (Enbiya 21/103) İşte bu sizin gününüz. Gün sizin gününüz. Size söz verilmişti. Bugün sizin gününüz. Ne zaman bunu söyleyecekler? İşte asıl dikkatinizi çektiğim çekmek istediğim âyet şimdi okuyacağım âyet; “Yevme natvis semae ke tayyis sicililli lil kütüb” (Enbiya 21/104) O gün ki göğü, mesela şimdi şöyle şu elimdeki mendili düşünün bunu gök gibi düşünün; şimdi şu da ay ve yıldızlar olsun şöyle göğü bunların etrafında dürüyor. Böyle görüyor musunuz şimdi içinde mendili? Yok. İşte gök cisimlerin etrafında dürüldüğü zaman, dürülenlerin içerisinde bir de güneş oluyor değil mi? Dürüm gibi oluyor ama yiyemezsin. İşte “İzeşşemsu kuvviret.” (Tekvir 81/1) Güneş böyle dürüldüğü zaman, güneşin dürüldüğü gün neler olmuş oluyor bu âyete göre? Mahşer günü değil mi? Müminlerin cehennemden uzak tutulduğu gün. Çünkü cehennem yaklaştırılıyor. “İzeşşemsu kuvviret.” (Tekvir 81/1) İşte güneş dürüldüğü zaman, güneşin ışığı artık gelmiyor….12.6….Yeryüzü rabbinin aydınlığıyla aydınlandı. Yeryüzü aydınlık olacak ama güneşin aydınlığı değil.
Tabii daha sonra güneş, ay, yıldızlar yeniden devreye girecekler de o bugünün işi değil. Yani o yeniden dirilme gününün işi değil o. Şimdi ikincisi de “Ve izennucumunkederet.“ (Tekvir 81/2) Yıldızlar da karartıldığı zaman, işte onu şey yaptığınız zaman, işte bunu böyle göğü dürerseniz, yıldızları da göremezsiniz değil mi? İçinde var, yıldızlar var, güneş var ama göremiyorsunuz. Yıldızlar da karartılmış oluyor. “Ve izelcibalu suyyiret.” (Tekvir 81/3) Dağlar da yürütülmüş, bakıyorsunuz ortada dağ diye bir şey kalmamış. Şurada Ağrı Dağı vardı, burada efendim Erciyes vardı, hiç birisi yok. Diğer taraf dümdüz. Şimdi işte burada, böyle bir noktada yeryüzünde canlı hayvan kalır mı? Kalmaz değil mi? Kalmaz yani güneş dürülmüş, yıldız kalmamış işte dağlar yürütülmüş biraz sonra başka şeyler de okuyacağız. Hayvanların sahibi zaten ölmüş. Deniyor ki “Ve izel’İsâru ‘uttılet.” (Tekvir 81/4) İsâr kelimesi Arapça da on aylık hamile deve, develer anlamına geliyor. İsâru kelimesinin çoğulu olarak İsâr, on aylık hamile deve anlamına geliyor. “Ve izel’İsâru ‘uttılet.” (Tekvir 81/4) derken, o hamile develer burada var da ilgilenilmiyor. Yani serbest bırakmış sahibi. Şimdi böyle bir ortamda hamile deve olur mu? Ve sahibi de orada olacak, onu serbest bırakacak, ilgilenmeyecek. İşinden dolayı ilgilenemeyecek. Şimdi gelenekte bunu böyle söylerler, bazıları da şöyle diyor, diyor ki Araplar diyor bulutları da deveye benzetirlerdi. o zaman mecaz olarak bulut da kastedilmiş olabilir. Yani bulutlar işe yaramaz hale gelince, yani artık yağmur yağdırmıyor. Mecaz olarak böyle bir mana da verilebilir diyorlar. E böyle bir durumda bulutun ne şeyi olur? Şimdi sonra devam ediyoruz; diyor ki burada “Ve izelvuhuşu huşiret.” (Telvir 81/5) Evcil olmayan hayvanlar. Şimdi vahşi kelimesini kullanırsam vahşi kelimesinin Arapçadaki anlamıyla bizdeki anlamı arasında bir fark var. Evcil olmayan hayvanlar, böyle dediğimiz zaman daha uygun oluyor. Yani evde bizim beslediğimiz hayvanlar ya da ahırda beslediğimiz hayvanlar değil, onun dışındaki hayvanlar. Haşr olunduğu zaman. Peki, nasıl haşr olunuyor? Şimdi az önceki âyeti açacağız. O ilk açtığımız yeri. Yüz otuz üçüncü sayfayı açıyoruz şimdi. Enam 38. Burada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor “Ve ma min dabbetin fil erdı ve la tairiy yetıyru bi cenahayhi” (Enam 6/38) Yeryüzünde herhangi bir canlı; insan olur, hayvan olur ve iki kanadıyla uçan kuşlar “illa ümemün emsalüküm” (Enam 6/38) tıpkı sizin gibi birer ümmettir. Şimdi yeryüzündeki canlılar dediğimiz zaman insanlar da bu gruba girer mi? Girer. Peki, bu ayette tıpkı sizin gibi bir ümmettir dediğine göre insanlar dahil olur mu bu ayetin ifadesine? Olmaz. O zaman burada sözü edilenler insanların dışındaki canlılar değil mi? Çünkü tıpkı sizin gibi ümmettir dediğine göre değil mi İsmail? Tabii. Şimdi “Ve ma min dabbetin fil erdı ve la tairiy yetıyru bi cenahayhi” (Enam 6/38) yeryüzünde herhangi bir canlı yani hayvan ve gökte uçan kuş “illa ümemün emsalüküm” (Enam 6/38) mutlaka sizin gibi birer ümmettir. Yani bir toplum olarak yaşarlar, toplum liderleri vardır, organizasyonları vardır kendi içlerinde. “ma ferratna fil kitabi min şey’in” (Enam 6/38) Bu kitapta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Yani aklınız varsa her şeyi bu kitaptan arayın bulun. Bu kitabı bir din kitabı yaparak işe yaramaz hale getirmeyin. Çünkü bir din kitabı yaptığınız zaman, dini de buradan öğrenmiyorsunuz dini de başka yerlerden öğrenmeye başlıyorsunuz. Diyorsunuz ki falanca daha iyi anlamıştır. Allah’ın dediği mana da bir din kitabıdır da, bizim dediğimiz mana da değil. Çünkü biz dini çok daraltmış vaziyetteyiz. Allah’ın dediği din fıtrattır. Yani kâinattaki her şeyin Allah’ın emrine göre işlediğini gösteren anlayıştır.
Şimdi diyor ki biz kitabı hiçbir şekilde “sümme ila rabbihim yuhşerun” (Enam 6/38) Sonra rablerinin huzurunda toplaşacaklar. Neler? Bütün hayvanlar değil mi? Bütün hayvanlar toplaşacak. Peki, hayvanlar içerisinde en çok evcil olanlar mıdır? Yoksa olmayanlar mı? Bir tek sinekleri saysanız her halde bizim evcil hayvanların ne kadar katıdır. İşte bütün bunlar toplaşacaklar. Bunlar da haşr edilecek diyor Allah ahirette. Bunlar da haşr edilecektir. Şimdi bunlarda haşr edileceğine göre o zaman şu ayeti dikkatle dinleyelim “Ve izelvuhuşu huşiret.” (Tekvir 81/5) Evcil olmayan hayvanlar haşr edildiği zaman. Yani bütün hayvanlar yeniden yaratılmış ve bir araya toplanmış. Durum böyleyken on aylık, on aylık hamile deve sahibi tarafından ilgisiz bırakılmış. Böyle bir mana doğru olur mu? Olur mu? Hem on aylık hamile devenin ne işi var? O deve de zaten kıyametin şeyinde hamileliğini bırakmıştır, ölmüştür şimdi yeniden yaratılmış ve haşr edilmiştir o kadar. “Ve izelbiharu succiret“ (Tekvir 81/6) Denizler şimdi burada tescir kelimesinin üç anlamı var; birisi alevlenme. Denizler yer kabuğunun merkeze en yakın bölgeleri olduğu için, merkezdeki lavlar o kıyamet depreminde o büyük zelzelede, o çatlamalarla içerden dışarıya çıkar. Tıpkı yanardağların lavlarının çıkması gibi o çıktığı zaman denizleri kaynatır. Bu ayet bu mana uygun. İkinci mana birinin diğerine karışması ihtilat. Bu da olur. Dağlar yürütülüyor, büyük depremler oluyor, çatlamalar oluyor. Denizleri birbirinden ayıran o engeller kalkar, hepsi tek bir deniz haline gelir. Bu da olur. Üçüncü anlam da doldurulması. Şimdi bu dağlar yürütülüyor, yürüyünce nereye gidecek? Boşlukları dolduracak. Çünkü yeryüzü dümdüz hale gelecek. …21.34… diyor Allah Teâlâ. Yer uzatıldığı zaman. Nasıl uzatılıyordu yer? İşte o dağlar yürüyerek, denizlerin bir bölümü doldurduğu zaman yeryüzü daha da uzamış oluyor. Şimdi böyle bir noktada İsâr, on aylık deve mümkün değil olması. Zaten bunun mümkün olmadığını düşünenler, bulit mecazen buluttur demişler. Gök dürüldü bulut nerede kaldı? Diyor. Hani denir belki yeryüzüne yakın bir bölgede işte nasıl olsa şey var denizler kaynatılıyorsa onun suları buharlaşır yukarıda bulut oluşturur denebilir o.
“Ve izennufusu zuvvicet.” (Tekvir 81/7) Ve nefisler eşleştiği zaman yani ruh ile beden; insanların vücudu yeniden yaratılıyor, ruh gelip vücuda giriyor. İşte bu zaman “Ve izelmev’udetu suilet.” (Tekvir 81/8) Öldürülmüş bir kız çocuğu sorulduğu zaman. “Bieyyi zenbin kutilet.“ (Tekvir 81/9) Hangi suçtan dolayı öldürüldü diye? Bugün hala kız çocuklarını öldürüyorlar biliyorsunuz. Suçu neydi diye sorulduğu zaman. “Ve izessuhufu nuşiret.” (Tekvir 81/10) Sayfalar, herkesin defterleri dağıtıldığı zaman, “Ve izessema’u kuşitat.” (Tekvir 81/11) Gökyüzü sıyrıldığı zaman, “Ve izelcahıymu su”ıret.” (Tekvir 81/12) ve cehennem tutuşturulduğu zaman, “Ve izelcennetu uzlifet.” (Tekvir 81/13) ve cennet yaklaştırıldığı zaman, işte o zaman “Alimet nefsun ma ahdaret.“ (Tekvir 81/13) Herkes ne yaptığını iyice bilecektir.
Şimdi bütün bu durumlarda biz İsâr kelimesine hangi manayı verdik? Bu derste bulunmayanlar için söyleyeyim; Arapça da çok basit yani herhangi bir sıkıntıya girmiyoruz; İsâr kelimesi aşire kelimesinin mastarı olur. İçinizde Arapça bilenler var. Zaten bizim bu dersi de dinleyenler, internetten dinleyenler içinde de çok iyi arapça bilenler var, …24.12… İsâr kelimesi vardır. Aşere ne demek? Birlikte yaşama. Muaşeret bizim Türkçemizde kullanılır. Muaşeret, adabı Muaşeret derler, yani birlikte yaşama edebi, terbiyesi anlamına. Birlikte yaşama, kimler birlikte yaşarlar? İşte eşimizle birlikte yaşarız, çocuklarımızla birlikte yaşarız, akrabalarımızla birlikte yaşarız değil mi? Anne babamızla birlikte birlikte yaşadığımız kişiler vardır. İşte birlikte yaşamayı gerektiren husus. Birbirimize olan ihtiyacımız şu bu. İşte bu işlemez hale getirildiği zaman. On aylık devenin serbest bırakılması değil, burada anlatılan “Ve izel’İsâru ‘uttılet.” (Tekvir 81/4) Yani biz yeni bir kelime bulmuyoruz, olmayan bir kelimeyi icat etmiyoruz. Arapçada zaten var bu. Birlikte yaşama manasına geliyor. Birlikte yaşama işlemez hale geldiği zaman. Bunu zaten bir önceki surede Abese Suresinde görüyoruz; “Yevme yefirrulmer’u min ehıyhi.” (Abese 80/34) “Ve ummihi ve ebiyhi.” (Abese 80/35) “Ve sahıbetihi ve beniyhi.” (Abese 80/36) Kişi o gün işte kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. Niye? “Likullimriin minhum yevmeizin şe’nun yuğniyhi.” (Abese 80/37) Herkesin o gün işi başından aşkındır. Yani o evet görüyorsunuz babacığım, anneciğim ya tamam evladım şu anda çok işim var bir dakika diyor. Yani birlikte yaşama atıl hale geliyor, bir anlamı kalmıyor. Yani o anda işlemez hale geliyor birliktelik. Birlikte yaşama işlemez hale geliyor, kimse kimsenin derdiyle ilgilenemiyor.
İşte burada bir de bir metodumuz var biliyorsunuz Kurân-ı Kerîm’i anlamada; yani bu metot bizim metodumuz değil, Allah Teâlâ’nın Kurân-ı Kerîm’den öğrettiği metot. Âyetler arası ilişkiler ağı vardır, her konuda en az iki tane âyet olması gerekiyor. O âyeti açıklayan iki tane daha, sonra onları açıklayan dört tane, sonra onları açıklayanlar böyle gidiyor âyetler. Şimdi on aylık dişi deveyle ilgili bir başka âyet yok Kurân-ı Kerîm’de. Aleyhte âyet var, işte kıyamet sahnelerinde… 26.54…bütün hamile olan dişiler hamileliği bırakacaklar diyor. Yani o zaman, o kadar işlemler olduktan sonra on aylık dişi deve olacak ve sen de ilgilenemeyeceksin. Yani burada böyle bir mana verilme ihtimali yok. Bize göre yok. Ama tekrar edeyim; hangi tefsiri açarsanız, hangi meali açarsanız bunun bazı mealler mesela Elmalılı gibi Elmalılı da bakmış ki, bu dişi deve olmayacak demiş ki kıymetli mallar, işte dişi deve Araplar için en kıymetli mal o gün, kıymetli mallarla kimse ilgilenmediği zaman, öyle bir zamanda kıymetli mal mı kalır? Dağlar yürütülmüş, işte her şey bitmiş, insanlar ölmüş. Kıymetli mal mı kalır o zaman? Herkes kendi derdine düşmüş, kimse kimseyle ilgilenemiyor. Neyse ben bunu tekrar açıklamış oldum.
Netice şu; İsâr kelimesine, İsâr kelimesine dişi deve anlamı verdiğiniz zaman, anlamda bir kopukluk oluyor; dolayısıyla İsâr birlikte yaşama hukukudur. Zaten onu açıklayan başka çok ayetler var. İşte o zaman birlikte yaşama ile ilgili şeylerin bir anlamı kalmamış oluyor. …28.28…Sûr’a üflendiği zaman aralarında zaten bir mezhep bağda kalmayacak insanların. O da ayrı bir konu. Yani bütün âyetler, bu bizim az önce verdiğimiz âyeti, manayı destekliyor.
Ama ben çok ümit ediyorum, şu kütüphanelerde şimdiye kadar hiç kimsenin okumadığı kitaplar okunsa herhalde bizim söylediklerimizi söyleyenler çıkar ortaya. Yani insanlara âyetlerle ispat ediyorsunuz yok diyor, illa birisi bir şey söylemiş olacak. Evet. Ama Allah’a şükür Türkiye’deki şey bayağı değişiyor yani sizde farkındasınız bunun; artık Kurân-ı Kerîm’e doğru insanlar epeyce yaklaşmaya başladı.
Şimdi devam ediyorum, işte böyle bir noktada her insan ne yaptığını çok iyi anlayacak; ne zaman anlayacak? Öldükten sonra. Ölüm bize biliyorsunuz son derece yakın. Nasıl yakın? Ölüm bir uyku kadar bize yakın. Şuraya beni dinlerken uyuduğunuz hiç olmuyor mu? Ha..Sağ ol. Teşekkür ederim. Ben de zaten bu cevabı bekliyordum. Aksini söyleseydiniz epeyce laf işitecektiniz. Tamam. Yok dediler. Sen uyuyor musun? Uyuyan var tamam. Sağ ol teşekkür ederiz. Şimdi o uyuma işi öyle bir şeydir ki siz kendinize hakim olamazsınız. Yani sizin elinizde değildir. Çok gayret gösterirsiniz, gözlerinizi açmaya çalışırsınız, etlerinizi sıkarsınız, boynunuzu ovarsınız ama kapanmasına engel olamazsınız. Hiç farkına varmadığınız anda gözünüz kapanır. Size mutlaka anlatmışımdır; Hacca gidiyoruz, Şam’dan çıktık, kafile başkanıyım bir numaralı otobüste. Şoförün yanına oturdum ki şoför uyumasın. Son derece dikkatli bir şekilde gözüme en küçük bir uyku geçmedi, baktım şoför diyor ki pasaportlar hazır mı hocam ne oldu? Meğer Ürdün sınırına gelmişiz. Hiç uyumadım. Yahu daha şimdi senin yanına oturdum ne zaman geldik? İşte ölüm o şekilde. Şimdi ölürsünüz, yarın sizi kaldırırlar ne oldu ya? Ben bugün geç mi kaldık işe gidecektik falan? Bak dükkânı da açamadık saat kaç oldu? Ne saati, ne dükkânı kardeşim. Şimdi şeye gidiyor mahşer yerine. Yani şey ölüm bize uyku kadar yakın. Onun için son derece dikkatli olmalıyız. Şimdi nasıl olsa bu dünyada yaşıyoruz diye biraz hafif gelir de, bir de gözümüzü açarız ki ahiretteyiz; eyvah keşke şunu da yapsaydım? Diyebiliriz. Demeyelim, dememek için gerekeni yapalım. Çünkü bu dünyada biz kalıcı değiliz. Bakın ne kadar dünyayı ne kadar mamur ederseniz edin, hepsi yok olup gidiyor işte. Dağlarda kalmıyor, her taraf gidiyor. Ha mamur etmeyin değil ama bir numaralı tercihiniz asıl tercihiniz Allah rızası olmalı. Çünkü kalıcı olan o. Bir numaralı tercih o. Tabii ki insanlara hizmet etmek, güzel şeyler yapmak sevaptır ama yaptığınızı Allah rızası için yaparsanız o da sizin sevap hanenize kaydolur.
“Fela uksimu bilhunnesi.” (Tekvir 81/15) “Elcevarilkunnesi.” (Tekvir 81/16) Hunnesi’e yemin ederim. Akıp giden kunnesi’e. Şimdi Hunnesi ve kunnesi birbirine benzer iki tane kelime. Şöyle Hunnesi yavaş yavaş geri çekiliyor ve kayboluyor. Kunnesi de gelip aynı şekilde kayboluyor. Şimdi bunların gökteki yıldızlar olduğu ifade ediliyor. Şimdi yıldızları görürsünüz, bakarsınız ki yıldızlar sürekli yer değiştirir. Bunların bir kısmı sabittir. Onun yer değiştirmesi aslında dünyanın kendi etrafında dönmesidir. Bir kısmı da hareketlidir yıldızların. Yani sabit yıldızlar vardır, hareketli yıldızlar vardır. Bir kısmı işte yavaş yavaş geri geri çekiliyor gibi gözükür, yani batıya doğru. Şimdi sana yavaş yavaş geri çekiliyor gibi gelir batıya doğru ve batar. Şimdi burada “Elcevarilkunnesi.” (Tekvir 81/16) El Hunnesi’in eğer bedeliyse o zaman ikisine de aynı manayı; yavaş yavaş geri çekilen, uzaklaşan, akan ve kaybolan yıldız diye anlarız. Tabii sonra tekrar çıkar, tekrar kaybolur; tekrar çıkar tekrar kaybolur. Şey de olabilir yani burada bir …35.06…düşünülürse “Fela uksimu bilhunnesi.” (Tekvir 81/15) “Elcevarilkunnesi.” (Tekvir 81/16) gibi düşünülürse, o zaman da şu anlaşılır; gökyüzünde iki tür yıldız var; birisi sabit yavaş yavaş dünyanın hareketiyle geri çekiliyormuş gibi oluyor hatta onu kendi kendine göre bir yörüngede aktığı da kabul edilebilir bu kelime yapısından. Bir kısmı da hareketli yıldızlardır, ama o hareketli olan da olmayan da bir müddet sonra kaybolur. Yani gökyüzündeki yıldızların da ikiye ayrıldığını bu âyetten anlama imkânı olabilir. Ama bu tür âyetleri biliyorsunuz bizim anlamamız tam olarak anlamamız çok zor. Bunların uzmanları lazım ki onlar bize izah etsinler.
“Velleyli iza ‘as’ase.” (Tekvir 81/17) Geceye yemin olsun, kararmaya başladığı zaman. “Vessubhı” (Tekvir 81/18) Sabaha yemin olsun, “iza teneffese.” (Tekvir 81/18) Nefeslendiği zaman. Şimdi gece zaten ikindiden sonra artık ışık azalmaya başlar. Güneş battığı zaman, biraz daha azalır. Sonra giderek batı ufkunda bir beyaz ışık kalır. Sonra o da kaybolur, gecenin karanlığı başlar. Yani güneşin batımıyla ilgili, batımından sonra, güneşin battığı tarafta kıpkırmızı bir ışık kalır. Sonra o kırmızılık yavaş yavaş erir, çekilir, arkasından beyaz bir aydınlık kalır o beyaz aydınlıkta çekilince yassı namazı vaktinin sonuna gelir. O kırmızı ışık çekildi mi yassı namazının vakti girer, beyaz ışık çekildi mi, yassı namazının sonuna gelir. Neden sonuna gelir? Çünkü Allah Teâlâ diyor ki “Ekımes salate li düluküş şemsi ila ğasekıl leyli” (Isra 17/78) Namazı güneşin doğudan batıya kaydığı zamandan, hava kararıncaya kadar kıl. “ve kur’anel fecr” (Isra 17/78) bir de fecrin beraberinde kıl. “inne kur’anel fecri kane meşhuda” (Isra 17/78) Fecrin beraberinde kılınan namaz şahitlidir. Yani sabah namazı. “Vessubhı iza teneffese.” (Tekvir 81/18) Şimdi bu vakitlerin önemine İşaret ediyor Cenab-ı Hak. Çünkü bu vakitler namaz için tahsis edilen vakitlerdir. Akşam hava karardığı zaman, akşam ve yatsı namazları kılınır; sabah nefeslenmeye başladığı zaman da sabah namazı kılınır.
Şimdi sabahın nefeslenmesi çok enteresan; ya psikolojiktir ya da gerçekten ben defalarca bunu yaşadım, içinizde başka yaşayanlar vardır. Çünkü çok uzun zaman sabah namazı rasatları yaptık dışarıda işte dağlarda şurada burada. Tan yerinin ağarmasını gözlemledik Diyanetten ekiplerle başka kuruluşlardan ekiplerle. O sabahleyin tan yeri ağaracağı zaman, tatlı bir rüzgâr esiyor. Hatta ben bunu kapalı bir yerde bile hissettiğimi hatırlıyorum. “Vessubhı iza teneffese.” (Tekvir 81/18) Sabah nefeslendiği zaman. Tatlı bir rüzgâr. Siz şöyle takip edin, bakalım siz de yakalayacak mısınız? Ben bunu defalarca yaşadığımı biliyorum. Zaten âyete de uyuyor. O anda belki bu bir işarettir, horozlar ötmeye başlar. Horozun ötüşüyle, tan yerinin ağarması aynı ana rastlar ve rüzgârın esmesi. Yani çok tatlı bir şeyi içinizde hissedersiniz. Yani sizin rüzgâr dediğiniz bir şey de değil ama rüzgâr gibi bir tatlı esinti gelir, onu güzelce hissedersiniz ve gider. Belki başka yaşayanlarınız vardır. Yani tan yeri ağarması sırasında uyanık olursanız bunu görürsünüz.
Cenab-ı Hak bu vakitlerin önemine dikkat çekiyor diyor ki; “İnnehu lekalu resulin keriymin.” (Tekvir 81/19) Şu Kurân elbette değerli bir elçinin sözüdür. Değerli elçi kim? Efendim? Cebrail (a.s.). Cebrail (a.s.) Allah Teâlâ’dan alıyor, peygamber (s.a.v.)’e söz haline getirerek bildiriyor. Allah’tan nasıl alıyor, onu biz bilemeyiz tabii. “Ziy kuvvetin ‘ınde ziyl’arşi mekiynin.” (Tekvir 81/20) Güçlü Cebrail. Arşın sahibinin yanında güçlü ve mekiynin. Sağlam bir makama sahip, yere sahip. “Muta’ın semme” (Tekvir 81/21) “emiynin.” (Tekvir 81/21) Orada kendisine itaat edilen bir şeydir melektir ve güvenilir bir melektir. “Ve ma sahıbukum bimecnunin.” (Tekvir 81/22) Sizin arkadaşınız mecnun değil. Yani Mekkeliler için şey yapıyorlar, arkadaşınız Muhammed (s.a.v.) mecnun değil. Mecnun ne demek? Efendim? Deli değil. …41.23… Şimdi diyorlar ki işte bu Muhammed’i galiba cinler etkisi altına aldı. Acayip şeyler söylüyor. Hayır, öyle cinlerin etkisi altına girmiş değil, söylediği sözleri getiren Allah katında çok değerli olan, sağlam bir yeri olan melek’tir. Cinler falan getirmiş değildir. “Ve lekad reahu” (Tekvir 81/23) Şurası kesin ki bu o Cebrail’i görmüştür, “bil’ufukılmubiyni.” (Tekvir 81/23) açık ufukta. Açık ufukta görmüştür. Yani ufuk olduğu ortada olan yerde görmüştür. İlk vahiy nerede geldi? Hira Dağında, Nur Dağında. Hira dağı Mekke’nin ne tarafında? Batısı mı? Doğusu mu? Doğu tarafında. Mekke’nin doğusunda Hira Dağı. Kabe-i Şerif‘in doğu tarafında Hira Dağı vardır. Güneşin doğduğu taraf. Aslında güneş doğmasa da fark etmez, ufuk kelimesi şu manaya gelir; yani baktığınız zaman gök ile yerin birleştiği yer. Yani sizin gördüğünüz son nokta. Aslında gök ile yer birleşmiş değil, ama siz öyle görüyorsunuz. Şimdi bütün çevreniz ufuktur. Şöyle dönün yüz seksen derece, her taraf ufuktur. E şimdi bu da dağın tepesi olduğu için çok daha net görürsünüz. “Ve ma huve ‘alelğaybi bidaniynin.” (Tekvir 81/24) Bu gaip karşılığında, o kıskanılacak bir kişi de değildir. Yani bunu kıskanmanıza lüzum yok çünkü sizin böyle bir makamı elde etme ihtimaliniz yok ki onun olmasın benim olsun diyesiniz. “Ve ma huve bikavli şeytanin reciymin.” (Tekvir 81/25) Bu Kurân kovulmuş bir şeytanın sözü de değildir.
Şimdi az önce İsâr kelimesini size anlatırken dedim ki, yani Kurân-ı Kerîm’in bir metodu var, bir konuyu birden fazla yerde anlatır. Şimdi bu konuyu başka nerede anlatıyor? Hatırlayanınız var mı? Necm Suresinde anlatıyor evet. Necm Suresinde anlatıyor. 53. Sureyi açalım. Beş yüz yirmi yedinci sayfa. “Ven necmi iza heva” (Necm 53/1) Battığı zaman ya da doğduğu zaman her ikisi de mümkün, yıldıza yemin olsun. “Ma dalle sahıbukum ve ma ğava” (Necm 53/2) Sizin bu arkadaşınız yoldan çıkmış değil.
Şimdi bakıyor Mekkeliler, ya biz bu Muhammed’e ne kadar güvenirdik, saçma sapan şeyler söylemeye başladı. Dinimize karşı geliyor, atalarımıza karşı, geleneklerimize karşı geliyor. Ne oldu bu delirdi mi? Yoldan mı çıktı? Aklını mı kaybetti? Acayip karşılıyorlar. Sizin arkadaşınız yoldan da çıkmamıştır ve aşırılık da yapmıyor. Azıtmış da değildir. “Ve ma yentıku anil heva” (Necm 53/3) Bu kendi hevasından konuşmuyor. Yani şimdiye kadar, konuştuğu şeylerin dışında bir takım şeyler söylüyor ya, onları kendi arzusundan söylemiyor, aklına öyle estiği için söylemiyor, içinden geldiği için söylemiyor. “İn huve illa vahyuy yuha” (Necm 53/4) Bu ona yapılmış olan vahiyden başkası değildir. Şimdi birçok kimse burada durur.
Derler ki peygamber (s.a.v.)’in ağzından çıkan her söz vahiy’dir. Vahiy’den başka hiç bir söz söylemez. E peki Kurân-ı Kerîm’de o kadar yanıldığına dair ifadeler var, o ne olacak? O da vahiy. Arkasından Allah düzeltecek o da vahiy olacak. Olur mu öyle şey? Şimdi size daha önce anlatmıştım; Medine’de çok önde gelen, çok ileri seviyede olan, hala yaşıyor bir ilim adamıyla konuşuyoruz; peygamber (s.a.v.)’in sözlerinin vahiy olduğunu, hadislerin vahiy olduğunu yani Allah tarafından vahiy edilmiş sözler olduğunu ifade etti. Delilin var mı? dedim. Bu âyeti okudu. Dedi ki Allah Teâlâ diyor ki; “Ve ma yentıku anil heva” (Necm 53/3) “İn huve illa vahyuy yuha” (Necm 53/4) O kendi hevasından, kendi arzusundan konuşmaz, bu ona yapılan vahiyden başkası değildir. Dedim devam eder misiniz âyeti? “Allemehu şedidul kuva” (Necm 53/4) Birden uyandı aa.. dedi. Hâlbuki çok iyi bir hafız kendisi. “Allemehu şedidul kuva” (Necm 53/4)’yı okuyunca, birden durdu, baktı ki yanlış. Şedidul kuva kim? dedim. Hemen konuyu değiştirerek işte İmam Şafii böyle demiştir, şu böyle demiştir falan demeye şey yaptı. Bir dakika dedim sen şu şurayı bir anlayalım. Genellikle orada dururlar “Ve ma yentıku anil heva” (Necm 53/3) “İn huve illa vahyuy yuha” (Necm 53/4) Orada çok büyük bir nokta konur, arkası görülmesin. “Allemehu şedidul kuva” (Necm 53/5) Onu o çok güçlü olan öğretti. Muhammed’e (s.a.v.).
Şimdi gelin buradan hemen şeye dönelim. Tekvir Suresine bakın; 20. Âyette ne diyor? “Ziy kuvvetin” (Tekvir 81/20) Güçlü. Orada “şedidul kuva” (Necm 53/5) “Ziy kuvvetin” (Tekvir 81/20) Arapça bilenler çok iyi, aynı şeyler. Sadece aynı anlama gelen iki farklı kelime. Güçlü, kuvvetli. Şiddetli bir kuvveti var. “Zu mirrah” (Necm 53/6) İtibarlı. Burada ne dedi? “ınde ziyl’arşi mekiynin.” (Tekvir 81/20) Arş’ın sahibinin yanında sağlam bir yeri var. “Zu mirrah” (Necm 53/6) ile aynı mana değil mi? Aşağı yukarı aynı. Evet. Bakın iki âyet birbirini nasıl destekliyor görüyor musunuz? Onun için az önce dedim ya bu İsâr kelimesi on aylık deveyse bu Kurân-ı Kerîm’in başka yerinde de olması lazım. “festeva” (Necm 53/6) Doğruldu “Ve huve bil ufukıl a’la” (Necm 53/7) O ufukıl a’la’da iken. Muhammed (s.a.v.) ve yüksek ufukta iken. Şimdi buraya bakın; “Ve lekad reahu bil’ufukılmubiyni.” (Tekvir 81/23) Apaçık ufuk, apaçık. Yüksekliği olan apaçık görünür aşağıda olsa, yani düzlükte olursa birden bire kesilmez ufuk. Giderek zayıflar. Ama dağa baktığımız zaman tepesini net görürsünüz, orada ufuk biter. Onun için, işte burada aynı şey “Ve huve bil ufukıl a’la” (Necm 53/7) Yüksek ufukta, bu da işte “bil’ufukılmubiyni.“ (Tekvir 81/23) aynı.
Şimdi bunların ikisi de aynı şeyleri söylediği zaman, niye tekrarlıyor Cenab-ı Hak? Çünkü birinde açıklamadığını diğerinde açıklıyor. Dolayısıyla ikisini birlikte okuduğunuz zaman, açıklamalara ulaşıyorsunuz, sonra onu başka iki âyette, sonra başka iki âyette açıklamaları devam ettiriyorsunuz, hiç bir probleme şeye gerek kalmadan, neticeleniyor. İşte şimdi mesela o Medine-yi Münevveriye de olan hadise, o zat ne söylediyse karşılığında bir âyet, şimdi kendisi de Arap, Arapça tabii. Arabistan’da doğmuş, büyümüş, aslen Arap değildi o zat’da. Arapların çok değer verdiği yüksek seviyede bir ilim adamı. Sonra gerçekten ben de çok severim kendisini, çok şahsiyetli bir insandır, yani o makamı hak eden bir insandır. Ama eğitim şekli çok önemli, bizi de öyle eğitmediler. Bütün İslam Âlemini de öyle, yani Kurân-ı Kerîm’den almıyorsunuz eğitiminizi. Kurân’dan bazılarının seçtiği âyetleri alıyorsunuz. Onu siz seçseniz, devamını görürsünüz. …51.49… âyetini siz Kurân’dan çıkarsanız, hemen …51.55… zaten görürsünüz. Ama birileri çıkarmış, bir kitaba yazmış, siz de oradan öğrendiğiniz için; hiç aklınıza gelmiyor, o birilerinin yanlış yapacağı hiç aklınıza gelmiyor. Ben onu yaşadığım için çok iyi biliyorum. Yani defalarca bu sıkıntıları yaşadık. Şimdi şimdi o zata, her şeyiyle söz karşılığı bir âyet okuyunca sonunda dedi ki lütfen dedi bu işi burada bırakalım dedi yoksa benim computer patlayacak dedi. E bıraktık orada.
Şimdi öbür tarafta biraz daha detaylı bilgi veriyor Cenab-ı Hak; “Summe dena fe tedella” (Necm 53/8) Sonra şey yaklaştı, Cebrail (a.s.) aşağıya doğru sarktı, “Fe kane kabe kavseyni” (Necm 53/8) iki kavsın kabli gibi oldu. “ev edna” (Necm 53/9) daha da yaklaştı. Şimdi şöyle kavs şey ya ok ya ok yay yay. Şimdi yayın böyle elim gibi şeyi var ya böyle şey kısmı diyelim ağaç kısmı diyelim, ya da başka şey; kab bu ikisinin arasını birleştiren şeye deniyor, ne denirdi bizim kiriş mi deniyor? Yay işte bu kısmı ne adına Arapçada kab deniyor. Şimdi iki tane kab, iki tane şey öyle birleşiyor; iki tane yay böyle yaklaşıyor birbirine. İki yayın bir kabı; çünkü o ipler üst üste gelince tek bir ip gibi gözüküyor. Bu kadar yaklaştı. Yani Cebrail ile peygamber efendimiz böyle birbirine sokuldu. Belki daha yakın, şöyle. O derece yaklaştı peygamber efendimize. Cebrail aslı hüviyetiyle gelmiş o zaman. Bir de Sidretü’l-müntehâ da görülmüş onu da bu surenin devamında söyleniyor. “Fe evha ila abdihi ma evha” (Necm 53/10) Allah’ın kuluna, Allah’ın kendisine vahiy ettiğini vahiy etti. Yani Allah, Cebrail (a.s.)’a neyi, hangi görevi vermişse o da geldi peygamber efendimize onu bildirdi. “Ma kezebel fuadu ma raa” (Necm 53/11) Kalp gördüğünü yalanlamadı, “Efe tumarunehu ala ma yera” Onun gözüyle gördükleri konusunda onunla tartışıyor musunuz?
Evet, böylece bugünkü dersimizin sonuna gelmiş olduk, ikinci bölüm soru cevap faslı biliyorsunuz. Biraz yine geciktirdik inşallah soru cevapta geciktirmeyiz. Şimdi bir ara veriyoruz.