Eûzubillâhimineşşeytânirracîym
Bismillâhirrahmânirrahîym
Elhamdü lillahi Rabbil âlemin vel akibeti lil muttakin vessalatü vesselimü ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bu hafta sonu Cuma ve cumartesi günleri Yozgat’ın iki ilçesine gittik. Bu arada da bir takım başka temaslar oldu. Bu vesile ile bugün farklı bir konudan bahsedeceğiz. Zaman zaman Süleymaniye Vakfı’nın konumuyla ilgili, asıl yaptığı işlerle ilgili sorular soruluyor. Onunla alakalı bir takım açıklamalar isteniyor. Gerçi değerli ilim adamı Rasim Osmanzade bu konuda geniş bir çalışma yapıyor. İnşallah yakında bu çalışmayı neşrederiz. Vakfımızı çalışma prensipleri, hedefi ve yapılanmasıyla birlikte anlatan bir broşür çalışması var. İnşallah yakında onu neşrederiz. Ama ondan önce bu sohbetlerde vakıfla ilgili bir takım sorular oluyor. Ondan da bahsetmemiz gerekiyor. Epey zamandır Ender Bey söyleyip duruyordu. İnşallah bu hafta onunla ilgili birkaç kelime konuşuruz.
Onun için lütfen Hakka suresini açın. 569.sayfadan itibaren okumaya başlayacağız. Hepiniz gayet iyi biliyorsunuz ki bu vakıfta asıl hedef Kur’an-ı Kerim’i anlamak ve yaşamaktır. Çünkü Kur’an-ı Kerim, yeryüzünde Allah’ın sözlerini doğru bir şekilde içinde barındıran tek kitaptır. Allah-u Teâlâ, bir ayette şöyle buyuruyor, Şura suresi, 13.ayette:
42/13: “Şeraa leküm mined dıni ma vessa bihı nuhan”
Allah bu dinden Nuh’a (as) neyi tavsiye etmişse, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır.
Demek ki Allah-u Teâlâ, Nuh’a (as) bir kitap indirmiştir. O kitapla bizim elimizdeki kitap arasındaki kitap arasında bir benzerlik anlıyor musunuz buradan? Nasıl bir benzerlik? Bire bir benzerlik değil mi?
Allah-u Teâlâ’nın Nuh’a kitap indirdiğinin delilini biliyor musunuz, bunun dışında? Enam suresinde 139.sayfa, burada Allah-u Teâlâ, kitap indirdiği peygamberlerin adını sayıyor. Gelenekte kaç tane kitap olduğuna inanılır? Dört tane. Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’an-ı Kerim. Tevrat, Musa’ya (as) indirilen kitap olarak kabul edilir. İncil, İsa’ya (as) indirilmiştir. Zebur, Davud’a (as) indirilmiştir. Kur’an-ı Kerim de peygamber efendimize. Zebur’un Davud’a (as) indirildiği kesindir. İncil’in İsa’ya (as) indirildiği kesindir. Ancak Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayetinde Musa’ya (as) Tevrat’ın indirildiği ifade edilmez. Çünkü Tevrat, İsrailoğullarının peygamberlerine verilen kitapların bir bütünüdür. Musa (as) ile ilgili ayetlerde:
“ve aytinahül kitabe”
Ona o kitabı verdik, diye buyurulur. “ve enzelna ileyhi Tevrate” buyurulmaz. Ama İncil’in İsa’ya (as) indirildiğinden, Zebur’un Davud’a (as) indirildiğinden açıkça bahsedilir. İbrahim’e (as) de kitap verilidğini Kur’an-ı Kerimden öğreniyoruz. Ala suresinin son iki ayetinde,
87/18: “İnne hâzâ le fîs suhufîl ûlâ”
87/19: “Suhufi ibrâhîme ve mûsâ”
Bunlar ilk sahifelerdedir, İbrahim’in ve Musa’nın sahifelerinde.
Musa’nın sahifelerini biliyoruz ama İbrahim’in sahifeleri bizim elimizde yok. Şimdi açtığımız şu surede de, Enam suresinin 84. Ayetinden itibaren kendisine Cenab-ı Hak’ın kitap verdiği peygamberler sayılıyor. İbrahim’in (as) dışındakiler bunlar. Peygamberimiz de bunun dışında kalıyor. Şimdi buradan bakalım:
6/84: “Ve vehebnâ lehû ishâka ve ya’kûb”
Sadece peygamberlerin adlarını sayacağız. Konunun diğer ilişkilerine bakmayacağız. Çünkü ana konumuzun değişmesini istemiyoruz.
İshak’a, Yakub’a,
Ondan önce Nuh’a,
Davud’a, Süleyman’a, beş oldu.
Eyyub altı, Yusuf yedi, Musa sekiz, Harun dokuz, Zekeriya on, Yahya on bir, İsa on iki, İlyas on üç, İsmail on dört, Elyesa on beş, Yunus on altı, Lut on yedi. Burada on yedi tane. Bir de İbrahim (as) on sekiz, bir de peygamberimiz on dokuz.
Bunların dışında da kitap verilmiş olanlar, yani Kur’an-ı Kerim’de adları sayılmadığı halde kitap verilmiş olanlar olabilir. Onlarla da ilgili yeterli çalışmaların yapıldığı kanaatinde değilim ben şahsen. Bir toplantıda bir araştırmacı Budistlerin ellerinde bulunan kitaplar üzerinde yapılan bir çalışmadan bahsediyordu. O kitaplarda gelecek peygamber Muhammed’e (as) inanılması gerektiğinin yazıldığı ifade ediliyor. Buda’nın da bir peygamber olma ihtimali vardır, belki o kitap da Allah’ın ona indirmiş olduğu kitaptır ve bir takım kalıntılar taşıyor olabilir. Çünkü Allah-u Teâlâ, her ümmete bir peygamber gönderdiğini bildirmektedir. Burada on yedi tane peygamber sayıldıktan sonra şu ayeti tam olarak okumamız gerekiyor, konu tam olarak anlaşılsın diye;
6/89: “Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe”
Bunlar kendilerine kitabı verdiğimiz kimselerdir.
İşte bunlar yukarıda sayılan on yedi tane peygamber. En üstte de İbrahim (as) sayılıyor. O da bu ayetin şahadetiyle kendisine kitap verilenlerden. Mesela Sabiiler, bugün Irak’ta yaşar ki Kur’an-ı Kerim de onlardan bahseder. Onların ellerinde de Ginza adını verdikleri kitap var. Kenz diye Arapların Kenz dediği yani Hazine anlamında o kitabın Yahya‘ya (as) indirilen kitap olduğuna inanıyorlar. Yahya’yı (as) kendi peygamberleri kabul ediyorlar. Yahya’ya (as) kitap indirildiği burada belirtiliyor değil mi?
6/89: “Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe”
Bunlar kendilerine kitabı verdiğimiz kimselerdir.
“vel hukme ven nubuvveh”
Hüküm yani kara verme yetkisi ve nebilik verdiğimiz kimselerdir.
Burada kısaca nebilik ve rasullük arasındaki farkı ortaya koymamız lazım. Sağ olsun, Mehmet Ruzi Hoca bu konuda güzel bir çalışma yaptı. İnşallah neşredecek hale getirir o çalışmasını. Üzerinde belki biraz daha durması gerekiyor. Biz de birkaç kere dinledik. Bizde de tam bir kanaat hâsıl oldu. Nebi, Allah’ın peygamberlik görevi verdiği kişiyi ifade ediyor. Yücelerden haber veren. Rasul de o peygamberlik gereği, alınmış olan emirlerin insanlara anlatılması, o görev, elçilik görevi. Dolayısıyla Muhammed (as) için “rasulennebiyya” buyruluyor. Burada isimleri sayılan zatların tamamı da rasuldür ve nebidir. Muhammed (as) de “hatemennebiyyin” diye adlandırılan nebilerin sonuncusudur. Artık ondan sonra nebilik yok. Yani yücelerden haber getiren, yani vahiy alan bir peygamber olmayacaktır. Ama rasullerin sonuncusu ifadesi yoktur. Alınmış olan bu vahyi, insanlara tebliğ eden herkes o sırada rasullük görevini yapar. Yani kim Allah’ın bir ayetini, Allah’ın bir kuluna güzel bir şekilde anlatırsa orada bir rasullük görevi yapar. Yani Allah’ın sözünü, Allah’ın kuluna iletme vazifesi yapmış olur. Ama nebilik yok, vahiy alma hadisesi yok. Ama Allah’ın sözünü iletme hadisesi vardır. Onun için ulema, rasullerin varisidir. Ulema yani bilginlerin varisliğinin belli bir oranı olur. Bir kişinin on tane, yirmi tane mirasçısı olabilir. Ama her birinin mirastan alacağı pay farklıdır değil mi? Herkes aynı payı almaz. Herkes ölüye yakınlığına göre pay alır. Burada da rasulün yüzlerce mirasçısı olur. Herkesin mirastan payı farklıdır. Allah-u Teâlâ’nın indirdiği bir tek ayeti insanlara anlatan bir ayetlik nasip almış olur, bütün Kur’an’ı anlatan da bütün Kur’an kadar nasip almış olur. Zaten peygamber (sav) vefat etmiştir. Bugün yaşasaydı yapacağı şey Kur’an’ı tebliğ etmek olurdu. Onun vazifesini yapanlar da onun vazifesine mirasçı olmuş kişilerdir ki çok ciddi bir görevdir bu.
Bu arada şunu da eksik kalmasın diye ifade etmek istiyorum. Budistler bugün dünyada en çok mensubu olan inançlardan bir tanesidir. Gerçi hak olarak tek bir din vardır, o da İslamiyet’tir. Onun dışında hak bir din yok. Ama kendilerine dindar deyip bir dinin mensubu gören çok sayıda insan grubu vardır. Bunların hangisinin kökenini araştırsanız dibinden bir peygamber çıkabilir.
35/24: “ ve in min ummetin illâ halâ fîhâ nezîr”
Her ümmetin geçmişinde mutlaka bir uyarıcı vardır.
Bu açıdan dikkatimizi çekiyor,
95/1: “Vettiyni vezzeytuni”
2: “Ve turi siyniyne”
3: “Ve hazelbeledil’emiyni”
Vettiyni, manası ne? İncire yemin olsun.
Vezzeytuni nedir? Ne ifade ediyor zeytun? İsa’nın (as) vahiy aldığı yer neresiydi? Zeytin dağıydı değil mi?
Peki, veturi siyniyn, Turi Sina neyi hatırlatıyor? Musa’nın (as) Allah-u Teâlâ ile görüştüğü yerdir değil mi? Mikat için gittiği yerdir.
Ve hazelbeledil’emiyn, o nedir? Mekke-i Mükerreme’dir ki peygamberin (sav) vahiy aldığı yerdir.
Zeytin, Tur-i Sina ve Mekke bunlar üç peygamberin vahiy aldığı yerleri ifade ediyorsa vettini neyi ifade eder? Tin yani incir, o neyi ifade ediyor olabilir? Mutlaka öyledir demiyorum ama bir soru işareti, ilim şüpheyle başlar. Buda’nın aydınlandığını ifade ettiği bir incir ağacının altı var. O olabilir. O zaman eğer bu oysa Kur’an-ı Kerim’de onlarla ilgili ayet sadece bu olmaz. Mutlaka detaylar vardır. O detayları biz ancak onları çok iyi tanıdıktan sonra fark edebiliriz. Bunun faydası nedir? Bunun faydası şudur. Tıpkı ehli kitaba;
3/64: “yâ ehlel kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beynekum ellâ na’bude illâllâh”
Diyebildiğimiz gibi
Ey Kitab Ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kul olmayalım, diyebildiğimiz gibi onlara da böyle bir tebliğ götürme fırsatımız olur. Çünkü onları iyice kavramış oluruz. Tebliği nasıl sunacağımızı Kur’an-ı Kerim’den anlamış oluruz. Usulünü kavramış oluruz.
485.sayfaya tekrar geçelim. Kur’an-ı Kerim, Nuh’a (as) yapılan vahyin, Allah-u Teâlâ’dan Muhammed’e (sav) verilen son şekli değil mi? Sonra devamı var.
42/13: “vellezı evhayna ileyk”
Sana yaptığımız vahiy,
“ve ma vessayna bihı ibrahıme”
İbrahim’e tavsiye ettiğimiz şey,
“ ve musa ve ıysa”
Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şey şudur.
“en ekıymüd dın”
İşte bu dini ayakta tutun.
“ve la teteferraku fıhi”
Bu dinde fırka fırka olmayın.
Bölük bölük olmayın. Bu din neymiş? Nuh’tan (as) Muhammed’e (as) kadar tam bir bütünlüğü olan din değil mi? İslam tabii ki ama bir bütünlük var değil mi?
Biz bu bütünlüğü kavradığımız zaman, Nuh’tan (as) Muhammed’e (as) kadar madem Allah-u Teâlâ dünyanın her bölgesine peygamberler gönderdiğini bildiriyor, onların her birinin ana yapısını kavrayıp onlara tebliği doğru bir şekilde gönderme imkânı sadece bizim elimizde demektir. O zaman biz Kur’an-ı Kerim’i anlayıp kavradığımız zaman evrenseli yakalamış olacağız. O zaman dünyanın en güçlü ekibi durumuna geleceğiz. Ben şahsen şu anda öyle bir konumda olduğumuza inanıyorum. Güç sayıyla değil, kemiyette değil keyfiyettedir. Sayıya bakarsanız, şimdi İstanbul’a bir şarkıcı gelse belki gece sabaha kadar binlerce insan o şarkıcıyı dinlemek için soğukta tir tir titreyerek bekleyebilir. Ama o şarkıcı gittikten sonra geriye hiçbir şey kalmaz. O değil, keyfiyet, sahip olunan güç ve imkân, bilgi ve kapasite bakımından biz oldukça iyi konumda olduğumuza inanıyorum. Neden? Çünkü bu çizgiyi Allah-u Teâlâ’nın onayıyla devam ettiren son kitaba hizmet etmek için Süleymaniye Vakfı gayret gösteriyor, hepinizle beraber.
“en ekıymüd dın ve la teteferraku fıhi”
Bu dini ayakta tutun, bu konuda fırkalara ayrılmayın.
Bu din de Allah’ın kitabında olandır. Çok iyi biliyoruz ki Allah’ın kitabının yanında başka dinler de oluşturulmuştur. Bir doğruyu ortaya koyduğumuz zaman bu yanlış da kendiliğinden ayıklanacaktır.
“kebüra alel müşrikıne ma ted’uhüm ileyh”
Müşriklere senin çağırdığın şey, ağır geldi.
“Allahü yectebı ileyhi mey yeşaü”
Allah, gayret göstereni, çalışanı kendine seçer.
“ ve yehdı ileyhi mey yünıb”
Yöneleni de kendi yoluna yönlendirir.
Bizim vakfımızda bütün gayretimiz Allah-u Teâlâ’nın kitabını ortaya koymaktır. Bunu ortaya koyarken şunu çok net bir şekilde gördük, Müslümanların Kur’an-ı Kerim’le araları iyice açılmış. Tıpkı Furkan suresinde olduğu gibi Allah-u Teâlâ’ya peygamber (sav) ahirette şöyle diyecek:
25/30: “ inne kavmit tehazu hazel kur’ane mehcura”
Benim kavmim bu Kur’an’ı kendilerinden uzak tuttular.
Kur’an’ı kimselere de bırakmıyorlar ama Kur’an’a yapışmıyorlar da. Tıpkı babasını gördüğü zaman saygıda kusur etmeyen ama hiçbir zaman da babasının emrini tutmayan evlada benziyor. Bu gidişatın yanlış olduğu zaten ortadadır. Peygamber (sav) bizim için en güzel örnektir. Allah-u Teâlâ:
33/21: “Lekad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun hasene”
Şurası kesin ki Allah’ın elçisinde sizin için güzel bir örnek vardır, buyuruyor.
Bizim önümüzdeki örnek peygamberdir.
“limen kâne yercûllâhe vel yevmel âhır”
Bu Allah ve ahret gününü uman için
“ve zekerallâhe kesîrâ”
Ve Allah’ı çok zikreden yani Allah’ın kitabını çok okuyan için.
Allah-u Teâlâ’nın kitabını çok okuyan, çok okumak da sayı olarak çok okumak değil, kavrayarak okumaktır, anlayarak okumaktır. Anlayarak okuyan da peygamberin (sav) söz ve fiillerini Kur’an-ı Kerim’in içinde bulacaklardır. Çünkü o da Kur’an’a uymakla emrolunmuştu.
Allah-u Teâlâ buyuruyor ki,
5/67: “Ya eyyüher rasulü bellığ ma ünzile ileyke mir rabbik”
Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirilen neyse sen ona tabi ol.
Bir ayette de şöyle buyruluyor:
6/50: “ in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyy”
Ben ancak bana vahyolunana uyarım.
Madem peygamber (sav) sadece kendisine yapılan vahye uyuyor. Öyleyse peygamberin (sav) sünnetini ayrı bir kaynak olarak alamayız. Peygamber efendimizin sünneti Kur’an-ı Kerim’in açıklaması değil, uygulamasıdır. Kur’an-ı Kerim, kendi kendini açıklayan bir kitaptır. Ancak o açıklamalara en iyi ulaşan kişi peygamberimiz (sav) olduğu için onun hadisleri aynı zamanda Kur’an’da Allah tarafından yapılmış olan açıklamaları bize bildiren en güvenilir kaynaktır. Bu anlamda açıklamalara ulaşmada peygamberin (sav) hadisleri ok önemlidir. Ama şunu biliyoruz ki, peygamberimize birçok uydurma sözler isnad edilmiştir. Bunlardan kurtulmanın yolu da Kur’an-ı Kerim’e sıkı sıkıya sarılmaktır. Bu sebeple biz Süleymaniye Vakfı olarak peygamber (sav) önderliğinde Kur’an-ı Kerim’e sıkı sıkıya sarılan bir vakıfız.
Bizim sloganımız peygamberimizin önderliğinde Kur’an-ı Kerim’e sıkı sıkı sarılmaktır.
Peygamberimizin önderliğinde dememiz Kur’an ayetinin gereğidir. Önümüzde örnek olarak o vardır. Her fırsatta onun hayatını ve sözlerini de kavramamız gerekiyor ama Kur’an-ı Kerim’in zımnında, Kur’an’la birlikte. Kur’an’dan ayrı olarak değil.
Her yerde sorulan şu sorular var. Bu hafta sonu gittiğimiz Sorgun ve Akdağmadeni’nde de soruldu. Daha önce gittiğimiz Konya’da da aynı şey soruldu.
Bu mezhepler ne olacak?
Onunla ilgili söylediğimiz de şu, aksi sabit oluncaya kadar yani yanlışlığı ortaya çıkıncaya kadar o mezheplere uyarız. Ama yanlış olduğu ortaya çıktığı andan itibaren doğru neyse ona uyarız.
Bir de şunu hep soruyorlar.
Sizin anlattıklarınıza göre bu mezhepler çok yanlış yolda olmalılar, diyorlar. Bunu asla kabul etmek istemiyorlar.
Biz de geçmişimizin çok iyi insanlar olması gerektiğini arzu ediyoruz ve öyle kabul ediyoruz. Ama onlar da yanılırlar. Dolayısıyla biz başkaları gibi onların yanlışlarını kemikleştirecek değiliz.
Onun için biz peygamberin (sav) önderliğinde Kur’an-ı Kerim’e sıkı sıkıya uyuyoruz. Peygamberimizin önderliğinin anlamı da sadece Allah-u Teâlâ’nın beyan ettiği gibi peygamber efendimizin bize örnek olmasıdır. Onun için her şeyde en iyi örnek, en güzel örnek, esaslı şekilde kendisine uyacağımız peygamberimizdir. Ve ona samimiyetle tabi olmuş insanlar da bizim örneğimizdir. Bu arada şu ortaya çıkıyor, zaman zaman bunları söylüyoruz. Kur’an-ı Kerim’e aykırı bir kısım görüşlerden bahsediyoruz. Bunlardan bahsettiğimiz zaman çok gereksiz tartışmalar ortaya çıkıyor. Bakıyorsunuz ki bir kısım insanlar, onlara hamasi bir şekilde sarılıyorlar. Onları koruma pahasına Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini görmek istemiyorlar. Mesela bir kişi Mustafa Çavdar’la tartışmaya girdi. Mustafa Çavdar ayet göstermek isterken o ısrarla elindeki Kur’an-ı Kerim’i kapattırmaya çalışıyor ve din adına tartışıyor. Ayet göstermek istiyor, Kur’an’ı kapatıyor. İslam dini adına ortaya çıkan bir kişinin Allah’ın kitabını kapatmaya çalışması da kabul edilebilecek bir tavır değil. Ama o tavra bizim sebep olmamamız gerekiyor. Dolayısıyla insanlara Kur’an-ı Kerim’i anlattığımız zaman onlar yanlışlarını pekâlâ kavrıyorlar. Yani biz insanlara sadece Allah’ın kitabını anlatalım. Onlarla hiçbir zaman tartışmaya girmeyelim. Herhangi bir konuda soru sordukları zaman o sorunun cevabı olan ayeti biliyorsak onu gösterelim. Onlar eskilerle ilgili soru sordukça hemen ilgili ayeti gösterelim. Herhalde eskilerle ilgili en güzel hükmü verecek olan Allah-u Teâlâ’dır. Belki onların yazmış oldukları çok güzel olmuştur da bize yanlış intikal etmiştir. Veya onların anlattıklarını biz tam onların istediği gibi anlamamış olabiliriz. Belki onlar o yaptıkları çalışmalardan dolayı Cenab-ı Hak tarafından çok da mükâfatlandırılıyor olabilirler. Ama bizim uymamız gereken Cenab-ı Hak’ın kitabı olduğu için biz kesinlikle ona uyacağız ve insanlara onları tebliğ edeceğiz. İnsanlar derse ki falanca kişi ne olacak? Biz de deriz ki, onun bilgisi Cenab-ı Hak katındadır, biz ondan sorumlu değiliz, o da bizden sorumlu değil. Ama biz Allah’ın kitabından sorumluyuz. Böyle yapıp tartışmalara girmememiz lazım.
Muhterem arkadaşlar, işte arkadaşlarımızla birlikte gördüğümüz manzara, daha önce gittiğimiz yerlerde de aynı manzarayı gördük, Anadolu’da bizim çok sıkı bir şekilde takip edildiğimiz, burada yapılan çalışmaların dikkatle takip edildiği açıkça görülüyor. Dikkatle takip ediliyoruz. Oldukça etkili olunuyor. Yalnız bir şeyi ben hissettim. Mustafa Çavdar da aynı şeyi hissettiğini söylüyor, beraber gitmiştik çünkü. İnsanlar bize karşı birazcık korkuyla karışık bir saygı duyuyorlar. Bunun sebebi nedir anlayamadım. Bir propaganda mıdır? Konuşurken bakıyorsunuz ki şaşırıyorlar. Allah Allah, bu şaka da yapıyormuş, tatlı da konuşuyormuş, kimseyi de incitmiyormuş gibi. Birileri herhalde yanlış propaganda yapmışlar ya da ona biz sebep olmuşuz. Bunlara da dikkat etmek lazım.
Bunları söyledikten sonra şuradan birkaç ayet okuyayım. Yine Sorgun ve Akdağmadeni’ndeki intibalarımızdan da anlatırız. Dersimizin birinci bölümü biter.
Hakka suresinden okuyoruz, 38.ayetten itibaren,
69/38: “Fela uksimu bima tubsırune”
Allah-u Teâlâ diyor ki, hayır! Sizin gördüklerinize kasem ederim.
39: “ Ve ma la tubsırune”
Görmediklerinize de…
40: “İnnehu lekavlu resulin keriymin”
O gerçekten değerli bir elçinin sözüdür.
Bu elçi kimdir? Cebrail’dir (as). Cebrail’dir (as) çünkü Kur’an-ı Kerim peygamberimizin sözü değildir. Allah’ın sözüdür. Cebrail (as), Allah’tan aldığını Muhammed’e (as) bildiriyor. Ve orada Cebrail’in (as) herhalde ağzında bugünkü ibareler şekline dönüyor. Öyle hissediyorum.
41: “Ve ma huve bikavli şa’ır”
Bu bir şairin sözü değildir. Şair kafiyeyi tutturabilmek için kulağa güzel gelsin diye, insanların hoşuna gitsin diye bir kısım gereksiz sözler yazabilir. Görmediğini yazabilir, hayallerini yazabilir. Ama Kur’an-ı Kerim, bir şairin sözü değil. Burada hayal yoktur.
“ kaliylen ma tu’minun”
Buna ne kadar az inanıyorsunuz!
İman kelimesi aynı zamanda güven anlamını da ifade eder. Bu kitaba ne kadar az güveniyorsunuz!
Gerçekten onu görüyoruz. İnsanlarda şöyle garip bir durum var. Allah’ın kitabını kabul etmeleri için bir kısım insanların onaylamasını bekliyorlar. Yani falanca âlim derse ki şu ayete uyun, uyacaklar. Filanca âlim o ayeti delil getirmişse kabul edecekler. Peki, siz o falanca filanca âlimi mi bir numara kabul ediyorsunuz, Allah’ın kitabını mı? Hangisi? Size göre hangisi? Allah’ın kitabı değil, falanca filanca âlim. Çünkü onun onayı olmadan kabul etmiyor Allah’ın kitabını. Ondan sonra da şunu söylüyorlar. Yani sen inanıyor musun ki, bunlar bu ayetleri görmemiş olsunlar. Hayır, inanmıyorum. Kesin görmüşlerdir. Ama uymadıkları da ortada. Görmek başka uymak başkadır. Ama aslında bunlarla da uğraşmamamız gerekiyor. Bu tip şeyleri kitaplarda yazıp bırakacağız. Biz insanlarla konuşurken sen inanıyor musun ki bu adamlar bu şeyleri görmemişler. Görüp görmedikleri beni hiç ilgilendirmez, Allah burada şöyle buyuruyor, biz buna uymak zorundayız. Görmüş de olabilirler. Biz onlara Allah’ın kitabını onaylatmayacağız. Diyeceğimiz o.
Bakın şöyle bir olay var.
İki tane Yahudi, peygambere (sav) geliyorlar. Zina etmişler. Peygambere (sav) hafifletici hükümler ineceğini de kendi kitaplarından biliyorlar. Diyorlar ki, gidelim o peygambere, bize bir karar verir. Eğer recim cezası vermezse yarın Allah’ın huzurunda deriz ki, Ya Rabbi, senin bir peygamberine gittik. Onun verdiği cezaya razı olduk. Geliyorlar peygamberimize. Peygamberimiz (sav) soruyor. Tevrat’ta zinanın cezası nedir? Diyorlar ki, Ya Muhammed, zina edenlerin yüzünü karartır, eşeğe ters bindirir, şehri dolaştırırız. Hemen Beyt-i Midras denen yere gidiyor, yani Tevrat’ın okunduğu yere. Onların araştırma merkezleri diyebilirsiniz. Bugün de aynı kelimeyi kullanıyorlarmış, birisinden duyduğuma göre. Midraş diyorlarmış, İbranice ile Arapça aynı kökten olan iki dildir. Hemen gidiyor Beyt-i Midras’a. Diyor ki, Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah hakkı için doğru söyleyin. Tevrat’ta zinanın cezası nedir? Ellerini kapatıyorlar bu racimle ilgili kısmın üzerine, zina ile ilgili eski sözleri tekrarlıyorlar. Abdullah İbn Selam diyor ki, Ya Rasulallah söyle de ellerini kaldırsınlar. Kaldırınca recim cezası ile ilgili ifadeler orada görülüyor. Peygamberimiz (sav) diyor ki, ne oldu da recim cezasını uygulamadınız? Diyorlar ki bizim ileri gelenlerimiz zina ettiği zaman onlara cezayı uygulamadık. Halktan biri zina ettiği zaman recim cezasını uyguladık. Bu defa insanlar isyan ettiler. Onlara da uygulanacak dediler. O zaman da aramızda uzlaştık, hiç kimseye recim cezası uygulanmayacak. Zina edenlerin yüzü karartılacak, eşeğe ters bindirilecek ve şehri dolaştırılacak diye anlaştık. O gün bu gün bu ceza uygulanıyor.
Kendilerini ne yapmışlar bunlar? Allah’ın yerine koymuşlar. Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de ne diyor:
5/43: “Ve keyfe yühakkimunee ve ındehümüt tevratü fıha hukmüllahi sümme yetevellevne mim ba’di zalik ve ma ülaike bil mü’minın”
Seni nasıl hakem tayin ediyorlar ki Ya Muhammed? Hem senin peygamberliğine inanmıyorlar hem gelmiş seni hakem tayin ediyorlar. Allah’ın emrine uymak istiyorlarsa işte yanlarında Tevrat. Orada Allah’ın hükmü var. Daha niye geliyorlar ki sana? Bakın, Allah’ın hükmünün olduğu bir yerde Muhammed’in (sav) hakemliğine bile Cenab-ı Hak ne gerek var, diyor. Tevrat var, eğer Allah’ın emrine uymak istiyorlarsa.
Biz ne yapıyoruz? Onları bir peygamberin hakemliğine gittiği için Cenab-ı Hak azarlıyor. Aynı konuda bizim kitaplara bakın. Allah-u Teâlâ;
24/2: “Ezzaniyeü vez zanı feclidu külle vahıdim minhüma miete celde”
Zina eden erkek ve zina eden kadın, bunlardan her birine yüz değnek vurun, diyor.
“ve la te’huzküm bi hima ra’fetün fı dınillahi”
Allah’ın dininde bu ikisine karşı bir acıma tutmasın sizi.
Bu da Nur suresinin ikinci ayeti, zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun.
Başa dönüyorum, peygamber (sav) gelen iki Yahudi’ye recim cezasını uyguluyor ve diyor ki, Ya Rabbi, bunlar senin bir hükmünü öldürmüşler. Onu ilk ihya eden ben olacağım. Çünkü Allah’ın hükmü olduğu ayette de belli ya. Kur’an-ı Kerim’de de belli. Ve onlara o cezayı uyguluyor. Şimdi bu recmin Allah’ın hükmü olduğu, Kur’an’ın şahadetiyle belli olduktan sonra Müslümanlardan zina edenlere de aynı cezayı uyguluyor.
Allah-u Teâlâ’nın bir kuralı var, nesih kuralı. Diyor ki Bakara 206’da:
2/106: “Ma nensah min ayetin ev nünsiha ne’ti bi hayrim minha ev misliha”
Bir ayeti nesheder ya da unutturursak ne yaparız? Ya mislini ya da daha hayırlısını getiririz.
Nuh’a verilen şeriat size de verilmiştir, dendiği zaman bu şeriatın büyük bir bölümü nedir? Misliyle nesih değil mi? Yani orada ne varsa bizde de o var ama bu bir nesihtir. Yani son nüshasını çıkarmadır. Misliyle nesih, bizim kitaplarımızda böyle bir kavram yoktur. Ama Kur’an-ı Kerim’de var. Ya misliyle nesheder ya da daha hayırlısıyla nesheder. Allah Kur’an-ı Kerim’de bir hükmü değiştirecekse, Tevrat’taki bir hükmü Kur’an’da değiştirecekse ne yapar? Daha ağırlaştırmaz, hafifletir. Allah’ın hükmü bu. Nitekim Tevrat’taki bir hükmü de İncil’de hafifletmiştir. Tevrat’ta Yahudilere bir kısım etler haram kılınmışken, İsa(as) gelmiş. Bizim Enam suresi 145.ayete benzer bir ifadeyle. Ama onlar domuzu çıkarmışlar kim çıkardıysa, ifadenin içinden çıktığı anlaşılıyor, şekilden anlaşılıyor. Enam suresinin 145. ayetindeki o dört şey; domuz, akan kan, leş, Allah’tan başkası adına kesilenler, değil mi? Yahya’ya soruyorum çünkü bu konuda araştırma yapan Yahya. Bunu o şekilde söyleyerek İsrailoğullarına haram kılınan birçok şeyi helal kılmıştır. Nesihin devamı daha iyiye doğrudur.
Kur’an-ı Kerim’de ilk gelen ayetle ölüm cezası müebbet hapse çevrilmiştir, zina konusunda.
Nisa suresi 15 ve 16. ayetlerinde:
4/15: “Vellatı ye’tınel fahışete min nisaiküm festeşhidu aleyhinne erbeatem minküm fe in şehidu fe emsikuhünne fil büyuti hatta yeteveffahünnel mevtü ev yec’alellahü lehünne sebıla”
Kadınlarınızdan fuhuş yapıp da gelenler, onlara karşı dört şahit getirin. Şahitlik ederlerse ölüm gelip onları alıncaya kadar evlerinde hapsedin. Ya da Allah onlar için bir yol açıncaya kadar.
Bir yol açıncaya kadardan ne anlarsınız? Bir hafifletme olacak demektir.
4/16: “Vellezani ye’tiyaniha minküm fe azuhüma fe in taba ve asleha fe a’ridu anhüma innellahe kane tevvaber rahıyma”
Zina fiilini yapan çiftlerden her birisine de eziyet edin. Tövbe edip düzelirlerse onlardan vazgeçin.
En son inen ayet, Nur suresinin 2. ayeti.
Nisa suresinde idam cezası müebbede çevriliyor, kadın için. Nur suresinin 2. Ayetinde de bunlardan her birine yüz değnek vurun diyerek nihai hüküm veriliyor.
Şimdi deniliyor ki Ömer (ra) bir gün şöyle bir konuşma yaptı. Bir ayet var zina ile ilgili, onu ben Ömer, Kur’an’a ilave yaptırıyor derler diye zamanında söylemedim ama şimdi söylüyorum. İhtiyar kadın ile ihtiyar erkek zina ederlerse onu kesin olarak recim edin. Arapçada şeyha diye bir kelime yok. Kur’an-ı Kerim’de onun yerine İbrahim’in (as) karısı için ne kullanılıyordu? Habuz kullanılıyor. Arapçada şeyha diye bir kelime yok. Uyduran adam becerememiş. Bunu rivayet eden de Hz. Ömer vefat ettiğinde iki yaşında olan bir çocuk rivayet ediyor. Hz. Ömer’in hutbesinde söylediği bu sözü, o öldüğünde iki, yaşında olan bir çocuk rivayet ediyor. Hiç unutabilir mi iki yaşındaki bir çocuk duyduğunu? Mümkün değil. Hz. Ömer öldüğünde iki yaşındaymış, o konuşurken ahret âleminden duymuş, berzah âleminden duymuş. İsterse yaşı uygun olsun, bir kere eşşeyha diye bir kelime Arapçada yok. İkincisi diyorlar ki, evliler zina ederse bunun cezası recimdir diyerek bunu delil getiriyorlar. Bu manası mensuh bir ayetmiş. Bu zannın en düşük derecesidir. Öbür tarafta hak var. Allah’ın açık ayeti var. Böyle bir takım hayali şeyle Allah’ın açık ayeti ortadan kaldırılıyor.
Şeyh ve şeyha, ihtiyar kadın ve ihtiyar erkek, farz edelim ki, şeyha diye bir kelime Arapçada olsun, ikisinin de evli olacağını nerden çıkarıyorsunuz? İkisi de bekâr olabilir. Peki, gençler zina ederse ne olacak?
Öte yandan Kur’an-ı Kerim’de evlilerin zinası çok açık ve net olarak belirtiliyor. Bu ayetin biraz aşağısında;
5/6: “Vellezıne yermune ezvacehüm ve lem yekül lehüm şühedaü illa enfüsühüm” Yani eşlerine zina suçu atan ve kendilerinden başka şahidi olmayan diye anlatıyor, anlatıyor. Arkasından ondan o azabı def eder, diyor. Aynı sayfadaki o azap sadece yüz değnek olur. Arapça bakımından başka bir anlam verilmesine en küçük bir ihtimal yoktur. Peygamber hanımlarıyla ilgili ayeti kerime;
33/30: “Yâ nisâen nebiyyi men ye’ti min kunne bi fâhışetin mubeyyinetin yudâ’af lehel’azâbu dı’feyn”
Ey Peygamber eşleri, sizden kim o fuhşu yaparak gelirse ona azap ikiye katlanır.
Ölümü nasıl ikiye katlayacaksınız? Peygamber eşleri evli değil mi? Ama yüz değneği ikiye katlayabilirsiniz.
Nisa suresinin 25. ayetinde cariyeler evlendikleri zaman
4/25: “fe iza uhsınne fe in eteyne bi fahışetin fe aleyhinne nısfü ma alel muhsanati minel azab”
Bunlar evlendikten sonra bir fahişelik yaparlarsa hür kadınlara verilenin yarısı verilir.
Ölümün yarısı nasıl olur?
Çok açık ve net ama bakıyoruz ki mezheplerden bir tanesi demiş ki sırf recim cezası için söylenmiştir şimdi söyleyeceğim söz. “Sünnet Kur’an’ı nesheder.” Yani peygamberimiz Kur’an’a tabi olmuyor, Kur’an peygamberimize tabi oluyor. İşler tersine dönüyor. Eğer öyle demezsek recim cezası elden gider diyor. Onun için söylüyor. Ondan sonra da öyle bir hadis bulmuşlar ki,
Benden alın, benden alın. Allah onlar için bir yol tutmuştur. Bakmak isteyenler için söyleyeyim. Hanefilerin Cessas tefsirinin, Nisa suresi 16. Ayet ve Nur suresi 2. Ayet ile ilgili bölümlerine baksınlar. Bu hadisi her iki ayete de neshettirmişlerdir. Şunu da söylüyorlar, birinci ayeti neshettiği zaman ikinci ayet daha inmemiş. İnecek ayeti de neshetmiş. Aynen bu ifade var orada.
Allah-u Teâlâ, Yahudilerin ellerindeki Tevrat’ta açık hüküm varken peygamberimizi hakem yapmalarını bile kabul etmezken, biz elimizde açık ayetler olduğu halde birçok kimsenin hakemliğini arıyoruz. Falan desin, kabul edeyim. İşte biz bunlarla mücadele için, doğruyu ortaya koymak için paçaları sıvadık. Tartışmamak için de lütfen muhterem arkadaşlar, siz ayetleri sadece gösterin. Öbürüne ben karışmam kardeşim, benim ihtisasım değil. Ayetler böyle, gerisini varın siz düşünün. Bu Allah’ın emridir, deyin. Öyle yapın ki daha çok ayet gösterme fırsatınız olsun insanlara. Ayetleri de siz okuyacağınıza verin ellerine onlar okusun. Gözleriyle görsünler. Kur’an-ı Kerim’e ellerini bir sürsünler. Biraz Kur’an-ı Kerim ile yüz yüze gelsinler. Abdestsiz sürsünler ellerini de ona da alışsınlar.
Şurası çok net, Allah’a şükür bu hareket ciddi manada tabanda etki bulmuş. Cuma günü akşam saat 7’de Akdağmadeni’nde konuşmaya başladık. 10 buçuğa kadar sürdü gece. Salon buz gibi, dinleyenler dizlerini ovuşturuyor, ayaklarını kaldırıp indiriyorlar. Ben diyorum, yeter. Bir tanesi çıkmıyor. İki kişi çıktı, onların sebepleri farklıydı. Üç buçuk saat o soğukta pür dikkat dinlediler. En son sordukları soruya cevap vermeyeyim dedim. Hayır, kalkmıyorlar. İlla cevap isteriz, dediler. Kardeşim fazla vaktimizi alır. Hiç umurlarında değil. Ben hareketliyim bana bir şey olmuyor ama siz üşüyorsunuz. Baktım hiç birisinin çıkmaya niyeti yok. Ben de en son soruya kadar cevaplandırdım. Büyük bir aşkla, şevkle dinliyorlar.
Sorgun’da ilçenin önde gelenleri, aklı başında kültürlü insanları hakikaten demek ki Anadolu’da, biz uzakta olduğumuz için farkına varmıyoruz, çok akıllı, çok kültürlü, okuyan, dünyayı takip eden insanlar var. Orada boşu boşuna oturmuyorlar. Vakitlerini iyi değerlendiren kişiler var. Onlarla sohbete başladık. Bir saatlik bir radyo programı yaptık. Arkasından çıktık, beşte çıktık birazcık Ticaret odasında oyalandık. O da on buçuğa kadar sürdü. Beş buçukta sohbete başladık, beş saat sürdü. Düşünebiliyor musunuz? Beş saat. Beş saat sohbet olur mu? Ondan sonra da mekân değiştirdik, yemek yedik. Yemek sırasında da sohbet ettik. Saat birde ayrıldık. Son derece kaliteli sorular var. Hiç böyle sıradan soru yok. Burayı yakından takip ettikleri belli. Benim en çok hoşuma giden de şu oldu. Burada yaptığımız bazı çalışmalar özümsenmiş. Burada olduğu unutulacak derecede özümsenmiş. Mesela müteşabih kelimesi. Zaten müteşabih birbirine benzeyen iki ayettir, diyor. Artık o iddia falan değil, yerleşmiş.
Ben kendimizi şuna benzetiyorum. Kapanmış bir takım yollar var. Yo açarken buldozerin sarsıntısından sarsılan binalar oluyor. Artık onlar geçti. Şimdi ince işler başladı. Yapacağımız şey sadece Allah’ın ayetlerini okumak olacak. Her yerde sordukları eski ulema ne olacak soruları, kardeşim Cenab-ı Hakk’ın adaletine güveniyoruz. Onlarla ilgili bilgi Cenab-ı Hak katındadır. Aksi sabit oluncaya kadar biz onların görüşlerini kabul ederiz. Aksi sabit olursa, Kur’an’a muhalif olduğu ortaya çıkarsa o zaman da uymayız. Böyle diyerek hiç tartışmaya girmeden devam etmemiz lazım.
Tekrar ediyorum. Biz insanlarla ilişkilerimizde sadece Kur’an-ı Kerim üzerinde duralım. Asla tartışmaya girmeyelim, muhterem arkadaşlar. Şimdi bir ara veriyoruz.
Soru ve cevaplara geçiyoruz.
Birinci soru şu: Deniz ürünlerinden olan karides, istiridye, midye yemek caiz mi?
Kur’an-ı Kerim’de, Allah-u Teâlâ deniz avının helal olduğunu çok açık biçimde beyan ediyor. Allah-u Teâlâ buyuruyor ki,
5/96: “Ühılle leküm saydül bahri”
Deniz avı sizin için helaldir.
Bir de
“ve taamühu”
Diyor, denizin yiyeceği.
Av nasıl yapılır? Kaçan hayvanlar için değil mi? Av için bir takım tuzaklar kurarsınız, düzenekler oluşturursunuz. Denizde ağ atarsınız. Zıpkınla, oltayla, bir şekilde hayvanı yakalamaya çalışırsınız.
Maide suresi 96.ayet
5/96: “Ühılle leküm saydül bahri ve taamühu metaal leküm ve lis seyyarah”
Deniz avı ve deniz yiyeceği size helal kılınmıştır. Yiyecek nasıl olur. Elinizi atar, alırsınız. Av öyle değildir. Mesela elinizi uzatır, elmayı koparır, yersiniz. Elma avlanmaz ama kuş avlanır. Çünkü kuş kaçar. Tavşanı avlarsınız, çünkü tavşan kaçar. Geyiği avlarsınız onun için bir takım düzenekler kurmanız gerekir, kolay değildir avlamak. Denizdeki avlanabilen hayvanlar da öyledir. Bunlar balık türü şeylerdir. Denizin yiyeceği, dendiği zaman da mesela midye elini atar, alırsın. Orada midye avladım kelimesi kullanılır mı? Kullanılmaz, midyeyi topladım dersiniz.
Ayeti kerimede deniz avı ve deniz yiyeceği size helal kılınmıştır, buyruluyor. Peygamberin (sav) hadisi şerifinde de şöyle buyrulur.
Deniz suyu temiz ve ölüsü helal olandır. Yani denizin suyu temiz olur ve denizin ölüsü de helaldir.
Ayeti kerimelerde
5/3: “Hurrimet aleykümül meytetü ved demü ve lahmül hınzıri”
Sizin için ölü, kan ve domuz eti haram kılınmıştır.
“ve ma ühille li ğayrillahi bihı”
Allah’tan başkası adına kesilenler sizin için haram kılınmıştır.
Denizdekiler de hayvan değil mi? Yani canlı. Denizin ölüsünün de haram olduğunu düşünün. Mesela balık ölürse haram olacak. Yakaladın mı besmeleyle keseceksin. Hamsiyi yakaladın, bismillahi Allahu ekber deyip keseceksin. Ne olur? Hiç hamsi yiyebilir miyiz? Hamsinin kilosu çok zenginlerin alabileceği kadar pahalı olur. Ölü olarak yakalanmıyor mu hamsi, diğer balıklar? Meyte dediğimiz ölü hayvan haram ayetlerde. Denizin ölüsü de haram olursa işimiz zor. Peygamberimiz ne demiş? Deniz avı deyince av zaten ölü yakalanır genellikle. Ama canlı yakaladığınız zaman kesersiniz avı. Mesela bir geyik avladınız, canlı yakaladınız. Keseceksiniz. Balık yakalayanlar da canlı yakalar. Aynı şeyi onlar için de şart koşsa, kesmeniz lazım dese.
Bir av hayvanını yakaladığınız zaman canlıysa, kesmezseniz de ölürse o zaman haram olur. Denizden yakaladığınız da canlı, çırpınıyor değil mi hayvan? Kesmeden ölürse ne olacak? Onun için peygamberimizin hadisi şerifi burada bizim imdadımıza yetişiyor. Ayet üzerinde düşündüğümüz zaman da bunu anlarız ama emin olamayız. Peygamberimizin hadisi emin olmamızı sağlıyor. Hadisler ne kadar önemli ama ayetlerle birlikte değerlendirilmesi şartıyla. Diyor ki deniz suyu temizdir. Ölüsü de helaldir. Yani denizle ilgili değerlendirme farklıdır.
İnsanlar yeryüzünde çok nadir ölü hayvan eti yerler. Ama dünyanın her yerinde balık ölü olarak yenir. Sadece Hanefi mezhebi, balık ve balık şeklinde olan deniz avının yenebileceğini söylemiştir. Onların dayandığı bir hadis vardır. Denizin balığı helaldir, diye bir hadise dayanırlar. Bu hadis Hanefi kitapları dışında bir yerde geçmez. Yani sahih bir hadis değildir. Zaten ayetten de bu hadisin sahih olamayacağını da anlarız. Avlananlar balık, o zaman “taam” ne? Deniz yiyeceği ne? Avlanmadan elde edilenlerdir. Dolayısıyla deniz ürünlerinin tamamı helaldir.
DİNLEYİCİLERDEN BİR SORU GELDİ, ANLAŞILMIYOR.
Bugün bizim odanın kapısında televizyoncular kuyruk oldular. Biri girdi, biri çıktı. Bu konuyu sordular. Diyanet İşleri Başkanlığı demiş ki, haram parayla kesilen kurban yerine geçer. Bakalım, doğru mu söylemiş yanlış mı söylemiş. Cebimizden bir para çıkartalım, ortada şöyle bir para var. Bu para helal mi haram mı? Hocam, sende haram para olmaz dersiniz de o ayrı bir konu. Ama bu paraya baktığınız zaman helal mi haram mı? Helal de olsa haram da olsa aynı para değil mi? Bu paranın kendisinde, kendi yapısında haramlık olmaz. Ama mesela şurada bir bardak çay var, bu helal mi haram mı? Helal. Peki, bu çayın yerine şarap olsa? Haram. Bitti. Haramlık onun yapısında olur. Şarap haramdır, domuz eti haramdır, ölü hayvan haramdır, akan kan haramdır. Bunlar Kur’an-ı Kerim’de kendi yapısından dolayı haram olan şeylerdir. Ama paranın helal yada haramlığı paranın yapısıyla ilgili değil, kazanma şekliyle ilgilidir. Ben bu parayı helal yoldan kazanırsam bana helal olur, haram yoldan kazanırsam bana haram olur. Bu sadece kazanma yolumla ilgilidir. Ben bunu ne şekilde kazandıysam kazandım. Ben bu parayla gelir, sizin dükkanınızdan mal alırsam sizin bu paranın kaynağını sormanız gerekir mi? Gerekmez, o alış veriş geçerli olur. Ama benim sorumluluğum devam eder. Bu parayı haram yoldan kazandıysam sizden bu parayı vererek aldığım mal benim malım olur. Bu para da sizin malınız olur. Ama benim sorumluluğum devam eder.
Bu parayla ekmek yerine kurban almış olsa, kurban almış olmaz mı bu adam? Kestiği zaman da Allah rızası için bir kurban kesmiş olur. Bu kişinin parayı haram yolla kazanmasından doğan günah devam eder. Ama o günah kurbana geçmez. O günah o kişinin kendi üzerinde kalır. O zaman Diyanetin fetvası doğru mu değil mi? Doğru tabii ki.
Az önceki şeyi tekrarlayayım, bakın. Ben birinize şu parayı verdiğim zaman haram yolla da kazanmış olsam, verdiğim kişi için bu bir şey ifade etmez. Benim haram yolla kazandığımı biliyorsa benim bu davranışımı onaylaması sebebiyle suçlu olur. O ayrı. Ama bunu sorması gerekmez. Bu parayı nereden kazandın diye. Bir de dükkanlarda bunu soracak olsak zaten adam müşteri bulamıyor, bir de parayı nereden kazandın diye sorarsak. Haramlık paranın değil kişinin suçudur.
Ama bu çayın yerinde şarap olsaydı, ben bunu size verseydim size de haram olur muydu? Çünkü haramlık bunun yapısında olurdu değil mi? İşte bu tür haramlarda da mesela sorulur, faizden birisi bir para almış. Bir fakire versem olur mu? Fakir için o faiz parası değildir. Alan için faiz parasıdır. Çünkü faizle ilişkiye giren bu kişidir, fakir değil. Anlatabildim mi?
Dolayısıyla haram parayla adam kurban almışsa bu kurban olur. Bu şahsın sorumluluğu devam eder. Oradaki günahını kapatması lazım. Nasıl kapatacaksa kapatır. Eğer bundan dolayı ceza giymesi gerekiyorsa giyer. Tazminat ödemesi gerekiyorsa öder. Borcunu kapatması gerekiyorsa kapatır. O sorumluluk devam eder. O ayrı bir şey bu ayrı bir şeydir.
İkinci soru:
Burçların İslam dinindeki yeri nedir?
Burçlar dediğimiz nedir? On iki tane yıldız kümesi. Ay gökyüzünde her ay birisini dolaşıyor. On iki ay olduğu için bir yılda hepsini dolaşıyor, hal hatır soruyor, geliyor. Her ay birisine misafir oluyor. Biz bir tabiat içerisinde yaşıyoruz. Yaşadığımız iklimin bizim üzerimizde etkisi var mı? Var. Mesela Erzurumlular sert oluyor, ben hariç. Soğuk havada büyüyeceksiniz, o soğuk suyu içeceksiniz, bulunduğunuz bölge sizi etkiler. Bulunduğumuz bölge etkiler de acaba atmosfer etkiler mi? Çevremizdeki bir takım enerjiler vb. Fakat bunun her kişideki etkisi farklı olabilir. Bu demek değildir ki burçlar bizim kaderimizi belirler. Hayır! Tıpkı bir iklimde yetişen insanlarda bir takım farklılıklar olduğu gibi şu mevsimde doğan kişi de o zamanın çevre etkileriyle bir takım farklılıklar taşıyabilir. Olur demiyorum, olabilir. Birisi bu var diyorsa yok, olmaz demenin bir manası yok. Olabilir ama kişinin kaderi buna bağlanırsa son derece yanlış olur. İnşallah önümüzdeki hafta keder konusuyla ilgili ayetleri okuyacağız. O zaman göreceksiniz. Bu çok yanlış olur. Burçlara bakarak yazılan fallar da zaten o kadar genel şeyler söylerler ki siz bir şekilde kendinize çekebilirsiniz onu. Gökyüzündeki bir takım değişiklikler sebebiyle, mevsim ve hava değişiklikleri, fiziki şartların ortaya çıkmasından dolayı ortaya çıkabilecek değişiklikler konusunda tabii ki bilgi edinilir. Mesela yarın yağmur yağacak deniyor, neye göre deniyor? Allah’ın yarattığı bir takım kanunları keşfetmişler. Şurada şöyle bir basınç olursa, burada böyle bir nem olursa, rüzgar şöyle eserse yağmur buraya iner diye bir ilim oluşmuş. Yıldızların, gezegenlerin etkisi de insanın üzerinde bir çevre etkisi kadar olur ama bunlardan fal bakmak, kişiliği ve kaderi etkileyici şeyler söylemek de asla caiz olmaz.
Üçüncü soru:
Organ bağışlamak caiz midir?
Normalde organ bağışı caiz olmaz. İstisnai zorunlu hallerde caiz olabilir. Birisinin bağışlayacağı organ bir başkasının hayatını kurtaracaksa bu da yapılan çalışmalarla ortaya çıkmışsa ki doktorlar öyle diyorlar. Basın yayın kuruluşları da toplumu o şekilde hazırlıyorlar. O zaman bu bir zarurettir. Bir kimsenin organından yararlanmak haramdır. Mesela domuz eti haramdır ama zaruret durumunda insan domuz eti yiyebilir, ölmeyecek kadar. İçki haramdır ama boğazınıza bir şey tıkanır ve onu yutacak başka bir sıvı olmazsa içilir. Tıpkı bunun gibi zorunlu hallerde o zaruretle sınırlı olarak organ bağışlanması ve bir hastada kullanılması caizdir. Zaten uygulama da öyledir. Buradan şu çıkması gerekir. Organ satışı asla caiz olmaz. Bir kimse bir kişinin hayatını kurtarabiliyorsa kendisinde çift olan organlardan birisini mesela böbreğini vermesi caiz görülmüştür. İslam Fıkıh Akademisinin bu konuda bir çalışması var. Orada caiz görülüyor. Kaynakları da zaruret durumudur. Bir kimsenin hayatını kurtaracağı yapılan deneylerle ortaya çıkmışsa olabilir. Burada şu var. Ölmeden bir kimseyi öldürmek tam bir cinayet olur. Onun için ölümüne kesin olarak karar verildikten sonra bu işlemler yapılabiliyorsa olur, aksi takdirde olmaz.
Dördüncü soru:
Geçen Ramazanda Kadıköy müftüsü şöyle bir açıklamada bulundu. Hakkımızı yiyen bir kimseye hakkımızı helal etmezsek bu insan azaba uğrar ama bizim ondan bir istifademiz olmaz. Ama o şahsa hakkımızı helal edersek sadaka vermiş sevabı alırız.
Doğru söylemiş. Ahirette birisinde bizim hakkımız varsa hakkımızın karşılığını Cenab-ı Hak onun sevabından alarak bize verir, diye bir hadisi şerif var. Yani borçların ödenmesi var. Bir hadisi şerifte de peygamberimiz şöyle buyuruyor. Müflis kimdir, diye soruyor. Ya Rasulallah, malını yitirmiş, zarar etmiş kimsedir, diyorlar. Hayır, diyor. Ahirete dağlar gibi sevapla gelir. Bir çok kimsenin hakkını yediği için herkes gelir kendi payını alır. Elinde hiçbir şey kalmaz. O insanların alacağı kalmayınca bu defa kendi günahlarından buna vermeye başlarlar. Bu neye benzer? Senin bana borcunu ödeyecek paran yok, o zaman benim borcumu öde, diyorsun. Denge sağlanır tabii ki. Burada bu birebir bir kazançtır. Fakat bu dünyada bu insana hakkınızı helal ederseniz en az bire on kazançlı olursunuz. Orada bire bir. Bir lira alacağınız varsa bir lira kazanırsınız. Ama bağışladığınız zaman Allah o bir lira yerine size on lira verir, en az on lira verir.
Mesela bir ayeti kerimede buyuruyor ki Cenab-ı Hak
16/126: “Ve in akabtüm fe akıbu bi misli ma ukıbtüm bih”
Bir kimseye ceza verecekseniz onun size verdiği zararın dengiyle ceza verin. Ama
“ve lein sabertüm”
Eğer sabrederseniz,
“ le hüve hayrul lissabirın”
O, elbette ki sabredenler için daha hayırlıdır. Çünkü
6/160: “Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ”
Kim bir iyilik yaparsa onun on katını alır.
Bağışlamazsanız bir kat alırsınız, bağışlarsanız on kat alırsınız. Bağışlayan her zaman karlı çıkar.
Beşinci soru:
Biz her ümmete uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik.
22/34: “Ve li kulli ummetin cealnâ menseken li yezkurûsmallâhi alâ mâ razakahum min behîmetil en’âm”
Bu ayette her ümmet için bir kurban ibadeti oluşturduk.
Kurban ibadeti, kurban zamanı ve kurban yeri, her ümmette bu var. Niçin keserler? Allah’ın onlara vermiş olduğu hayvanlar üzerinde Allah’ın adını ansınlar diye. Bizde de bir kurban ibadeti var değil mi? Bir zamanı var, kurban bayramı. Bir mekânı var, Mekke. Hediy kurbanı diye bir kurban var. Kurban bayramı kurbanının bir mekânı yok ama mekânı olan bir kurbanımız da var bizim. Belli yerlerde kesilen hediy kurbanı var. Bu ayeti kerime kurbanla alakalıdır.
Altıncı soru:
Budizm’in Hinduizm’le alakası var mıdır?
Budizm’in Hinduizm’le alakasını söyleyebilmek için konuyu bilmek lazım. Ben kendimi o konularda uzman kabul etmiyorum. Budistler mesela hayvan kesmezler. Budistlerde hayvan öldürmek en büyük günahtır. Karıncayı bile öldürmezler. İnşallah bu konularda da bir şeyler öğrenirsek, bir şeyler kavrayabilirsek görüş belirtebilmek için çok iyi kavramak lazım. Çok iyi bilmeden görüş belirtmek yanlış olur.
DİNLEYİCİLERDEN BİR SORU GELDİ, ANLAŞILMIYOR.
Her ümmete gönderilen peygamberle ilgili bir kısım hükümlerin o ümmet tarafından değiştirildiğini de biliyoruz.
Yedinci soru:
Kur’an-ı Kerim’e göre gusül abdestini namaz kılabilme şartı olarak göstermektedir. Namaz kılmayan kişiler için gusül abdestinin bir önemi var mıdır?
Bu arkadaşımızın dediği doğru. Kur’an-ı Kerim’de diyor ki;
5/6: “Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ kumtum iles salâti”
Müminler namaza kalktığınız zaman
“fagsilû vucûhekum”
Yüzünüzü yıkayın
“ve eydiyekum ilel merâfikı”
Kolarınızı dirseklere kadar
“vemsehû bi ruusikum”
Başınızı meshedin
“ve erculekum ilâl ka’beyn”
Ayaklarınızı da topuklara kadar
“ve in kuntum cunuben fattahherû”
Cünüpseniz iyice temizlenin.
Kim için veriliyor bu emir? Namaz kılan için. Namaz kılmayan kişinin yıkanması gerekmez. Ama Müslüman namazını kılar ve müslümanın namazını kılmaması diye bir şey de olmaz. Abdest de namaz içindir, gusül de namaz içindir. Namaz da Müslüman içindir. Onun için Müslüman olan yabancılar bir gusül abdesti alırlar ihtiyaten. Olabilir ki cünüp olmuşlardır. Namaz da kılacakları için gusül de alarak namazlarını kılarlar. Çünkü bir gayri Müslim Müslüman olduğu zaman diyelim ki saat ikide ikindi oluyor. Gayri Müslim de saat ikiye beş kala Müslüman olmuş. Öğle namazını kılması lazım. Bilmiyor, bilmesin benzeterek kılsın. Ne kadar biliyorsa o kadar kılar. Cünüpse vakit geçecekse öğleni kılmaz, ikindiden itibaren kılmaya başlar.
Sekizinci soru:
17/15: “ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ” ayeti az önceki açıklamalarınızla çelişmiyor mu?
Soruyu açalım da anlaşılsın. Az önce ahretle ilgili bir hadisi şerife dayanarak bir örnek verdik. Adam dağlar gibi sevapla gelir. Hakkını yediği kişilere dağıtılır, dağıtılır. Bu dünyada böyledir, borcunuz var, On milyon dolar borcunuz var. Buraya dokuz milyon dolar parayla geldiniz. Bütün parası yüz dolar olan bir adam dokuz milyon doları gördüğü zaman bu adam ne zenginmiş, der. Hayran kalır, şaşırır. Ah o paralar keşke benim olsa falan der. Alacaklar gelip borçlarını alır, gider. Adamın daha bir milyon dolar borcu var. Diğerinin cebinde hala yüz dolar var. O zaman başlar şükretmeye Ya Rabbi çok şükür, der. Diğerinin hala bir milyon dolar daha borcu var. Ödeyecek parası yok. O zaman benim falancaya yüz bin dolar borcum var, sana havale ediyorum. Sen öde. Alacaklılar bir milyon dolarlık borçlarını bu adama transfer ettikleri zaman bu adam kabul etmek zorunda çünkü borcunu kapatması lazım.
Az önceki ayetle çatışmıyor, burada borcunu ödüyor. Burada kimse kimsenin yükünü taşımıyor. Başkasının yükünü yüklenmek burada var mı? Kendi yükünü çekiyorsun. Borç senin borcun. Dolayısıyla kimsenin yükünü çekmesi diye bir olay burada yok. Kişi kendi yükünü çekiyor.
Böylece dersi bitirmiş olduk.