Elhamdü lillahi Rabbil Âlemin. Vel akibetü lil muttakin. Vessalatu vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbini ecmain.
Bugün Ramazan-ı Şerif’in on altısındayız. Yarısını geçtik. Allah-u Teâlâ ibadetlerimizi kabul eylesin. Kendi huzuruna çıkacağımız zaman da, en önde gelenlerden olmamızı nasip eylesin. Bugün Allah nasip ederse zekâtla ilgili ayeti okuyacağız. Ve onu anlamaya çalışacağız tekrar.
Ama önce Müminun suresi, 341. Sayfa. Orayı açalım. Burada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. Bismillahirrahmanirrahim. “Gad eflehal mué’minûn” “Şurası kesin ki müminler umduklarına kavuşacaklardır.” Hangi müminler? “Ellezîne hum fî salâtihim hâşiûn.” “Namazlarında huşu içinde olanlar.” Yani namazlarını kılarken vücutları, elleri, ayakları böyle başka şeyle meşgul olmayan, sağa sola bakmayan, tam böyle disiplinli bir şekilde, düzgün bir şekilde rükûsu rükû, secdesi secde, ikisi arasındaki duruşlar, zikirler, her şey yerli yerinde, gayet güzel bir şekilde namazlarını kılanlar.
“Ellezîne hum fî salâtihim hâşiûn.” “Onlar namazlarında huşu içerisinde olanlardır.” “Vellezîne hum anil lağvi muğridûn.” “Onlar boş şeylerden kaçınanlardır, boş konuşmalardan kaçınanlardır.” “Vellezîne hum lizzekâti fâılûn.” “Onlar zekât için çalışanlardır.” “Vellezîne hum lifurûcihim hâfizûn.” “Onlar ferçlerini koruyanlar, yani diz kapağı ve göbeğinin arasını her zaman örtenlerdir.” “İllâ alâ ezvâcihim” “Sadece eşlerine karşı örtmeyebilirler” “ev mâ meleket eymânuhum feinnehum ğayru melûmîn.” “Ya da hizmetlerinde bulunan, elleri altında bulunan esirlere karşı” Onlara karşı insanların dizi, bazı yerleri açılabilir. Ama diz kapağı ile göbeğinin arasının tamamı sadece karı kocanın birbirine açabileceği şeylerdir. “Femenibteğâ verâe zâlike” “Ondan ötesini arayanlar” “ feulâike humul âdûn.” “Onlar sınırları aşmış olanlardır.”
Şimdi burada kısaca söyleyelim, o esirler, bu ayeti kerimeye verilen manayı, yanlış manayı daha önce birkaç kere tekrarlamıştık. Eşlerine ve elleri altında bulunan esirlere karşı farklı bir tutumdan bahsediliyor. Esirlere karşı, o hizmette bulunan esirler, evin küçük çocukları gibi sayılıyor. Nur suresinin 58 ve 59. Ayeti kerimesindeki duruma göre, onlara işlem yapılıyor. Yani o kişinin cariyesi, kişinin diz kapağı ile göbeğinin arasını göremez. Ama o arada, mesela dizi açılabilir, yani bir kısmını görebilir sadece. Ama tamamını görebilecek olan sadece karı kocadır, üçüncü bir şahıs değil.
Şimdi onun üzerinde durmayalım, o da niyette yoktu, o ayeti kerimeyi de okumak zorunda kaldım. Burada esas size söylemek istediğim şu. Burada dikkat ediyorsanız, bir faziletten bahsediliyor. Mesela “ellezine hum yusallun” demiyor. “Namazlarını kılan kişiler” demiyor. Bu zaten namazını kılıyor da, namazında huşu içerisinde olanlar. Yani namaz kılarken öyle sağıyla, soluyla oynamıyor. Rükûsunu rükû, secdesini secde, her şeyini gayet düzgün yerli yerinde yapan kişiler. Bu. namazı daha iyi kılanlardan bahsetmiş oluyor.
“Boş sözlerden sakınanlar.” Boş söz söyleyen, lüzumsuz söz söyleyen kişiler dinden çıkmazlar. Ama bu fazilettir. Gereksiz konuşmalar yapmazlar, iyi müminler. Yani bunlar, kesin olarak umduklarına kavuşacak olanlardır. Ondan sonra da diyor ki, “zekât için çalışanlar.” Bu da, bir fazilet olarak burada geçiyor. Yani demek ki, insanlar, yani Müslümanlar zekât için çalışırlarsa Cenab-ı Hakkın teşvik ettiği, özendirdiği bir işi yapmış olurlar. Umduklarına kavuşan müminlerden olurlar.
Dolayısıyla müminlerde, yani Müslümanlarda bir lokma, bir hırka diye bir felsefe yoktur. Ha bulamazsan isyan etmezsin. Cenab-ı Hak elbette insanları, verir imtihan eder, alır imtihan eder, o ayrı bir konu. Ama biz şeyden biliyoruz, Araf suresinin 32. Ayetinden. 153. Sayfa. Orada şunu okuyoruz, ayeti kerimede. Estauzubillah. “Gul men harrame zînetallâhilletî ahrace liıbâdihî” “Deki kulları için çıkardığı süsü, ziyneti, Allah’ın kulları için çıkardığı süsü, ziyneti kim yasaklamış?” “gul hiye lillezîne âmenû fil hâyâtid dunyâ” “De ki o bu dünya hayatında müminler içindir” Demek ki bu dünya hayatının süsü, ziyneti, bu dünya hayatında kimin içinmiş? Müminler içinmiş. “Hâlisaten yevmel gıyâmeh,” “Kıyamet günü de sırf müminler içinmiş” Bundan ne anlıyoruz? Bu dünyada müminler için ama kâfirler de yararlanır. Yani bu dünya kâfirler için, ahiret müminler için değil. Dünyada müminler için ahiret de. Dünyanın güzellikleri, süsü de müminler için ahiret de. Ama ahirette kâfirlere verilecek hiçbir şey yok, Allah-u Teâlâ bu dünyada kâfirlerin de yararlanmasına müsaade etmiştir. Öyleyse bu durumda Müslümanlar bir lokma bir hırka felsefesi içerisinde olabilirler mi?
Sonra Allah-u Teâlâ, “Vellezîne hum lizzekâti fâılûn.” Diye iyi müminleri, daha iyi duruma gelen, faziletli üstün özelliklere sahip olan müminleri anlatırken ne diyor? “Zekât için çalışanlar.” O zaman daha çok kazanayım. Daha çok kazan da ne işine yarayacak? Hedefin ne? Çünkü daha çok kazanmanın bir sınırı yok. Şimdi maddi durumu iyi olanlar, bu söylediklerimi çok iyi bileceklerdir. Ne kadar çok zenginleşirseniz, o kadar çok kendinizi fakir hissetmeye başlarsınız. Yani ihtiyacınız çok fazla artar. Mesela normal durumda üç beş kuruş yeter, ama zenginleştikçe artık paralar yetmemeye başlar. Tamam, güzel de, hedefin ne? Ne yapmak istiyorsun? İşte burada Cenab-ı Hak bir hedef veriyor. Diyor ki, “Vellezîne hum lizzekâti fâılûn.” “Zekât için çalışanlar” Daha çok çalış, daha çok kazan, ama neden? Daha çok fakir fukaraya yardımcı olmak için. Hedefin bu olsun. Hedefsizlikte… Ben daha çok zengin olayım. E bitmez ki. Yani “elhakümüttekasur” diye bir suremiz var biliyorsunuz. “Çokluk yarışı sizi helak etti” diyor Allah-u Teâlâ. Çokluk yarışına gerek yok. Burada, benim daha çok olsun diye yarışa girme. Bu insanı gerçekten perişan eder. Çünkü bunun sonu yoktur. Ama ben daha çok kazanayım, daha fazla insanlara yardımcı olayım diye şey yaparsan, bu Allah-u Teâlâ’nın teşvik ettiği çok güzel bir özelliktir.
Ondan sonra, bu dünyada peki ne yapacağız? Bu defa Araf 31. Ayete bakalım. “Yâ benî âdem” Allah-u Teâlâ öyle diyor. “Ey âdemoğulları” “huzû zînetekum ınde kulli mescit” “Her secde yerinde süsünüzü takınınız.” Yani namaz kılarken güzel elbiselerinizi giyininiz. “Ve kulû veşrabû” “Yiyin, için” Yeme içme serbest. Peki, yasak ne? “Ve lâ tusrifû,” “İsraf etmeyin.” Peki, yerken içerken? Şimdi bazıları, aman efendim, işte, Peygamberimiz acaba karpuz yemiş mi? Canım herhalde sofrasına gelseydi, yani görseydi yerdi. Orada karpuz olmadıysa, yemediyse yani… Şimdi Cenab-ı Hak bize ne diyor? “Yiyin için.” Yasağı ne? “Saçıp savurmayın. İsraf etmeyin.” Çünkü senin o her artırdığın şey, mutlaka bir başkasının yemesi gereken bir yiyecektir. İsraf edersen olmaz. Yeme içme serbest ama israf yasak. Yani aşırı harcamalar, gereksiz harcamalar yasak. “İnnehû lâ yuhıbbul musrifîn.” “Allah müsrifleri, israfçıları sevmez.” Gereksiz harcama yapanları sevmez. Yeteri kadar yapın, dökmeyin, o kadar.
Ondan sonra ne diyor? “Gul men harrame zînetallâhilletî ahrace liıbâdihî” “Deki, Allah’ın kulları için çıkardığı o süsü kim haram kılmış ki?” Yok, efendim bu güzel elbiseler, bu güzel evler, işte bunlar falan… Olsun, yasak ne? Ama senin hedefin o evler olmasın. Senin hedefin daha çok zengin olmak falan. Zengin ol, ama hedefin daha çok zekât vermek olsun. Hedefin daha çok zekât vermek olduğu zaman, tüm zihnin, tüm ilgin fakir fukarayla olur. Daha çok fakire ulaşabilsek diye. Hep onlarla meşgul olursun. Daha çok insanı sıkıntısından kurtarmaya gayret gösterirsin.
Şimdi bugünler biliyorsunuz, Somali’deki Müslüman kardeşlerimizin büyük sıkıntıları gündemde. Onun için her gün, ben ne yapabilirim? Daha çok ne yapabilirim? diye gayret göstermek lazım. Böyle olduğu zaman Cenab-ı Hak size daha çok verir. Yani çünkü malın sahibi odur. İşleriniz kolaylaşır. Hep önünüz açılır, yürür gidersiniz.
Şimdi de Tevbe suresinin 60. Ayetini açalım lütfen. 195. Sayfada. Hatta ondan önce şunu söylemekte fayda var. Kur’an’ı Kerim’de faizle zekât birlikte geçer. Faizle zekât. Şimdi Allah-u Teâlâ Bakara 276. Ayette şöyle buyurur. Estauzubillah. “Yemhagullâhur ribâ ve yurbis sadegât,” “Yemhagullâhur ribâ” “Allah ribayı daraltır.” Yani faizli işlemler mutlaka giderek darlığa yol açar. Peygamberimiz SAV diyor ki, “Faiz ne kadar, hangi durumda olursa olsun sonu darlığa döner” diyor.
Mesela şimdi batı ekonomilerinde çekilen krizin tek sebebi o faizdir. Faizli ekonomiler sık sık krize girmek zorundadırlar. Bunun başka bir alternatifi yok. Şimdi o riba kelimesinin sözlük anlamı, artma gelişmedir. İnsanlar faizi ekonomik faaliyetler daha çok artsın diye bir alet olarak kullanırlar. Ama Allah-u Teâlâ burada ne diyor? “Yemhagullâh” “Allah onu daraltır” diyor. Çünkü faiz piyasada ciddi manada daralmaya ve sıkışmaya sebep olur. “Ve yurbis sadegât,” “ Ve Allah-u Teala sadakaları da artırır.” Yani o riba… Orda da riba kelimesi kullanılıyor. Çok ilginçtir. Yani riba kelimesini, yani aynı kökten kelime riba için kullanılıyor. Bunu faiz şeklinde yaparsanız daralma olur, ama o istediğiniz gelişme, faizden beklediğiniz gelişme, sadakayla olur. Allah sadakaları artırır. Yani toplumdaki ekonomik gelişme sadakayla meydana gelmiş olur. Yine bir başka ayeti kerimede Allah-u Teâlâ diyor ki, o hangi suredeydi?
Doç. Dr. Servet Bayındır: Rum suresi.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Rum suresi. 30. Surede. 30/39. “Ve mâ âteytum mir ribel liyerbuve fî emvâlin nâsi felâ yerbû ındallâh,” “İnsanların malları içerisinde artsın diye faize verdiğiniz şey Allah katında artmaz.” Yani malları içerisinde artsın ne demek? Faiz. İşte bu ayet şunu gösteriyor. Faizli kredi zenginlere verilir, fakirlere verilmez. Yani şu manada, geri ödeyeceğinden emin olduğunuz kişilere verirsiniz. Verirsiniz ki onun malları içerisinde artsın, ben de fazla bir şey alayım. O da kazansın ama bana fazlasını versin. “Felâ yerbû ındallâh,” “Bu Allah katında artmaz.” Yani bu gerçek manada artmaz demiş oluyor. “Ve mâ âteytum min zekâtin” “ama verdiğiniz zekât var ya” “turîdûne vechallâh” “Allah rızasını isteyerek verdiğiniz zekât” “feulâike humul mud’ıfûn.” “Gelirlerini kat kat artıranlar onlardır.”
Şimdi burada müthiş bir ekonomik sistem var tabi. Bunun üzerinde ben şu ana kadar çalışan görmedim. Şimdi Servet iki sene Malezya’da kaldı. Orada bu ekonomik konularda bir çalışmalar yaptı, şimdi sorayım bakayım.(Doç. Dr. Servet Bayındır’a hitaben) Sen orada zekâtla faiz arasında ilgi kuran gördün mü? Yok. Şimdi çok ilginç, gerçekten insan hayret ediyor. Allah-u Teâlâ zekâtla faiz arasında muhteşem bir ilgi kuruyor ama Müslümanların bundan haberi yok.
Bir arkadaşımız vardır, bu konularda gerçekten iyi bir uzmandır. Ekonomik düşünce üzerinde uzmandır, Sabri Orman. Ona sordum, dedim ki, “bak Kur’an’ı Kerim’de zekâtla faiz arasında bir ilişki kuruyor, birisinin darlığa sebep olduğu, öbürünün de genişlemeye sebep olduğundan bahsediyor. Şimdi sen bu şeyleri gayet iyi biliyorsun. İnsanların ekonomiye bakışları, faize bakışları, işte zekâta bakışları. Bu ikisi arasında ilişki kursak bu ekonomi konusunda uzmanlar ne der?” “Vallahi dedi, delirdi der, hiç mantıklı bir şey söylemezler.” Dedi. “Yanlış, böyle şey olmaz derler” dedi. Sonra ona anlattım bu aradaki ilişkinin ne olduğunu. Çok kısa bir örnekle anlattım. Sonra da onun üzerinde çalışalım dedik, ama o arkadaşımız rektör oldu. Uzun süre çalışamadık, inşallah yakında devam edeceğiz.
Şimdi yani küçük bir örnekle kolay anlaşılsın diye size ifade edeyim. Bu ekonomik ilişkilerde mal ve hizmet akışını sağlayan şey paradır. Bu tıpkı vücuttaki kan gibidir. Para yenmez, içilmez. Para hiç kimsenin herhangi bir fiziki ihtiyacını karşılamaz. Yani dünyanın en değerli parası hangisi? Mesela euro diyorsunuz. Şu salonu ağzına kadar dolduran euronuz olsa, bir bardak suyunuz yoksa susuzluktan ölür gidersiniz. O bir bardak suyu bulmak için o euronun tamamını vermeye razı olursunuz. O noktaya gelirsiniz. Çünkü sizin karnınızı doyuracak olan o euro değildir, ya da dolar değildir, ya da Türk lirası değildir. Karnınızı doyuracak olan yiyecektir, içecektir, ihtiyaçlarınızın karşılanmasıdır. Ha onlar para o ihtiyacın karşılanması için, yani mal ve hizmetin dolaşımı için son derece önemli hizmetler görür. Yani kendisi yenmez içilmez, herhangi bir fiziki ihtiyacı karşılamaz ama sizin o fiziki ihtiyaçlarınızı karşılayan şeylerin dolaşımında çok büyük önemi vardır. Bu tıpkı damarlarda dolaşan kan gibidir. Kan da yenmez içilmez, ama kan olmazsa sizin vücudunuza giren… Mesela yediğiniz yiyecekleri mal sayın, aldığınız nefesi de hizmet sayın, öyle kabul edin. Yani ne o oksijen vücudunuza girip hücrelere ulaşabilir, ne de o yiyecek vücudunuzdaki hücrelere ulaşabilir. Dolayısıyla yaşayamazsınız. Yani kan yenmez, içilmez, tıpkı para gibi ve bunların bir ortak özelliği daha vardır, parayla kanın. Hiçbir hücre kan üretemez. Evet, kan üretimi için gereken maddeleri üretebilir ama kan üreten, yani kan olarak üretim yapan bir hücre yoktur. Aynı şekilde hiçbir insan da para üretemez. Mesela parayı ne yapar? Devletin belli organları üretir. Kendisi para üretmeye kalkanlar ne olur? Kalpazanlıkla hemen yakalanır ve cezalandırılırlar.
Şimdi zekâtı o kanın hücrelere dağıtmış olduğu şey olarak düşünelim, mal ve hizmet olarak düşünelim. Şimdi bütün hücrelerin gıdaya ve oksijene ihtiyacı var. Midede hazmedilen gıdalar o bağırsaklardan emilir, orada bir çeşit gıda pazarı oluşur. O kan gelir, oradaki hazmedilmiş olan gıdaları alır, bütün hücrelere tek tek dağıtır. Bir çöpçü gibi de o hücrelerin atıklarını alır götürür boşaltım bölgelerine. Gelir akciğerlerden oksijeni alır, bütün hücrelere dağıtır. Ve böylece vücut yaşayışını devam ettirir.
Bu bir sadaka, herkese şey… yani hayat böyle yürüyebilir. Ama faiz devreye girerse ne olur? Mesela o kanı vücuda pompalayan kalp hücrelere dese ki, ben size ayda şu kadar kilo kan gönderirim, -çünkü her dakikada bilmem kaç kere gidip gelmesi gerekiyor- gönderirim ama -çünkü o az az kanlar çoğaldıkça kiloları buluyor yani bir ay içerisinde- gönderirim ama sizden ayda şu kadar miligram fazla kan isterim. O hücrelerin fazla kan vermesi mümkün mü? Kendi üretemez, kendine ait bir şey de yok. E kansız yaşaması da mümkün değil. O zaman, başka çarem yok artık, mecbur kaldım, diyerek bunu kabul ederse, bir müddet sonra o fazla kan mutlaka komşu hücreden çalınan kan olacaktır. Komşu hücrenin ihtiyacını alacak, hangisi daha güçlüyse onunkini alacak, bakacaksınız ki bazı hücreler kapanmaya başlayacak. Artık vücut yavaş yavaş eski fonksiyonunu yapamaz hale gelir. Ne kadar çok hücre devre dışı kalırsa sıkıntı o kadar artar. Bir müddet sonra da krizler başlar. Tıpkı ekonomilerdeki krizler olduğu gibi. Şimdi o hücrelerin kapanması gibi bugün küçük dükkânlar kapanıyor, küçük işyerleri kapanıyor, küçük köyler kapanıyor, küçük şehirler kapanıyor.
Mesela faizli ekonominin yaygın olduğu ülkelerde eğer o köylerin o şehirlerin merkez hükümetten giden beslenen maaşlı elemanları olmasa oralarda hiç hayat olmaz. Herkes oraları terk etmek zorunda kalır. Çünkü onlara sadaka gidiyor. O maaşlı elemanlara merkezden, yani Kur’an’ı Kerim’in sadaka dediği, sadaka diye tanımladığı şey gidiyor da, o küçük şehirlere onlar gidiyor da, onunla ayakta durabiliyorlar.
Şimdi mesela Türkiye’nin ekonomik durumunun batıya nazaran daha iyi olduğu herkes tarafından söyleniyor. Eğer bu hükümet fakir fukaraya yardım politikasını gütmeseydi, kesinlikle batıdaki herhangi bir şeyden çok daha kötü durumda olurduk. Burada uygulanan, yani ekonominin bir tarafı, o faiz tarafı devam ederken, o bizi kasıp kavururken, öbür tarafta sadaka tarafı da devreye girdiği için bir dengeleme meydana getirdi de, Türkiye’de kriz batıdakiler kadar hissedilmiyor.
İşte şimdi, mesela batı ekonomileri çok rahat bir şekilde kurtarılabilir. Ama Kur’an’ı Kerim’deki şu iki ayeti uygulayabilseler. Çok rahat. Çünkü o şeyin enteresan bir tarafı daha vardır. O paraya dayalı krizlerin, çok kolay da tedavi edilebilir tarafı vardır. Evet, çok ağır faturalar ödettirir ama çok da kolay tedavi edilebilir tarafı vardır. Orada bütün mesele mal ve hizmet akışını sağlamaktır. Çünkü eğer bir ekonomide mal ve hizmet üretiliyorsa orada kriz yoktur aslında. Bakıyorsunuz ki mal ve hizmet üretiliyor ama mal ve hizmetin dolaşımı engellendiği için üretilen mal ve hizmetin hiçbir anlamı kalmıyor. Bu defa üreticilerin elinde mallar depolanıp kalıyor. İhtiyaçlılar o mala ulaşamıyor. Para faizcilerin elinde yığılıp kalıyor. O para onların işine yaramıyor. Bu mal bunların işine yaramıyor. Öbür tarafta da memleketin büyük bir bölümü sıkıntı içerisinde kıvranıyor.
İşte şimdi; bu kısa bir giriş mi oldu, kısa mı oldu, uzun mu oldu onu bilmiyorum ama buradan hareketle şu ayeti kerimeyi anlamaya çalışalım. Tevbe 60. 195. Sayfayı açalım.
Yani bunlar tabi çok büyük sistemler. Bunların üzerinde belki çok sayıda doktora yaptırılması gerekir. Şu anda iki tane yaptırıyoruz değil mi doktora? Bir tanesi de sırada galiba, o da henüz tam kararını vermedi. İnşallah şöyle sekiz on tane, yirmi tane, epeyce doktoralar falan yaptırabilirsek sistem ortaya çıkar.
Şimdi burada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. Estauzubillah. “İnnemes sadegâtu lilfugarâ” “Sadakalar fukaralar için” Şimdi buradaki sadaka kelimesi bizim Türkçedeki sadaka kelimesiyle aynı anlamda değil. Yani şu fakire üç beş kuruş para verelim şeklinde değil. Bu sadaka, sıdk doğruluk manasına da gelir. Sadaka… Yani kime sorarsanız sorun Allah’ı mı çok seviyorsun, malını mı çok seviyorsun? Dünyanın en inançsız adamı da olsa sana vereceği cevap şudur. Ya bırak Allah’ını seversen, yani Allah’la mal karşılaştırılır mı? Tabii ki Allah’ı daha çok seviyorum der. E peki madem Allah’ı daha çok seviyorsun, hadi kaldır Allah için şu malı, yani şu malını bir ihtiyaçlıya ver ama Allah’ın rızasından başka bir beklentin olmasın dediğin zaman, ama demeye başlar. Bir dakika der. Ben keriz miyim ha, hâşâ bir takım şeyler söyler. Hani sen Allah’ı daha çok seviyordun? Bak işte Allah emrediyor bunu. Ha Allah emrediyor mu? Başüstüne! Diyebiliyorsa, işte o sadaka, sadık olmuş olur iddiasında. Onun verdiği de sadaka olur. Gerçekten Allah’ı malından çok sevdiğini gösteriyor. Çünkü zaten müslümanla kâfiri ayıran o ince çizgi de odur. Çok önemlidir o ince çizgi.
Şimdi şu on dördüncü surenin ikinci ayetine kısaca bir bakalım. Bugün farklı bir zekât dersi olmuş oldu. 254. Sayfa. 3. Ayetine bakacağı. Bak 2. Ayetin sonunda şöyle bir ifade var. Estauzubillah. “ve veylun lilkâfirîne min azâbin şedîd.” “Kâfirlerin o şiddetli azaptan çekecekleri var.” Peki, kâfir kim? Hani kâfir görmezlik edendi ya. Görmezlikten gelen ya. Yani kelime manası itibariyle. Cenab-ı Hak kimi kâfir olarak nitelendiriyor. Bunlar, “Ellezîne yestehıbbûnel hayâted dunyâ alel ahirah” “Bunlar dünya hayatını ahiretten çok seven kimselerdir.” Bu dünya kelimesinin anlamı, en yakındır. Ahiret kelimesinin anlamı da, daha sonra’dır. Tam o kelime anlamıyla anlamaya çalışırsak, bu kâfirler hemen ellerine geçecek şeyi, daha sonra ellerine geçecek şeye tercih eden kimselerdir. Hemen bir şeyler alalım. Zaten biraz sonra ölebilirsiniz yani gerçek manada ahiret de olabilir. Bakın bunlar ahireti sevmeyen insanlar değil dikkat edin, ahireti inkâr eden insanlar demiyor ayet. Ahireti dünyadan daha çok seven kişiler. Ahireti de seviyor ama dünyadan daha çok seviyor. Evet. “Ellezîne yestehıbbûnel hayâted dunyâ” Yok, yanlış tam tersini söyleyecektim. Tam tersi oldu evet. “Ellezîne yestehıbbûnel hayâted dunyâ” “Bunlar dünya hayatını severler” “alel âhırah” ahirete göre daha çok severler” Yani dünyayı ahiretten çok seviyorlar. Şimdi Allah rızası için malınızı kaldırıp verdiğiniz zaman bunun karşılığını, esas karşılığını ahirette alacaksınız, ya da daha sonra alacaksınız. O anda malınız gitmiş olacak. Karşılıksız olarak vermiş olacaksınız. Cenab-ı Hak daha sonra verme, size daha sonra fazlasıyla verme vaadinde bulunuyor. Ama ona ancak Allah’a inananlar şey yapabilir. Yani inanan ne demek? Canım ben Allah’ı inkâr etmiyorum ki. Tabii ki etmiyorsun ama Allah’a güvenmek gerekir. İnanmak güvenmek demektir. Allah-u Teâlâ’nın senin için o söylediği şeye güveniyor musun? Onu göster. İşte güvendiğini gösteren kişi sadık olmuş olur. Çünkü lafta siz kime sorarsanız sorun, ben ahreti daha çok seviyorum der dünyadan. Olur mu öyle şey? Ahiret ebedi, dünya geçici. Tamam, da bunu hayatında göster kardeşim. Ver bakayım. Şu malını çıkar Allah rızası için ver, verebiliyor musun? İşte onu verebildiğin zaman sadık olduğun ortaya çıkar, işte o verilen şeye de sadaka denir. Demek ki iddianda haklıymışsın.
İşte bu öyle ince bir imtihan ki, bu imtihanda kazanabilmek öyle her babayiğidin kârı değil. Ben işte şu kadar âlimim. Tamam. İyi. Âlim olmakla zengin olmak aynı şeydir. Paranı nerede kullanıyorsun kardeşim? Ya da ilmini nerede kullanıyorsun? Paranı sen Allah rızası için, yani Allah’ın dediği şekilde kullanıyorsan muhteşem bir şey. Dünyan da kurtuldu ahiretin de. Aynı şekilde ilmini Allah’ın istediği gibi kullanabiliyor musun? Çünkü sen o ilmi kullanarak da insanları sömürebilirsin. Kötüye kullanabilirsin. Yani o ilmin olması, paranın olması tek başına iyi diye nitelendirilemez. Nasıl kullanıyorsun onu? Evet, para çok iyi ama nasıl kullanıyorsun? İlim çok iyi ama nasıl kullanıyorsun? Onu kötüye kullandığın zaman, yani sen o ilminle, dünyayı ahirete tercih ettiğin zaman, kusura bakma! Dünyayı tercih ediyorsan ahirete, o zaman yeni bir hayat tarzı seçmek zorundasın. O yeni hayat tarzı nedir? Bak diyor, “Ellezîne yestehıbbûnel hayâted dunyâ alel âhırah” “ve yesuddûne an sebîlillâh” “O zaman Allah’ın yolundan uzaklaşırlar.” Çünkü Allah’ın yolunda kalabilmek için ahiretin tercih edilmesi gerekir. Artık yavaş yavaş, şöyle yavaş yavaş çekilir geriye doğru, çünkü artık kendi kafasına göre yeni bir hayat tarzı benimsemiştir.
Ondan sonra “ve yebğûnehâ ıvecâ,” “Allah’ın yolunda birtakım eğrilikler peşinde koşar” Yani Allah’ın yolunu kendine uydurmaya çalışır. Dinsiz olunmadığı için, kendi dine uyamadığından dolayı dini kendine uydurmaya çalışır. “ulâike fî dalalim beîd.” “onlar pek derin bir sapıklık içindedirler.” Yani dünyayı ahirete tercih edenler böyledir. İşte siz ahreti dünyaya tercih ettiğinizi gösteren karşılığınızı yalnız Allah’tan beklediğiniz birisinin teşekkür dahi beklemeden yaptığınız iyilikle sadık olduğunuzu ortaya koymuş oluyorsunuz. İşte onun adı sadaka oluyor. Yani içiniz ve dışınız, demek ki iddianızda haklısınız. Yoksa iyilikleri hiç kimse kimseye vermez yani. Ne demek? Biz her şeyin en iyisini yaparız. Hadi yap da göreyim bakayım. Evet.
İşte sadaka kelimesini yani bizim Türkçedeki, işte bir fakire verilen üç beş kuruş gibi düşünmemek lazım. Onun içerisine bizim dediğimiz sadakalar da girer, zekât da girer, diğer sosyal harcamalar hepsi girer. Yani yalnız Allah rızasını bekleyerek yapılan bütün şeyler girer. Sen yani para veremezsin de birisine birazcık yardım edersin. Başka şekilde yardım edersin. Hiçbir karşılığını beklemeden. Bunların hepsi girer ona. Ama asıl sadakalar malını vermek şeklinde olan.
Burada diyor ki Allah-u Teâlâ, estauzubillah. “İnnemes sadegâtu lilfugarâ” “Sadakalar fakirler içindir.” “Vel mesâkîn” “Miskinler içindir” “Vel âmilîne aleyhâ” “Sadaka malları üzerinde çalışanlar içindir” “Vel muellefeti gulûbuhum” “Ve kalpleri ısındırılanlar içindir” Şimdi burada dört grup insandan bahsetti. Fakirler, miskinler, o sadakalar için çalışanlar, yani onu toplama ve dağıtma işleminde çalışanlar. Onlar da maaşlarını, gelirlerini oradan alırlar. Onunla ihtiyaçlarını karşılarlar. Bir de kalpleri ısındırılanlar içindir. Yani bununla bir kısım insanların da gönlünü kazanmak ve kalplerinin ısınmasını sağlamak için de verilir.
“Ve fir rigâb” “Boyunduruk altında olanlar için” Mesela esir olanlar için. “vel ğârimîne” “Borçlular için” “Ve fî sebîlillâhi” “Allah yolunda” “vebnis sebîl,” “ibni sebil için, ibni sebil uğrunda”
Şimdi bu ayette dört tane lam, dört tane de fi harfi cer’i var. Türkçede harfi cer yoktur. Yani bu fiillerin başına konan bir takım şeyler, ön ekler vardır Arapçada. Bu lam ve fi harfi cer’inin birbirinden farkı, lam bir malın birisine tahsis edilmesi, fi’de bir zarf oluşturulması, yani bir fon oluşturulması anlamına gelir. Yani dört fon oluşturursunuz, dört ayrı kişinin eline verirsiniz şeyleri. Yani dört ayrı gruba. Mesela çalışanlara ayrı, dağıtırsınız. Fukaraya dağıtırsınız, eline verirsiniz. Miskinlerin eline verirsiniz. Müellefei kulubun eline verirsiniz. Al dersiniz. Ama diğer dört grupta, o kişilerin eline vermenize lüzum yok. O uğurda harcarsınız, o yolda harcarsınız.
Şimdi burada kendi eline verilecek olanlar kimler? Diyor ki, “Sadakalar fakirler içindir.” Fakir kim? Fakir zekât verecek noktaya gelememiş olan kişilerdir. Yani fazla bir malı yok. Şimdi ayeti kerimede Allah-u Teâlâ diyor ki, estauzubillah. “Ve yes’elûneke mâzâ yunfigûn, gulil afv,” “Neyi harcayacaklarını soruyorlar, de ki artanı” (Bakara suresi 219. Ayet 2/219) Yani adamda artan bir şey yok. Yani yiyor, içiyor bitiyor işte bitiyor. Ya da yetmiyor. Şimdi bu kişinin de yarın zekât verecek noktaya gelmesi gerektiği için, son noktada bile desteklenmesine ihtiyaç vardır. Yani çünkü hedef nedir? Herkesin zekât verecek noktaya gelmesi. E bir toplumda her Müslüman, mesela Türkiye’de herkes zekât verecek durumda olsa bugün, dünyanın bütün fakirlerini doyururuz. İşte sen kılıçla değil de bununla, ülkeleri değil de gönülleri fethetmiş olursun. Zaten esas olan gönlü fethetmektir, bir adamın ülkesini fethettiğin zaman, onun gönlünü kendine düşman edersin. O ilk fırsatta seni oradan atmaya çalışır. Ama gönlünü fethettiğin zaman, sen oraya gitmesen bile seni zorla oraya davet eder. Esas olan gönülleri fethetmektir. Bakın işte sahabe zamanında gönülleri fethettiği için hangi ülkeye girmişse o ülkeler bugün hala müslümandır. Ama kılıçla girilen yerlerden geri gelmek zorunda kalmışızdır. Esas olan gönülleri fethetmektir, haydi buyurun.
“İnnemes sadegâtu lilfugarâ” “Fakirler içindir sadakalar” Yani bu ihtiyaç sahibi kişiler, en küçük… en düşüğünden en yükseğine kadar. Ondan sonra “vel mesâkîni” “miskinler için.” Şimdi bu fakir-miskin ayırımı çok enteresandır. Yani her zaman biliyorsunuz Kur’an’ın Kur’an’la açıklanmamasından şikâyet ediyoruz. Kur’an Kur’an’la açıklanmayınca Peygamberimizin konuyla ilgili sözleri de anlaşılmaz oluyor. Şimdi miskinle ilgili ayet vardı. (Yahya Şenol’a hitaben) Kehf suresi kaçıncı ayetti bakar mısın? Kur’an’ı Kerim gerçekten tabi Allah-u Teâlâ’nın kitabı muhteşem bir kitap, her konuda, her kelime ile ilgili çok geniş anlamlar, örnekler var. Ama tabi maalesef memleketimizde çok ciddi manada Katolikleştirme hareketleri var. Kur’an ve sünnet devre dışı bırakılıyor, o ayrı bir konu. O bu akşamki konumuz değil. Ama o devre dışı bırakanları da herhalde en korkulu rüyaları şu vakıfta yapılan çalışmalardır. Dolayısıyla canla başla şu çalışmaları ne kadar daha büyütürüz, ona gayret etmemiz lazım. Zekâtlarınızda da, sadakalarınızla da, bil fiil esas… Asıl destek para vererek değil, asıl destek bizzat ne yapabilirim diyerek vermektir. Çünkü her birinizin mutlaka yapacağı bir şey varadır. Ama öbüründe o zekâtı da kullanmamız lazım.
Şimdi miskin ne demek? Bizim fıkıh kitaplarına bakarsanız miskin, işte bir günlük yiyecek bulabilen veya bulamayan kişi diye şey yapılır. Fakir de işte ondan daha iyi durumda olan, yani zekât verecek noktaya gelmemiş olan kişi olarak, yani kendi temel ihtiyaçları dışında zekât verecek duruma gelmemiş olan kişi. Yani nisap miktarı mala sahip olmayan kişi diye tarif edilir. E o zaman miskin de o. İkisi de o. O zaman niye ikincisinden bahsetti ki Cenab-ı Hak? Boşu boşuna mı miskinden bahsetti?
Şimdi bakın bu ayeti kerimede miskini nasıl tarif ediyor. Musa As’la Hızır kıssasında, o Hızır ki melektir, Cenab-ı Hak tarafından görevlendirilmiş bir melektir, ama Musa As onun bir melek olduğunu bilmiyor, onu bir insan zannediyor. Çok sonra anlaşılıyor tabi. Orada tutuyor bindikleri gemiyi yaralıyor. Musa As karşı çıkıyor. O gemiyi neden yaraladığını şurada anlatıyor. Diyor ki, “Emmes sefînetu fekânet limesâkîne yağmelûne fil bahr” “Gemi birkaç miskin içindi” (Kehf suresi 79. Ayet 18/79) Şimdi siz miskini bir günlük yiyeceği yok derseniz gemi sahipleri Mecit Çetinkaya alınır, ben miskin miyim? der yani. Koskoca armatör bir adama nasıl miskin dersin. Şimdi bak ne diyor Allah-u Teâlâ, “o gemi birkaç miskinindi” sen miskini bir günlük yiyecek bulamayan bir kişi diye tarif ediyorsun, bunlar gemi sahibi. “yağmelûne fil bahr” “denizde çalışıyorlar, yani taşımacılık yapıyorlar.” “feeradtu en eîbehâ” “o gemide bir ayıp, bir kusur meydana getirmek istedim” “ve kâne verâehum melikun” “Çünkü ilerisinde bir melik var” “yeé’huzu kulle sefînetin ğasbâ.” “İyi, güzel gemileri zorla alıyor.” Niye iyi, güzel dedim, çünkü o ayıp, kusur meydana getirmek ifadesini kullanıyor ya. Demek ki bu miskinlerin gemisi çok iyi, o melikin de iştahını çekiyor. Biraz kusurlu hale getirdiği zaman almıyor. Yaramaz diyor. Şimdi bakın güzel bir gemi, iyi bir gemiye sahip olan kişilere ne diyor Allah? Miskin. Niye miskin? Bunlar o anda miskin değiller. Bu mecaz olarak kullanılıyor. Onların elinden bu gemi alınırsa yapacakları iş kalmıyor. Biz bugün Türkçede ona ne diyoruz? İşsiz diyoruz. İşsiz. Yapacağı iş kalmıyor. E şimdi millet de bunu zengin biliyor. Şimdiye kadar etrafında bir sürü insan ondan yararlanmış, istifade etmiş falan. E şimdiye kadar herkese yardım eden insan gidip de birisinden yardım isteyebilir mi? Öyle bir kötü duruma düşer ki, evinde bir bardak çayı yoktur, bir tane ekmek yoktur ama, etrafındaki herkes onu zengin bildiği için yani gidip de kimseye de bir şey anlatamaz. İşte peygamberimiz bunu anlatıyor hadisinde. Siz bu ayeti anlamazsanız hadisi de anlayamıyorsunuz. Diyor ki, “öyle siz miskini insanların arasında dolaşıp bir iki lokmayla bir iki küçük bir şeyler vermekle yetinen onunla ihtiyacı karşılanan kişi olarak algılamayın. Miskin o değildir. Miskin ihtiyacı olduğu halde kimseden bir şey isteyemeyen, insanların da onun gerçek durumunu bilmediği kişilerdir. Bilseler yardımcı olurlardı.” Ondan sonra da ayeti okuyor. “lâ yes’elûnen nâse ilhâfâ,” “yüz suyu dökerek insanlardan bir şey istemez.” onları işte arayıp bulmak, dertleriyle ilgilenmek lazım. O zaman bu ne oluyor? Bugün işte işsizlik fonu falan dedikleri… Bu farklı bir şey oluyor. O insanın onurunu zedelemeyecek, çevresindeki konumunu da rahatsız etmeyecek şekilde desteklenmesi. Çünkü ona küçücük bir destek verdin mi, zaten o yetişmiş bir insan, yani şeydir kalifiye eleman dedikleri kişidir yani, o küçücük bir destek verdin mi, o zaten bir müddet sonra kendisi tekrar zekât verecek duruma gelir. Onlara verilir. Ondan sonra onun eline para olarak verirsin çünkü o öbürü, fakire verdiğin zaman hemen gidecek ihtiyacını karşılayacak. Siz fakire verdiğiniz parayı aslında zengine vermişsinizdir. Niye? Fakir parayı alır almaz gidip zenginin malını alacak. O para hemen ona geçecek. O zengin hemen üretime başlayacak, hemen işçisini çalıştıracak. Hemen böyle ekonomik faaliyet zincirleme devam edecek. Peki, o miskine verdiğin zaman da, derhal toplumda bir yara kapanacak. O zaten iş yapabilecek birisi, o zaten kalifiye bir eleman. Evet.
“İnnemes sadegâtu lilfugarâi vel mesâkîn” “vel âmilîne aleyhâ” “Bir de o sadaka işinde çalışanlara da verilir.” Çünkü topluyor, depoluyor, dağıtıyor. Onlar da o zekâttan geçimlerini sağlarlar. “vel muellefeti gulûbuhum” “Bir de kalpleri ısındırılanlara verilir.” Kalpleri ısındırılanlar kimler? Şimdi şurada birisi var, zengin de olabilir. Ama şimdi onlar zannediyor ki bu Müslümanlar benim elimden malımı mülkümü almak istiyorlar. Aslında onların niyeti malk mülk kardeşim hiç, siz bakmayın Allah-Peygamber demelerine, hedefleri o. Şimdi sen kaldırıp ona mal veriyorsun, Allah Allah ya! diyor, benim elimdekini alacak diye korktuğum adama baksana. O zaman bunların niyetleri farklı demeye başlıyor.
Peygamberimiz SAV Mekke’yi fethettiği zaman Saffan bin Umeyye adında, Mekke’nin önde gelen zenginlerinden ve Mekke’nin silahını temin eden kişi, yani o günün şartlarında silah tüccarı. Yani en önemli silah depolayan kişisi. Yani savaşa gidenler ondan gelip silah alıyorlar. Bu kişi Müslüman olmuyor. Peygamberimiz SAV, ona dört ay süre tanıyor. O sıra Huneyn’e sefere gitmek gerekiyor. Peygamberimiz diyor ki, bana diyor silah verir misin? Diyor. Zorla mı istiyorsun ya Muhammed? Hayır diyor zorla değil, verirsen ver, vermezsen verme, sana kalmış bir şey. Zorla, çünkü zorla vereceksin dese verir. Burayı fethetmişsin almışsın yani öyle şey yok. Hayır, hayır diyor, zorla istemiyorum. Tamam, o elindeki silahları veriyor, zaten o iki bin kişilik bir ordunun donatıldığı söyleniyor. Oradan gidiyorlar Havazin kabilesi, onlarla savaşılıyor, sonunda zafer elde ediliyor ve ganimetler elde ediliyor. Ganimetlerden yüklüce bir miktarı Saffan bin Umeyy’e veriyor Peygamberimiz. Zaten şeyi de temin etmiş, silah da temin etmiş, silahları da geri veriyorlar. Şimdi Saffan şaşırıyor. Allah Allah ya! Bu adam, benim elimdeki malı alacak diye korktuğum kişiye baksana, bana çok ciddi manada mal veriyor. Ben zengin bir adamım, bana mal veriyor. Diyor ki yok diyor bu kesin Peygamberdir diyor. Bunun öyle malda mülkte gözü yok ve hemen Müslüman oluyor. Diyor ki, bunu Peygamberden başkası yapmaz diyor. Sen niye yapasın ki, sen bir fatih olarak gelmiş Mekke’yi fethetmişsin, istesen benim elim avucumda olan her şeyi rahatlıkla alırsın, bu son derece normal bir şeydir. Almıyorsun, benden ödünç olarak silah alıyorsun, üstelik de ganimetlerden de yüklü bir şey… Bu acayip bir şey.
İşte şimdi Müslümanlar, zenginlere de iyi durumda olan insanlara da, bu zekâttan vererek ya Allah Allah ya! Bunlar farklı insanlar, diye o kişinin bir düşünmesini istiyor. Çünkü zengin için dünyada maldan daha önemli bir şey yoktur. Çünkü o malı için her şeyini, rahatını, istirahatını, eşini-dostunu, her şeyini feda edebilir. O zaman bir başkası bu malda fedakârlık ettiğini görünce, adamın dünyası altüst olur. O zaman kalpler ısınır. Bunlar dört, bizzat kendisine para verilenler.
Ondan sonra dört grup, “Ve fir rigâb” “esirlerle ilgili olarak,” Çünkü esirler esir alındığı zaman fidyesinin ödenmesi gerekiyor. Kendisi ödeyemezse zekâttan ödüyorsun. Zekâttan ödediğiniz zaman adam bakacak Allah Allah, bunlar bizi esir aldılar, benim fidye ödeyecek param yoktu, tuttu benim fidyemi de bunlar ödediler, beni memleketime gönderdiler. Yani bunlar ne biçim insan? diyecek. O esirler büyük bir şeyle… zaten evlerde besleniyorlar, ailenin bir ferdi gibi sayılıyorlar. Yani tam Müslüman propagandasını yapacak bir kişi olarak memleketine gönderiliyor. İster Müslüman olsun, ister olmasın. Müslüman olmasa da bunları methedecek, başka çaresi yok.
“Vel ğârimîne” “Ve borçlular” Bakın burada şuna dikkatinizi… Borçlular uğrunda, bunlarla ilgili fon oluşturuluyor. Çünkü bunları her fert gidip de tek tek bulamayabilir, fon oluşturuluyor. Şimdi borçlular… Bakıyorsunuz adamın büyükçe bir fabrikası var. Kapısına kilit vurulmuş, malları duruyor içerisinde falan. İşçiler işten atılmış. Şimdi bu tür yerlerde genellikle küçücük paralarla o şeyler kapanır. O çok küçük bir şey bulamadığı için o büyük müessese çalışmaz hale gelir. Siz bunu faizle karşılayabilirsiniz, faiz çok geçici bir tedbirdir ve getirdiğinden çok daha fazlasını götürdüğü için, o işyerini daha büyük bir sıkıntıya sokar. Ama o işyerine siz bir miktar zekâttan verip de onun sıkıntısını karşıladığınız an orada zaten dünya kadar işçi çalışmaya devam edecek, üretim devam edecek, zaten çok kısa bir süre o, kısa bir süre içerisinde o zaten şeye dönecektir, topluma dönecektir. Borçlular diyor bakın, fakirlerden farklı bir kategori.
“Ve fî sebîlillâh” “Ve Allah yolunda” Bu da çok genel, bütün toplumsal harcamalar bunun içerisine girer, “vebnis sebîl,” “ve yolcular için” Bu da yolla ilgili, yollar, köprüler, oralardaki konaklama yerleri, şunlar, bunlar. İnsanların gidiş gelişini, mal ve hizmet akışını, bunu kolaylaştıracak, yardımcı olacak, yollarda rahat yemelerini içmelerini temin edecek, konaklamalarını temin edecek, bütün imkanları sağladığınız zaman şurada üretilen mal öbür tarafa rahatlıkla gidebiliyorsa, şuradaki hizmetten rahatlıkla yararlanılıyorsa zaten ekonomi orada ayağa kalkar. Burada bütün bunlar ne diyor? “ferîdaten minallâh,” “Allah tarafından farz olmak üzere” “vallâhu alîmun hakîm.” “Allah bilir ve doğru karar verir.”
Şimdi böylece zekât, muhteşem bir ekonomik faaliyeti ortaya çıkarır. Siz bir fakire verdiğiniz küçücük bir parayla binlerce kişinin ihtiyacını karşılamış olursunuz, hiç farkına varmazsınız. Şimdi siz mesela şurada bin kişi olsa, herkesin diğerine yüz lira borcu olsa birinci kişiye yüz lira zekât olarak verseniz o biraz sonra, on beş yirmi dakika sonra, o ona, o ona, o ona verse bu borcunu, o bin kişinin borcu sıfırlanır, sonuncu kişi size olan yüz lira borcunu da gelir öder. O yüz lira tekrar cebinize gelir, fakat burada yüz bin liralık iş görmüş olursunuz, onların hepsi sizin sebebinizle olduğu için hepsinin sevabı size gelir. Dolayısıyla sizin o çok küçük gibi gördüğünüz bir şey, ya benim paramdan ne olur ki dersin, o domino taşı gibidir, o birincisinde üfleyerek düşürsen bile o arkadan öbürlerinin hepsini devirir. Tüm sistemi harekete geçirir.
Dolayısıyla sadakada, o verdiğiniz sadakaların, zekâtların geliri size çok fazlasıyla döner. Hemen değil, daha sonra. Ama bu Cenab-ı Hakk’a güvenmeyi gerektirir. Dolayısıyla, bir, hepimiz Allah’ı malımızdan çok sevdiğimizi söyleriz. Sadakalarla bunu ispat edelim. Zekâtlarımızı asla vermezlik etmeyelim. Cenab-ı Hakk’ın verdiği mal, malın tamamı Allah’a aittir, Allah’ın malını Allah’a karşı cimrilik ederek kötü kullanmayalım. Tabi saçıp savurmak da yok. Zekâtımızı tam verelim, sadakalarımızı tam verelim, fakirlere yardımcı olalım. Allah yardımlarınızı kabul eylesin. Tabi bu tekrar ediyorum Somali’yi de hiçbir zaman için unutmayalım. Evet. Biraz fazla uzattık değil mi bugün.
Yahya Şenol: İki tane soru var sadece. Zaten vakit de yok. Kısaca onları şey yapalım. Ahmet Çayırlı sormuş salon içinden. Zekât hesabı yıllık yapılıyor. Zekât miktarını senesi dolduğunda bir senelik mi vermek gerekir, yoksa her ay peyderpey zekât hesabı üzerinden aynı miktar verilebilir mi?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Şimdi zekât senesi dolduğu zaman esas birden verip o malın piyasaya girmesini sağlamaktır. Ama buna imkânınız yoksa, böyle bir verme durumunuz yoksa o zaman yavaş yavaş da verilebilir.
Yahya Şenol: Hamburg’dan Almanya’dan sormuş. Cüneyt Şeker. Kızılay gibi kurumlara fitre verilebilir mi?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Hayır fitreleri siz tanıdığınız fukaralara verin. Çünkü o miskin o zor durumda olanlar…. Video burada başka bir bölüme atlıyor.
İmsak vaktiyle ilgili çalışmalarımız var. Bu çalışmaların doğru olduğunu herkes biliyor ama hiç kimse uygulamıyor. Eğer dün akşamki televizyon programını izleyenler varsa o takvimi yapan, bu konularda gerçekten en iyi uzmanlardan birisi olan, Prof. Saim Yeprem de dün akşam bizim çalışmalarımızın doğru olduğunu bütün halkın huzurunda söyledi. Fakat bunun halka mal olması gerekiyor. Ne kadar doğru yaparsanız yapın uygulanmadıktan sonra hiçbir işe yaramaz. İnsanlar çok erken oruca başlıyor, çok büyük sıkıntılara sebebiyet veriliyor.
Onun için dedik ki, şu cumartesini pazara bağlayan gece Allah nasip ederse, şu Süleymaniye’de, şu Süleymaniye camisinin orada, siz kendi yiyeceklerinizi getirin, sahur yemeğini orada yiyelim, orada herkes kendi yiyeceğini getirsin ama, sakın öyle çöp möp de bırakmayın, tertemiz. Orada da çok güzel bir yer tesbit etti arkadaşlarımız, dün ben de gittim gördüm. Yani kırk yıldır buradayım ama öyle bir yeri ilk defa gördüm. Müftülüğün hemen altında, bitişiği bir yer. Böyle doğusu gözüküyor, batısı gözüküyor, güneyi gözüküyor, sadece arka taraf…. Doğu, güney, kuzey gözüküyor sadece batı taraf gözükmüyor. Müthiş bir alan. Orada da inşallah sabahleyin imsak rasatı yapacağız. Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz ki o gün sabahleyin hava açık olsun. Oradan canlı yayın olarak, şu ana kadar bir televizyon ben bu yayını yapacağım diye geldi, bir başka televizyon da hazırlık içerisinde. Arkadaşlarımız henüz gerekli duyuruları yeni yapıyorlar. Zannedersem radyo televizyon kuruluşlarına henüz gitmedi. Herkesi davet ediyoruz. Şöyle gözümüzle görelim, çünkü hiçbir şey gözle görmek gibi olmaz. Hocam ben sana inanıyorum. Yo inanmak başka, gözünle görmek başka bir şeydir.
Bakın İbrahim Az bile Cenab-ı Hakk’a ne dedi? Estauzubillah. “Rabbi erinî keyfe tuhyil mevtâ,” dedi. “ya Rabbi bana göster ölüleri nasıl diriltiyorsun dedi” Allah ne dedi? “gâle e ve lem tué’min,” “inanmıyor musun” dedi, “gâle belâ” “inanıyorum elbette” dedi “ve lâkin liyatmeinne galbî, “ “gönlüm tatmin olsun diye.” Şimdi sizin de bu görmek gibi olmaz hiçbir şey. Bunu inşallah hem biz görelim, hem canlı yayınla bütün Türkiye’ye gösterelim. Ve bu problem inşallah bitmiş olsun. İftar da hazır, evet buyurun iftara.