Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Euzubillahimineşşeytanirracim.Bismillahirrahmanirrahim.
Rabbenâ lâ tuzığ gulûbenâ bağde iz hedeytenâ veheb lenâ mil ledunke rahmeh, inneke entel vehhâb. Ya rabbi doğru yolu gösterdikten sonra kalbi kayanlardan olmamamızı lütfeyle. Bize iyilik ve ikramda bulun. Bütün iyilik ve ikramın kaynağı sensin.
Bu akşam Allah nasip ederse Savaş Ahlakı konusunda konuşacağız. İnsanlar savaşında ahlakı olur mu diyebilirler. Eğer konu İslam ise her şeyin ahlakı olur. Allahu Teala Rum Suresinin 30. Ayetinde dini fıtrat olarak tanımlamıştır. Yani insanın tabi yapısının onu oluşturan kanun ve kuralların Allah tarafından din olarak bize bildirilmesi şeklinde tanımlamıştır. Öyle olunca savaşta kişinin fıtratına uygun olarak yapılması lazım. Allahu Teala Bakara Suresinin 216. Ayetinde “Kutibe aleykumul gıtâlu ve huve kurhul lekum” “Size savaş farz kılındı. Ama size zor gelir.” Kolay değil. Çünkü canını ortaya koyuyorsun. “ve asâ en tekrahû şey’ev ve huve hayrul lekum” “Bazen bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz. Çok zor gelir ama sizin hayrınızadır.” “ve asâ en tuhıbbû şey’ev ve huve şerrul lekum” “Bazen de bir şeyi çok istersiniz ama sizin aleyhinize olur. Sizin için şer olur.” “vallâhu yağlemu ve entum lâ tağlemûn” “Bilen Allah’tır. Siz bilemezsiniz.” (Bakara 216) Öyleyse biz Allah ne diyorsa ona göre hareket edeceğiz. Tamam, savaş farz kılındı da bu savaşı ne zaman yapacağız?
“Ve gâtilû fî sebîlillâh” “Allah yolunda savaşın.” Kiminle? “illezîne yugâtilûnekum” “Sizinle savaşanlarla savaşın.” Biz, Allah yolunda bizimle savaşanlarla savaşacağız. “ve lâ tağtedû” “Sınırları aşmayın.” Aşırı gitmeyin. Bakın savaşıyorsunuz. Aşırı gitmeyeceksiniz diyor. İşte bu bir savaş ahlakı değil mi? “innallâhe lâ yuhıbbul muğtedîn” “Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara 190) Bizimle savaşanlarla nerede savaşacağız? “Vagtulûhum haysu segıftumûhum” “Nerede bulursanız orada savaşın.” Madem sizinle savaşıyorlar. Gelin yok orası olmaz, burada savaşalım diyecek haliniz yok. Bu sizin tercihinize bağlı bir şey değil. Onlar savaş açmışlar. Nerede sizinle savaşırlarsa orada savaşısınız. “ve ahricûhum min haysu ahracûkum” “Onlar sizi nereden çıkardılarsa sizde onları oradan çıkarın.” Savaşta adam öldürmek var. “vel fitnetu eşeddu minel gatl” “fitne adam öldürmekten beterdir.” (Bakara 191) Hurda altını potanın içine koyup da ateşin üzerinde erittiğiniz zaman onun adına fitne deniyor. Altını iyisinden kötüsünden ayırıyor. Mesela hiç kimse o potanın içerisinde olmak istemez. Ondan dolayı fitneye sıkıntı manası da verilir. Fitneye imtihan anlamı da verilir. Çünkü iyiyi kötüden ayırır. “vel fitne” derken savaşın fitnesi kastedilir. Savaşın verdiği sıkıntı, savaşın açtığı ateş, savaşın verdiği yangın adam öldürmekten beterdir. Allahu Teala niye böyle diyor. Savaşalım ama ya rabbi sen bize… Mekke’de inen İsra Suresinde “Ve lâ tagtulun nefselletî harramallâhu illâ bil hagg” “Allah’ın dokunulmaz kıldığı canı haklı bir sebep olmadıkça öldürmeyin.” (İsra 33) Savaşta da Muhammed Suresinin 4. Ayetinde de “Feizâ legîtumullezîne keferû fedarber rıgâb” “Kafirlerle savaşta karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun.” (Muhammed 4) Mesela Bedir Savaşını düşünün. Resulullah’ın amcası Abbas oraya gelmişti. Herkesin akrabaları vardı. Siz düşünün. Karşınızda akrabanız var. Ben bunu niye öldüreyim? Bu bana bir şey yapmadı. Savaş ateşi adam öldürmekten beterdir diyor. Çünkü sen onu öldürmezsen o seni öldürmeye gelmiş. O zaman daha fazla kan dökülür. “vel fitnetu eşeddu minel gatl” Ben size savaşta adam öldürmeye müsaade ediyorum diyor. Çünkü “savaşın meydana getirdiği yangın adam öldürmekten daha kötüdür.” Onun için ona müsaade ettiğini söylüyor. Zaten herkes bunu görüyor. Ondan sonra savaş ahlakından bir şey söylüyor. “ve lâ tugâtilûhum ındel mescidil harâmi” “O insanlarla Mescidi Haram’ın yanında savaşmayın” diyor. Çünkü zamanında Allah orayı güvenli bir mekân ilan etmiş. “hattâ yugâtilûkum fîh” “sizinle orada savaşıncaya kadar.” (Bakara 191) Yani orada da sizinle savaşırlarsa orada da savaşırsınız. Onun için burada Mekke’nin Fethiyle ilgili bir ders yapmıştık. O derste bulunanlar bilir. Resulullah (s.a.v) Mekke fethi sırasında bir çatışma çıkmaması için bütün tedbirler almıştı. Çünkü orada onlar bir çatışma çıkarırsa mecburen onları öldürecekti. Ama hiç kan akmadan Mekke’ye girmek istiyordu. Onun içinde elinden gelen bütün tedbirleri almış. Ve Mekke’yi fethe gittiğini hiç kimseye söylememiş. Mekke’ye yaklaştığı zaman on bin kişilik ordunun her bir ferdine birer ateş yakın demiş. Psikolojik olarak Mekkelileri etkilemiş. Ebu Sufyan on bin ateş görüp her bir ateşin yanında 4-5 kişi olsa 40-50 bin kişi eder, bizim bunlarla baş etmemiz imkânsız diye düşünmüş. O zaman gideyim görüşeyim diyor. Geldiği zaman onu alıkoyuyorlar. Daha sonra da Mekke’ye haber gönderiyorlar. Komutanları alıkonulmuş. Mekkeliler ne diyecek? Şunlara bakın, dağ taş ordu, komutanda gitti, o zaman bizim yapacağımız bir şey yok diye düşünüyorlar. Sonradan da haber gönderiyor. Kim evinden çıkmazsa güven içerisindedir. Kim Ebu Sufyan’ın evine sığınırsa güven içerisindedir. Demek ki Ebu Sufyan değer verilen birisi diye düşünüyorlar. Bir müddet sonra da onu serbest bırakıyorlar. Kim Kâbe’ye sığınırsa güven içerisindedir. Giriyor ve kimsenin burnu kanamıyor. Mescidi Haram yanında savaşa müsaade edildiği için orada da olmaması için elinden gelen bütün tedbirleri alıyor. “fein gâtelûkum fagtulûhum” Mescidi Haram’da da olsa “savaşırlarsa onları da öldürürsünüz.” “kezâlike cezaul kâfirîn” “kâfirlerin cezası böyledir.” (Bakara 191)
Mesela burada yine savaş ahlakıyla ilgili olarak Bakara Suresi 194. Ayette “femeniğtedâ aleykum” “kim size karşı düşmanlık ederse.” Burada düşmanlığı önce öbürleri başlattılar. “fağtedû aleyhi bimisli mağtedâ aleykum” “size karşı yaptıkları düşmanlığın dengi kadar onlara düşmanlık yapın.” (Bakara 194) Peki, dengi ne kadar olacak ya rabbi? Mesela sizin sınırınıza 1 km içeri girdiyse siz sınıra kadar onu dışarı çıkarırsanız dengi olmuş olur mu? 1 km’de sen gireceksin. İşte Müslümanlar Mekke’den çıkardıkları için, Müslümanlarda onları daha sonra Mekke’den çıkarma hakkı elde etmişlerdi. Burada da ciddi bir ahlak var.
Allahu Teala Muhammed Suresinde de “Feizâ legîtumullezîne keferû fedarber rıgâb” “kafirlerle savaşta karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun.” “hattâ izâ eshantumûhum” “onları etkisiz hale getirinceye kadar.” Baktınız artık savaşacak halleri kalmadı, o zaman “feşuddul vesâga” yani “esir alın.” Peki, esir aldıktan sonra ne yapacaksınız? Götürüp esirleri belli bir yerde bekletecek misiniz? Onlara sıkıntı mı çektireceksin? Aç, susuz, açıkta ya çıplak mı bırakacaksın? Hayır. Esirlere de ne yapacaksın? Bundan sonra onları “feimmâ mennem bağdu” “ya karşılıksız serbest bırakırsınız.” Mesela Resulullah (s.a.v) Bedir Savaşında aldığı esirlerin bir kısmını hiçbir karşılık almadan serbest bıraktı. “ve immâ fidâen” “ya da fidye alarak.” (Muhammed 4) İmkânı olanlarda can bedeli olarak hadi siz şunu ödeyin serbest kalın diye bir fidye alıp serbest bırakırsınız. Ama esirler mutlaka serbest bırakılacak. Çünkü onları etkisiz hale getirip esir aldınız. Esir alırken de onlara karşı çok iyi bir davranış gösterdiniz. Çünkü Allahu Teala insan suresinde esirlerle ilgili çok özel bir hüküm koyuyor. “Ve yut’ımûnet taâme alâ hubbihî miskînev ve yetîmev ve esîrâ” (İnsan 8) Yiyeceklerini tutup esirlere yediriyorlar. İşte Bedir’de esir alınan insanlar… O esirler Müslümanlardan ne bekler? “Müslümanları Mekke’de yaşamaz hale getirmişler. Tek suçları inançlarıdır. Başka bir suçları yok. Yani Mekke’nin yerleşik düzeni açısından herhangi bir suç sayılacak eylem yapmış değiller. Tek suçları inançlarıdır. Siz buna inanamazsınız diyorlar. Sırf inandıklarından dolayı ülkelerinde yaşamaz hale getiriyorlar. Muhammed’i (a.s) de aynı şekilde… Bunları kendi ülkelerinde yaşamaz hale getirmişler. Bunlar öyle yanlarına eşya falan almadan ancak zar zor canlarını kurtarmışlar. Medine’ye gitmişler. Medine’de göçmen statüsünde yani muhacir deniyor. Bir buçuk sene sonra o yetmiyormuş gibi Bedir’e asker gönderiyorsunuz. Bunlar sizin karşınıza geliyorlar. Orada Allah onlara bir zafer nasip ediyor. Orada esir alıyorlar. Böyle bir durumda esirler ne bekler? Bunlar bizim derimizi yüzer diye düşünürler değil mi? Başka ne bekleyecekler? Çünkü biz bunlara yapmadığımız kötülük kalmadı. O yetmiyormuş gibi bir de üzerlerine ordu gönderdik. Ama öyle yapmıyorlar. Bunlar son derece iyi davranıyorlar. “Ve yut’ımûnet taâme” “yiyeceklerini onlara veriyorlar.” Hangi yiyecekten? “alâ hubbihî” “kendileri çok sevmelerine rağmen.” Yani kendinin çok sevdiği yemeği kendi yemeyip ona yediriyor. Mesela bakıyorlar. Esirlere buğday ekmeği verip kendileri hurma yiyorlar. Bir Türk için Hurma buğday ekmeğinden daha kıymetlidir ama siz hurmayı arada sırada bir iki tane yediğiniz için güzel gelir. Yemek yerine yiyin bakalım. O zaman ne olacak? Orada buğday ekmeği çok değerlidir tabi. Bakıyorlar, bunlar ne biçim insanlar diye düşünüyorlar. Asla bir itme kakma hiçbir şey yok. Medine’ye varıyorlar. Oradan bir kısmına gidebilirsiniz deniyor. Bir kısmı da fidye vererek gidiyor. Ama tamamı gidiyor. Herhangi bir köleleştirme falan asla söz konusu değil. “miskînev ve yetîmev ve esîrâ” “çaresiz kişiye (miskin), yetime, esire yediriyor.” (İnsan 8) Yedirdikten sonra ona ne diyorlar? “İnnemâ nut’ımukum livechillâhi” “biz sizi Allah rızası için doyurduk” diyorlar. “lâ nurîdu minkum cezâev ve lâ şukûrâ” “biz sizden bunun bir karşılığını istemiyoruz.” Peki, ben ne yapayım? “Teşekkür de beklemiyoruz.” (İnsan 9) Aklıma geldi. Ben İstanbul Müftülüğünde Şeriyye Sicilleri arşivini 21 sene idare ettim. Yani Şeriyye Sicilleri arşivi dediğimiz Osmanlı Mahkeme arşividir. İstanbul’un Fethinden şeriatın kaldırılmasına kadar İstanbul’a ait bütün mahkeme kayıtları oradadır. Bu sahada dünyanın en önemli arşivlerinden bir tanesidir. Çok sayıda yabancı gelirdi. Daha çok Amerika’dan gelirlerdi. Avrupa’dan da gelirlerdi. Nadiren İslam ülkelerinden gelirlerdi. Çok az da bazen Japonya’dan geldiği olurdu. Geldiklerinde bizim arkadaş önüne bir çay koyardı. Ben istemedim der. Bu nereden derdi. Bizim ikramımız deyince şaşırıp kalırdı. Nasıl bir ikram derdi. Benim hiç unutamadığım hatıralardan bir tanesi… Çok sayıda hatıram vardır. Daha çok Amerikalarla… Belki bu akşam bazılarını da zikretmem gerekebilir. Washington’dan bir hanım kız doktora yapmak üzere gelmiş. Yaşı 30’un üzerindeydi. Orada araştırma yaptı. Yardımcı olduk. Elimizden geldiği kadar destek verdik. İki sene geçti aradan, baktım ki çok üzgün. Niye üzülüyorsun dedim. İznim bitti dedi. Memleketime gidip üniversiteden yeniden izin almam gerekiyor dedi. Washington DC Üniversitesindeydi. Amerika senin memleketin değil mi dedim. Evet dedi. Annen, baban bütün akrabaların orada değil mi dedim. Evet dedi. Senin sevinmen lazım, niye üzülüyorsun dedim. Ben insan olduğumu burada öğrendim dedi. Çok önemli değil mi? İki senedir buradayım dedi. Sizin bana karşı davranışlarınızda benim dişiliğimle ilgili en küçük bir şey görmedim. Hep benim kişiliğimle ilgilendiniz. En değerli bir akrabanız gibi görev verdiniz. Ben sizin yanınızda duyduğum mutluluğu hayatımda hiçbir yerde duymadım. İnsan olduğumu burada öğrendim dedi. Ben şimdi Amerika’ya gideceğim dedi. Akşam sokağa çıkamazsın dedi. Gündüz ara sokaklara girersen çantanı boşaltırlar, kolunda ne varsa onu alır götürürler dedi. Ama burada hiç öyle bir şey görmedim dedi. Beni kim yarattıysa onu da o yarattı. Bende hangi özellikler varsa onda da o özellikler var. Yaratıcı aynı… Ben ona insanca davrandığım zaman o da bana insanca davranıyor. Önüne bir çay koyuyorsun, şaşırıp kalıyor. Sonra yavaş yavaş alışıyor. Resulullah’ın karşılaştığı Mekkelileri değil ama mesela bugün size düşmanca davranan kişilere iyilik yaptığınız zaman sizin en sıcak dostunuz haline dönüşürler. “Sizden ne bir karşılık istiyoruz ne de teşekkür istiyoruz” (İnsan 9) diyorlar. Teşekküre gerek yok, ben Allah rızası için yapıyorum. Ben senin için yapmıyorum. O da bir başka şey… Beni borç altına da sokmuyor. Ne kadar güzel bir şey?
Burada savaş açacak… Mesela bazı durumlar var ki bugün… Dün Mısır’dan bir arkadaşımız geldi. İnsanların ne kadar perişan olduklarını anlattı. Libya’da bir arkadaşımız var. Gidip geliyor. Oraların nasıl perişan edildiğini anlatıyor. İnsanlar perişan… Suriye’den arkadaşımız var. Diğer bölgeden duyuyoruz. Her taraf perişan edilmiş. Allahu Teala Nisa Suresinin 75. Ayetinde şöyle diyor. “Ve mâ lekum lâ tugâtilûne fî sebîlillâhi” “size ne oluyor? Allah yolunda savaşmıyorsunuz.” Çünkü savaşmak kolay değil. Resulullah’ın (s.a.v) Bedir Savaşında ona gösterilen tepkileri bir görseniz… Kuranı Kerimde bir görseniz hayret edersiniz. Mesela bize öyle bir sahabe anlatırlar ki, hepsi kurşun askerdir. Hiçbirisinin duygusu falan yoktur. Olur mu? Resulullah’ın neler çektiğini bir görseniz Kuranı Kerim’den… Öyle kolay mı? Bugün Güney Doğu’da savaş oluyor. Biz sadece haberlerde duyuyoruz. Bir de olayın içinde yaşayanları konuşturun bakalım. Kolay mı? Bu tür şeyleri uzaktan duymak kolaydır. Ama bir de içerisine girin bakalım. Yani insanlar canlarını ortaya koyuyorlar. Allahu Teala “lâ tugâtilûne fî sebîlillâhi” “Allah yolunda savaşmıyorsunuz.” diyor. “vel mustad’afîne miner ricâli ven nisâi vel vildân” “zayıf bırakılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar.” (Nisa 75) Mesela dün gelen arkadaşımız anlatıyor. Kahire’de bir kabristanda 50 binin üzerinde insan yaşıyor. Gelip sizden bir şey almak istiyor diyor. Çünkü yoksul durumdalar. Etrafınıza yapışıp bir şeyler istiyorlar. Allah yolunda niye savaşmıyorsun? Bir de bu zayıf düşürülen insanlar içindir. Bu zayıf düşürülen insanlar Müslüman olmayabilir de yani… Bir kimsenin Müslüman olabilmesi için ona Kuran’ın tebliğ edilmesi lazım. O insana Kuranı anlatacaksınız. O da onu kavrayacak. Ondan sonra Müslüman olması gerekecek. Bugün İmam hatip okullarında, İlahiyat fakültelerinde, Medreselerde, İslam üniversitelerinde hiç Kuran okunuyor mu? Tefsir Hocasının Kuran’dan haberi yok. Dolayısıyla biz bugün kendi görevimizi yapmayacağız. O insanları suçlayacağız. Onlar kâfir öldürürüz diyeceğiz. Önce bir görevini yap. Onlara İslam’ı bir götür. Mesela az önce anlattığım kız. Bir gün ona dedim ki… Cenabı Hak bana soracak. Bu kız buraya kadar geldi. Niye buna tebliğde bulunmadın diye… Benim İngilizcem çok zayıf, şu Fatiha’yı oku dedim. Bir tane de teyp açtım. Senin sesini alayım da dedim. Meseleyi anladı. Fatiha Suresini okumaya başladı. Fatiha’yı okuması yarım saatten fazla sürdü. “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn” “Allah ne yaparsa güzel yapar” deyince Ben küçükken babaannemle kiliseye giderdim, Papaz’da aynı şeyi söylerdi dedi. İşte “Er rahmânir rahîm” “Mâliki yevmid dîn” “İyyake nağbudu ve iyyake nesteîn” ayetine gelince orada durdu. “Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım isteriz.” Kilise kendisini tanrı yapıyor. Bunun içine yatmıyor. İsa’yı tanrı yapıyor. Araya kutsal ruhtur, Meryem Ana’dır falan sokuşturuyor. Bu ne biçim bir şey dedi. “İyyake nağbudu ve iyyake nesteîn” (Fatiha 2-5) ayetinde o kadar kaldı ki… Birçok şeyler sordu. Düşündü. Sonra ben Profesörlük için müracaat ederken acaba Amerika’da benimle ilgili bir çalışma var mı diye araştırdım. O kızcağız o kadar makale yazmış ki… Acaba bu Müslüman mı diye hala düşünüyorum. Olur, olmaz. Önemli değil. O bizi ilgilendirmez. Önemli olan biz vazifemizi yapalım. “vel mustad’afîne miner ricâli ven nisâi vel vildân” “Erkeklerden, çocuklardan ve zayıf düşürülmüş insanlar var. Onların yolunda niye savaşmıyorsunuz?” Bakın bu insanları sömürüyorlar, zayıf düşürüyorlar, perişan ediyorlar, mallarını, mülklerini alıyorlar. Allahu Teâlâ gidip onları da kurtarın diyorlar. “yegûlûne” “onlar şöyle diyorlar.” Çünkü Allah’a inanmayan, Allah’ı rab olarak kabul etmeyen yeryüzünde bir tek insan yoktur. “rabbenâ ahricnâ min hâzihil garyetiz zâlimi ehluhâ” “ya rabbi şu halkı zalim olan yani bizim başımıza bela olan bu insanlardan bizi kurtar.” Bizi bu ülkeden çıkar diyorlar. “vec’al lenâ mil ledunke veliyyâ” “kendi katından bize bir veli, bir yönetici ver.” Yani bizim derdimizden anlayan birisi gönder. “vec’al lenâ mil ledunke nasîrâ” “Kendi katından bize bir yardımcı gönder.” (Nisa 75) Gidip onlara yardımcı olsanıza… “Ellezîne âmenû yugâtilûne fî sebîlillâh, vellezîne keferû yugâtilûne fî sebîlit tâğûti” “Allah’a inanıp güvenenler Allah yolunda ama kâfirler yani Allah’ı ikinci sıraya atanlarda tağutun yolunda savaşırlar.” Çünkü onlar aşırılık yaparlar. Gelip kelleni alırlar. Yetmez, her şeyini alırlar. Seni köle yaparlar. Siz onun için hiçbir değer ifade etmezsiniz. Her şey kendilerinde olacak. Bu sistemle Batılı para babaları bütün dünyayı köleleştirmişlerdir. “fegâtilû evliyâeş şeytân” “şeytanın dostlarıyla savaşın.” Adamlar Allah ile aralarına şeytanı sokuşturmuşlar. Yani mutlaka Allah ikinci sırada kararı kendileri ve şeytanları verecek. Araya koydukları ne olursa olsun Allah onun adına şeytan diyor. “inne keydeş şeytâni kâne daîfâ” “Şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa 76) Siz onlardan korkmayın diyor.
Ali İmran 139. Ayette “Ve lâ tehinû ve lâ tahzenû ve entumul ağlevne in kuntum mué’minîn” “Sakın gevşemeyin. Üzülmeyin de… Eğer gerçekten Allah’a inanıp güveniyorsanız en üstün sizsiniz.” (Ali İmran 139) Ne sayıya bakıyorsunuz? Resulullah (s.a.v) Bedir’de kendisinin üç katı olan Mekkelilerle savaştı. Uhud’da da Mekkeliler fazlaydı. Hendek’te zaten bütün Araplar ve Yahudiler birleşmişlerdi. İçeride de münafıklar Resulullah’a karşı çıktılar. Kureyza Yahudileri önce dost sonra düşman haline geldiler. Kardeşim sen Allah’a inanıp güveniyor musun? Hiç korkma, dünyada senden daha güçlü birisi yoktur. Onun için Allahu Teala “Ve lâ tehinû ve lâ tahzenû” “gevşemeyin, üzülmeyin.” “ve entumul ağlevne in kuntum mué’minîn.” “Allah’a güveniyorsanız en üstün olan sizlersiniz.” (Ali İmran 139) “İy yemseskum garhun” “Eğer size bir yara dokunduysa” Mesela bugün İslam âlemi büyük bir yara aldı. “fegad messel gavme garhum misluh” “Sizin karşınızdakilere de daha önce bir yara dokundu.” Siz daha geçen asrın başına kadar dünya hâkimiydiniz. Onlarda yara almışlardı. “ve tilkel eyyâmu nudâviluhâ beynen nâs” “İşte bugünleri insanlar arasında çekip çeviririz.” Bazen onlar üstte olur, bazen siz… Niye yapar bunu? “ve liyağlemallâhullezîne âmenû” “Gerçekten Allah’a inanıp güvenenleri Allah bilsin diye böyle yapar.” Mesela kader konusunda hep konuşurlar. “liyağlemallâh” En basit bir şekilde Arapça bilen bir kişi “Allah’ın bilmesi için” der. Allah bilmiyor mu derler. Kardeşim sen Allah’a inanmıyor musun? Allah böyle diyor. Kendisine Hoca diyen zavallılar Allah’a akıl öğretiyorlar. Allah aslında şöyle demek istemişti diyorlar. Ahirette görürüz. “Allah içinizden gerçekten ona güvenenleri bilsin.” Çünkü problemle yüz yüze gelinceye kadar herkes kahraman kesilir. Problemle yüz yüze geldi mi dökülmeye başlarlar. “ve yettehıze minkum şuhedâé’” “sizden şahitler alsın.” Bir kısmınız bir kısmınıza şahit olur. Gördüklerini savaşa gelmemiş olanlara anlatır. Onları da eğitmiş olur. “vallâhu lâ yuhıbbuz zâlimîn” “Allah yanlış yapanları sevmez.” (Ali İmran 140) Resulullah’ın (s.a.v) durumuna baksanız… Daha bir göçmen… Ben kendime bakıyorum. Bir mahalleye taşındığım zaman 1,5 sene zaten o mahallenin yollarını, komşuları bile tam kavrayamıyorum. Mekke’den Medine’ye göçmen olarak gelmiş. Kendi evleri, barkları bir şeyleri yok. 1,5 sene içerisinde Bedir Savaşı oluyor. Kendilerini çıkaranlar o bölgenin en güçlüleri… Hiç çekinmeden gitti. Zaferi Allah verdi. Üç sene sonra Uhud Savaşı… 5. Sene Hendek Savaşı… Onun arkasından Hayber Savaşı… Arkasından Mekke’nin Fethi… Mekke’den sonra Huneyn Savaşı… Huneyn’den sonra o günün süper gücü olan Tebük’te Bizans ile savaştı. Bizans’ta kaçtı.
Allahu Teala Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili şöyle diyor. Medine’ye varmış. Medine’ye hâkim olan çok zengin Yahudi kabileleri var. Silah üretiyorlar. Altın, gümüş işi yapıyorlar. Ekonomiye tamamen hakim vaziyetteler. Beni Nadir, Beni Kureyza, Hendek Savaşı senesine kadar tamamen Medine’den çıktılar. Hiç kimse bunların çıkmasını beklemezdi. Onun için Allahu Teala bunlarla ilgili yani ehli kitapla ilgili “Ley yedurrûkum illâ ezâ” “Onların size vereceği zarar sadece sizi rahatsız etmektir.” Mesela bugün sosyal medyadan bir şeyler yapıyorlar. İnsanların zihinlerini karıştırıyorlar. Bir öyle söylüyorlar. Bir böyle söylüyorlar. Yapacakları budur. Başka bir şey yapamazlar. “ve iy yugâtilûkum yuvellûkumul edbâr” “sizinle savaşırlarsa gerisin geri dönerler.” (Ali İmran 111) Resulullah Mekke’den kalkıyor. Hurma mevsimi… Oranın en sıcak mevsimidir. Ben hurma mevsiminde orada bulundum. Gece bile sıcaktan dışarı çıkamıyorsunuz. O kadar sıcak oluyor ki… Sanki yukarıdan aşağıya ateş yağıyor. Hurma mevsiminde oradan kalkıyor. Medine ile Tebük arası 650 km’ye yakın… Oraya gidiyor. Orada karşısına adamlar çıkamıyor. Sonra Mute’de küçük bir çatışma… O günün en süper gücü Bizans’a karşı zafer ilan ediliyor. Bu kadar kısa süre içerisinde bu kadar büyük zaferler… Allah verdi mi verir. Hiç korkmayın. Sizinle savaşırlarsa gerisin geri dönüp kaçarlar diyor. Mesela Ömer (r.a) zamanında… Gerçekten Ömer (r.a) zamanına kadar Müslümanların ilerleyişi çok örnek bir ilerleyiştir. Ondan sonra maalesef işler çok tersine dönmüştür. Nihavend Savaşı var. Bugün Aydın bu konunun uzmanlarıyla da görüştü. Size bir şey hazırladı. Bende şimdi dinleyeceğim. Çünkü o konuda uzman olan arkadaşlarla bugün görüşmeleri yaptı. Türkiye’de değil, yurt dışında olanlarla…
Aydın MÜLAYİM: Bütün dünyanın Siyonist güçleri mevcut halka karşı ahlaksızca bir savaş yürütüyorlar. İster ekonomik olsun, ister ideolojileriyle halkı ister sömürü yönü olsun, ister savaş yönüyle… Halka karşı ahlaksızca bir savaş yürütüyorlar. Hocamın az önce de örneğini verdiği Mısır’da… Mesela bende Mısırdayken Türkiyeli olduğunda… Türk dendiğinde öyle bir seviniyorlar, öyle bir sempati duyuyorlar ki… Çünkü Türkiye gerçekten örnek insanların halkını değerlendiren… Yani devletle halk iç içe yaşanan bir ülkedir. Yani desem ki dünyada en güçlü en örnek ülke Türkiye’dir. Abartmış olmam. Çünkü gerçekten halka karşı yürütülen savaşta ayaktadır. Halkın yanında yer alıyor. Hz Ömer döneminde İran ile ilgili bir şey anlatılır. İran kılıç yoluyla yani bir savaşla mı feth edildi? İslam bunların kalbine kılıçla mı yürüdü? Yoksa gerçekten Nihavend Savaşında ve ondan sonraki fetihlerde… İran’ı ne ile feth ettiler? Tebliğ ile mi yoksa savaşla mı? Bunların Mecusi kaynaklarında şöyle bir şey yaparlar. Şimdi de var. Gulatı Şia’da şöyle bir inanç var. Ömer nefretiyle bu kaynaklanıyor. “Muhammed bizim ülkemize saldırmadı. Ondan sonra gelen Ebu Bekir’de saldırmadı. Ama Hattab oğlu Ömer ülkemizi işgal etti diyor. Dinini şeytani askerleriyle, şeytan ordusuyla bize yürüttü” diyor. Fakat bunların içinde adil, gerçekleri kavrayan tarihçilerde var. Bu tarihçilerden Seeyid Yusuf el Yezdi diye bir tarihçi var. Onun İran Tarihi adlı bir eseri var. Komşu ülkede olan İranlılar ile Araplar iç içe… Yani komşu oldukları için Müslüman Araplar oraya ticaret için veya tebliğ için giderlerdi. Yani oranın halkına… Taht kavgasından bıkmış… Yani İran’ın içi de taht kavgalarından dolayı karışıktı. Bu durumda olan halka İslam’ı tebliğ ediyorlarmış. Onlar da bundan etkileniyorlarmış. Bu şekilde tebliğ ile meşgul oldular. Onların kalbine İslam yavaş yavaş nüfuz etmeye başladı. İslam’a karşı bir ilgi, sempati duymaya başladılar. Üstüne basarak; İran’a İslam kılıç gücüyle gelmedi diyor. Hep Nihavend Savaşını örnek gösteriyorlar. Kadısiye’de Muğire bin Şube… Sasani ordusunun başında olan komutan Rüstem…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Rüstemi zal derler. Bastığı yerde toprak batarmış diye öyle bir anlatırlar ki… Çok güçlü bir kişi diye…
Aydın MÜLAYİM: Araplar bile saygı duyarlarmış. Muğire Rüstem’e bir teklifte bulunuyor. “Sizinle savaşmaya gelmedik, size Allah’ın dinini tebliğ etmek için geldik. Bu teklifimizi kabul edin. Halkpta Şah’ın zulmünden kurtulsun. Siz inanıp Müslüman olun, bizde size teslim olalım” diyor. Yeter ki siz Müslüman olun diyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yani biz sizin bir şeyinizi istemiyoruz diyor. Sadece siz kurtulun diyor.
Aydın MÜLAYİM: Çok ilginç. Biz size teslim olalım diyor. Şaşırıyorlar. Rüstem’de biz bunlarla ne yapalım diyor. İran’da ki taht kavgalarından bıkmış ordudaki bazıları “bu Araplar doğru söylüyorlar” diyorlar. Ordunun içinde hak sözün önünde bir ezilmişlik oluşuyor.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Yani psikolojileri bozuluyor.
Aydın MÜLAYİM: Bir ay git gel oluyor. Aslında Müslümanlarda savaşmak istemiyor. Bir insanın ölümünü istemiyorlar. Barış yoluyla savaşsız elde etmek istiyorlar. Kabul etmedikleri için mecbur savaşılıyor. Bu savaştan sonra… Aslında askerlerinde, ordunun da bir kısmının kalbine İslam girmiş. Bunu nerede görüyoruz. Nihavend Savaşında dağıldıktan sonra Celuliye diye bir yerde… 6 bin kişi Müslümanlara karşı yeniden savaşmak için ordudan ayrılıyor. Komutanlarına karşı biz artık Araplara karşı savaşmıyoruz diyorlar. Onlar doğru söylüyorlar. Yani onlar hak dini bize tebliğ ediyorlar diyorlar. Savaştan kaçıyorlar. Bir daha nerede görüyoruz? İslam kısa bir dönemde İran’a yayılıyor. Yani İran kısa bir dönemde İslam ile şerefleniyor. Yani zorla, kılıç gücüyle olsaydı nefret kazanılırdı ve hiçbir zamanda böyle hızlı yayılmazdı.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Zaten Mikail Bayram Hoca burada anlattı. Kaynağını da bana göndermişti. Burada da birkaç kere anlatmıştım. Bu akşamda söyleyelim. Müslümanlar İran’ı fethediyorlar. İranlılar Hindistan’a kitaplarını götürüyorlar. İlim adamları oraya gidiyor. Askerler geri çekiliyorlar. Tabi Müslüman olanlar ayrı… Onlara kimse bir şey demiyor. Sad bin Ebi Vakkas Ömer’e (r.a) mektup yazıyor. “Ömer, İran’da savaşı kazandık ama bir sürü kadın, çoluk, çocuk sahipsiz kalmış. Kadınların eşleri gitmiş. Savaşta ölmüşler, çocukları yetim kalmış. Çok miktarda da ganimet aldık. Ne yapalım” diyor. Ömer’de (r.a) “o ganimetleri o çocuklara ve sahipsiz kalmış kadınlara dağıt. Uygun durumda olanları da askerlerle evlendir” diyor. Böyle bir şey bekler mi hiç? Evlendir diyor. Yani onları alın, kullanın falan demiyor. Daha sonra oluşan uydurulmuş dinden değil. İndirilmiş dine göre hareket edin diyor. Kısa sürede hepsi Müslüman oluyor. Bunu kim istemez? Muhteşem bir şey…
Az önce Aydın anlatınca benimde aklıma geldi. Süleymaniye Camisinde 21 sene Cuma Vaazı yapmıştım. O zaman yine dünyanın değişik yerlerinde Müslümanlarla çatışmalar oluyordu. Ben sık sık şöyle bir ders yapardım. Gelen yabancılarla yaptığımız görüşmeler, arşatırmacılar falan onların bakışları… Bir de dünyanın bazı ülkelerine gittiğimiz zaman insanların tavırlarını falan görünce… Sık sık şunu söylerdim. Dünyanın en büyük ülkesi Amerika değildir. En büyük ülkesi Türkiye’dir. Ama Türkiye büyüklüğünün farkında değil. Allah’a şükür atalarımız gerçekten… Siz Avrupa’da Türk dediğiniz zaman bizim anladığımız manayı anlamazlar. Bir gün Müftülüğe tercüman ile beraber bir Fransız gelmiş. Ben Türk olmak istiyorum demiş. Müftü Yardımcısı arkadaşta Türk olmak istiyorsan Dış İşleri Bakanlığına müracaat edeceksin. Onlar yapacaklar demiş. Ya anlamıyor musunuz, ben Türk olmak istiyorum demiş. Tercümeyi yapanda Türk olmanın manasını bilmiyor. Bana telefon ettiler, gittim. O zaman bir Fransız gibi Fransızcayı konuşabiliyordum. 40 senedir hiç konuşmadığım için unuttum. Ben Türk olmak istiyorum dedi. Tamam dedim. Bu adam Müslüman olmak istiyor dedim. Müslüman kelimesini duyunca hah işte dedi. Çünkü onlar için Türk olmakla Müslüman olmak arasında bir fark yok. Ama bizde Türk dendiği zaman bir ırk anlaşılır. Onlarda ırk değildir. Çünkü asırlarca İslam’ı Türkler temsil etmiş ya… Onlar öyle anlıyorlar.
Bir gün Amerika’nın büyük tarihçilerinden bir tanesi ki bizimle uzun süre çalışmıştı. Yani araştırmalar yapmıştı. O zaman arşivde kalorifer yoktu. Benim odamda soba yanıyor. Onu odama aldım. Odamda çalışıyor. Defterlere falan bakıyordu. Şaşırdığını belli eden hareketler yapıyordu. Hayırdır dedim. 45:50 sn. anlaşılmıyor. Murphy… Çok meşhur bir adamdır. Amerikalıdır. Son zamanlarda da İngiltere’de, Michigan Üniversitesinde çalışıyordu. Buraya ziyarete gelmişti. Hatta bizim İslam Muhakeme Hukuku kitabını da ders kitabı olarak okutuyorum dedi. Hayırdır niye öyle şaşırıyorsun dedim. Bu ne biçim bir şey dedi. Osmanlı basitte mükemmelliği yakalamış dedi. Ne oldu dedim. Elimde bir belge okuyorum dedi. Salı Pazarında bir han tamiri olayı var. Han yöneticisi birkaç tane ustayı çağırmış. Burayı kaç liraya yaparsın deyip birisine vermiş. Böyle şey mi olur dedi. İnsan bir ihaleye açar dedi. Ama onun kontrolünü tutup o bölgenin önde gelen işadamlarından 10-11 kişiye vermiş. Bu adamın pahalı yapması mümkün değil. Bu adamın malzemeden çalması mümkün değil. Bu adamın vaktinde yapmaması mümkün değil. Niye hep arşive Amerikalılar geliyor, başka ülkelerden nadir geliyor dedim. Ben sana bir gerçeği söyleyeyim dedi. Yazılı tarihin tanıdığı en büyük devlet Osmanlı Devletidir dedi. Tarih ondan daha büyük bir devleti tanımıyor dedi. Biz Amerikalılar olarak bu devletin büyüklüğünün sırlarını araştırıyoruz dedi. Adam o kadar güzel Türkçe konuşuyor ki kimse onun yabancı olduğunu anlamaz. Peki, ne buldunuz dedim. Ben 9 senedir nerede Osmanlı arşivi varsa orada çalıştım dedi. İki senede bizde çalışmıştı. Bu 9 sene içerisinde tespit ettiğim şu; Osmanlı’nın şaşmaz adaleti… Onun için insanların genlerinde yer etmiş. Osmanlı için sen Müslümanmışsın, kâfirmişsin, yerliymişsin, yabancıymışsın, Türkmüşsün, Arnavutmuşsun, Kürtmüşsün hiç fark etmez. Osmanlıyı ne hangi ırktan, hangi ülkeden, hangi dinden olduğun ilgilendirir dedi. Osmanlı’nın şaşmaz adaleti vardır dedi. Herkes her şeyiyle güvenir dedi. Bir kere Suriye’de arşivde araştırma yaparken bir belge buldum dedi. Osmanlı’nın bir zulmünü yakaladım diye sevindim dedi. Hiç olmazsa bir toplantıda çıkarır gösteririm dedi. Biraz araştırdım ki onu da bizimkiler yapmış dedi. O da boş çıktı dedi. Ama nereden nereye geldik? Şimdi Avrupa’dan gelenlere soruyorum. Avrupalıya mı güvenirsin, oradaki Müslüman’a mı? Avrupalıya diyor. Nereden nereye geldik? Çünkü maalesef… Osmanlı’nın yıkılışı gerçekten inanılır gibi değildir. Cenabı Hakkın bir cezası olarak kabul etmek lazım. Onun ayrıntısına girersek birkaç tane ders yapmamız icap eder. Çünkü arşivde bulunduğum için onları ana belgelerden hep görmek nasip olmuştur. 19. Asırda bizim devlet yapımızı… Yani devlet ile milleti birbirinden ayırdılar. Eskiden vatandaş devleti kontrol ederdi. Vatandaş askerdi, vatandaş polisti, vatandaş savcıydı, vatandaş her şeydi. Vatandaşın en küçüğünden Padişaha kadar herkesi denetleme yetkisi vardı. Ondan dolayı herkes dürüst olmak zorundaydı. Bir insan mahkemede şahitlik yapacak olsa mahkeme onunla ilgili gizli ve açık soruşturma açar ondan sonra şahitliğini kabul ederdi. Mesela birisine bu kişiyi güvenilir bulur musunuz diye sorsalar o da bilmem diye yazsa demek ki bu adam buna güvenmiyor ayıp olmasın diye bilmem yazmış şeklinde değerlendirilirdi. Hâkim onun şahitliğini kabul etmez. Hâkim adamın karısına sorar. Onun için hem evde dürüst olması gerekiyor. Hem piyasada… Aksi takdirde yaşayamaz. Bugün ne hale geldiğimizi görüyor musunuz? Onun gerçekten yeniden kendimize gelmemiz lazım. 19. Asırdan itibaren dış müdahalelerle yapılan tahribatın tamamını düzeltmemiz lazım. Çok şükür şu son zamanlarda bu memleketin tamamen bitmediğini görmeye başladık. Artık yavaş yavaş yeniden yeşermeye başladı. Bir türlü politika geliştiremediklerini görüyorsunuz. Allahu Teala “ve iy yugâtilûkum yuvellûkumul edbâr” “sizinle savaşacak olsalar gerisin geri dönüp kaçarlar” (Ali İmran 111) diyor. Bir iki ayet daha okuyayım.
Savaş ahlakı ile ilgili… “Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ legîtumullezîne keferû zahfen” “Kâfirler büyük bir ordu şeklinde karşınıza çıkarlarsa” Zahf, çocukların sürünmesine söylenir. Yani askerde ilerlemeler kendini belli etmeksizin olur. Ayakta gitmezler. Ayakta gidersen adam çeker vurur. “Böyle büyük bir hücum halinde olduklarını görseniz bile.” “felâ tuvellûhumul edbâr” “onlara karşı sakın gerisin geri dönmeyin.” (Enfal 15) Çünkü biraz sonra ayetleri okuyacağız. Allah’ın yardımı, desteği var, diyecek. “Ve mey yuvellihim yevmeizin duburahû” “Ama kim o gün sırtını dönerse” “illâ muteharrifel ligıtâlin” “ama savaş taktiği olarak burada değil de şurada savaşayım şeklindeyse o başka.” Taktik gereği şuradan şuraya, buradan buraya gider. Onda problem yok. “ev mutehayyizen ilâ fietin” “ya da bir grubun yanında yer almak istiyorsa.” O da olabilir. Şunlara katılıp onları güçlendirelim diyorsa o da olabilir. Kim gerisin geri dönerse, “fegad bâe biğadabim minallâhi” “Allah’ın gazabını hak etmiş olur.” “ve meé’vâhu cehennem” “varacağı yer cehennemdir.” “ve bié’sel masîr” “ne kötü hale gelmektir o.” (Enfal 16)
Savaş yapıyorsunuz. Savaşta dönüp gidiyorlar. Arkasından takip edeceksiniz. Gider başka taraftan geri gelir. “Ve lâ tehinû fibtiğâil gavm” “Bir topluluğun arkasından gitme konusunda” Yani savaşta o grup çekildi, arkasından gitme konusunda “gevşeklik göstermeyin.” (Nisa 104) Gidin, düşmanı takip edin. Mesela Resulullah (s.a.v) Uhud’da ciddi bir yara almıştı. Aslında Mekkeliler galip durumdaydı. Fakat Allah kalplerine korku verdiği için geri çekildiler. Geri çekilince Resulullah onları arkalarından takip etti. Kendisi de yara almıştı. Takip etti. Onlar geri dönmek istediler fakat takip edildiklerini duyunca Mekke’ye döndüler.
Bakın şuna dikkat edin. Allah’ın çok büyük garantisidir. Savaşmakta olan asker kardeşlerimiz içinde bunlar son derece önemlidir. Mesela cep telefonlarından bizim Süleymaniye Vakfı meallerine girerlerse Muhammed Suresi 35. Ayeti orada görebilirler. “Felâ tehinû ve ted’û iles selmi ve entumul ağlevn” “Karşı tarafı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin.” (Muhammed 35) Gelin sizinle anlaşalım diye bir şey yok. Ne barışa çağırıyorsun. Onlara güvenemezsin ki… Çok sayıda ayet var. Onlara sıra gelmedi. Güvenemezsin. “ve lâ tezâlu tettaliu alâ hâinetim minhum” “Sürekli sen onlardan bir hainlik görürsün” (Maide 13) diyor. Bir o taraf, bir bu tarafa… Bugün yaptıkları açıklamaları görüyorsunuz. Bir türlü tutmuyor. Verdikleri sözü tutmuyorlar. Onlara güvenilmez. Onun için çok önemli… “Felâ tehinû” “gevşeklik göstermeyin.” “ve ted’û iles selmi” “Onları barışa çağırmayın.” Siz çağırmayın. Niye? “ve entumul ağlevn” “üstün olanlar sizsiniz.” Siz niye onlara şey yapıyorsunuz? Onlar boyun eğsin. Siz değil. Ondan sonra esas garanti şudur. “vallâhu meakum” “Allah sizinle beraberdir.” “ve ley yetirakum ağmâlekum” “Allah işlerinizde sizi yalnız bırakmayacaktır.” (Muhammed 35) Bu garantiyi Allah verdikten sonra daha neyden korkulur? Allah sizi yalnız bırakmayacaktır. En üstün sizsiniz. Onlara barış teklif etmeyin. Yok, efendim gelin ortak noktada anlaşalım derler. Hayır. Ortak nokta Allah’ın kitabıdır. Geliyorlarsa gelirler. Bu kadar… Onlara boyun eğmememiz lazım. Resulullah kime boyun eğdi? Hiç kimseye… Medine sözleşmesi yaptı derler. Medine sözleşmesi yaptı ama aşağıdan alarak değil. Kendisi göçmen olmasına rağmen sözleşme yürütme mevkiinde kendisiydi. Cenabı Hakkın bize çok sözleri var. Onların hepsini okumak mümkün değil.
Şunu da tekrar edeyim. Tekrar kendimize dönmemiz lazım. Eski yapıya dönmemiz lazım. Mesela Erzurum’da eskiden bizim sokaktan diğer sokağa geçtiğim zaman o sokağın çocukları hayırdır ne arıyorsun, kime bakıyorsun diye sorarlardı. Çünkü çocuklar sokağı korumakla görevli olduklarını biliyorlar. Her komşu diğeriyle ilgilenir. Eskiden her mahallede avarız sandığı olurdu. Avarız da beklenmedik durumlara karşı bir yardım sandığı oluşturulurdu. Birisi evlenecekse oradan evlendirilirdi. Bir başkası gidip komşusundan para almaz. Komşu para verecekse oraya gidip verir ki onun psikolojisi bozulmasın. Üzülmesin, rahatsız olmasın. Komşular birbirlerini son derece desteklerler. Yani koskoca mahalle bir aile gibiydi. Şimdi öyle mi? Şimdi bakıyorsun ki karıyla koca birbirine düşman, birbirini öldürüyor. Adam evlatlarıyla ilgilenmiyor. Bırak komşuyu, her şey bitti. Onun için yeniden kendimize gelme mecburiyetimiz var. Dünyada yaşayacaksak yolu budur. Aksi takdirde onlar bize asla yaşama hakkı tanımazlar. Bunu çok iyi bilin. Allah yardımcımız olsun. Allahu Teala savaşan kardeşlerimize de yardım eylesin. Allah’ın emirlerine % 100 uyarak gayret göstersinler. Elbette bu ölüm olaylarında da Allahu Teala Allah’tan onay çıkmadan kimsenin ölmeyeceğini de söylüyor. Allah yolunda ölenlere de zaten ölü demeyin diyor. Onlar ölü değillerdir. Niye ölü değillerdir diyor. Çünkü Allah yapılan bir iyiliğe karşılık en az on verir. Adam Allah yolunda canını vermişse karşılığında ne alması gerekir? Can alması gerekir. Cana can… Onun için Allah ona ayrıca can veriyor. Onlar yaşıyorlar fakat biz anlayamıyoruz. Yani onlar ölmüyorlar. Cenabı Hak cümlemizi rızasından ayırmasın. Allah hayırlarda yarışan, savaştan asla geri durmayan iyi kullarından eylesin.