Euzü billahi mineşşeytanirracim
Bismillahirrahmanirrahim
Elhamdulillahi Rabbil Alemin
Ves salatu ves selamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain
Bugün geçen haftadan kalma zekatla ilgili bir ayet-i kerime’yi okuyacağız. Çünkü Tevbe Suresi’nin altmışıncı ayetini kısaca geçmiştik. Önce o ayeti okuyacağız. Arkasından da Kadir Gecesi ile ilgili ayetleri okuyacağız. Bu akşam böylece iki konuyu işlemiş olacağız.
Önce Tevbe Suresi’nin, yani Kuran-ı Kerim’in dokuzuncu suresinin altmışıncı ayetini açalım. Burada Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
İnnemas sadakâtu lil fukarâ “Sadakalar…” Sadakalar deyince, tabi zekat da bir sadakadır. Sadaka kelimesinin Arapça karşılığı, yani fiil-i mazi olarak, “doğru olmak”, “içi dışına uygun olmak” manasına geliyor. “Sıdk” kökü. Sadaka; doğru oldu dürüst oldu, içi dışına, yani özü sözüne uydu. Sadaka da bununla alakalı bir anlam içerir. İnsanlardan hangisine sorarsanız sorun: Malını mı çok seviyorsun Allah’ı mı çok seviyorsun? Ne cevap verir? Allah’ı çok seviyorum der. Bu herkesin iddiasıdır. Yani ibadet yapan da yapmayan da herkes bunu söyler. Öyle şey olur mu? Yani Allah ile mal karşılaştırılır mı? Tamam doğru. Söylediğin doğru. Peki Allah rızası için, bak Allah diyor ki: Şu malını al fukaraya ver. “Olur mu benim ihtiyacım var! Çalışsın! Millet çalışmıyor! Siz zaten alıştırıyorsunuz bunları! Vermem…” falan diyor. İşte malını verebildiği zaman Allah rızası için, o zaman iddiasında haklı olduğunu göstermiş oluyor. Sen Allah’ı malından daha çok sevdiğini iddia ediyorsun ya, ver malını ispatla. Onu verdiği zaman Allah rızası için, çünkü kolay bir şey değildir malı vermek, insanlarda mal sevgisi vardır yaratılıştan, onu verdiği zaman Allah’ı daha çok sevdiğini ispatlamış olur ve o zaman sadık olur. Bu işte kullanılan şey, yani o eylem de sadaka olmuş olur. Zekat da farz olan sadakadır.
İnnemas sadakâtu lil fukarâ “Sadakalar yalnızca şu gruplar içindir” diyor Allah, böyle bir sınırlama yapıyor. “Fakirler içindir” vel mesakîn “Miskinler içindir” vel âmilîne aleyhâ “Sadaka işinde çalışanlar içindir” vel muellefeti kulûbuhum “Kalpleri ısındırılanlar içindir” ve fîr rikâb “Boyunduruk altında olanlar içindir” vel gârimîne “Borçlular içindir” ve fî sebîlillâh “Allah yolunda harcamak içindir” vebnissebîl “Ve o yolun yolcuları içindir” farîdaten minallâh “Allah’tan bir farz olmak üzere.” vallâhu alîmun hakîm “Allah her şeyi bilir, ve yerli yerinde karar verir.”
Şimdi burada kaç sınıf sayıldı? Fakirler; miskinler; amiller; kalpleri ısındırılanlar “muellefei kulub”; işte boyunduruk altında olan işte köle, başka şeylerde olabilir köleler; borçlular; “sebilullah”; ve “ibnis sebil”. Sekiz sınıf. Yani zekatlar sadece bu sınıflar içindir. Şimdi bunların her birisinin kendine göre bir anlamı var.
lil fukarâ “Fakirler içindir” Fakirler; hiçbir şeyi olmayandan başlar, zenginlik sınırına yaklaşacağı son ana kadar devam eder. Mesela şimdi ramazan, hiç oruç tutmadığımız bir anda başladı. Şimdi ramazan ayı başladı dendi. Teravih namazı kılındı ama hiç oruç tutmadık, yani elde avuçta hiçbir oruç yok. Ramazanın son günü güneş batıncaya kadar, Ramazan battıktan sonrası Ramazan olmaktan çıkıyor. Bu da onun gibi yani; fakirlik sınırının bir alt noktası vardır, bir üst noktası. Üst noktası zenginliğin bir önceki anıdır. Çünkü fakirlikten çıktığı an, o insan zengin sayılır; artık o zekat verecek duruma gelmiş olur.
vel mesakîn “ve miskinler içindir” Yani hareketsiz, işsiz güçsüz kalmış olanlar içindir. Sükun kelimesi vardır dilimizde. Mesela “sükuneti muhafaza edelim” denir. Ne demek? “Sessiz sakin hareketsiz olalım.” İşte miskin de öyle; yani adam, iş yapabilecek kapasitesi var, çalışabilir, gücü yetiyor; ama iş yok. Yapacağı iş yok. Şimdi bunu en iyi şekilde anlatan Kehf Suresindeki… Kehf Suresi yetmiş dokuzuncu ayet. Kehf on sekizinci mi on dokuzuncu sure miydi? On sekizinci sure. Yetmiş dokuzuncu ayet. Şimdi burada biliyorsunuz; Musa aleyhisselam Hızırla arkadaş olmuştu. Tabii bu Hızır; bildiğimiz bir insan olması mümkün değil, bir melektir. Çünkü eğer bir insan olsa, şöyle bir düşünün: Musa aleyhisselamla beraber giden bir insan… Gemiyi deliyor; Musa aleyhisselam’dan başka müdahale eden yok.
Katılımcı: Demek ki göremiyor.
Hoca: Gören? Gören olsa müdahale edecek. Adamı bırakırlar mı gemiyi delmesi için? Yaralaması için bırakırlar mı? Ondan sonra gidiyor, çocuğu öldürüyor. Orada onları linç ederlerdi değil mi? Musa aleyhisselam’dan başka itiraz eden yok. Sonra yıkılmak üzere olan bir duvarı işaretle doğrultuyor. İşaret kısmı ayette yok da, Peygamberimizin Hadisi’nde var. Ayeti de okuduğunuz zaman bunun böyle olduğunu anlarsınız. Çünkü gerekçesi ne, neden doğrulttun dediğin zaman ne cevap veriyor?
Katılımcı: Altında hazine vardı.
Hoca: Altında hazine vardı, diyor. İşte annesi babası iyi insanlardı, bu çocuklar büyüsünler ve o hazinelere sahip çıksınlar diye yaptık. Şimdi, böyle altında, o şekildeki bir duvar yıkılmadan doğrultulabilir mi? Muharrem Usta? Sen doğrultabilir misin?
Muharrem Usta: Hayır.
Hoca: Hah. Şimdi yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmak için ne yapmak lazım? Yıkacaksınız; temelden yeniden başlatacaksınız. Halbuki yıksanız, o duvar yıkılsa hazine ortaya çıkacak değil mi? O zaman bir işaretle doğrultmuş oluyor. Dolayısıyla bu bir insan değil; bu bir melek olabilir, çok büyük bir ihtimalle melek olabilir. Şimdi Allah-u Teala Musa aleyhisselam’a bir takım şeyler göstermiş oluyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu olayı anlattığı hadisinde diyor ki: “Allah kardeşim Musa’ya rahmet eylesin. Biraz daha sabırlı olsaydı da, daha çok şeyler öğrenseydik.” Burada bizim payımıza düşen şu: Bizim katkımız olmadan bazı şeyler ters gidiyorsa, ondan dolayı üzülmemek lazım. İlerisi mutlaka hayırlı olabilir. İlerisi mutlaka hayırlı olabilir. Mesela işte şeyin teknenin yaralanması… Geminin yaralanması… O çocuğun öldürülmesi… Bilmem duvarın doğrultulması falan, yani o an için hoş gözükmeyen bir şey, ama aslında hayırlı bir şey olmuş oluyor. Zaten Allah-u Teala diyor ki Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum “Size savaş farz kılındı ama hoşunuza gitmez.” ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum “Belki siz bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz ama o sizin iyiliğinize olabilir.” ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum “Bazen de bir şeyden hoşlanırsınız, o sizin aleyhinize olabilir.” vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn “Allah bilir siz bilemezsiniz.” (Bakara 2/216) İşte bu Hızır olayı da bunun bir şeyidir, göstergesidir. Zaten bu akşam, biraz sonra Kadir Suresi’ni okuyacağız. O, orada okuyacağımız ayetler de bütün bunlara işaret edecek.
Onu öyle kısa bir parantezden sonra, çünkü Hızırla ilgili çok efsaneler anlatılır, işte bilmem Fatih Sultan Mehmet Hızır’ı tutmuş, senede bir kere benim camime uğrayacaksın demiş, haftada bir kere bilmem Süleymaniye Camisi’ne uğrayacakmış bilmem, artık işi gücü yok da oradan oraya oradan oraya dolaşacak!.. Ondan sonra birileri de “ben Hızır’ı gördüm”, işte “aman duasını alsaydın, aldın mı bilmem ne olur” falan… Bir çeşit tanrısal kişi gibi haşa, halk arasında bir sürü hikayeler uyduruluyor. Ha şu olabilir yani, madem Musa aleyhisselam’a bir melek insan kılığında gözükmüş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e de gözükmüştür, e bize de gözükebilir yani. Herhangi bir yerde bir sıkıntıya düştüğümüz zaman, belki bir melek bir insan kılığında gelip bizi oradan kurtarmış da olabilir. Bunlar da mümkün.
(Enes Hoca, Hoca’ya birşeyler söylüyor.)
Hoca: Şimdi burada tabi Enes Hoca bir inceliğe işaret ediyor. Musa aleyhisselam yanındaki hizmetçiyle beraber gidiyor, Hızır’ı araştırıyor. Ayette bu açıkça belirtiliyor. Fakat Hızırla buluştuktan sonra hizmetçi kalıyor orada. Yani ya da hizmetçinin, belki hizmetçi onunla beraberdir, kalmayabilirdi. Kalmamıştır da büyük bir ihtimalle. Hizmetçi de onlarla beraber gitmiştir, ama hizmetçinin Hızır’dan haberi olmadığı için ayette o ikisi gitti deniyor. Çünkü birbiriyle konuşan o ikisi. Hizmetçiden bahis yok. Hizmetçi herhalde orada kalmış değildir, onunla beraber gitmiş olması lazım normalde, madem Musa aleyhisselam’ın hizmetine bakıyor. O neredeyse o da oradadır. (Enes Hoca’ya) Efendim? Elinde de balıkla, balığı bularak karşılaşma yerini tespit etmiş oluyorlar. Şimdi konumuzla alakalı olan kısma gelelim. Miskin kelimesinin anlamıyla ilgili buraya kadar gelmiştik. O hani, Hızır yapacaklarını yaptıktan sonra Musa aleyhisselam ona soruyor: Niye bunu yaptın? Sonra ayrılma noktasına gelince Hızır diyor ki: “Ben şimdi senin sabredemediğin şeyleri sana anlatacağım.” Zaten baştan da “Sen bunu bilemezsin” diyor. “Senin bunu bilmeye gücün yetmez” diyordu Musa aleyhisselam’a. Eğer o bir insan olsaydı, bir insan bir peygamberle böyle konuşmaz. Şimdi o gemiyi neden deldiğini anlatıyor diyor ki: Emmes sefînetu fe kânet li mesâkîne ya’melûne fîl bahri “Sefine, bir kaç miskine aitti.” Miskin…“Gemi, bir kaç miskine aitti.” Şimdi bizim kitaplarımızda miskini şöyle tarif ediyorlar, mesela şu elimizdeki Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslam İlmihali”dir. Miskinle ilgili tarif: “Hiçbir şeye malik olmayıp…”, hiçbir şeyi yok, “…yiyeceği ve giyeceği şeyler için dilenmeye muhtaç olan yoksul kimseler.” Tarif uyuyor mu?
Katılımcı: Adamların gemisi var.
Hoca: Efendim?
Katılımcı: Adamların gemisi var.
Hoca: Gemisi var adamın. Emmes sefînetu fe kânet li mesâkîne ya’melûne fîl bahri “denizde çalışan bir kaç miskine aitti.” fe eradtu en eîbehâ “onu kusurlu hale getirmek istedim.” ve kâne verâehum melikun “arkalarında bir melik vardı.” ye’huzu kulle sefînetin gasbâ “her gemiyi zorla alıyordu.” Şimdi burada, tabi bunlar, burada bir mecaz söz konusudur; onlar o anda miskin değil. Ayetten anlaşılan şu: Bu adamların elinden bu gemi alınırsa, gasp ederek alıyor, bu havadan ne anlıyorsunuz? “Bir kaç miskine aitti, önlerinde bir kral vardı, eline geçirdiği gemiyi zorla alıyordu, onun için ayıplı hale getirdim ki almasın.” Ne anlarsınız?
Katılımcı: Başka hiçbir şeyleri yok.
Hoca: Bu adamların elinden bu gemi alınırsa işsiz güçsüz kalacaklar. İşsiz güçsüz kalması demek, evinde çorbası yok demek değil. Belki evinde bir yıllık yiyeceği de olabilir, iki yıllık yiyeceği de olabilir, güzel bir evi de olabilir, köşkü de olabilir; çünkü gemiyle meşgul olunca iyi para kazanmış da olabilir. Ama başka yapacağı bir iş yok. İşsiz kalacak. (Katılımcı bir şeyler söylüyor.) Olur da olmaz da. İkinci bir gemi almamışlar, borçlanmamışlar.
(Enes Hoca, Hoca’ya bir şeyler söylüyor.)
(Katılımcı bir şeyler söylüyor.)
Hoca: Şimdi burada, miskin yani çaresiz kalmış, bir şeyler yapmak istiyor ama yapamıyor. Ama fakir öyle değil. Yani fakirde… Fakirin imkanı yok. Şimdi burada bir Hadis-i Şerif’ten bahsetti Enes Hoca, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem fakirlikten Allah’a sığındığı halde, “Ya Rabbi beni miskin olarak yaşat ve miskin olarak öldür” diye dua etmiş, “ve beni miskinlerle haşret” demiş. Yani burada ne mana vereceğiz, mesela sen şöyle bir kopya ver de ben de buradan anlatayım.
(Enes Hoca bir şeyler söyler.)
Hoca: Evet şimdi fakirlik başka, o başka bir şey tabi. Belki burada, yani bir çok şeyler yapmak istediği halde önü kesilen, sürekli mücadele eden, sürekli gayret gösteren bir insan kastedilmiş olabilir. Mesela şöyle düşünün; o gemi sahipleri işsiz kaldıkları zaman boş duracak değiller tabi, bir şeyler yapmaya uğraşacaklar. Ama ellerinde gemi olmadığı için yapamayacaklardı. Yani o gayretleri boşa çıkacaktı. Ama bu Hadis üzerinde biraz daha duralım, yani ben anlattım ama, ben tatmin olmadım.
(Katılımcı bir şey söyler.)
Hoca: O siz tercümesini okumuşsunuz, biz aslından okuduk.
(Katılımcı tekrar bir şey söyler.)
Hoca: Şimdi siz o tercümelerde, kelimenin aslını bilmediğiniz için, normaldir.
Şimdi, şimdi bu ayetten benim anladığım şu: İşsizlik meselesi var; yani “fakirlere, işsizlere” Çünkü işsizlik gerçekten çok kötü bir şey, mesela bugün diyelim çok iyi bir işiniz olur, ve çevrenizde de bir itibarınız olur. İşinizi kaybedersiniz; kaybettiğinizi eşinize bile söyleyemeyebilirsiniz. Sanki işe gidiyormuş gibi sabahleyin kalkar gider, akşam işten geliyormuş gibi eve gelebilirsiniz.
Katılımcı: Onu ben çok yaptım.
Hoca: Sen yaptın değil mi?
E şimdi, elde avuçta da bir şey yok. Gerçekten çok zor bir durum. (Enes Hoca’ya) Hadis biraz anlaşılmaya başlıyor galiba. Elde avuçta da bir şey yok. E şimdi bu kişinin itibarının da korunması lazım toplumda. O zaman Allah-u Teala burada onun için de bir zekat fonu açmış oluyor. Zekat zorunlu yardım olduğu için. Zorunlu yardım verilirken de, zaten az sonra okuyacağız, bu devletin organizasyonuyla yapılan bir yardımlaşmadır; kişilerin gönlüne bırakılan değil. Öyle olunca da o işsizlerin onuru kırılmadan, yardımdan istifade etmeleri sağlanabilir.
Şimdi tekrar şeye dönüyoruz, Tevbe Suresi’ndeki ayete: vel âmilîne aleyhâ “Ve o sadaka işinde çalşanlara verilir.” Yani bir de onu toplamayla görevli olan insanlar var. Bunlar ücretlerini zekattan alırlar. Şeylerini, çalışmalarının karşılığını zekattan alırlar. Yani bu şunu gösteriyor az önce söylediğim gibi, bu bir devlet organizasyonu olması gereken bir iştir.
vel muellefeti kulûbuhum Bu da dördüncüsü. “Ve kalpleri ısındırılanlar” Şimdi kalpleri ısındırılanlar da, güzel tanımlanmış şu şeyde, Ömer Nasuhi Bilmen gayet güzel tanımlamış. Diyor ki: “Bunlar dört gruptur: Birinci grup; daha yeni müslüman olmuş, zayıf imanlı kimsedir. Bunlara zekat verilir ki imanları kuvvetlensin.” Zengin fakir ayrımı yok yani, zengin de olabilir. Mesela Muaviye ve Ebu Sufyan çok zengindi; ama Peygamberimiz onların ikisine de zekat vermişti. “İkinci sınıf; İslâmiyet’i kabul edip kavmi arasında şerefli bulunan kimsedir.” Yani sağlam mümin, itibarlı bir kişi; ona zekat vererek başkalarının kalpleri kazandırılmaya çalışılır. Yani başkalarının değer verdiği kişiye bizim de değer verdiğimizi göstererek, onların İslâm’a ısınmaları sağlanır. “Üçüncü sınıf; imanı kuvvetli olan müslümandır. Kendisine zekat verilerek gayrimüslimlerin şerlerini defetmesi…” Yani ona zekat vereceksiniz, orada çalışmalarını yapacak -mesela bu ilmi kuruluşlara bu şeyden pekala verilebilir zekat- orada İslâm’ı anlatmak, İslâm’a yapılan hücumlara karşı şey yapmak, çalışmalar yapmak şeklinde olur.
Katılımcı: Hocam o zaman bu ayetle Bakara Suresi’nde geçen “sen onları dışarıdan baktığın zaman zengin zannedersin, ama onlar ihtiyaçları…” Hani orada geçiyor ya?..
Hoca: Tabi o, o fakir grubuna girer. Fakirlerin bir başka grubuna giriyor. Şimdi “Dördüncü sınıf; zekat verilmesine engel olanların şerlerini defetmeye yönelik…” Yani güvenlik güçleri. Yani bir de, mesela ‘mali polis’ deniyor ya bugün, şey toplama, vergide görevlendirilen, işte zekat polisi gibi… Görevlendirilecek olan kişilere de verilir. Böylece çok geniş, yani bir çeşit şeyin, İslâm Devleti’nin örtülü ödeneği gibi bir şey.
Katılımcı: Şahıslarına mı, kendilerine mi?
Hoca: Şahıslarına… Şahıslara da olur, kuruma da olur. Şartlara göre…
Katılımcı: …topladığına göre zaten görevli memur. Yani onlar devlete ulaştırsın diye mi veriliyor?
Hoca: Görevli memur kendisine alıyor, maaş olarak alıyor. Bunların hepsini kendisine alıyor ki geçinsin, işi devam ettirsin, tabi.
Başka katılımcı: Devlet memuru hem devletten maaş alıp hem bu sadakayı niye alıyor?
Hoca: Şimdi devlet memuru kelimesi yeni ihdas edilmiş bir kelimedir. Böyle bu şekilde, ömür boyu devlet memurluğu falan, bunun mazisi yüz elli seneyi bulmaz. Böyle bir olay eskiden yoktu.
Katılımcı: …devlet memur görevlendirecek yani, şu anda düşünürsek?..
Hoca: Neyse, bu ayet-i kerime’de belirtilen sürekli de görevlendirir, zaman zaman da görevlendirir, bir tek olayla ilgili de görevlendirir. “Şöyle bir araştırma yap bakayım falanca adam zekatını vermiş mi vermemiş mi” diye, onun karısını bile görevlendirir adam. Bunu böyle yaparlardı eskiden. Bir defalığına gizli olarak görevlendirir. Bir defalığına görevlendirir. Şimdi böyle şeylerde daha çok başarı elde ediliyor. Mesela Osmanlı mahkemelerinde şahitlerin güvenilirliği çok önemliydi. Ama onun güvenilirliğini kime soracağını şahit bilmezdi. Ve o mahkeme, o bölgenin önde gelen güvenilir insanlarına yirmi otuz kişiye siz bu adamı nasıl bilirsiniz diye soru sorardı. Ve o toplum yapısında insanlar dürüst olmak mecburiyetinde kalıyorlardı. Keyfi değil. Ama bugün öyle değil. Bugün “devlet memurları” var. Mesela Osmanlı’nın uygulamasında, devletin memuruyla vatandaş hiçbir zaman yüz yüze getirilmezdi. Araya mutlaka, o bölgenin ileri gelenleri girerdi; mali bir şey varsa ya da hukukla ilgili bir şey varsa… Öyle olunca da, o bölgenin ileri gelenlerinin yanında yanlış bir şey yapmak mümkün olmazdı. Onun için adalet, çok sağlam bir şekilde korunmuştu. Yani o yapıyı siz bugünkü yapı gibi düşünürseniz olmaz. Bugünkü yapı farklı. Bugün insanlar dürüst olma ihtiyacı duymuyor. Devletin bir görevlisiyle arayı iyi kurmaya çalışıyor. İyi kurdu mu, varsın diğer taraf, başkaları ne derse desin… Arada çok ciddi bir yapılanma farkı var.
ve fîr rikâb Şimdi mesela burada rakabe, rikab kelimesi. rakabe kelimesi; rakabe, boyun demektir. Boyun. Mesela burada Kuran-ı Kerim’de köle diye geçen başka ayetler, ayetlerde başka kelimeler var. “abd” geçiyor, ondan sonra “fetat” kelimesi geçiyor. “cariye” geçiyor mu?
Katılımcı: abd?
Hoca: abd; kul anlamına. Mesela Abdulaziz; Aziz’in kulu demek. Aziz de Allah’ın ismi olduğu için.
Katılımcı: Ama “abd”ın köle yerine de geçtiğini?..
Hoca: İşte öyle dedik zaten.
Katılımcı: Kul dediniz.
Hoca: E kul, köle aynı şey. Kul ile kölenin birbirinden farkı yok ki.
Katılımcı: (Tam anlaşılmıyor 28:07) …deyince ayağa kalkıyor.
Hoca: Ha ayağa kalkıyor, o bir daha oturur önemli değil. Ayağa kalkan adam bir daha oturur. Yani “eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluh” diyoruz. Ben şuna şahidim ki Muhammed Allah’ın kölesi ve elçisidir. Kulu dediğiniz zaman anlamda bir değişiklik yok ki. Türkçe’de aynı anlamadır.
Şimdi burada rikab kelimesini Cenab-u Hakk elbette özellikle seçmiş olması gerekiyor. Öbür kelimelerle değil… Şimdi zaman zaman, çok ağır yükler altında bırakılan insanlar vardır. İşte yurt dışında çeşitli yerlerde mesela, hapise atılmış, ne bileyim çok zor durumda bırakılmış insanlar vardır. Zekattan onları da kurtarmak için kullanabilirsiniz.
vel gârimîne “Ve borçlular” ve fî sebîlillâh “Allah yolunda” vebnis sebil “ve ibnüs sebil” Şimdi ben bunları açıklayacağım da, ondan önce size bir şey göstermek istiyorum. Başlangıçta, yani ben bir tahmin yürüteceğim şimdi, şu söyleyeceğim şeylerin delilini sorarsanız onu söylemem mümkün değil, yani şimdi söyleyeceklerimin. Ama kendi tahminim, tahminimi anlatacağım. Belki bazıları için araştırma vesilesi olabilir. Çünkü burada doktorasını yapan, masterını yapan epeyce şey var, araştırmacı var. Müslümanlar Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında O’nun kontrolundeydiler, daha sonra sahabeler bu işi ele aldı, İslâm Devleti çok kısa sürede çok anormal bir şekilde büyüdü. Yani şimdi Mekke’de küçücük bir yerde bulunan insanlar, bir müddet sonra Medine’ye hakim oldular, daha sonra Arap yarımadasına, Mezopotamya’ya -ki tarihin her döneminde insanların iştahlarını kabartan, bugün de amerikalıların iştahını kabartan yer- işte Mısır’a, Suriye’ye, Doğu Anadolu’ya, Kafkaslara ve Orta Asya içlerine, İran’a hakim oldular. Şimdi bu kadar geniş bölgelerin üst düzey yöneticileri Arap oldu. Yeni, orada yeni müslüman olduğunu söyleyen, belki müslüman olmamış da müslüman gözüken insanlar da olabilir, o ortam içerisinde itibar kazanmanın en temel yolu ilme yönelmek. Dolayısıyla, sahabiden sonra ilim adamlarının büyük bir çoğunluğu, adına mevali denen yeni müslüman olmuş kişilerden oluşmuştur. Arap olmayanlardan. Şimdi bunlara da bazı yöneticiler ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmışlardır, mevaliye. Mesela Haccac Kufe’ye mevalinin girmesini yasaklamıştır. Halbuki daha bir müddet önce burası onları yurduydu, dolaşıyorlardı ama sonra yasaklamıştır. Gerçi Kufe yeni kurulmuş bir şehirdi… Yasaklamakla kalmamış, avuçlarının içerisini dağlamış, soruyor: Sen mevali misin? Değilim. Aç bakayım avucunu. Açınca, atıyor hapse. Bu derecede yanlış davranışlarda bulunanlar olmuş. Şimdi bu yapı içerisinde, bunların arasından müslümanlardan intikam almak isteyen ilim adamı kılığında insanlar pekala olabilir. Bu yapı içerisinde yönetimden intikam almak isteyenler olabilir. Son derece normaldir bu. Dolayısıyla burada görüyoruz ki çok ciddi şeyler var, sapmalar var. Çok ciddi sapmalar var o noktada. Şimdi o bir, bizim bir talebemiz doktora yapıyor, inşaallah çok güzel bulgular elde eder de… Yani burada bir çok şeyler kaybolmuş tabi zamanla. Şimdi o zaman verilmiş olan fetvalardan, fetvalara dayalı olarak bizim fıkıh kitaplarımız oluşmuş. Şimdi ben size okuyacağım. Bakın: “Zekatın verileceği kimseler; müslüman fakirler, miskinler, borçlular, yolcular, mükatepler, mücahidler, ve amillerden ibaret olmak üzere yedi kısımdır.” Ayette kaç kısımdı?
Katılımcılar: Sekiz.
Hoca: Sekiz. İşte bakın bu Ömer Nasuhi Bilmen’in “Büyük İslam İlmihali”. Ömer Nasuhi Bilmen, eski bilgileri nakletmekte son derece güvenilir bir insandır. Yani eski kitaplarda ne yazıyorsa onu nakletmiştir. Hangi şey eksik kaldı burada?
Katılımcılar: Muellefe-i Kulub.
Hoca: Muellefe-i kulub. Muellefe-i kulubun dört sınıfını az önce saydık. İşte yeni müslüman olanlar, kalpleri İslam’a ısındırılanlar… Dört tane sınıfı saydık. Şimdi muellefe-i kulubla ilgili gene Ömer Nasuhi Bilmen’in “Hukuk-ı İslami ve Islahat Fıkhiye Kamusu”nda söylediği şeyleri okuyacağım ben size:
“Din-i celil-i İslam”, yani yüce İslam dini, “daha sonra kuvvet bularak Allah tarafından güçlendirildiğinden muellefe-i kuluba cemile gösterilmesine, yani güzel davranılmasına, ihtiyaç kalmadığı için Hazreti Sıddîk’in zaman-ı hilafetinden itibaren”, yani Hazreti Ebu Bekir’in halifeliğinden itibaren, bunlara zekat verilmez olmuştur. Bu hususta icma vardır.” Bu icma hangi konuda?
Katılımcı: Ayeti iptal.
Hoca: Allah’ın bir hükmünü iptal konusunda icma vardır. Kaldı ki Şafilerin kitaplarını açın, muellefe-i kulub’e Şafiler zekat veriyor. Bu ne biçim bir icma yani birisi… İcma demek, ulemanın ittifakla aldığı karar demektir. Bu karar ne zaman ve nerede alınmıştır? Şimdi bizim Enes Hoca bir soru sormuş, Yusuf El Kardavi’ye. Tabi ondan sonra da adam sitesini kapattı bize tabi, öyle, o kadar ağır sorular sorarsan… Diyor ki, sorusunda yazmış ki: ”Siz icma diyorsunuz; hıristiyanların konsilleri var, işte Hatay’da toplaşmışlar şu tarihte ve şu şu kararları almışlar. Efes’te toplaşmışlar şu tarihte, şu şu kararları almışlar. İznik’te şu tarihte toplanmış şu kararları almışlar, Kadıköy’de de şu şu kararları almışlar. Tarihi de belli, toplantıya katılanlar belli, alınan kararlar belli. Sizin bu icma dediğiniz şey ne zaman, nerede, kimlerin katılımıyla olmuştur söyler misiniz?” Tabi bu işin cevabı yok. Peki ne olduğunu tanımlayamadığınız, üzerinde ittifak olmayan bir şeyi siz nasıl delil olarak alırsınız? Şimdi, “bu babtaki emrin mensuh ya da zamanla mukayyed olduğuna kail olanlar da vardır.” Mensuh nedir; neshedilmiş. Kim neshetmiş? Yani Kuran-ı Kerim’de olan bir ayeti kim ortadan kaldırabilir!? Ya da zamanla kayıtlı olan, yani tarihselciler var ya “o o zamandı canım”. Peki bu zamanla kayıtlı mı? Siz Irak’ı fethettiniz. Hadi savaşta İran orduları karşınızda dayanamadı, yenildiler. Karşınızda herhangi bir silahlı güç olmadığı için Irak’a hakim oldunuz. Peki o insanların gönlünü de fethedebildiniz mi? Daha önce oraya zerdüştler hakimdi. Oradaki zerdüşt hocalarının daha sonra karşınıza birer fakih olarak çıkmadığını nasıl teminat altına alabilirsiniz? Şeyde, şimdi burada o arkadaşlardan yok, biliyorsunuz Rusya’da ateistler vardı; ateizm dersine giriyorlardı. Şimdi Ruslar diyor, çok, çoğundan duydum: “Eski ateizm dersini verenler şimdi karşımıza hoca olarak çıktı” diyorlardı. Evet. Şimdi din dersi hocalığı yapıyorlar…
Enes Hoca: Eskiden Komunist Partisi’nde Kuran-ı Kerim’i yakanlar, sonra imam oldu.
Hoca: Bak işte, Enes Hoca da diyor. Eskiden diyor, Kuran-ı Kerim’i yakanlar komunist partisinin hakimiyeti sırasında Çin’de, komunist partisi çekilince bu defa camilere imam oldular diyor. Buyrun…
Şimdi “muellefe-i kulub’a ihtiyaç yok”muş. En çok o zaman ihtiyaç var! Bu insanların gönüllerini kazanacaksınız. Ülkesini fethetmişsiniz. Daha önce adam orada hakimken şimdi mahkum duruma gelmiş. Bu insanın gönlünü almak lazım. En çok ihtiyacı olduğu zaman o zaman işte. “Efendim ihtiyaç kalmamıştır, güçlendik, erkeksen karşıma çık”. Bu öyle değil, bu kalpleri… “Muellefe-i kulub” diyor; “kalplerin ısındırılması” diyor. İnsanların itaat ettirilmesi demiyor ki, onu kılıç zoruyla itaat ettirebilirsin. Ama kalbi kazanmak apayrı bir olaydır.
Neyse şimdi bunu gördünüz. Bir tanesini attılar. Bakalım yedi tane sınıf kaldı mı?.. Geriye yedi tane sınıftır dedi ya… Şimdi “Büyük İslam İlmihali”nden okuyoruz. “Müslüman fakirler, miskinler, borçlular, yolcular, mükatepler, mücahidler, ve amillerden ibaret olmak üzere yedi kısımdır” dedi. Şimdi tarif ediyor: Fakir; nisap miktarı fazla bir mala malik olmayan kimsedir. Yani diyelim nisap miktarı seksen beş gram altınsa, seksen dört gram altın olan kişi fakirdir. Bunun altı ne olur? Bu en üst noktası; alt noktası ne olur? Sıfır olur. Sıfırdan oraya kadar, değil mi?
Şimdi miskin; hiç bir şeye malik olmayıp yiyeceği ve giyeceği şeyler için dilenmeye muhtaç olan yoksul kimsedir. Bu fakir kapsamına girmez mi? O zaman ne oldu, hala bir sınıfız, değil mi? Şimdi iki sınıf, oldu bir sınıf.
Katılımcı: …Aslında hem fakir olan hem de hiçbir şey yapmayan anlamı çıkmaz mı? (40:40)
Hoca: Yo, o manayı vermiyorlar zaten. Şimdi bizim ulemada Kuran’ı Kuran ile açıklama diye bir alışkanlık yok. Ama hepsi söyler; “Kuran’ı en iyi Kuran açıklar” derler de, bunu hiçbirisi yapmaz. Bir kaç tane böyle, zamanında birisinin örnek verdiği bir şey vardır, onu tekrarlarlar dururlar.
Üç; borçlu. Borçluya tanımlıyor. “Bundan maksat borcundan fazla nisap miktarı mala malik olmayan…” Yani adamın, diyelim ki bir kilo altını var, dokuz yüz on altı gram da borcu var. Geriye seksen dört gram kalıyor. Borçlu buymuş. Bu hangi tanıma giriyor? Bu hangi tanıma giriyor? Fakir. Hani? Hala ikinci sınıf çıkmadı?
Dört; yolcu. Kaldı ki ayet-i kerime’de yolcu ifadesi yoktu ama öyle bir mana vermişler. Orada “sebilullah” diyor Allah’ın yolu. “ibnüssebil” ve “o yolun oğlu”, “o yola hizmet eden”, “o yolun hizmetlileri” demektir. Ama neyse öyle tarif etmiş, “yolcu”, kabul ediyoruz, öyle olsun. “Bundan maksat malı beldesinde kalıp, elinde bir şey bulunmayan garip kimsedir.” Evet, adam Hindistan’da çok zengin ama burada hiçbir şeyi kalmamış. Şimdi bu adama zengin denir mi? Gene fakir değil mi? İkinci sınıf hala çıkmadı dikkat ediyorsanız.
Beş; mükatep. Ayette mükatep kelimesi geçmiyor; “rikab” kelimesi geçiyor. Kelime üzerinde durmadıkları için, mecburen “mükatep”e gidiyorlar. Çünkü köle diyor; köleye versen köleye verdiğin para sahibinin olur. O zaman “mükatep” olmalı. Mükatep de; efendisiyle hürriyet sözleşmesi imzalamış olacak, ona para vereceksiniz ki ödesin hürriyetine kavuşsun. Tamam buna verilir, verilmez değil. Ama, burada anlatılan o değil ki. Yani o da onun içine girer. Şimdi mükatep; “bir bedel mukabilinde azat edilmek üzere efendisiyle bir mukavele yapmış olan köle veya cariye demektir. Böyle bir kimseyi hürriyetine kavuşturmak için bir yardım olarak zekat verilir.” Şimdi bu da, bu da fakir gruba girmiyor mu, çünkü kendisini kurtaracak. Bu da kendi bedelini borçlanmış; bu da fakir.
Mücahit; “sebilullah”ı da mücahit diye şey yapmış, daraltmış. Halbuki Kuran-ı Kerim’de “sebilullah” ile ilgili o kadar geniş anlamlar içeren ayetler var… “Bundan maksat Allah Teala yolunda gönüllü olarak cihada iştirak etmek istediği halde…” Şimdi siz kendinizi bir an için bu savaş yapılan bölgelerde, Irak’ta kabul edin. Savaşa iştirak etmek istiyorsunuz. “…nafakadan silah ve saireden mahrum olan gazi demektir.” Nafakam yok, silahım yok, bir şeyim yok… Ne oldu? Gene fakir. Peki savaşa giden adama, savaşa giderken mi silah verilir? O sıra mı silah alınır? Bunun daha önce alınıp hazırlanması lazım. Ha eline bir kaleşnikof ver gitsin, hadi bakalım. Peki topu ne yapacağız, tankı ne yapacağız, uçağı ne yapacağız?.. Bak ikinci sınıf ki hala çıkmadı.
Şimdi çıkıyor. Amil. “Bundan maksat veli-ül emr tarafından emval-i zahirenin zekatını toplamaya memur edilen kimsedir.” Yani zekat memurudur dedi, şimdi ikinci sınıf çıktı çok şükür.
Şimdi bakın sekiz sınıf önce yediye düştü, sonra kaça düştü?
Katılımcılar: İkiye düştü.
Hoca: İkiye düştü. Burada anlatılanlardan hiç bir tanesi devletin bir yarasını sarmaz. Bir takım sosyal problemlerde iyileşme yapar ama devletin işini görmez. Kuran-ı Kerim’de de devlet geliri diyebileceğimiz iki kalem var. Birisi zekat; birisi ganimetler. Ganimete göre bütçe yapabilir misiniz?
Katılımcı: Hayır…
Hoca: Hayır, gelecek diye gidersin hepsi gider. Ona göre bütçe yapamazsın ki; adam daha güçlü olur senin elindekini alır. O zaman bütçe yapabileceğin tek bir kalem var, tek şey var o da zekattır. Bu sekiz sınıf, devletin tüm harcamalarını içine alabilecek bir şeydir, ve bunların miktarı da az değildir. Ben geçen hafta da söylemiştim. Biz “Türkiye’de Zekat Potansiyeli” diye bir toplantı yapmıştık. Devlet Planlama Teşkilatı’nın uzmanlarını çağırdık. Onlar ellerindeki bilgilere göre bir değerlendirme yaptılar, ki Türkiye’deki bilgiler hiç bir zaman zekatı esas alarak toplanmış değil, onları değerlendirdiler. O zamanki Türkiye bütçesinin tam dört katı zekat bütçesi çıkardılar! Bu işi devlet ele aldığı zaman böyle oluyor. Ama almadığı zaman… O zenginlik bugün Türkiye’de hala var. Yani, zekat verenler vardır sağda solda ama eh… Adam şöyle… Mesela şey, Vehbi Koç zekat verirdi, gelirdi Fatih Camisi’ne, millet kuyruğa girerdi; beşer lira, sonra beşer bin lira, sonra onar bin liraya çıkardı, sonra işte beş milyona çıkardı falan… Öyle. Onu verince zekatı verdiğine inanıyor. Halbuki malının kırkta birini vereceğini hiç düşünmüyor. Yani işte, ufak tefek bir şeyler verdin mi tamam…
Katılımcı: Devlete verilen vergileri devlet toplayıp…(anlaşılmıyor: 47:10)
Hoca: Şimdi sen onu söylersin de, Vehbi Koç bana aynı şeyi söyledi. Dedi ki: “Biz devlete vergi veriyoruz Hoca, öyle diyorsun ama…” Ben dedim ki: “Anonim şirketler, bir; gelirlerinden vergi verirler. Halbuki zekat maldan alınır gelirden değil. İki; anonim şirket yapısı gereği, kendi vergisini kendi belirler. Hele bir kaç tane şirketiniz varsa çok güzel ayarlama yaparsınız” dedim. “Hoca bunları sana kim öğretiyor!” dedi. Yani, tamam onlar sayılır ama, orada da zekata göre bir yapılanma yapmadığınız için, çok ciddi kaçaklar ortaya çıkıyor.
Katılımcı: Zekat maldan mı hocam?..
Hoca: Zekat malın kendisinden verilir, gelirinden değil. Gelirden vermeye kalkıştığınız zaman onun hesabı çok ciddi bir problemdir.
Katılımcı: (bir soru daha sorar) (48:38)
Hoca: Neyse o kadar detaya inmeyeceğiz çünkü bu akşam şeyden de konuşacağız, Kadir Gecesi’nden de. Çünkü oraya inersek, onu çok uzun konuşmamız gerekir, çünkü onun arkasından çok sorular gelir. Böyle genel geçeceğiz. Şimdi biraz, şimdi Kadir Gecesi’ne de kısaca temas edelim… (Önündeki yazıyı –muhtemelen Ömer Nasuhi Bilmen’in kitabından- okur.) Neyse bunlarda çok çalışılması lazım. Burada esas söylemek istediğim şu: -Dikkat ederseniz hemen her dersimizde bunlar ortaya çıkıyor- Müslümanlar olarak bir yeni, bir beyaz sayfa açacağız. Şimdiye kadar kim ne yapmışsa yapmış. Biz geçmişi yargılayacak durumda değiliz. O Allah-u Teala; onları cennetine sokacaksa sokacak, cezalandıracaksa cezalandıracak. O bize sorarak hiç bir şey yapmaz, her şeyi kendisi yapar. Ama biz hesabımızı kendimiz Allah’a vereceğimiz için, elimizde de Allah’ın Kitabı ve Peygamberimizin Sünneti olduğu için eskileri, ne yapmışsa yapmış onları, onlardan da istifade edeceğimiz şeyler varsa edeceğiz; ama bütün dini bilgilerimizi Kuran ve Sünnete göre yeniden gözden geçirmemiz lazım. Bu konuda müslümanların çok büyük çalışmalar yapması lazım. Allah’a şükür bu kurum, şu içinde bulunduğunuz yer bu hususta çok ciddi çalışmalar yapıyor. Ekip çalışmaları yapıyor. Bu çalışmalara katılanların hepsi sayılsa herhalde on beş kişiyi bulur değil mi, o cumartesi gelenlerle beraber. On beş kişiden az değil yani bu çalışmalara katılanlar. Dolayısıyla… Tabi on beş kişi hiçbir şey, ne ki yani, hiç! Bunun çok artması lazım, çok artması lazım. Neden çok artması lazım? Çünkü o kadar çok tashih edilmesi gereken bilgiler var ki… Ve bunların çok sağlam ispatlanması lazım. Ben şimdi size açtım kitaplardan ispatladım; bu noktaya gelinceye kadar yıllarca uğraştık ama, iki dakikada gelinmiyor ki bu noktaya. Ne ekip çalışmaları yapıyorsunuz, ondan sonra bu noktalara geliyorsunuz.
Katılımcı: Dün sadece bu saatte iki tane ayet yapabildik.
Hoca: Evet dün doğru, sadece iki tane ayet yapabildik.
Evet şimdi, ben bunu burada bırakıyorum. Çünkü ben biraz daha bu konu üzerinde şey yaparsam Kadir Gecesi’ne hiç vakit kalmaz. Kadir Gecesi ile ilgili bir kaç şey, şey yapmak istiyoruz…
Katılımcı: Doksan yedinci sure…
Hoca: Önce evet, Kadir Suresi’ni bir açalım da. Onun üzerine… (Yanındaki hocaya) Sen şey yap, ben buradan açarım. Sen açıp oradan takip edersin.
İnnâ enzelnâhu fî leyletil kadr “Biz onu, Kuran’ı, Kadir Gecesi’nde indirdik.” Şimdi birisi kalkıp diyebilir ki, “hu” kelimesinin Kur’an olduğunu nereden biliyorsun? Belki başka bir şey? Onun için burada, Kur’an-ı Kerim ile ilgili olarak Cenab-u Hakk diyor ki; şey, Duhan Suresi’nin, hah: “Hâ mîm.” Bakın şimdi, yapıya bakın. Siz elinizdeki bu şeyden takip edin. “İnnâ enzelnâhu fî leyletil kadr”den. Hani şu müteşabih; yani birbirine benzeyen ayetler, ve ikişerliler sistemi var ya… Ona göre takip edin. Vel kitâbil mubîn “Açıklayıcı Kitab’a” ya da “Açık Kitab’a yemin olsun, and olsun” İnnâ enzelnâhu “Biz onu indirdik” fî leyletin mubâreketin. Bak leyletil kadr; leyletim mubarekeh. Sadece bir kelime değişikliği. Benzerlik koyuyor ki Allah, bu onu açıklıyor, onu anlayasınız. “Bereketli bir gecede Kuran’ı indirdik.” innâ kunnâ munzirîn “Biz uyarı yapmaktayız.” O da yetmiyor; Fihâ yufreku kullu emrin hakîm “O gece yerli yerinde ve doğru bir şekilde, doğru olan her şey birbirinden ayrılır” Yani “doğru emirler”, yerli yerinde verilmiş olan emirler tefrik edilir; şu şuraya şu şuraya şu şuraya. Peki Kadr ne demek? Kadr de takdir etmek, ölçmek biçmek, belli bir şekil vermektir. O gecede; leyletül kadr dediğiniz zaman “takdir gecesi”; yani her şeyin ölçüsünün belirlendiği… İşte kader diyoruz bazen, işte başka şeyler söylüyoruz. O gecede yerli yerinde verilmiş emirler dağıtılır, görev taksimatı yapılır yani. Emren min indinâ “Katımızdan bir emir olarak.” innâ kunnâ mursilîn “Biz elçiler göndeririz.” Rahmeten min rabbik “Rabbinin bir ikramı olarak.” innehu huves semîul alîm “O işitir ve bilir.” (Duhan 44/1-6) Şimdi dikkat ettiyseniz, birbirini açıklıyor değil mi? Şimdi burada diyor ki: Ve mâ edrâke mâ leyletul kadr “Sana kim bildirdi Kadir Gecesi nedir diye” Leyletul kadri hayrun min elfi şehr “Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” Şimdi birisi diyor ki, “efendim bu bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi sadece Peygamber Efendimiz zamanında Kuran’ın indiği gecedir. Bunun tekrarı yoktur” diyor. Şimdi ayete baktığınız zaman bakayım o manayı anlıyor musunuz? “Biz o Kuran’ı Kadir Gecesi’nde indirdik.” Yani siz buraya salı günü geldiniz. Size geldiniz diye mi salı, yoksa siz gelişinizi salıya mı rastlattınız?
Katılımcı: Biz Salı diye geldik.
Hoca: Evet, “Onu biz Kadir Gecesi’nde indirdik.” Demek ki inmeden de o zaten Kadir Gecesi’ymiş. Gene aynı şekilde “Biz onu bereketli bir gecede indirdik.” O gece zaten bereketliymiş; o gece onu indirmiş. “O gecede her hakim, yani doğru iş, emirler tefrik edilir” Yani herkese görevleri taksim edilir.
Katılımcı: Hangisi hocam ayet?
Hoca: O Duhan Suresi, kırk bir miydi? Kırk birinci sure miydi? O surenin başı.
(Kadir Suresi’nden devam edilir) Tenezzelul melâiketu ver rûhu fîhâ bi izni rabbihim “O gece melekler ve ruh” Ruhun Cebrail aleyhisselam olduğu şey yapılıyor. Gerçi “ver ruhul emin” diye…
Yahya Hoca: nezele bihir ruhul emin
Hoca: nezele bihir ruhul emin diye Allah-u Teala, gene bu müteşabih, yani benzerliklerden hareketle bunun Cebrail olduğunu da bir başka ayetten öğreniyoruz. Nezele bihir ruhul emin “Güvenli ruh” yani Cebrail “o Kuran’ı indirdi.”(Şuara 26/193) Çünkü Kuran’ı indirenin Cebrail olduğunu zaten ayetlerden biliyoruz. min kulli emrin Selâm “Her işten dolayı bir selamet vardır, güvenlik vardır o gecede” hiye hattâ matlaıl fecr “O gece tanyeri ağarıncaya kadar devam eder.” Demek ki nerenin tanyeri ağarıyorsa oranın Kadir Gecesi bitmiş oluyor, öbürü devam ediyor. (Yahya Hoca ayeti gösterir) Tamam bu “nezele bihir ruhul emin” Şuara Suresi’nin 193. ayeti. Evet. Peki öbür ayetleri açalım. Şimdi “melekler ve ruh o gece iniyor” deniyor. Ve o gece bereketli bir gecedir, o gece her türlü iş tefrik edilir. Nereden iniyor melekler ve ruh? Birinci kat semadan, mele-i ala’dan iniyor. Peki nereden biz bu mele-i aladan indiğini anlıyoruz? Gene Kur’an-ı Kerim’den anlıyoruz. (Yahya Hoca bilgisayardan gösterir) Tamam, Fussilet Suresi’nde, şey Fussilet değil Saffat Suresi değil mi? Tamam tamam, geçtin geçtin, geçtin yukarı, Saffat Suresi, tamam. Diyor ki burada; Altıncı ayette Allah-u Teala: İnnâ zeyyennes semâed dunyâ bi zîynetinil kevâkib “En yakın göğü yıldız süsleriyle süsledik.” Yani yıldızlarla süsledik en yakın göğü. Yedi kat gök diyor ya Allah-u Teala; birinci kat gökte yıldızlar var. İkinci kat gökte ne var onu biz bilmiyoruz ama yıldız yok, yıldız olmadığı kesin. O zaman bunlar, mesela gök gözlemciler, yıldızların arkasında bir ışık göremedikleri için karadelik demiş olabilirler ona. Araştırırken… Çünkü ondan sonra altı kat daha var. En yakın gök yıldızlarla donatılmış. Ve hıfzan min kulli şeytânin mârid “Her inatçı şeytandan da korunmuş olarak” Süslemiş Cenab-u Hakk birinci kat göğü. Şeytanlar oraya kadar çıkıyorlar, yani dünyayla yıldızların bulunduğu yer arasında gidip geliyorlar ama, o birinci kat semaya çıkamıyorlar. Çünkü Allah şöyle diyor: Lâ yessemmeûne ilel meleil a’lâ “Melei Ala’ya kulak kabartamazlar.” O zaman mele-i ala neresi oluyor? Birinci kat sema oluyor. Niye birinci kat sema? ve yukzefûne minkulli cânib “her taraftan onlar taşlanırlar.” (Saffat 37/6-8) Ve uzaklaştırılırlar. Şimdi Allah-u Teala bunu şeyde de belirtiyor, Cinn Suresi’nde de belirtiyor. Efendim?
Katılımcı: Hicr Suresi’nde de var.
Hoca: Hicr’de de var, Cinn’de de var. Mesela diyor ki, şeyler, cinler anlatıyorlar Ve ennâ le mesnes semâe fe vecednâhâ muliet haresen şedîden ve şuhubâ “Biz birinci kat semaya gittik, oraya bir dokunduk, Allah, baktık ki güçlü kuvvetli bekçiler, meteorlar” Ve ennâ kunnâ nak’udu minhâ mekâıde lis sem’i “Halbuki biz orada gider, dinleme yerlerinde otururduk” Yani kuliste otururduk bugünkü anlamla. fe men yestemiıl âne yecid lehu şihâben rasadâ “Şimdi kim gider de bir şey dinlemek isterse, hemen kendisini bekleyen bir meteor bir şihab, bir göktaşı bulur.” (Cinn 72/8-9)
Şimdi bütün bunları düşündüğünüz zaman hepsini birleştirin. Bereketli gece, kadir gecesi, takdir gecesi, meleklerin inmesi, ve orada dağıtılan işler, dağıtılan, taksim edilen emirler; bütün bunlar birinci kat semada olan işler olmuş olur. Tabi çok daha detay bulunabilir de; ayetler üzerinde daha çok, daha uzun çalışmak lazım. Daha uzun çalışmak lazım. Biz şimdi işe boğulduğumuz için hiçbir şeye vakit bulamıyoruz. Evet, bu ayet…
Enes Hoca:
Hoca: Tamam bak, mele-i ala ile ilgili bizim bilgimizde yokmuş. Enes Hoca o ayeti buldu. Sad Suresi’nde. Demek Allah bize o konuda fazla bir bilgi vermemiş, ne olup bittiğini… Kul innemâ ene munzir “De ki ben sadece bir uyarıcıyım.” ve mâ min ilâhin ilallahul vâhıdul kahhâr “Tek ve Çok güçlü olan, her şeyi emri altına alan Allah’tan başka bir ilah yoktur.” Rabbus semâvâti vel ard “O göklerin ve yerin sahibidir” ve mâ beynehuma “Ve o ikisi arasında olanların da Sahibidir.” El azîzul gaffâr “Aziz’dir ve çok bağışlar.” Kul huve nebeun azîm “De ki bu büyük bir haberdir.” Yani bu Kur’an büyük bir haber, çok büyük şeylerden haber veriyor insana. Entum anhu mu’ridûn “Siz ondan yüz çeviriyorsunuz.” Mâ kâne liye min ilmin bil meleil a’lâ “Mele-i Ala’da olan hakkında benim bir bilgim yok.” Orada birşeyler oluyor. Bir şeyler olduğunu Kuran ile haber veriyor. Yani Fihâ yufreku kullu emrin hakîm “Sağlam emirler orada tefrik edilir.” (Duhan 44/4) Ama bunlar ne? “Ya Muhammed de ki: Ben bunu bilmem…”
(Yahya Hoca hatırlatır)
Hoca: Çok güzel bak, hayır zaten epey zamandır aradığım bir sorunun cevabı çıkmış oldu burada. iz yahtesımûn “Onlar birbirleriyle tartışıyorlardı.” İn yûhâ ileyye illâ ennemâ ene nezîrun mubîn “Bana sadece şu vahyedildi ki: Ben apaçık bir uyarıcıyım.” (Sad 38/65-70) Şimdi mele-i ala’da olanları burada anlatıyor, ama belki bunu orayla bağlamak mümkün… İz kâle rabbuke lil melâike Ama orada olanı Allah-u Teala’nın haber verdiği şekilde bildiriyor. Allah’ın haber vermediklerini demek ki, Peygamber Efendimiz bilmiyor mele-i ala’da. O zaman biz de mele-i ala’da, yani o birinci kat semada olanlardan, Cenab-u Hakk’ın haber vermediğini bilemeyiz. Şimdi bu, Yahya’nın hatırlattığı şeyde, hani ben epey zamandır araştırdığım sorunun cevabı dedim ya, şimdi okuduğumuz ayetlerden Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem gelinceye kadar, işte az önce Cinn Suresi’nde okuduk, “daha önce orada otururduk, çıkardık” diyor ya, gelinceye kadar cinlerde birinci kat semaya çıkıyorlardı. Şeytan da cinlerdendi. O da cinlerdendi. O da birinci kat semaya çıkıyordu. Melekler de oradalar. Ha oradan yukarısına çıktığına dair hiçbir delil yok ama birinci kat semaya çıktığını ayetlerden net anlıyoruz. Şimdi Allah-u Teala orada, Adem’e secde emri verince, cinler de orada bulunduğu için, o emre onlar da muhatap olmuş oluyor. Yoksa melek oldukları için değil. Melekler emre itaat ediyor, şeytan itaat etmiyor, yani iblis itaat etmiyor. Belki diğer başka cinler boyun eğmiş, secde etmiş olabilirler. Ama iblis orada baş kaldırıyor ve secde etmiyor. Yani bu bilgiyi az önce kastetmiş oldum. Evet.
Şimdi bu Kadir Gecesi, Ramazan’ın içinde mi? Buraya kadar Ramazan kelimesi geçmedi, değil mi? O da Kuran-ı Kerim’de var, Allah ne diyor: Şehru ramadân “Ramazan ayı” ellezî unzile fîhil kur’ân “İçinde Kur’an indirilmiş olan aydır.” (Bakara 2/185) O zaman Kadir Gecesi neredeymiş? Ramazan’da. Çünkü “inna enzelnahu fi leyletil kadr” diyor ya “Kadir Gecesi indirdik”. E Ramazan’da indirildi? Demek ki Kadir Gecesi, Ramazan’ın gecelerinden bir tanesiymiş. Böylece bütün bunlar Kuran-ı Kerim’le sabit olmuş oluyor. Peki Ramazan’ın hangi gecesidir? Birden sona kadar olabilir. İşte ondan sonrası Hadis-i Şeriflerin izahıyla… Belki Kuran-ı Kerim’de de ona işaret olabilir ama benim şu anda bilebildiğim bir şey yok. Başka bilen? Siz bir şey bulabildiniz mi?
Katılımcı: Zaten Kadir Mekki değil mi hocam?
Hoca: Sure olarak mı?
Katılımcı: Evet, yani zaten indiği zaman ramazan falan yok, oruç yok, yani müslümanlar…
Hoca: Mekke’de nazil olmuş evet.
Katılımcı: Yani bu ayet indiği zaman zaten işaret ettiği şey herhalde Kur’an-ı Kerim’in ve o gecenin değeridir herhalde. Yani dolayısıyla müslümanlar herhalde Kadir Gecesi’ni aramaya daha sonra başladılar.
Hoca: Şimdi “şehru Ramadan” ayet-i kerimesi şeyde, Medine’de inmiştir. Ama, evet…
Katılımcı: Yani …….(anlaşılmıyor 1:07:30) oruçlu olduklarına göre…
Hoca: Yani Hicret’in ikinci senesi inmiştir. Kadir Suresi’de Mekke’de inmiştir.
Katılımcı: Yani Kadir Gecesi’ni aramayı, şunu demek istiyorum, müslümanlar Medine döneminde başladılar o zaman. Hani Ramazan içerisinde bu geceyi aramayı falan… Hani bugün insanlar düşünüyorlar ya işte, Kadir Gecesi’ni denk getirmek, o geceyi bulmak falan gibi…
Hoca: Şimdi Kadir Gecesi’ni denk getirmek ve bulmak diye apayrı bir eylem peşinde koşuyor insanlar. Bilhassa bu, mesela kandil geceleri ile ilgili biliyorsunuz bir çok şeyler yapılıyor Türkiye’de. Belki başka İslam ülkelerinde de ufak tefek şeyler var, ya da daha büyük bilmiyorum. (Enes Hoca’ya) Bu Pakistan’da, oralarda var mı bu kandil geceleri?
Enes Hoca: Görmedim.
Hoca: Görmedin mi? Sadece Türkiye’de mi gördün? Tamam. Şimdi bunlar son derece yanlış şeyler. Çünkü insanlar bütün güçlerini belli bir noktada harcıyor, öyle bir dolduruluyor ki; “Kadir Gecesi’nde bir vakit namaz kıldın mı, seksen sene gitti!” E zaten seksen sene yaşayıp yaşamayacağın belli değil, tamam işte. İki vakit kılarsan, kara geçtin!..
Katılımcı: Hocam bir de sabaha kadar uyanık kalmayı, mesela mecburi tutuyorlar… Ben bir yerde misafirlikteydim, adam şey dedi: Ya şu aç da televizyonu seyredelim de uyanık kalalım, dedi sabaha kadar. Mesela uyanık kalınca Kadir’i, yani yaşamış oluyor. Ama film seyrederek falan uyanık kalıyorlar yani öyle birşey…
Başka Katılımcı: O gecenin hangi gece olduğu da belli değil. “Tek gecelerde arayın…”
Hoca: Şimdi mesela gecenin ihyası nedir? Biz orada çok büyük hatalar yapıyoruz. Gecenin ihyası; namazını kılarsın, farz namazını tabi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e uyarak farzın arkasından bir de, yatsının arkasından sekiz rekat nafile namaz, üç rekat da vitr kılarsın; Peygamberimizin yaptığı tüm eylemleri yapmış olursun o gecede. O geceye mahsus değil, Peygamberimiz her gece böyle yapardı zaten. Kadir Gecesi’ne mahsus olarak Peygamberimizin, ya da sahabeden herhangi birinin yaptığı hiç bir eylem yok.
Katılımcı: Hazreti Ayşe’nin hadisi var Hocam.
Yahya Hoca: Dua o.
Hoca: Ya işte Hazreti Ayşe hadisi var. Şimdi bak ben o hadisi yavaş yavaş okuyayım, saatlerinize bakın, bakalım kaç saat sürecek. Şöyle bir bakın bakalım.
Hazreti Ayşe validemiz diyor ki “Ya Rasulallah, Kadir Gecesi’ne yetiştiğimi anlarsam ne yapayım?” O da şöyle diyor, hemen tutun saatlerinizi: “Allahumme inneke afuvvul kerim, tuhibbul afve fa’fu anni” Kaç saat sürdü?
Katılımcı: On iki saniye.
Hoca: On iki saniye. İşte bu kadar. İşte bu kadar. “Ya Rabbi sen çok affedicisin, affı seversin, beni de affeyle.”
Katılımcı: Geri kalan zamanda ne yapacağız?
Yahya Hoca: Televizyonu aç.
Hoca: Şimdi bazıları diyor ki, “efendim yani zaten bir Kadir Gecemiz var ona da şey yapma.” İşte ben, işte “zaten bir Kadir Gecemiz var” sözüne karşı çıkıyorum, senin her gecen olmalı! Senin her gecen olmalı kardeşim.
Katılımcı: Bu “Kadir Gecesi’de hissedersem, anlarsam…” Bunun bir ölçüsü var mı?
Hoca: Onun ölçüsünü ben bilmiyorum, yani böyle bir rivayet var.
Katılımcı: Kimden?
Hoca: Hazreti Ayşe. Artık bilmiyorum nasıl hisseder, ne yapar onu bilemiyorum, onunla ilgili benim bildiğim bir şey yok. Gerçi kitaplarda bir çok şeyler yazılı da, yani sağlam, güvenilir bir bilgi olması lazım. Sizin bildiğiniz bir şey var mı?
Katılımcı: Bu akşam (…….01:11:36) anlatıyordu televizyonda… Dün akşam olabilirdi, çarşamba akşamı daha güçlü falan diyordu.
Hoca: Dün akşam olabiliyordu diyorsa, dün akşam ben şey, İran televizyonunu açtım onlar Kadir Gecesiyle ilgili program yapıyorlardı. O da İranlıdır biliyorsunuz…
Katılımcı: Yarın akşam daha güçlü bir ihtimalmiş, çarşamba akşamı…
Hocam: Tamam. Yahu bizim onu aramakla uğraşmamıza gerek yok. Siz zaten ibadetlerinizi yapıyorsanız, Kadir Gecesi’ni ihya etmişsiniz demektir. Namazını kılıyorsan, bitti. Aramana ne lüzum var. Yatarsın dinlenirsin. Allah-u Teala geceyi dinlenmek için yaratmıştır.
Başka Katılımcı: Hocam bir de teheccüd ifadesinin manasında, herhalde oradan da çıkıyor; hani teheccüd Efendimizin şeyi var ya, bizim böyle teheccüd namazı kılmak falan veya tabanları şişmek olarak anlıyoruz ya biraz…
Hoca: Evet, tabi şimdi vaizler bir şeyler anlatması lazım… Şimdi sen iyi bir vaiz olmak istiyorsan, en iyi vaiz en çok yalan söyleyen adamdır. Çünkü doğruları söylersen insanlar hiç hoşlanmazlar. Size ben anlatmışımdır daha önce: İmam Hatip okulunda talebeyken bize vaaz ettiriyorlardı. Ne konuşacaksınız? Çocuk. Biz de birilerinin yazılarını alıp ezberliyorduk. Hani o arada bir kelime düşse ya, bütün konuşma duracak. Geriye de alamayacaksın, karşında da millet var. Ne yapalım, ezberliyorsun baştan sona kadar. Dinleyen de diyor: “Yahu maşaallah, ulan bu yaşta bu ilim, helal olsun!” Halbuki içinde ne olduğunu bildiğimiz yok! Bir çok hafızın okuduğunun manasını bilmemesi gibi… Şimdi o zamanlar, ben çok da vaiz dinliyordum. Nerede bir hikaye bulsam ezberliyordum. Ve bunu anlatıyordum. Bazen de anlattığım zaman çok mantıksız geliyordu, cemaate diyordum ki “Vallahi bunlar pek mantıksız gözüküyor ama, siz gene bir ibret alacaksanız alın” diyordum. O da milletin hoşuna gidiyordu. Ya o çocukluğumda, Erzurum’da, Erzurum Valiliği’nin hemen yanı başında İbrahim Paşa Camii vardır. En yakın cami orasıdır. Ben ikindiden sonra vaaz ediyorum. Valilikte mesai bitiyor, ve cami ağzına kadar valilikte çalışanlarla doluyordu. Daha önce gelen cemaat de var. Ayakta dinliyordu millet! İftara yakın… Ya ben neymişim de haberim yokmuş diye… Ayakta dinliyor. Ve bir kere hiç unutmuyorum bizim köyde vaaz ettim, sabahleyin bayram vaazı yaptım. Şimdi bizim köy de bayağı büyük bir köydür, dört tane resmi camisi olan bir köy. Diğer taraflardan da gelmişler bizim mahallenin camisine. Öğlende de vaaz ettirdiler, ikindiye kadar vaaz ettim. İkindiden sonra gene vaaz ettirdiler. Yahu millet ayakta, ayakları da şey yapmıyor, şişmiyor bunların!.. Ya ben artık tamamen güçsüz düştüm, daha ağzımı açamayacak hale geldim, kapattım. Sonra kendi kendime dedim ki: Ya ben ne yapıyorum dedim ya, bu ne bu? Millete şeyde, şiirler okuyorum, bilmemneler yapıyorum vaaz sırasında. Dedim yahu ben… Kendi anlattıklarımdan kendim rahatsız olmaya başladım. Ben ne yapıyorum dedim böyle. Bundan sonra Kuran-ı Kerim okuyacağım dedim. Okumaya başladık, daha sen cemaati ara ki bulasın. Daha cemaat yok! Herkes kayboldu gitti.
Katılımcı: Noldu bu hocaya demediler mi?
Hoca: Dedi. Şey dedem, babamın amcası rahmetli dedem vardı, Allah rahmet eylesin. Dedi ki: “Yazık yazık yazık… Bütün bilgilerini unutmuşsun!” dedi. Onun için bir yerde ben hurafenin bir sözlük anlamını okumuştum da, nerede okuduğumu da hatırlamıyorum şimdi; “tatlı yalan” diye tarif etmişler. İnsana çok tatlı gelir, ama yalandır.
Evet şimdi, başka hangi ayetleri şey yaptınız? (Yahya Hoca gösterir) Evet, “tetenezzelu aleyhimul melaiketu ver ruhu” “Tetenezzelul melaiketu ver ruhu fiha bi iznirabbihim min kulli emr” Bunun mesanisini bulmuşlar, yani “Melekler ve Ruh o gecede Rablerinin izniyle iner.” Ama burada bir başka ayet-i kerime var, İnnellezîne kâlû rabbunâllâhu “Rabbim Allah’tır diyen” İşte Kadir Gecesi’ni kutlamak isteyenler bu ayetlere uysunlar. Her dakikaları Kadir Gecesi olur ona. summestekâmû “sonra da dürüst olanlar” tetenezzelu aleyhimul melâiketu “melekler onların üzerine inerler” ellâ tehâfû ve lâ tahzenû “korkmayın, üzülmeyin derler.” Fussilet otuz. ve ebşirû bil cennetilletî kuntum tûadûn “Size söz verilmiş olan cennetle müjdelenin” Yani onu bilin, sevinin. Nahnu evliyâukum fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhireh “Bu dünyada da ahirette de sizin en yakın dostlarınız biziz.” ve lekum fîhâ mâ teştehî enfusukum “Orada size canınızın istediği her şey var.” ve lekum fîhâ mâ teddeûn “İstediğiniz her şey var.” (Fussilet 41/30-31) Yani siz esas alacağınız karşılığı ahirette alacaksınız, bunu bilin, bu sıkıntıları da pek de önemsemeyin demiş olurlar. Bir de şey var; “innellah huvellezi yusalli aleykum…” Şimdi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ilgili olarak, o da Ahzab da değil mi? Kaçıncı ayet? Şimdi Ahzab Suresi’nde bir ayet-i kerime geçiyor. Elli altı mı?
Katılımcı: Ahzab kırk üç.
Hoca: Ahzab kırk üç değil. Peygamberimizle ilgili olan.
Katılımcı: “huvellezi yusalli aleykum” Ahzab kırk üç.
Hoca: İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi
Katılımcı: O elli altı.
Hoca: Elli altıncı ayet. Ahzab elli altıncı ayet. İnnallâhe ve melâiketehu yusallûne alen nebiyyi “Allah ve melekleri o Peygambere salat ederler.” yâ eyyuhellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ “Müminler siz de O’na salat edin, ve selam edin, iyi bir şekilde selam edin” Şimdi bu ayet-i kerimeyi bazıları Peygamber Efendimizi böyle hayali kişilik, ne bileyim tanrısal kişilik haline getirmek için kullanıyorlar. Mesela bir toplantıda, adını söylemeyeyim, daha önce söylemiştim ama bundan sonra söylemek istemiyorum, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in anıldığı kutlu doğum haftası düzenleniyor ya, Eminönü Müftülüğü, Kadırga Kültür Merkezi’nde bir toplantı yapmıştı. “Sen olmasaydın, kainatı yaratmazdım” diye bir uydurma bir hadis var biliyorsunuz. Onu bana sordular, ben de bu uydurmadır dedim. Şimdi öbür şahıs, dedi ki: Madem Allah ve melekleri o Peygambere salat eder, o hadis, her ne kadar hadisçiler uydurma dese bile, mana itibariyle doğrudur dedi. Allah ve meleklerinin salat ettiği kişi kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı kişidir dedi. Benden cevap almayı beklemeden, panel şeklindeydi sıra bana gelecek ki cevap vereyim, benim işim var dedi hemen kalktı, salondan yürümeye başladı. Ben de hemen dedim “bir dakika” dedim. “Gitmek yok. Veya yavaş yavaş git ve beni dinle” dedim. Allah-u Teala aynı şeyi müslümanlar için de söylüyor. Aynı ayet müslümanlar için de var. Ve aynı surede üstelik. Huvellezi yusalli aleykum ve melaiketuhu “O size salat eder” Allah. “melekleri de” Bak Allah ve melekleri bize de salat ediyor. Şimdi söyle bakalım dedim Allah kainatı bizim yüzü suyu hürmetimize mi yarattı yoksa Peygamberin yüzü suyu hürmetine mi? O olmasaydı mı yaratmayacaktı yoksa biz olmasaydık mı? dedim. Ne biçim şey konuşuyorsun yahu, hem de cevabını almadan çekip gidiyorsun dedim. Hiç duymadı gene, çıkıyor dışarıda Eminönü Müftüsü’ne diyor ki “Ya bu adamın olduğu toplantılara beni niye çağırıyorsunuz?” diyor.
Katılımcı: Hocam bir de şey var, Tevbe yüz üç var. (Huz min emvâlihim sadakaten tutahhiruhum ve tuzekkîhim bihâ ve salli aleyhim, inne salâteke sekenun lehum, vallâhu semîun alîm)
Hoca: ve salli aleyhim. Orada Peygambere emir veriyor “Ya Muhammed sen onlara salat et, dua eyle” diyor. Dolayısıyla hakikaten şey yapıyorlar bu, hurafeciler ve dini kendi keyiflerine uydurmak isteyenler böyle bir ayeti, ya da bir ayetin bir bölümünü cımbızla çekiyor, kendi istedikleri şekilde yorumluyor ve cahil müslümanları kandırıyorlar.
Katılımcı: Namaza yaklaşmayın gibi.
Hoca: “Namaza yaklaşmayınız” gibi evet.
Hoca: Şimdi yok habib kelimesi, habib sevilen kişi için söylenir. Allah-u Teala bizi sever, o kelimelerle ayet-i kerime var. Allah-u Teala diyor ki; Kul in kuntum tuhibbûnallâh “Ya Muhammed insanlara de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız” fettebiuni “bana uyun ki” yuhbıbkumullah “Allah da sizi sevsin” Allah da bizi sevdiyse, biz Allah’ın habibi oluruz. Tamam mı? Allah, peygamberini de sevdiği için o manada olur. Ama bu habib kelimesini başka manaya da şimdi kullanıyor Araplar. Ama hiç bir müslüman o manayı şey yapmaz. Yani bu, birbirine aşık olan iki sevgili için kullanıyorlar; bir müslüman onu o manada kullanmaz tabi.
Peki böylece vakit bir hayli geçiyor. Yetişemeyecekler var. Evet. Böylece…
İlancı: Buradan bir şey ilan etmek istiyorum. Perşembe günü Bayındır Hoca’nın on biri yirmi geçe televizyonda bir programı var.
Hoca: Yalnız ondan önce bir şeyi şey yapacağım. Burada bir soru var, onu cevaplandırmam lazım. Bir yerde bir tartışma olmuş, genellikle bu tartışmaları aleviler yaparlar. Yani bir iş yerinde… Demişler ki: Peygamberimiz hayatı boyunca kaç gün oruç tutmuştur? Efendim sekiz günden fazla tutmamıştır demişler. Sekiz gün değil; bak hicretin ikinci yılında oruç tutmaya başladı Peygamberimiz, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, onuncu yılı vefaat etti, daha Ramazan’dan önce vefaat etti, değil mi? Ramazan’dan önceydi vefaatı.
Katılımcı: Veda Hac’ından döndükten sonra değil mi?
Hoca: Evet Veda Hac’ından döndükten sonra, Ramazan’dan önce vefaat etti. Demek ki dokuz sene, tam Ramazan ayını oruçlu geçirmiş. Bunun dışında Peygamber Efendimiz Pazartesi perşembeleri, ayların 13-14-15. günlerini de oruçlu geçirirdi. Bunu da sorulan soruya cevap olarak söylemiş olalım.