Oruçla ilgili ayetleri yani Bakara suresinin 183’ üncü ayetinden itibaren okuyacağız. Bismillahirrahmanirrahim. “Ya eyyuhellezine amenu kutibe aleykumussiyamu kema kutibe alellezine min kablikum leallekum tettekun” “müminler oruç size farz kılındı nitekim sizden öncekilere de farz kılınmıştı”(2/183). Biliyorsunuz Allah-u Teala bir ayette şöyle buyuruyor: “şera’a lekum mineddini ma ves sa bihi nuhan” “bu dinden size, nuha neyi emrettiyse onu şeriat olarak koydu”(42/13). Yani peygamberlerin şeriatları arasında ufak tefek değişiklikler dışında bir değişiklik yoktur. Dikkat edin “sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı”(2/183) diyor. “Leallekum tettekun” “belki korunursunuz”(2/183).
“Eyyemen mea’dudat” “oruç sayılı günlerde farz kılınmıştır” “Femen kene minkum meridan ev ala seferin feıddetun min eyyemin uhar” “sizden kim hasta ya da yolculuk halinde olur da oruç tutamazsa başka günlerde o gün sayısınca oruç tutar”(2/184). Ayette hasta ve yolculardan bahsediliyor. Ama hastalık ve yolculuk tarifi yapılmıyor. Yani şu hastalıkta olan tutar, bu hastalıkta olan tutmaz diye bir şey söylemiyor. Bir sonra ki ayette de bu var. Bilenler vardır belki Kuranı Kerimdeki ayetler hep ikişerliler olarak indirilmiştir(39/23). Bunun ikişerlisi de bir sonraki ayettedir. “Sizden kim hasta ve yolcu olursa başka günlerde oruç tutar”(2/185). Birinci ayetin sonunda “ve en tesumu hayrul lekum” diyor. Yani “hastayken oruç tutsanız, yolcuyken oruç tutsanız daha hayırlı olur”(2/184). Diğerinde de diyor ki “yuridullahu bikumul yusra ve la yuridu bikumul usr” “Allah sizin için kolaylık istiyor zorluk istemiyor”(2/185). Bu ayetlerde hastalık ve yolculuk için bir tarif yapılmamış olması, bununda bir kolaylık olduğunun gösterilmesi buna rağmen oruç tutanın daha hayırlı olacağının bildirilmiş olması hastanın veya yolcunun kendisini zorlamasının gerekmediğini göstermektedir.
Bir zamanlar İstanbul Müftülüğündeyken toplu vaazlar düzenlemiştik. Onlardan bir tanesi de Süleymaniye Camiinde olmuştu. Zekat için Sabahattin Zaim Hocayı, oruçla ilgili olarak Asaf Ataseven’i ve bunun gibi birkaç tane Profesör getirip camide konuşturduk. Asaf Ataseven “Hangi hastalar oruç tutamaz?” diye bir konuşma yaptı. Öyle bir konuşma yaptı ki yanlış aklımda kalmadıysa sadece midesinde ülser olan, o ülserde belli bir seviyeye gelmişse ani mide kanaması olacağından dolayı o oruç tutamaz. Onun dışındakiler tutar gibi hatırlıyorum yani yanlışım olabilir. Ama hastalıkların büyük çoğunluğunda oruç tutmanın hastanın faydasına olduğunu bilimsel olarak anlattı ki anlattığı doğru gerçekten. Şimdi doğruda Allah-u Teala diyor ki “oruç tutmanız hayırlı olur” (2/184). Ama orucunuzu bozamazsınız demiyor. Şimdi arkasından Asaf Bey bunlar oruçlarını bozamaz diyor. Hata orada oluyor. Bizde şöyle bir anlayış var. Kitaplara baktığınız zaman görürsünüz, adam ölümle yüz yüze gelecek ki orucunu bozsun.
1970’ler de üniversitede okurken ramazan kışa geliyordu. Ramazanlarda vaaz etmek için İstanbul’a geliyordum. Babamın da bir dükkânı vardı ara sıra oraya gidiyordum. Camide de vaaz ettiğim bilindiği için birisi bana soru sordu. Soru Soran Kişi: Hocam ben kalp hastasıyım. Oruçluyken biraz durumumun bozulmaya başladığını görünce hemen zar zor dilaltı hapım vardı onu aldım. Bu durumda ne yapmam gerekir? Abdülaziz Bayındır: Hemen kefaret gerekir, dedim. Ne demek hiçbir şey olmamış ki hala ayaktasın, yürüyorsun. Bu olayı hep hatırladığım zaman gülerim. Ya biz bu işleri nasıl kötü öğrenmişiz. Yani böyle şey olur mu? Adam ölecek ki ondan sonra ağzına bir tane hap verelim. İşte kişi hastaysa veya yolcuysa tarifini de yapmadan Allah buna ruhsat veriyor. Bir de şöyle diyenler var; bazıları yolcuyken gideceği yere uçakla gidiyorlar, havaalanından otele kadar otomobille gidiyorlar, güzel güzel otellerde kalıyorlar… Abdülaziz Bayındır: Ama neticede bunlar yolcu mu? Oruç tutmayabilirler kardeşim. Soru Soran Kişi: Canım tutsam ne olur? Abdülaziz Bayındır: Tut tabii ki çok iyi olur. Çünkü Allah-u Teala zaten diyor ki “ve en tesumu hayrul lekum” “oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır”(2/184). Dolayısıyla milletin sıkboğaz edilmesine gerek yok. Sonra her hastalık her insanda aynı derecede seyretmez. Vücutların dayanıklılığı farklıdır. O sebeple her bir hastalığın vücut üzerindeki etkisi de farklıdır. Yaratıcı bunu en iyi bilendir. Bazı hocalar diyor ki tabi zamanında bizde dedik. Bazı Hocalar: Efendim bir Müslüman doktora gideceksin. O Müslüman doktor sana tutamazsın diyecek, o zaman sende tutmayacaksın. Abdülaziz Bayındır: Şimdi önce gideceksin adama Müslüman mısın diyeceksin, sana ne diyecek? Tabi doktor beş vakit namazını da kılsa canı sıkılır. Sen bana doktor diye geldin. Ne demek şimdi Müslüman mısın diye soruyorsun. Ben senin karşında doktorum diyecek. Bazı Hocalar: Bir de uzman doktor olacak. Abdülaziz Bayındır: Şimdi Asaf Bey’e rastladıysan yandın. Adam hem Müslüman hem de uzman doktor. Oruç senin hastalığına yarar der. Doğru gerçektende yarar ama Allah ruhsat veriyor kardeşim. Hastaysan tutmayabilirsin sonra tutarsın diyor.
“Ve alellezine yutikunehu fidyetun taamu miskin”(2/184) bu ayetteki “yutikunehu” kelimesi, tefsirlerden ve meallerden anladığımıza göre âlimleri bayağı uğraştırmış olan bir kelimedir. “yutikunehu” kelimesinin anlamı “ona güç yetirenlerdir”. Bakıyorum buradaki “hu” zamirini oruca gönderiyorlar. Yani “hu” zamirini “size oruç sayılı günlerde farz kılındı”(2/184) hitabında ki oruca gönderince oruç tutabilenler “fidyetun ta’amu miskin” “bir miskin yani bir yoksulu doyuracak kadar fidye verecek”(2/184) anlamı çıkıyor. Böyle de olunca kişinin fidye vermesi için yine o kişinin yanlış bir şey yapması lazım ki o yanlışını kapatabilsin. O zaman oruç tutmazsa diye bir durumun olduğu anlaşılıyor. Bu seferde bazı âlimler “oruca gücü yetip de oruç tutmayanlar bir yoksulu doyururlar”(2/184) ve kişinin görevi biter, diye mana veriyorlar. Böyle bir mana verince işler karışıyor. Çünkü burada şöyle bir şey oluyor. Yani hasta ve yolcu olanlar oruç tutamazsa tutamadığı günlerin orucunu başka gün tutacak. Adam sağlıklı, afiyet içerisindeyse tutmayabilir, onun yerine fidye verir. Şayet böyle olursa sağlıklı olmak, hasta olmaktan da yolcu olmaktan da daha iyi değil mi? Bizde ne yapalım, ne yapalım, diye düşünürken… Mesela bazı âlimler çok farklı bir yola girmişler. “ve alellezine yutikunehu”(2/184) yani “ona gücü yetenler” anlamını tam tersine çevirip “gücü yetmeyenler” diye tercüme etmişler. Yani başında bir “la” harfi varmış gibi olumlu cümleyi olumsuza çevirmişler. Bazı âlimlerde olumlu anlamı olumsuza çeviremediği için kelimenin anlamıyla oynamışlar. Mesela vefatı hicri 425 olan Ragıp El İsfehani’nin Müfredat diye çok meşhur bir Kuranı Kerim lügatı vardır. Bir katılımcı: Bin sene olmuş. Abdülaziz Bayındır: Şimdi 1425 deyiz değil mi? Evet tam bin sene önce ölmüş, yani ondan önce yaşıyormuş. Bizde bu sözlükten çok istifade ediyoruz. Cenabı hak mekânını cennet etsin. Ama bir adamın iyi bir âlim olması yanılmayacağı manasına gelmez ki. Ragıp El İsfehani Müfredat: Takat kelimesi, 12:42 12:43 sn arası anlaşılmıyor. gelmedir. Abdülaziz Bayındır: Mesela kemerler için biz “tak”, “tak-ı zafer” falan diye kelimeler kullanıyoruz. Güvercinlerin boynunda doğal halkalar vardır. Ona “tak” derler. İşte “takı” dediğimiz arkasına bir “-ı” ilave etmişiz. Araplar onlara da 13:03 13:04 sn arası anlaşılmıyor. derler. Yani aynı kökten geliyor. “Taka” kelimesi de onun mastarı oluyor. Bu kitapta “taka” kelimesi ile ilgili olarak şöyle bir anlam var. Ragıp El İsfehani’yi yanıltan o ince çizgiyi anlamanız için çok dikkatli bir şekilde dinlemelisiniz. Ragıp El İsfehani: 13:36 vettakatu ismun li miktarı marukin lil insani ey????? ????*” 13:44 Takat, bir kimsenin zor olarak yapabileceği en alt noktadır. Abdülaziz Bayındır: Yani bir kişinin zorlanarak yapabileceği şeyin alt sınırıdır. Daha yukarısına gücü yetmiyor. Mesela zar zor şunu yapabiliyor, deriz. Ragıp El İsfehani: Bir kişinin zar zor yapabildiği bir şeye karşı olan gücüne takat denir. Abdülaziz Bayındır: Yazının başından beri okumuyordum. Bu açıklamanın öncesinde takatin güç ve kuvvet anlamına geldiğinden bahsediyor. Ragıp El İsfehani: 14:32 14:36 sn arası anlaşılmıyor. Bu bir şeyi kuşatan bir kuşağa benzer. Abdülaziz Bayındır: Yani bir kuşak bir şeyi kuşatmış artık onun dışına çıkamıyor. Buda işte yapabileceği bir şeyi zar zor gücünün en son yettiği yere kadar yapabilir. Bazı âlimlerde bundan dolayı “ve alellezine yutikunehu” ya “kendini çok zorlasa oruç tutabilecek ama tutmuyor” diye mana veriyorlar. Yani takati, kendini zorlasa yapabilecek anlamında kullanıyorlar. Halbuki Allah-u Teala Bakara suresinde şöyle diyor: “ve la tuhammilna ma la takate lena bih” “takatimiz olmayan şeyi bize yükleme”(2/286). Ragıp El İsfehani takatten bahsettiği yerde bu ayeti de koymuş ve onu da şöyle açıklamış. Ragıp El İsfehani: 15:29 15:32 sn. arası anlaşılmıyor. “Onu yerine getirmek bize zor olan şeyi bize yükleme”. Abdülaziz Bayındır: Takatimiz olmayan şeye “la takate” diyoruz. Birincisinde takat olumluydu dikkat edin Bakara 286’da olumsuz kullanılıyor. Olumlu takati kişinin bir şeyi yapmaya zar zor yetirdiği güç diye açıklıyor. Ragıp El İsfehani: Zar zor yapılabilen bir işe olan kuvvete takat denir. Abdülaziz Bayındır: Ancak o kadarına gücü yetiyor. Örneğin ileri yaşlarda bir adamı düşünün. Oruç tutuyor ama öğleden sonrasını da artık yatakta geçiriyor. İftarı zor ediyor. İşte buna takat diyor. Fakat ayete “takatimiz olmayan şeyi bize yükleme”(2/286) diye mana veriyor. Önceki takat olumluydu, bu olumsuz takate nasıl anlam veriyor? Ragıp El İsfehani: “Bize yapması zor gelen şeyi yükleme” (2/286). Abdülaziz Bayındır: Bakın “olumsuz takate” “yapması zor gelen” diyor. Peki “olumlu takate” “yapması kolay gelen” demesi lazım değil mi? Çünkü zor gelenin zıttı, kolay gelendir. O kolay gelene de şu manayı veriyor. Artık adam gücünün son damlasına kadar kendisini harcayacak yapacak. Şimdi burada bir zihin kayması olmuş. Hâlbuki o mana olmaz. “Takatimiz olmayan şeyi bize yükleme” demek yani “gücümüzün yetmediği şeyi bize yükleme” demektir. O zaman takat nedir? Bir şeye güç yetirmektir. Zaten Türkçemizde de var. Takatim var dediğimiz zaman gücüm yetiyor veya takatim yok dediğimiz zaman da gücüm yetmiyor demektir. Burada Ragıp El İsfehani’nin yanılması birçok tefsir âlimini de yanıltmış. Bundan etkilenerek bazı âlimler şu manayı veriyorlar. Bazı Âlimler: “ve alellezine yutikunehu” “çok zorlansa ona güç yetirecek” öylelerine de “bir yoksulu doyuracak bir fidye gerekir”(2/184). Abdülaziz Bayındır: Bu anlamı verince bu duruma girenler kim olabilir? Çok zorlansa oruç tutabilecek durumda olanlar kim olabilir? Bir katılımcı: Hastalar olabilir. Abdülaziz Bayındır: Müzmin hastalar olabilir. Müzmin, İyileşme ümidi olmayan hastalar olabilir başka? Bir katılımcı: Yaşlılar. Abdülaziz Bayındır: İleri yaşlılar olur. “Çok zorlansa ona güç yetirecek” manasını oraya monte etmişler. Ayetin manası buna hiçbir şekilde imkân vermiyor. Burada bir yanılma olmuş. Bilmem anlatabildim mi? Çok ince bir detay. Yani “la takat”i “takat” anlamına çevirmiş. Takat olmamayı takat anlamına çevirmiş ve ayette bir mana kayması meydana gelmiş. Oda birçok tefsirciyi yanıltmış. Siz kendi önünüzdeki meallere bakın bende kendi önümdeki meale bakayım. Bende ki A mealinde: “oruca dayanamayanların” demiş. Yani “yutikunehu” yu “la yutikunehu” diye tercüme etmiş. Tam olumluyu olumsuza çevirmiş. Sizinkilerde nasıl? Bir katılımcı: İhtiyarlık ve devamlı hastalık gibi sebeplerle oruç tutmaya güç yetiremeyenler üzerine bir… Abdülaziz Bayındır: B mealinde, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler”. Hiç farklı tercüme eden var mı ? Bir katılımcı: Oruca zorlukla dayananlar. Abdülaziz Bayındır: C mealinde: Zorlukla dayananlar. Zaten oda dayanamayan demektir. Başka? Bir katılımcı: Zor dayanabilen… Abdülaziz Bayındır: D mealinde: Zor dayanabilen. Bir katılımcı: Bende ki mealde dayanıp kalanlar… Abdülaziz Bayındır: O Elmalılı Hamdi Yazır’ın mealidir. Dayanamayanlar demek istiyor. Elmalılı Hamdi Yazır orada bakmış bu söz olumlu buna olumsuz manayı nasıl vereyim diye şaşırmış “dayanıp kalan” demiş. Gittik, dayandık kaldık. Burada çok ciddi bir yanılma var. Bu tür yanılmaları biliyorsunuz sık sık söylüyoruz. Allahtan ki bugün Enes Hocayla araştırırken bunun kaynağını bulduk. Yanılmayı Ragıp El İsfehani yapmış. Zaten bizdeki en büyük hata o. Bir kimse büyük bir âlim olunca insanlar diyor ki bu yanılmaz artık. Birisi ne kadar büyük âlim olursa olsun sonuçta insandır ve yanılabilir. Onun için bu şahsın ben yanıldığından dolayı günah işlediğine hiç inanmıyorum çünkü insandır. Bir insan için yanılmamak mümkün değildir. Ama bunun yanılgısını ilim diye alanlara ne demek lazım. “ve la tuhammilna ma la takate lena bih”(2/286) ayetine aykırı. Onu oradan ilim diye alıp tefsirleri onlarla doldurmuşlar. Bakın elinizdeki meallere “gücü yetmeyenler de fidye versinler” tercümeleriyle dolu. Allah bir insana gücünün yetmediğini yükler mi? Allah açıkça demiyor mu? “La yukellifullahu nefsen illa vusaha” “Allah hiç kimseyi gücünün yetmediği yükü hiç kimsenin üzerine yüklemez” (2/286) diyor. Peki, gücü yetmiyorsa adam suç mu işledi ki fidye versin. Adamın gücü yetmiyor. Bundan dolayı gücü yetmeyene yapılacak hiç bir şey yoktur. Herhangi bir şey yok.
Burada iki anlayış ortaya konmuş. İkisi de hatalı. Birincisinde tutmuşlar zamir en yakınına gitmesi gerekirken uzağa göndermişler. Orucu tutanlar fidye versinler, demişler. Yani oruç tutmaya güç yetirenler. Önce güç yetiren manasını vermişler. Oruç tutmaya güç yetirenler oruç tutmazlarsa fidye versinler, demişler. Arkasındanda bir rivayet konmuş. O rivayeti Buhari’ye Müslim’e de yerleştirilmiş. Bu tip şeyler kolay yerleştirilir. Şöyle diyorlar efendim başlangıçta Müslümanlardan isteyen oruç tutardı. İsteyende tutmaz onun yerine bir fakiri doyururdu. Arkasından gelen ayet bunu nesh etti. Bunların dediğinin olması halinde birinci ayet zaten kendi kendiyle çelişir. Bakara 184’üncü ayet hastalara kaza borcunu yükleyecek sağ olanlara oruç tutup tutmamayı serbest bırakacak. Öyle şey olur mu? Hasta ve yolcu tutamazsa kaza yapacak. Ama sağlıklı keyfi yerinde olan adam ister tutacak, ister tutmayacak. Böyle şey olur mu? O zaman o noktaya geliyor ayet. İşte bu anlamı verince şaşırdıkları için bazıları da bu defa kelimenin anlamını değiştirerek işi kurtarmaya çalışmışlar. Oda bir başka prensiple çatışmış. Çatışıyor ki onu zaten göstermiyorlar kitaplarda. Yani birincisini söyleyenler bu ayet nesh edilmiştir diyorlar. Onu kabul etmek mümkün değil. Öyle şey olur mu? Bunların söylediklerine göre ayetin yarısı nesh ediliyor. Bıçakla o kelime çıkarılıyor içerisinden tamam. Böyle şey mi olur? Allah diyor ki “Ma nensah min ayetin ev nunsiha” “biz ayeti nesh edersek”(2/106) diyor. Ayetin parçasını nesh edersek demiyor ki. Nesh edilecek olan ayetin tamamı, ya edilir ya da edilmez. Her şeyle çatışıyor yani. Ondan sonra o olmadı. İkinci grupta kelimenin anlamını olumsuza çeviriyorlar. Buda Kuranı Kerimle çatışıyor. Çünkü bir insanın gücünün yetmediği görevi Allah yüklemez ki. Öyleyse ne yapmak lazım?
Yapılacak şey şu. “ve alellezine yutikunehu”(2/184) da ki “hu” zamirini en yakına göndermek. Çünkü her şeyden önce ilk yapılması gereken odur. Arapçada zamir yakınına gönderilir. Eğer bir engel çıkarsa o zaman uzaklara gönderilir. Yakınında ne var bunun. Ne dedi yakının da “kim hasta olur ya da yolcu olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar”(2/184). Yakındaki hastadır ve yolcudur. Örneğin adam hasta hastalıktan iyileşmedi öldü veya yolcu yolculuğu bitmeden ölebilir. Peki, bundan dolayı bu kişinin yapacağı bir şey var mı? Yok. “ve alellezine yutikunehu” “o orucu kaza etmeye güç yetirenler”(2/184) yani kaza etme fırsatı buluyorlar. Hasta olan iyileşmiş kaza edecek durumda veya yolcu olan yolculuktan dönmüş kaza edecek durumda. Bunların yapması gereken bir şey vardır bir fidye vermektir.
Fidye nedir? Bir miskin taamı fidyedir. Bir yoksulu veya çaresiz kalmış bir kimseyi doyuracak bir fidyedir. Yani en asgari ölçüler. Bugün peygamberimizin hadisinde Hadisin Orjinali işte 1,5 kg buğday, buğday unu ya da bugün için mesela 3 ekmek veya 4 tane ekmek neyse bu işi katıksız görür. Bazıları diyor ki “biz neler yiyoruz neler”. Tamam, sen fazla verebilirsin. Buradaki amaç en alt sınırı belirlemektir. Yukarısına istersen adama bir fabrika bağışla. Hiçbir zararı olmaz. Ama esas olan en alt sınırıdır. O alt sınır bir yoksul yiyeceğidir. Şimdi ne yapacak adam? Hem orucunu kaza edecek hem de bir yoksulu doyuracak. Neden öyle yapacağını biraz sonra ayette göreceğiz.
“Femen tetavvea hayran fehuve hayrul leh” “kim bir hayrı içten gelerek yaparsa ve onu artırırsa kendisi için daha hayırlı olur”(2/184). Yani sen gönül hoşluğuyla bir miskini veya bir yoksulu doyuracağına yani en alt vereceğini en üst seviyede ver. Elbette ki daha hayırlı olur. Birde bunu gönül hoşluğuyla, içten gelerek karşı tarafa rahatsızlık vermeden yaparsan çok güzel olur. Şimdi ondan sonra diyor ki Allah-u Teala “ve en tesumu hayrul lekum” “orucu tutmanız sizin için daha iyidir”. Mesela adam hasta ve orucunu bozdu. Bozmasa ne olacak? Bir katılımcı: Daha iyidir. Abdülaziz Bayındır: Daha iyi olacak. Bozmaması daha iyi ise sonradan kaza etmek ile bu daha iyiye kavuşur mu? Bir katılımcı: Eksiklik olur… Abdülaziz Bayındır: Eksiklik kalır değil mi? İşte o eksiği de fidyeyle kapatacak. Mesela Ramazanda oruç tutan bir kişi 100 sevap alıyor olsun. Hasta veya yolcu olduğu zaman tutmayabiliyor. Kaza ettiği zamanda 80’e düştüğünü düşünün. Bir yoksulu da doyurduğu zaman o 20’yi de onunla kapatacak. Şimdi böylece doğal bir caydırma olacak. Allah hastayken veya yolcuyken oruç tutmama ruhsatı veriyor ve hastalığın ya da yolculuğun tarifini de yapmıyor. O zaman bir tane de fakiri doyurmamı söylüyor. Kişi doğal olarak ne yapar? Ben şimdi tam tutayım der.
28:24 Bir katılımcı: şimdi geçen hafta işlediğimiz 28:30 sn arası ???? Abdülaziz Bayındır: Geçen hafta hanımların oruç tutmaması konusunu bu yorumla birlikte söylesem hepsi oruç tutar. Bir de fidyemi vereceğim, derler. 28:38 Enes hoca: 28:41 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: Tutamadığı her gün için. Enes Hoca: Her gün için diyor, ama ayette yok. Abdülaziz Bayındır: Ayette öyle bir şey yok mu? 28:46 Enes hoca: 28:49 sn. arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: “ve alellezine yutikunehu” ya Beydavi “la yutikunehu” mu demiş? Nasıl mana vermiş “yutikunehu” ya. 28:59 Enes hoca: 29:05 Abdülaziz Bayındır: Beydavi gerçekten çok değerli bir tefsir âlimidir. Oda aynı sıkıntıya düşmüş. Beydavi’nin vefatı kaç? Bakalım Ragıp El İsfehani’den önce mi sonra mı? Enes Hoca: 791. Abdülaziz Bayındır: Tamam, 791 ise Ragıp El İsfehani’den sonradır. Takat kelimesine farklı anlam veren en eski olarak Ragıp El İsfehani’yi gördüm ama bundan eskisi de olabilir. 1–2 saatlik bir araştırmayla konuştum. Takat kelimesine farklı anlam verilmesi belki Ragıp El İsfehani’den daha eski olabilir.
Bir katılımcı: Hocam o zaman 60+1 nereden geliyor? Abdülaziz Bayındır: 60+1 meselesi farklı. Geçende Mustafa Çavdar geldi. Mustafa Çavdar: Hocam bu 60+1 benim kafama yatmadı. Onu sana sorayım. Abdülaziz Bayındır: Nasıl yatmadı? Mustafa Çavdar: Allah ayette diyor ki “bir kötülüğün cezası onun dengi bir kötülüktür”(6/160). Bu 60+1 nereden çıktı? Ne cevap vereceksin? Abdülaziz Bayındır: Benim cevap vermeme lüzum yok sen cevabını verdin, dedim. Bu konuyla ilgili şu olayı anlatırlar. Hadisin Orijinal Metni: Peygamberimiz’e (s.a.v.) bir zat geliyor. Ya Resulullah ben mahvoldum diyor. Ne oldu, diyor. İşte ramazanda eşimle cinsel ilişkiye girdim. Köle azat edecek kadar mal bulman gerekiyor, diyor. Hayır, bu kadar malı bulamam, diyor. O zaman 2 ay oruç tutacaksın, diyor. Diyor ki zaten başıma ne geldiyse oruçtan geldi. O zaman 60 tane fakiri doyuracaksın, diyor. Ben kendi karnımı doyuramıyorum, diyor. Peygamberimizin yanında bir sepet hurma varmış. Al bu hurmayı fakirlere dağıt, diyor. Benden daha fakirine mi, ya Resulullah diyor. Vallahi şu Medine’de benden daha fakir kimse yok, diyor. O zaman git kendi çoluk çocuğunla beraber bunu yiyin, diyor. (Buhari savm 30, Müslim sıyam 81,Ebu Davud savm 37) Bunun benzeri bir olayda zıhar konusunda geçiyor ki bu hadis zıhara uyuyor. Hadisteki olay ramazan günü eşiyle ilişkide bulunmaktır. İlişkinin iki tarafı vardır. Biri kadındır, biri erkektir. Bu ceza her ikisine de ayrı ayrı verilmesi gerekirdi. Hâlbuki bu hadiste sadece erkekle ilgili bir ceza var fakat kadınla ilgili bir şey yok. Ondan sonrada yetmiyormuş gibi adam karlı çıkarak gidiyor. Dolayısıyla 60+1 olayına getirdikleri tek delil budur. Bu delil üzerinde inceleme yaptığınız zaman Mustafa Çavdar’ın söylediği delil daha sağlam çıkıyor. Ama yinede bu hadisi şerif bu şekliyle varsa yani sahihse ki sahih görünüyor. Benim hep aklımda duruyor ama fırsat bulamıyorum. 60+1 olayı ile ilgili yani bu hadisle, zıhar konusuyla ilgili olan hadisi inceleyebilsek. İki hadis aynı hadis midir yoksa farklı hadis midir? Aynıysa çünkü orada anlatılan zıhar kefaretidir.
Zıhar, bir kimsenin karısını anasının sırtına benzetmesidir. Yani Araplarda böyle bir şey vardır. Adam karısına sen bana anamın sırtı gibisin dedi mi artık o kadınla bir daha ilişkide bulunmuyor. O kadın o evde duruyor. O adamın anası gibi sayılıyor falan böyle çirkin bir söz olmuş oluyor. Cenabı Hak bu söze bir ceza getirmiş. Tekrar eşiyle ilişkiye girmek isterse ilişkiye girmeden bir köle azat edecek. Eğer buna gücü yetmezse iki ay oruç tutacak. Buna da gücü yetmezse 60 fakiri doyuracak. Ahzab suresinde miydi? Enes Hoca: Mücadele suresi… Abdülaziz Bayındır: Mücadele suresi tamam. “Vellezine yuzahirune min nisaihim” “karılarına zıhar yapanlar” “summe yeudune lima kalu” “sonra dediklerine tekrar geri dönerlerse” yani “karılarını annelerine benzettikleri bu çirkin sözü söyledikten sonra eşleriyle birlikte olmak isterlerse”. Bunların yapmaları gereken “fetahriru rakabeh” “bir köle azadıdır”. “min kabli ey yetemassa” “eşleriyle ilişkiye girmeden önce” “zalikum tuazune bihi” “size öğüt verilen budur” “vallahu bima tea’melune habir” “yaptığınız şeyden Allah haberdardır” “Femen lem yecid” “köle bulamazsa” “fesıyamu şehrayni mutetabiayn” “peşpeşe 2 ay oruç tutar” “min kabli ey yetemassa” yine “eşiyle ilişkiye girmeden önce”. “femen lem yestetı’” “kimin buna gücü yetmezse” “feıt’amu sittine miskina” “o zaman 60 tane fakiri doyurur”(58/3–4). Bizim kitaplarımızda oruç kefareti diye geçen Peygamber Efendimizin olayla ilgili olarak söylediklerinin tamamıda bu zıhar ayetlerinde geçenlerdir. Birde bu olayın zıharla ilgili olduğuna dair Ahmed bin Hanbel’de bir rivayet var. Şimdi o konuda yeterli bir inceleme yapmadığım için bu kadarla iktifa ediyorum. Daha sonra inşallah onu bir fırsat bulursak tamamlarız.
“Şehru ramedan ellezi unzile fihil kur’an” “ramazan ayı öyle bir aydır ki kuran o ayda indirilmiştir” “huden linnas” “insanlar için yol gösteren” “yol gösteren kuran” “ve beyyinatin minel huda” “ve o doğru yolu açıklayan belgeler”(2/185) yani bir “huda ayetleri” hedef gösteren; kısa, özlü muhkem ayetler var. Bir de o huda ayetlerine benzeyen ve onları açıklayan müteşabih ayetler var(3/7). “vel furkan” “ve kuranı kerim hak ile batılı ayıran”(2/185) bir kitap olarak indirilmiştir. “femen şehide minkumuş şehra felyesumh” “sizden kim o aya şahid olursa o ayı oruçlu geçirsin”(2/185). Aya nasıl şahit olunur? Bir katılımcı: Hilalin görülmesiyle… Abdülaziz Bayındır: Evet hilalin görülmesiyle. Daha önce birkaç kere burada bahsetmiştik. Yeni gelen arkadaşlarımıza ve internet başında olanlar için yeni olur. Daha önce dinleyenler için tekrar olur. Kameri takvim dediğimiz gökteki ayla belirlenen aylar, güneşin batmasından sonra batı ufkunda görünen hilalin kaybolmasıyla birlikte başlar. Yani güneş battıktan sonra ortaya çıkan hilalin kaybolmasından itibaren yeni ay başlamıştır. Tekrar öyle bir hilal görününce de ay bitmiş olur(36/39). Bu ikisi arasındaki süre bazen 29, bazen de 30 gün çeker. Ondan sonra ikinci gün bakarsınız ki hilal biraz kalınlaşmış, bu iki günlük hilal diyebilirsiniz. Sonra 3 günlük hilal, 5 günlük hilal diye sayabilirsiniz. Ayın 13’ü, 14’ü, 15’inde de tam yuvarlak görünür. Sonra Nasrettin hocanın dediği gibi onları da yıldız yapmak için kırparlar. Ayın sonuna doğruda küçülür(36/39). Şimdi bu gökteki hilal ve ay doğal bir takvimdir. Gökyüzüne bakarsınız bugün ayın kaçı olduğunu çok küçük yanılmayla tespit edersiniz. Mesela bugün ramazanın 12’sinde bulunuyoruz. Gökyüzüne baktığınız zaman artık o hilal dolunay olmaya doğru iyice yaklaşmıştır. Yarın akşamdan itibaren tam dolunay gibi görünür. Ondan sonra giderek tam dolar. Bunu çok rahatlıkla anlarsınız. Bugün 26 Ekim yani Ramazanın 12’nci günüdür. 40:17 Ramazanın 12 si dememin sebebi ne biliyorsunuz değil mi? Gün güneşin batmasıyla başlar ve biter. Güneş battı ramazanın 11i bitti. Teravih namazları ne zaman başladık. Önce oruç tutup sonra teravih mi kılıyoruz. Önce teravihmi sonra oruç mu tutuyoruz. Bir katılımcı: Önce teravih. Abdülaziz Bayındır: Önce niye teravih kılıp oruç tutuyoruz. Bir katılımcı: gün başlıyor. Abdülaziz Bayındır: Çünkü ramazan başlamış oluyor. Güneşin batımıyla birlikte ramazan başlıyor. Başladığı için namazını kılıyoruz. Bayram akşamı teravih kılıyor muyuz. Bir katılımcı: hayır kılmıyoruz. Abdülaziz Bayındır: Çünkü güneş battığı an ramazan bitmiş oluyor. Ve bayram başlamış oluyor. Hep böyle tabii şeylerdedir. Yani Güneşin batışını herkes bilir. Peki şuanda kullandığımız takvimde gün ne zaman biter. Gece saat 12 de. Gece saat 12 de hangi tabii değişiklik oluyor da gün bitip başlıyor. Saatimiz bozuksa hiç bişi yok. Hiçbir işaret yok. Ama güneşin batması herkes için ciddi bir işarettir değil mi? Aynen onun gibi 41:35 Bugün 26 Ekim 2004. Peki bu günün 26 Ekim olduğunun işareti nedir? Bileniniz var mı? Öyle diyorlar, öyle kabul ediyoruz. Birisi bize sorsa en fazla takvim öyle yazıyor diye cevap veririz başkada bir şey söyleyemeyiz. Ama kameri ay için şöyle diyebiliriz: Baksana aya, 12 günlük ay var orada. Kameri takvimin doğal bir işareti vardır. Dolayısıyla bu, dünyanın her yerinde herkes için doğal bir takvimdir. Gün bittimi başladımı bakar saat 12 olmuşmu. Ne lüzumu var güneş batmışmı batmamışmı. Gayet basit. Her zaman insanlar bugün bizim yaşadığımız gibi öyle internetlerle, elektriklerle, otomobillerle, uçaklarla falan yaşamazlar. Allah göstermesin bugün petrol kuyuları bir bitecek olsa çoğunuz evinize de gidemezsiniz bu akşam burada yatacaksınız. Ondan sonra ulaşımın çeşitli yollarını arayacaksınız. O zaman bu teknoloji dediğimiz şey canı alınmış ceset gibi kalacak. Onun için din her zaman şartlar ne olursa olsun yaşanacaktır. Ondan dolayı Allah öyle esaslara bağlamış ki bunlar değişmez. İnsanlar ister zengin olsun ister fakir. İster çok ileri teknolojiye sahip olsunlar, ister hiçbir şeye sahip olmasınlar bu doğal işaretler sürekli onların karşılarında bulunur.
Ramazan başladı mı, başlamadı mı? Güneşin batışına bakıyoruz, hilalde çok ince herkes görebilir mi? Göremez. Hilal olmadığı halde adam kendini şartlandırmıştır. Kaşından bir kıl gözünün önüne gelir. Uzaklara baktığı için de kaşının kılını fark etmez. Bak hilali gördüm, der. Vallahi diye yeminde eder. Hâlbuki kaşının kılını görmüştür. Onun için herkesin konuşabildiği bir konuda ihtilaf kaçınılmazdır. Onun için birisi bu gün ramazan der, birisi de yarın der. Bu öteden beri olmuştur. Son zamanlarda bir durulma oldu. Herkes bu konuda konuşabiliyor. Ama az önce söylediğim gibi ekim ayı bitti mi, bitmedi mi? Çıkıp da bir yerden gözlem yapmamız mümkün değil. Sadece takvimlere bakarız. Hiç birimiz bu konuda bir şey bilmiyoruz. Birkaç tane uzman biliyor. Onlarda böyle diyorlar, bizde peki diyoruz. Onun için orada hiç ihtilaf olmaz. Onlar çünkü takvimleri yapar görürler ve iş biter.
“ve men kane meridan ev ala seferin feıddetun min eyyamin uhar” “kim hasta ya da yolculuk halinde olursa tutamadığı günler kadar başka günlerde oruç tutar” “yuridullâhu bikumul yusra ve la yuridu bikumul usr” “Allah size kolaylık istiyor size zorluk istemiyor”(2/185) yani hasta ve yolcuların oruç tutmayabilir şeklindeki onlara tanınan kolaylık sadece bir kolaylık olsun diyedir. Yoksa Allah böyle bir kolaylık da size tanımayabilirdi. “ve litukmilul ıddete” “birde o sayıyı tamamlayasınız diye”(2/185). Herkes ramazanda 30 gün oruç tutmuş fakat siz hastasınız 1 hafta eksik oruç tuttunuz diyelim. Allah o eksiğinizi tamamlama fırsatı da vermiş oluyor.
“ve litukebbirullahe ala ma hedakum” “size bu yolu gösterdiği için de Cenabı Hakkı büyükleyesiniz” yani “büyüklüğünü kavrayasınız”(2/185) diye. Mesela Ramazanda orucumuzu tutmuşuz her şey tamam bayramda camiye girerken ne yapıyoruz? Tekbir getiriyoruz. Camide tekbir getiriyoruz. Camiden dönüşte yine tekbir getiriyoruz. “Allahu ekber Allahu ekber la ilahe illallahu vallahu ekber Allahu ekber ve lillahil hamd”.
“ve leallekum teşkurun” “belki Allaha teşekkür edersiniz”(2/185) Teşekkür kelimesi, bir insan ben Allaha teşekkür ederim dese bizde çok garip karşılanır. Şuna bak Allaha teşekkür edilir mi, deriz. Araplar için bu son derece normaldir. Çünkü Araplar birine teşekkürü bu ifadelerle kullanırlar. Onların farklı bir kelimeleri yoktur. Bizde farklılaşmıştır. Mesela bizim burada Rasim Hoca var. Biraz vücudu zayıfladığı için derslere gelmiyor. Moskova’da ve Azerbaycan’da yetişmiş. İslam ile burada tanıştı. Kendisinin Müslüman olduğunu biliyorum. Rasim Hoca: Bir kere bir Kuran-ı Kerimi görmek istedim. Yani sırf görmek için kütüphaneye gittim. Dediler ki Polis Bürodan izin alırsan gösteririz. Yoksa yasak. Abdülaziz Bayındır: Yani görmesine bile müsaade etmemişler. Şimdi kuran ayetlerini okudukça her defasında dünyası yenileniyor. Arada sırada gelip hocam Allaha çok teşekkür ederim bana kuran okumayı nasip etti, diyor. Allah’ıma çok teşekkür ederim. Doğal olduğundan dolayı benim çok hoşuma gidiyor. Ama bizim vatandaşlarımız Allaha şükrederiz, sana teşekkür ederiz der. Bana teşekkür ettikleri zaman bunun manasını bilirler. Ama Allaha şükrettiği zaman bunun manası nedir, diye sorduğum zaman adam şöyle biraz düşünüyor. Cevapsız bırakmamak için bir takım şeyler söyler. Hâlbuki Allaha teşekkür ederim dese ne dediğini çok iyi bilir. Çünkü akşama kadar o teşekkürü yapıyor. O ortamda yaşıyor. Kuranı Kerim yaşayan dilledir. Sokakta insanların kendi aralarında konuştuğu dilledir.
“Ve iza seeleke ıbadi anni feinni karib” “kullarım sana beni soracak olurlarsa ben onlara yakınım”(2/186). Allah bize şah damarımızdan daha yakındır(50/16). Onun için araya aracı, vasıta falan koymanın hiçbir anlamı yoktur. Araya aracı koyduğunuz zaman ne olur? Arayı kesmiş olursunuz. Allah size şah damarınızdan daha yakındır. Allah ile kendi aranıza bir aracı koydunuz mu, Allah ile ilişkiyi kesmiş olursunuz. Mesela kafayla vücudun arasına şöyle incecik bir kılıcı bile koysanız irtibat kopmuştur. Yani siz nerede olursanız olun Cenabı Hak sizinle beraberdir. O zaman bize Allahtan daha yakın birisi olmadığına göre neden araya bir aracı koyalım? Bizi yaratan, içimizi ve dışımızı yani her şeyimizi bilen o ve bize istediğimiz kadar da zaman ayırıyor. Onunla istediğimiz kadar konuşabiliyoruz, dertleşebiliyoruz. Kendi problemimizi ona açabiliyoruz. Ve her şeye de gücü yetiyor. Tüm problemleri çözmeye gücü yetiyor. Ama birisi çözmüyor, der. Bu dünya imtihan yeridir. Senin o istediklerini Cenabı Hak bu dünyada verecek olsa buranın imtihan yeri olması diye bir şey olmaz. Mesela yarabbi ödemem gereken borcum var. Peki, al kulum sana şu kadar borcunu öde. Ya Rabbi, evim de pekiyi değil, peki al sana ev. Ya Rabbi, bizim arabada eski model, keşke sıfır olsa… Hadi al sana bir sıfır araba. Ya Rabbi, çok da hastalandık, ihtiyarladık biraz vücudumuz genç olsun. Peki, vücudun genç olsun. Ya Rabbi, hanım da öyle. Peki, oda genç olsun. Burası ne olur o zaman? Burası cennet olur. Hâlbuki biz buraya imtihana geldik. Allah hem bizi imtihan edecek hem istediklerimizi verecektir. Öyleyse bunun bir prensibi yani bir formülü olmalı. Allah-u Teala onu bize öğretiyor. Diyor ki “Ya eyyuhellezine amenusteinu bis sabri ves salah” “Müminler Allahtan yardımı şöyle ister diyor: Sabır göstererek”(2/153). Çünkü o imtihan tamamlanacak. Sadece senin isteğin değil, Allahın isteği de olacak. “Ve namaz kılarak isteyin”(2/153). Onun için burada diyor ki “Ve iza seeleke ıbadi anni feinni karib” “kullarım sana beni soracak olurlarsa ben onlara çok yakınım”. “ucibu deaveted daı” “beni çağıranın çağrısına karşılık veririm”(2/186). İyi ama olmuyor. Ne yapacaksın? Allah bizim isteğimizi kabul etmiyor, gidip Eyüp Sultan’da bir şey mi kessek? Ne yapacağız, orada Cenabı Hakka baskı yaptıracağız. Hâşâ! Yani biraz düşünürse bunun manası odur. Parası da gitti, hayvanı da kesti. Niyeti Allah rızası olmadığı için parası boşuna gitti. Üstelik işi de olmadı. O zaman ne yapalım? Falan yerde bir ağzı dualı bir efendi varmış. Onun bir dediğini Cenabı Hak iki etmiyormuş. Hâşâ, tövbe estağfurullah. Hadi ona gidelim. Ağzı Dualı Efendi: Evvela gel şöyle benim elimi bir al. Önce bizim aramıza katıl. Abdülaziz Bayındır: Adamı manevi bakımdan soyar soğana çevirir. Maddiyat fazla mühim değil. Ama mana çok önemlidir. Ağzı Dualı Efendi: Dur bakalım olur elbet. Abdülaziz Bayındır: Yani 52:55 hamili kat yakınımdır. Adam bakar ki işi yine olmadı. İşler ters gidiyor. Ondan sonra da der ki tamam buraya kadar artık Cenabı Hak beni tamamen defterden sildi. Bir gün mutlaka imtihanı biter. Sonra imtihanı bitince işleri düzelmeye başladı mı, bu defada efendi dua etti de oldu der. Hâlbuki Allah-u Teala ne diyor. “Kullarım sana beni soracak olurlarsa ben onlara yakınım” “çağıranın çağrısına karşılık veririm”. “felyestecibu li” “onlarda benim çağrıma karşılık versinler”. “vel yu’minu bi” “ve bana inansınlar” yani “bana güvensinler”(2/186). Her şey bu güvensizlikten oluyor. Allah, benim isteğimi kabul etmiyor. Eyüp Sultana giderim, falan adama giderim. Olmaz öyle şey. Allah senin isteğini de yerine getirir. İmtihanını da yapar. İsteğini yerine getirmenin de yolu var çalışacaksın. Çalışmadan yok. Çünkü bir ayette Allah-u Teala diyor ki “feminen nasi mey yekulu” “insanlardan bir kısmı vardır ki şöyle der” “rabbena atina fid dunya” “Ya Rabbi bana dünyalık ver”(2/200). Yani sabahtan akşama kadar, ya Rabbi iyi araba, ya Rabbi iyi iş, ya Rabbi para… Hiç ahiret yok. Hep dünyalık. “ve malehu fil ahırati min halak” “onun ahiretten alacağı hiç bişi yoktur”(2/200). “Ve minhum mey yekulu” “ama bunlardan bir kısmı da şöyle der” “rabbena atina fid dunya haseneh” “ya rabbi bize bu dünyada bir güzellik ver”. “ve fil ahırati haseneh” “ahirettede güzellik ver”(2/201) ikisini de istiyor. “ve kına azaben nar” “bizi o ateşin azabından da koru”(2/201). Peki, ikisi de dua etti. Birisi ya rabbi sadece dünyalık ver dedi. Biriside hem dünyalık hem ahreti istedi. Buraya kadar tamamdır. Peki, ne elde edecekler? “Ulaike lehum nasibum mimma kesebu” “bunların alacakları pay kendi kazançlarından bir paydır”(2/202). Çalışmadan ikisine de bir şey yok. Çalışacaklar. “vallahu seriul hısab” “Allah hesabı çok çabuk görür”(2/202). “felyestecibu li” “onlarda benim isteklerime karşılık versinler” “vel yu’minu bi” “ve bana güvensinler” yani “ne diyorsam onu yapsınlar” “leallehum yerşudun” “belki böylece olgunlaşırlar”(2/186). Yahya: Neden bu ayet oruçla ilgili ayetlerin içinde geçiyor? Abdülaziz Bayındır: Bak şimdi Yahya bir soru soruyor. Diyor ki: Oruçla ilgili ayetlerin arasında dua ayeti girdi. Bu işin içine girer mi? Niye girmesin? Oruçlu olarak dua ettiğin zaman… Enes Hoca bir hadisi şerif vardı hatırlıyor musun? Yahya: bissabri vessalah varya… 56:12 56:16 sn arası anlaşılmıyor. Abdülaziz Bayındır: İşte oruçta da sabır var. Bir hadis vardı. Oruçlunun duasıyla ilgili hatırlıyor musun? Neyse bende şimdi hatırlamıyorum. Enes Hoca: “Vellezi nefsi bi yedihi, le halufu femi’s-saimi etyabu indallahi min rihi’l-misk”. (Buhari, Savm 9; Müslim, Siyam 163) Abdülaziz Bayındır: “Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir”, diye. (Buhari, Savm 9; Müslim, Siyam 163) Bizim için salih amel önemli, buda bir salih ameldir. Yani Allahın emrine uygun bir iştir.
“Uhılle lekum leyletes sıyamir rafesu ila nisaikum” “oruçlu bulunduğunuz günlerin gecelerinde eşlerinizle ilişkide bulunmak size helal kılınmıştır”(2/187). Daha önce helal değildi. Biliyorsunuz yani İslam dini, Âdem (a.s)’den beri devam eden bir dindir. Yeni ortaya çıkmış bir şey değildir. Başlangıçta iftar ediyorlardı. Eğer uyurlarsa iftarda edemiyorlar. Yani güneş battıktan sonra uyurlarsa iftarda yok. Uyuyuncaya kadar ya da yatsı namazına kadar yeme, içme ve eşiyle ilişkide bulunmak serbest. Ondan sonra yok. Burada diyor ki ayet, size bu serbest bırakıldı. O gece eşlerinizle ilişkide bulunabilirsiniz.
“hunne libasul lekum ve entum libasul lehunn” “onlar sizin için bir elbise sizde onlar için bir elbisesiniz”(2/187). Elbise, insanı hem korur hem de güzel ya da çirkin gösterir. O zaman karı koca birbirine karşı iyi elbise olurlarsa dışarıya karşı çok güzel görünürler. Onun için koca karısını iyi korumalı, kadında kocasını iyi korumalı. Çünkü elbisenin vazifesi odur. Yani biri diğerini atmamalı. Dışarıya karşı şikâyet etmemeli, ederse o zaman yırtık elbise olur. Sonra da yamalı olur oda hiçbir işe yaramaz.
“Alimallâhu ennekum kuntum tahtânûne enfusekum” “Allah-u Teala çok iyi biliyor ki siz kendi kendinize hainlik ettiniz”(2/187). Hainler ne yapar? Hain dışarıdan nasıl görünür? Çok iyi bir insan gibi görünür. Alttan alttan iş görür. Aslında bunların her biri bu yasağı çiğnemişlerdir. Dışarıya karşı çiğnememiş görünürler ama bu yasağı çiğnemişler. “fetabe aleykum”(2/187). Tabi çiğnedikten sonra da üzülüyorlar. Niye yaptık filan diye kendilerini suçluyorlar. Tövbe etmeye çalışıyorlar. “Allah da sizin tövbenizi kabul etti”(2/187) diyor. “ve afa ankum” “ve sizi affetti” “fel ane başirû hunne” “şimdi eşinizle ilişkide bulunabilirsiniz” “vebteğu ma keteballahu lekum” “ama Allah size ne yazmışsa onu arayın”(2/187) yani ilişkide bir evlat sahibi olmak dışında başka bir şey aramayın.
“ve kulu veşrabu” “yiyin, için” “hatta yetebeyyene lekumul haytul ebyadu minel haytıl esvedi minel fecr” “fecir tarafından yani tan yerinin ağardığı taraftan size göre siyah iplik beyaz iplikten iyice ayrılıncaya kadar yemeye içmeye devam edin”(2/187). Siyah iplik ve beyaz iplik olayı doğu ufkunda olur. Sabah olmadan şöyle gözlemcinin yaklaşık 45 derece kadar üzerinde bir aydınlık meydana gelir. Yani tam tepe noktasıyla ufuk noktasının ortasında bir yerde atmosfere gelen ışıkların kırılmasıyla oluşan bir aydınlıktır. Ona “yalancı fecir” denir. Daha sonra o ışık kırılması durur ve aydınlıkta kaybolur. Sonra o ışık yeryüzüne doğru iyice yaklaşır. Güneş ışınları ufka geldiği zaman yani kara ile temasa geçtiği andan itibaren o ufukta bir daire boyunca aydınlığın yayıldığını görürüz. Çünkü ışıklar bir çizgi gibi gelmiyor, bir satıh şeklinde genişlemesine geliyor. Geniş bir şekilde geldikleri için ve dünyanın da yuvarlak olması sebebiyle bizim baktığımız ufukta şöyle orta noktası kuvvetli yani ışığın ortası tümsekçedir. İşte o anda gökyüzü beyazlaşır. Kırmızılık arkasından gelir. Önce gelen ışıklar beyaz ışıklardır, gökyüzü beyazlaşır. Yani aydınlanır. Ama yeryüzü henüz aydınlanmamıştır. Çünkü o ışık henüz yeryüzüne inmemiştir, daha ufuktadır. Bakabildiğiniz en uzak noktada olduğundan dolayı yeryüzü karadır. Adı da zaten karadır, kara parçası. Sizin bulunduğunuz yerle ufuk arasında sabahleyin mesafeyi tam kestiremeyeceğiniz için orada bir siyah bir hat oluşur. Enine yayılır. Ufkun üstüde o gelen ışıklarla aydınlanmıştır oda bir beyaz hat oluşturur. O ikisi birbirinden net olarak ayrıldığı an oruca başlayacağımız andır. Kime göre net? Gözlemciye göre net olacak. Falana filana göre değil. Sana göre. Sen bakıyorsun, sana göre olacak. Bu günkü takvimler buna hiçbir şekilde uymazlar. Bugün imsak dedikleri vakitte çok rahat bir şekilde çayınızı demler ve yemeğinizi yersiniz. Çünkü bugünkü takvimlerin imsak dediği, fıkhın ya da Kuranı Kerimin imsak dediği, imsak ile hiç alakası olmayan bir şeydir.
Bu hata nereden kaynaklanıyor? Bu hata Gazi Ahmet Muhtar Paşanın hatasıdır. İlk takvimi yapmış olan Osmanlı Paşasıdır. Bu takvimi yaparken astronomi kurallarına uyarak yapmıştır. Astronomi ne ilmidir? Gök cisimleri ile ilgili bir ilimdir. Güneş ışını, astronomi açısından ne ifade eder? Güneş ışını, atmosferin üst tabakasına geldiği zaman rasat yapan bir astronomi âlimi artık rasat yapamaz olur. Çünkü güneş ışınları daha şiddetli ışık olduğu için yıldızların ışığını kaybeder. Mesela gündüz güneş doğduğu zaman yıldız göremezsiniz değil mi? Güneş ışınları atmosferin üst tabakasına geldiği andan itibaren astronomi âlimleri yıldızları görememeye başlarlar. Yani önce net görememeye başlarlar sonra kaybolur. Onlar açısından güneş ışınının ışını sadece bu önemi taşır. Yani ne zaman rasada son vereceğiz, ne zaman başlayacağız? Buda atmosferin üst tabakasına yani 70–80 km belki daha fazla bizim bulunduğumuz yerin üstüne güneş ışıklarının gelmesidir. İşte Ahmet Muhtar Paşa buna fecir demiştir. Buna fecir demekle kalmamış bide buna temkin diye yirmi dakika daha ilave etmiştir. Gecenin yarısında oruca başlıyorsunuz.
Ben yıllarca bu konuda çalışmalar yaptım. 1976’da İstanbul Müftülüğüne tayin edildik. Bir veya iki ay sonra fetva işleri bize kaldı. Bu çok ağır bir sorumluluktur. Bizde Cenabı Hakka karşı doğru hesap verebilelim diye her şeyi incelemeye başladık. Gerçi o zaman âlimlerin yanlış yapacağını düşünmüyordum. Şimdi ise problemlerin içinden çıkamadıkça burada bir yanlışlık var diyebiliyorum. Sonra baktık ki yanlışlık kitaplardan kaynaklanıyor. Araştırmalarda Kuran ve Sünnette uyumsuzluktan nihayet bu günlere kadar geldik. O sıralar Ramazanda sabah namazı için evden çıkıyorum camiye gidiyorum. Bakıyorum her taraf kapkaranlık, camiden de çıkıyoruz yine karanlık. Bir süre hatayı kendimde buldum. Kitapları yeniden okudum. Ben mi yanlış anlıyorum falan diye düşünürken rasat yapmaya karar verdim. Birkaç sene rasat yaptım. Baktım ki çok ciddi hatalar var. İstanbul’un çeşitli yerlerinde geceleri köpekler peşime düştü. Sabah namazına 1–2 saat kala evden çıkıp sağı solu dolaşıyordum… Sonra ben bunu artık yüksek sesle telaffuz etmeye başladım. Allah ömrünü uzun etsin, İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya bana güvenirdi, hala da güvenir. Yanına gidip hocam bu işte bir yanlışlık var dedim. Her şeyi anlattım. Sonra kendiside bakmış, doğru dedi. Gitti Ankara’da söyledi. Başka söyleyenlerde olmuş. Herhalde 1983’te Din İşleri Yüksek Kurulu toplandı. Temkini yani o yirmi dakikayı kaldırdı. Eskisine göre bir rahatlama oldu. Fakat o zaman benim ne Doktorluk unvanım var, ne Doçent hiçbir şey yok. Yani sadece sıradan bir Abdülaziz Bayındır. Öyle olduğu için bizi çağırıp da dinlemediler. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığı yirmi dakika geri alınca Türkiye Gazetesi feveran etti. Siz ecdadımıza aykırı hareket ettiniz, falan dediler. Böyle olunca Türkiye Gazetesinin yetkilileriyle birkaç kere görüştüm. Dedim ki yapmayın hata sizde, Ahmet Muhtar Paşa hata etmiş falan. Ama ne yazık ki bunlar eskilerin hata edeceğini bir türlü kabul etmiyorlar. Türkiye Gazetesi sıkıştırıyor. Diyanet iyice sıkıştı. Bu defa bizimle irtibat kurdular. Ankara’da bir toplantı yapıldı. Gittim, tabi toplantı benim talebim üzerine yapıldı. Din İşleri Yüksek Kurulunun eski ve yeni tüm üyelerini topladılar. Diyanet İşleri Başkanı da o zaman Mustafa Sait Yazıcıoğlu’ydu. Orada yapılan konuşmaların detayına girmeyeyim. Ben özet olarak Türkiye Gazetesi de yanlış, Diyanet İşleri Başkanlığı da yanlış, dedim. Ama Türkiye Gazetesinin yanlışlığı Diyanetin yanlışlığına göre çok fazla dedim. Bir düzeltme yapmışsınız fakat bu düzeltme bir bilimsel veriye dayanmıyor. Sonra rasat yapalım diye bir karar alındı. Sanırım üç yıl kadar Türkiye’nin çeşitli yerlerinde dolaştık. Diyanetin Ekibi, bende tabi diyanetin elemanı olduğum için o zaman o ekip içinde yer aldım. Türkiye Gazetesinin takvimcileri, Yeni Asya’nın takvimcileri vs. beraber dolaştık. Nereye gittiysek Din İşleri Yüksek Kurulun da söylediğim her şey dakikası dakikasına çıktı. En sonunda baktılar ki bu değişmiyor. Dediler ki biz Türkiye dışında rasat yapacağız. Dedim ki valla bu güneş ne bize torpil yapar nede size. Türkiye’de ne ise Suudi Arabistan’da da odur, başka yerde de odur. Gelin şu takvimleri düzeltelim, dedim. Ne Diyanet düzeltti, ne Türkiye Gazetesi düzeltti. İkisi de düzeltmedi ve bu devam ediyor. Mekke’de, Medine’de ve İslam Âleminin her tarafında da Osmanlının yaptığı takvim geçerlidir. Bugün bu yüzden Mekke’de ve Medine’de senenin hiçbir günü sabah namazı kılınmaz. Kıldıkları namaz Teheccüd namazıdır. Ben bunu onların yetkililerine de anlattım. Geçen sene İslam Konferansı Genel Sekreterine gittim. Böyle bir problem var dedim. İlgilenmedi. Mekke ve Medine tarafında çok etkili bir adamdır. Adamın adını şimdi vermeyeyim. Böyle canlı yayın yaptığımız için herkes duysun istemiyorum. Bir keresinde Cidde’de de bir toplantı yapmıştık. Bende bir umre yapıp da Türkiye’ye öyle döneyim diye Mekke’ye geldim. Akşam Mekke’de kaldım. Sabah namazına mescide gittim. 1:11:30 1:11:32 altında onlar sabah namazını kıldı. Ben teheccüd niyetiyle imama uydum ve kıldım namazı. Baktım ki etkili olan şahıs da orada. Ona da daha önce bu vakit konusunda bir hata olduğunu söylemiştim. Ona dedim ki şimdi sen sabah namazını kıldığını düşünüyorsun değil mi? Evet dedi. Kıldığın namaz teheccüd dedim. Ben on beş dakika sonra sabah namazını kılacağım, dedim. Gel şuradan Ebu Kubeys dağına beraber bir bakalım. Bulunduğu yerden 15–20 adım yürüyecek, belki 30 adım yürüyecek. Aman ne olursun bu işe beni karıştırma, dedi. Ben seni bir şeye karıştırmıyorum. Sadece sen kendin gör, dedim. Yok, yok beni bu işe karıştırma, dedi. Ne yapalım? Bende her yerde bunları anlatıyorum. Belki bakarsınız ki birileri çıkar bu işi düzeltir. Bizim Ataullah da bu konuda mastır yaptı. İnşallah doktorasını da o konuda yapması iyi olur zannediyorum. Cenabı Hak belki imkân verir, bu problemi çözeriz. Tayyar 1:12:50 da anlattım meseleyi. Dedi ki ben diyanet işleri başkanıyken eğer problemin bu şekilde olduğunu bilseydim kesin çözerdim, dedi. Gerçekten çözerdi, mesela hilal konusunu çözdü. Allah razı olsun. İslam Âleminde bir problem yok. Gayet güzel bir şekilde yürüyüp gidiyor. Bir Suudi Arabistan problem çıkarıyordu. Size daha önce anlatmıştım. O problemin sebebi Abdullah 1:13:23. O nasıl emekli olduysa problemde bitti. Çünkü o çok tatlı, çok iyi bir adam olduğu için onu çok kolay kandırıyorlar. İki kişi geliyor, hilali gördüm diyor. Ben ne yapayım, görmedim mi diyeyim, diyor. Bende ilan ediyorum, diyor. Ama yerine gelen akıllı bir adam. Onunla sanırım tanışmadık. Belki toplantılarda tanışmış olabiliriz. O günden beri problem çıkmadığı için akıllı bir adam olduğunu tahmin ediyorum.
Özet olarak şunu söylüyoruz. Bu günkü takvimler, atmosferin üst tabakasına güneş ışıklarının gelmesi esasıyla hazırlanmıştır. Bunun sebebi de astronomik kurallara uymalarıdır. Fakat söylediğim gibi bu astronominin işi değildir. Bu güneş ışınlarının toprağa ulaşması anıyla ilgilenen bir ilim dalının görevidir. Astronomi de bununla uğraşmaz. Onu hiç ilgilendirmez. Güneş ışınlarının yeryüzüne inmesiyle Seyir Hidrografi Dairesi ilgilenir. Yani Deniz Kuvvetlerinde ve deniz taşımacılığında bu iş bir anlam taşır. Belki Mecid Bey bilir. Mesela sizde bu önemli mi, bilmiyorum. Deniz kuvvetlerinde şu önemlidir. Bizim gemimiz doğu ufkunda olduğu zaman düşman bizi hangi saatte görebilir? Çünkü arkamızdan güneş doğar ve o zaman bizim gölgemizi düşman fark eder. O bakımdan almanatlar çıkarılır. Almanatları siz kullanıyorsunuz değil mi? Mecid Bey: Evet. Abdülaziz Bayındır: Seyir Hidrografi Dairesi almanatları çıkarır. O almanatlar da bu vardır. Yani burada esas olan onların ortaya koyduğu prensiptir. Çünkü güneşin yeryüzüne inişiyle ilgilenen sadece Seyir ve Hidrografidir. Ama astronomi değildir.
Mecid Bey: Hocam enteresan bir şey duydum da yeri gelmişken onu ilave edeyim. Mesela Deniz Kuvvetleri geçen Amerika’dan bir savaş gemisi aldı. Deniz Kuvvetlerinin savaş gemisini teslim alırken ilk yaptığı şey Kuranı Kerimi alıp törenle direğin en dibine bağlamalarıdır. Herhalde Osmanlıdan kalma bir adet Deniz Kuvvetlerinde hala devam ediyor. Mesela bizim özel sektörde böyle bir şey yok. Ama Deniz Kuvvetlerinde hala bu uygulanıyor. Abdülaziz Bayındır: Yani Deniz Kuvvetleri savaş gemisi aldığı zaman, Kuranı Kerimi törenle geminin direğine bağlamadan, gemiyi teslim almıyor. Tabii şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri kaçıncı yılını kutluyor dediğiniz zaman Osmanlı’dan başlar. Yani bu Osmanlıyla bitmiş değil devam eden bir şeydir. Sadece rejim değişmiştir. Peki, oldu sağ ol teşekkür ederim.
Namaz vakitleri konusunda yani hem sabah namazı hem de yatsı namazı açısından bize en uygun olan Deniz Kuvvetlerinin almanatlarla tespit ettiği şeylerdir. Çünkü onlar güneş ışınlarının yeryüzüne inişi ve yeryüzünden kalkışıyla ilgileniyor. Mesela Deniz Kuvvetlerini şu ilgilendiriyor. Akşam hangi dakikadan itibaren düşman benim gemimi görebilir ya da göremez? Sabahleyin hangi dakikadan itibaren görebilir? Ya da ben düşmanın gemisini hangi dakikadan itibaren görebilirim? Yani bu durum her iki taraf içinde söz konusudur. Bunu esas aldığınız zaman güneş ışınlarının yeryüzüne inmesini esas alıyorsunuz, demektir. Yoksa astronominin sahası bu değildir. Bu sebeplerden dolayı namaz vakitleri astronominin prensiplerine göre hesap edilemez. Bu günkü takvimleri düzenleyenlerin en büyük hatası budur.
Bir katılımcı: Tahmini ne kadar bir saat farkı vardır hocam. Abdülaziz Bayındır: aradaki farkın mevsimlere göre değişmekle beraber bazen 40 dakikaya hatta 50 dakikaya kadar çıktığı oluyor. Bir katılımcı: İftar vakti, akşam namazı vaktinde bir problem oluyor mu? Abdülaziz Bayındır: İftar vaktinde pek ciddi bir problem yok. Çünkü güneşin batışı herkesi ilgilendiren bir olaydır. Dünyanın her tarafında güneşin batışı dakikası dakikasına tespit edilebilir. Onda hiç problem yok. Fakat iftarda temkin diye bir vakit konur. Güneş diyelim ki 18:15 de battıysa en az 18:22 de iftar ilan edilir. Yani en az 7 dakikalık bir temkin konur. Bunda yadırganacak hiçbir şey yoktur, bu normaldir. Niye normaldir? Çünkü deniz seviyesinde olan bir kişinin gördüğü güneşle, dağ tepesindeki bir kişinin gördüğü güneş aynı değildir. İkisi de kendisini aynı şehrin adamı kabul eder. Örneğin İstanbul’u düşünün, Tuzla’daki de ben İstanbulluyum diyor. Istıranca’daki de, Çamlıca’nın Tepesin’deki de ben İstanbulluyum diyor. Her bir nokta için ayrı bir takvim yapamayacağınızdan bu tür temkinler kaçınılmaz olur. Diğer namaz vakitleri içinde söz konusudur ama bu imsak olayında ki kadar büyük bir fark olmaz. Bu durumun en kötü tarafı da millet sabah namazını kılıp yatıyor.
Bir katılımcı: Ama hocam bide şey var. İftar vakti, ezan okunurken aydınlık bayağı var yani. Abdülaziz Bayındır: İftar vakti ezan okunurken aydınlık tabi olacak. Aydınlık yatsı namazına kadar devam eder. Aydınlık kayboldu mu, yatsı namazı vakti olmuştur. Güneşin o üst yuvarlağı ufkun altına indiği an akşam namazı olmuştur. Ama arazi engebeli ise yani dağlık bir arazi ise dağın arkasına geçmekle akşam namazı olmaz. Güneşin dağın arkasına geçtiği bir durumda doğu tarafına bakacaksınız, doğu tarafında karanlık başladıysa akşam namazı vakti olmuştur.
1:20:03-1:20:23 Bir katılımcı: 1:20:09 dan önce Bingöl de ramazanda sabahları bir sala okunurdu, biz o sala ile oruca başlardık. Ondan sonra sabah ezanı okunurdu. Bizde öyle bir ???????? olurdu. Abdülaziz Bayındır: Sabahleyin sala okunup arkasından ezan okunması uygulaması birçok yerde var. İstanbul’da da var. Fatih camisi her sabah ezandan önce salât-u sala okur. Fakat Bingöl’deki takvimde, İstanbul’daki takvimde Ahmet Muhtar Paşanın yaptığı takvime göredir. 1983’te Diyanet onda bir rahatlama meydana getirdi. Ama tam olarak henüz düzelmiş değildir. Bir katılımcı: Sala ile ezan arasında 20–25 dakikalık bir zaman var. Abdülaziz Bayındır: Ramazanda mı? Bir katılımcı: Evet. Abdülaziz Bayındır: Ramazanda bu günkü takvimlere göre ezan okunduğunda namazınızı hemen kılmanız şart değil. Geciktirebilirsiniz. Asıl konu şu siz Kurana göre imsak vakti oldu dediyseniz o zaman imsak vaktinden itibaren namaz kılınır. Beklemenin bir anlamı yoktur. Kurana göre imsak vakti olduğu andan itibaren yeme, içme kesilir. Ama bu günkü takvimleri düzenleyenler öyle bir vakti, imsak vakti olarak ilan ediyorlar ki… Mesela benim büyük oğlum diyor ki baba beni ezan okunurken kaldır, diyor. Çünkü erken kalktığı zaman namaz kılamıyor. Şöyle hesap ediyor; kalkıp bir şeyler yerim, hiç olmazsa namaz kılacağım vakte kadar uykudan tasarruf ederim, diyor. Böyle bir şey var. Milletin yeme içme vaktini namaz vakti olarak değiştiriyorsunuz. Sıkıntı burada. Bir katılımcı: Hocam bunun sorumluluğu kime ait. Abdülaziz Bayındır: Vallahi sorumluluğun bana ait olduğunu hiç zannetmiyorum. Ben bütün yetkililere söyledim. Her defasında da söylüyorum. Bir tek Ali Bardakoğlu’na söylemedim. Onu ayırmam lazım. Onu da görürsem söyleyeceğim. Onun dışındakilerin hepsine söyledim.
“Summe etimmus sıyame ilel leyl” “sonra orucu geceye kadar tamamlayınız”(2/187). Buradaki geceden maksat güneşin battığı andır. Orucu o zamana kadar tamamlayınız. Dikkat edin Allah burada oruç olarak; yeme, içme ve cinsel ilişkiyi esas aldı. Orucu bozan yeme, içme ve cinsel ilişkidir. Onun dışındaki durumlar… Efendim gözüme damla damlatırsam orucu bozar mı, kulağa damlatılırsa bozar mı, banyo yaparsak bozar mı vs. bu soruların cevapları hep bu üç maddede ele alınır. Sen bu durumlardan birisi yeme, içme veya cinsel ilişki sınıfına girer diyor musun, demiyor musun? Mesela birisi iğne orucu bozar, der. İğne; yeme, içme sınıfına girer ve iğne orucu bozar, der. Başka biriside böyle yeme, içme olur mu, der. Kimin karnı acıktığında der ki gel bana iğne yap. Böyle düşünende iğne orucu bozmaz, der. Artık gerisi yorumdur. Yorumlar farklı olur. Ama esas orucu bozan yeme, içme ve cinsel ilişkidir.
“ve la tubaşiru hunne ve entum akifune fil mesacid” “mescitler de itikâf halindeyken eşlerinizle ilişkide olmayın”(2/187). İtikâf, ibadet için bir yere kapanıp kalmak demektir. Peygamberimiz (s.a.v) ramazanın son on günü evinden çıkar, mescit de kalır ve zamanının tamamını ibadetle geçirirdi. İşte böyle durumlarda eşleriyle ilişkide bulunmayı Cenabı Hak yasaklamıştır. İtikâfın illa da on gün olması gerekmez. Çok daha kısa bir süre bir gün, bir saat veya daha fazla olabilir. Tabi tam bir gün olduğu zaman gündüzünü oruçlu geçirmek gerekir. Ama Peygamberimizin sünneti son on gündür. Bunu hep yapmıştır. “tilke hududullahi fela takrabuha” “bunlar Allahın koyduğu sınırlardır bu sınırlara yaklaşmayın”(2/187). Yaklaşmayın dendiği zaman yeme, içme ve yeme, içme sayılacak şeyleri yapmayın demiş, olur. Cinsel ilişki için de cinsel ilişkiye götürecek şeyleri de yapmayın, demektir. Çünkü o zaman orucunuzu tehlikeye sokmuş olursunuz. “kezalike yubeyyinullahu ayatihi linnasi leallehum yettekun” “işte böyle Allah ayetlerini insanlara açıklar belki onlar sakınırlar”(2/187). Böylece bu ayeti de bitirdik.
Birde Bu gün Almanya’dan gelen bir soru vardı. Allaha şükür internetin sesi epeyce düzeldi. Sağ olsun, Melik Bey çok uğraştı. Cenabı Hak ona da bunun ecrini nasip eylesin. Dolayısıyla artık birçok yerde canlı olarak dersleri dinleyenler, dersleri indirip CD’ler halinde dinleyip dağıtanlar epeyce oluşmuş. İşte bu ay 68 bin yüklenme olmuş. Zaten geçen hafta 7 bin olmuştu. Çünkü kaliteli yayını ilk defa geçen hafta yaptık. Bundan sonra inşallah daha güçlü olur. Burada iki soru var. Sorunun birisi geçen hafta konuştuğum bir konuyla ilgili. İkincisi bizim internetten alınmış bir yazıyla ilgili. O internetten alınmış yazıyla ilgili kısmını burada bu akşam söz konusu etmeyeceğimde geçen hafta ki konuşmayla ilgili olan soruyu cevaplamaya çalışacağım. Yahya Kemal Alkan: İlgili ayette kadınların hayız hali pis olarak belirtilmiyor. Abdülaziz Bayındır: Geçen hafta hani hayızlıyken namaz kılamazlar diye söylemiştik. Yahya Kemal Alkan: Aynı ayette cinsel ilişkinin şartı olarak temizlenme şartı belirtiliyor. Abdülaziz Bayındır: Ayeti kerimeyi dikkatli okumak lazım. Ayette şöyle diyor Allah-u Teala “ve la takrabuhunne hatta yathurn” “temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın”(2/222). Yaklaşmanın sebebi yani helal olmaları için temiz olmaları lazım bu doğru. Ama bir başka doğru daha var. O temizleninceye kadar bunlar temiz değiller. Yani oradaki hükümlerden bir tanesi temiz olmadıkları için onlara yaklaşmamaktır. Temiz değillerse abdest ayetinde de temiz olma şartı vardır. Abdesti bozan şeyler Kuranı Kerimde sizden biriniz ayakyolundan yani tuvaletten gelirse diye bir ifade geçiyor(5/6). Yani önden ve arkadan gelen şeylerdir. Bir de kan abdesti bozar mı, bozmaz mı meselesi vardır. Bu Hanefilerin görüşüdür. Hanefilerin bu konuyla ilgili sağlam bir delilleri de yoktur. Sadece Hanefi kitaplarında geçen bir hadis vardır. Bu hadis başka hiçbir hadis kitabında geçmez. Hanefi mezhebinin kitaplarında geçer onlarda bir kaynak göstermezler. Yani bir senet zincirleri yoktur. Yani 1:28:36 1:28:37 edilen husus şudur abdest bozmak; önden ve arkadan gelen şeydir. Peygamberimizin hadisinde Hadisin Orjinali de var. Bundan dolayı adetli kadında önden bir kan geldiği için abdest bozucu bir durum söz konusudur. En önemlisi de bunun kontrolü kendi elinde değildir. Yani temiz olmadığı ayetin hükmünde çok açıktır(2/222). Namaz kılmanın şartı da temizliktir(5/6). Dolayısıyla burada bu kardeşimiz ayeti bir daha dikkatli bir şekilde okursa… 1:29:15 – 1:29:21 sn. arası anlaşılmıyor. Yahya: Medeni bir kirlilik mi, manevi bir kirlilik mi? Sizde geçen hafta manevi kirlilik olarak… Abdülaziz Bayındır: Bu işin hem maddi tarafı vardır, hem de kirlilik olarak manevi tarafı vardır. Maddi tarafı zaten bir pislik çıkıyor bunu biliyoruz. Bir kan çıkıyor. Manevi tarafı da kan çıkmadığı zamanda kadın temiz sayılmıyor(2/222). Çünkü o sürekli çıkan bir şey değil ki. Ara ara çıkan bir şeydir. “O temizleninceye kadar”(2/222) ifadesi belli bir süreyi gösteriyor. O süre içersinde kadın temiz sayılmıyor. Kan çıksın veya çıkmasın. O bakımdan buna manevi pislik dediğiniz zaman sürenin tamamını kapsamış oluyor. Maddi pislik derseniz o pisliğin yerini temizlediğin an bu kadının temiz olması lazım. Ama ayetten o dönem içerisinde temiz olmadığı anlaşılıyor. Yahya: Buna dayanarak diyor ki manevi kirliliğe sahip olan kişilerin namaz kılamama gibi bir durumu ortaya çıkmıyor mu? Abdülaziz Bayındır: Neyse o bizim konuşmamızı daha dikkatli dinlesin. Ondan sonra anlar ne demek istediğimi. Bir de burada şunu söylüyor. Yahya Kemal Alkan: Kadınların aybaşı hallerinin birer hastalık hali olmadığı aksine düzenli adet hali olmadıkları zaman hasta sayıldıkları doktorlar tarafından söylenmektedir. Abdülaziz Bayındır: Doktorların hastalık dediği tedavi edilmesi gereken bir durumdur. Kadının adet görmesine doktor hastalık der mi? Çok doğal bir şeydir. Burada hastalık kelimesinin kullanılması o kadının tıbben hasta olmasından değildir. O günlerde vücudundaki bir takım gevşemeler, rahatsızlıklar, sinirlilik hali olduğundan dolayıdır. Üstelik ayette hastalık demiyor, “bir eziyet”(2/222) diyor. Yani bir sıkıntıdır. Bu sıkıntıyı 1:31:08 1:31:09 Mesela siz çok iyi bilirsiniz, dâhiliyecisiniz. Kadınlar o dönemde sürekli kan kaybediyorlar. Onlarda bir kansızlığa sebep olmuyor mu? Bir katılımcı: Olur tabi. Abdülaziz Bayındır: Bu kansızlıktan dolayı vücutta bir gevşeme, halsizlik meydana getirir. Ondan dolayı doktorlar sürekli bunlara kan takviyesi yapacak ilaçlar tavsiye ederler değil mi? İşte bu, o vücudun hali itibariyle bir hastanın gösterdiği tepkileri gösterir mi? Tabii ki gösterir. Yoksa hayız hali elbette hastalık değildir ama hayız hali kadına bir hastanın davranış biçimini yaşattırıyor. Bir katılımcı: Hastalıkta öyle olur. Halsizlik, bitkinlik… Abdülaziz Bayındır: Halsizlik, bitkinlik gibi bir durum oluyor. İşte Cenabı Hakkın hastaya orucunu yeme müsaadesi vermesi, o halsizlik, bitkinliktir. Bunu da burada böylece izah etmiş olayım.
Problemli Yerler
25:29 saniyeden itibaren olan kısımda hocamız 1,5 kg buğday diyor. Fakat süleymaniye vakfında şöyle bir yazı var. Fıtır Sadakası (Fitre) konu başlığı altında
“Biz Peygamber devrinde fitreyi yiyecek maddelerinden 1 sa’ olarak verirdik. O zaman bizim yiyeceğimiz arpa, kuru üzüm, hurma ve yağı alınmış peynir idi.”3
Hadislerde sadaka-i fıtrın miktarı, buğday, arpa, hurma veya üzümden bir sâ’ (Hz.Peygamber döneminde kullanılmakta olan bir ölçü birimi olup yaklaşık 3 kg) olarak belirlenmiştir.
Burada ki yazıda 3 kg olduğu söyleniyor.
40:17 saniyeden itibaren gün, güneşin batmasıyla biter ve başlar, diyor. ama öncesinde ramazanın başlamasını güneş batar ve hilalin kaybolmasıyla başlar, dedi. yani hilalin kaybolmasıyla yeni gün dolayısıyla ramazan başlar diyor. bunuda yasin 39. ayet doğruluyor.
hocanın söylediği teravih örneğine göre önce gece geliyormuş gibi konuşuyor. hatta bayram akşamı teravih kılıyormuyuz, diyor. ramazan bittiği için kılmıyoruz, diyor. fakat gündüzün önce geldiğini biz yasin 40. ayetten öğreniyoruz. bunu söylediği sene 2004 ama şimdi 2013 aradan 9 sene geçmiş. yani hata olabilir önemli olan bizim taklit etmeyip tahkik etmemizdir. ben size o saniyeden yani sıkıntılı olarak gördüğüm yerden konunun değiştiği yere kadar tam metni vereceğim.
40:17 Ramazanın 12 si dememin sebebi ne biliyorsunuz değil mi? Gün güneşin batmasıyla başlar ve biter. Güneş battı ramazanın 11i bitti. Teravih namazları ne zaman başladık. Önce oruç tutup sonra teravih mi kılıyoruz. Önce teravihmi sonra oruç mu tutuyoruz. Bir katılımcı: Önce teravih. Abdülaziz Bayındır: Önce niye teravih kılıp oruç tutuyoruz. Bir katılımcı: gün başlıyor. Abdülaziz Bayındır: Çünkü ramazan başlamış oluyor. Güneşin batımıyla birlikte ramazan başlıyor. Başladığı için namazını kılıyoruz. Bayram akşamı teravih kılıyor muyuz. Bir katılımcı: hayır kılmıyoruz. Abdülaziz Bayındır: Çünkü güneş battığı an ramazan bitmiş oluyor. Ve bayram başlamış oluyor. Hep böyle tabii şeylerdedir. Yani Güneşin batışını herkes bilir. Peki şuanda kullandığımız takvimde gün ne zaman biter. Gece saat 12 de. Gece saat 12 de hangi tabii değişiklik oluyor da gün bitip başlıyor. Saatimiz bozuksa hiç bişi yok. Hiçbir işaret yok. Ama güneşin batması herkes için ciddi bir işarettir değil mi? 41:35
Burada hoca 11. gündüzün gecesindeki aya 12 günlük ay diyor. halbuki yasin 40 a göre 11 günlük ay demesi lazım.
Genel olarak dinleyip de emin olmadığım yerleri kırmızıyla yazdım.