“Bu Kur’an en sağlam olana iletir. Uygun işler ve davranışlarda bunan mü’minlere de müjde verir onlar için gerçekten büyük bir karşılık vardır.” (İsra 17, 9)
Elhamdu lillahi rabbil-alemin. Vessalatu vesselamu ala muhammedin ve ala âlihi ve sahbihi ecmaîn.
Naziat suresinin 15. Ayetinden itibaren okumaya devam ediyoruz. Bugün 2007 yılının son salısı. Evet, ömürler geçiyor, her geçen an ölüme yaklaşıyoruz. Her an için ölüm bizim kapımızda ona göre hazırlık yapmamız lazım nedense insanlar kendilerinden uzak görürler hâlbuki hepimize çok yakındır. Naziat (79) suresinin 15. Ayetinden başlayacağız demiştik, şimdi okuyoruz: “Hel etâke hadisu musa” sana Musa’nın hikâyesi geldi, Musa’nın başından geçenleri duydun değil mi? “İz nâdâhu rabbuhu bil-vadil-mukaddesi tuva” Rabbi ona seslenmişti. “İzheb ilâ fir’avne” firavuna git demişti. “İnnehu tağâ” çünkü o taşkınlık etti, aşırılık yaptı. “Fekul hel leke ilâ en tezekkâ” ona söyle, de ki; “sen arınmaya niyetli misin, arınmak ister misin?” Şimdi yapılan yanlışlıklar ne olursa olsun insanı rahatsız eder; başkalarına zulmetmek, başkalarının malını almak, başkalarına hakaret etmek, başkalarının aleyhinde konuşmak, yanlış yapmak insanı rahatsız eder. Her birisi insanın üzerinde bir kir oluşturur. Hatta ya şu işten de bıktım, bırakmak istiyorum ama bırakamıyorum der. İşte firavunun yapmış olduğu da öyle. Firavun da yaptığının yanlış olduğunu gayet iyi bilir. Kendi kendine ondan arınmak da ister, uzaklaşmak da ister ama uzaklaşmaz. Bunu gören bazı insanlar derler ki; sen bakma bu çok iyi bir insan da başaramıyor. Hâlbuki zannediyorlar ki sadece onda var bu her günahkârda vardır. Her günahkâr yaptığının yanlış olduğunu herkesten daha iyi bilir. Çünkü onun sıkıntısını bizzat kendisi çeker. Siz birisine bir kötülük yaptığınız zaman onun sıkıntısını siz çekmiyor musunuz? Onun için Musa(a.s.) firavuna diyor ki senin temizlenmeye niyetin var mı? İçinde bulunduğun bu pisliklerden kurtulmak istiyor musun? O şekilde söyle, diyor. Hâlbuki firavun normalde ne pisliği ya, ben ne yapıyorum ki… Yaptığının kötü olduğunu söyler mi dışarıya karşı! Dışarıya karşı en iyisini yaptığını söylüyor. Ama yaptığı yanlışların farkında.
“Ve ehdiyeke ilâ rabbike fetahşâ” seni Rabbine yönlendireyim, Allah’a giden yolu sana göstereyim, arınırsın. Bu defa Allah’tan korkmaya başlarsın. “Fe erâhul ayetel kubrâ” sonra Musa (a.s.) firavuna geldi, onu davet etti ve ona en büyük mucizeyi gösterdi. (20/23) Ben peygamberim diyor ya ispatlaması lazım. Çünkü firavun yanında büyümüş, aynı evde büyütmüşler. (26/18) Bir de kalkıp diyor ki ben peygamber oldum. Bir de suç işleyip kaçmıştı biliyorsunuz Musa (a.s.). Birisine bir tokat indirmişti ve adam ölmüştü. (28/15)Sonra da firavun ve hanedanı onu öldürmeye kalktığı için o da kaçmıştı. (28/20,21) Öldürülmek üzere arandığı yere peygamber olarak gidiyor, şimdi işe bak! Hani dersiniz ya korktuğum başıma geldi. Onun için Musa(a.s.) oraya gitmek istemiyor. Allahu Teâlâ, Musa (a.s.)’a peygamberlik görevi verdiği zaman diyor ki; kardeşim Harun’a ver ya Rabbi, diyor ben onlara karşı suç işledim, bana bir şey yapmalarından korkuyorum. Allahu Teâlâ diyor ki; tamam, Harun’a da verdim, gidin beraber!(26/12-16) (28/30-35) Korktuğu başına geliyor, kaçtığı yere peygamber olarak gidiyor. O zaman ispatlaması lazım. Musa (a.s.) esmer, elini koynundan çıkarıyor; lekesiz, beyaz. Bunun olması mümkün değil. Tekrar koynuna sokunca eski halini alıyor. Değneğini yere atıyor. Büyük bir yılan, hareketli. (20/19-23) (7/107-108) Şimdi elinde öyle bir şeyler var ki firavunun o kadar gücüne kuvvetine rağmen firavun onun karşısında yapacağı bir şey yok. Korkuyor onun için, dokunamıyor Musa (a.s.)’a. “Fekezzebe ve asâ” firavun teslim olmak istemediği için Musa (a.s.)’ın gösterdiği o mucizeler karşısında yalana sarıldı ve isyan etti. Musa (a.s.)’a da isyan etti. Bir politika yapıyor, diyor ki: Bak bu ikisi var ya bu ikisi! Sihirbaz! Sihirleriyle sizi ülkenizden çıkarmak istiyorlar. Sizin bu güzel şeyinizi de devam ettirmek istiyorlar, sisteminizi devam ettirmek istiyorlar… (20/63-64) (7/109-110) Onun için yalana sarılıyor ve isyan ediyor. “Sümme edbera yes’â” (79/22) sonra sırtını çevirdi Musa (a.s.)’a. Ama başladı bir çalışmanın içersine girmeye, gayret gösterdi Musa(a.s.)’ı etkisiz hale getirmek için. Sihirbazları topladı, sihirbazlar değneklerini attılar tabi yere. Onlar göz bağlama yapıyorlar, yani gerçek manada yılan değil, ama yılan gibi kıvranan, insanların yılan zannedeceği bir şey yapıyorlar. Öylesine başarılılar ki sihirbazlar Musa (a.s.) da korkuyor. Ama Allahu Teâlâ diyor ki; korkma! At! Sen mutlaka galip geleceksin! Musa (a.s.) değneğini atınca sihirbazların yılanlarını yutuyor. Bu defa sihirbazlar bakıyorlar ki bu sihirbaz değil, bu gerçekten şeyapıyor. Çünkü onlar ne yaparlarsa yapsınlar gerçekten bir yılan yapma ihtimalleri yok. Onlarınki bir göz bağlama. Ama Musa (a.s.)’ın değneği bunların yılan gibi gösterdikleri şeyi iplerini yutunca diyorlar ki; hayır, bu peygamber! Ve herkesten önce onlar inanıyor. (20/65-70) Bütün gerçek ortaya çıktığı zaman firavunun teslim olması lazım. Firavun, Musa (a.s.)’ın Allah’ın peygamberi olduğunu o sihirbazlardan daha iyi biliyor. “Ve cehadu biha vesteyganetha enfusuhum” (27/14) bu firavun ve hanedanı musa a.s. ın gösterdiği mucizeler karşısında inatlar ama içleri onun peygamber olduğunu kesin olarak biliyordu.
“Fehaşera fenâdâ” insanları topladı ve seslendi “fekâle ene rabbukumul- e’lâ” dedi ki; ben sizin en yüce Rabbinizim. Şimdi burada firavunun yaptığı ne? “Rab” ne demek? “Rab” sahip demek. Kapıkulu, padişah onlara nasıl seslenirdi, hatırlıyor musunuz? Kullarım derdi kullarım! Kullarım diye seslenirdi. “Rab” da sahip demektir; kul, köle demektir. Kölenin sahibine “rab” denir. Kur’ân-ı Kerim’de de vardır o. Yusuf (a.s.) köle olarak satıldı biliyorsunuz değil mi? Onu satın alan kişi, o vezir olan, bakanlık koltuğunda oturan kişi Yusuf (a.s.)’ın neyi oldu? Rabbi oldu. Ve ayette ne diyor? “İnnehu rabbi ahsene mesvâye” (12/23) diyor. Yusuf (a.s.)’dan naklen “O benim rabbimdir” diyor. Kim için? O kadının kocası için. Bunu söyleyen Yusuf (a.s.) ve bu söz Kur’ân-ı Kerim’de geçiyor. O benim rabbimdir, bana iyi davrandı. “Rab” kelimesi kul manasına Kur’ân-ı Kerim’de geçer. Şimdi bizim Rabbimiz Allahu Teala. “Rab” sahip demek. Mesela bunun sahibi kimdir diye sormak istesem Arapçada “men rabbu hazâ” denir. Bunun rabbi kimdir, denir. Ha bugünkü Arapçada da kullanılır. Ev sahibine “rabbul-beyt” denir. Şuandaki Arapçada evin sahibesine yani hanıma “rabbetul-beyt” denir. Bizim Türkçemizde “rab” kelimesi tekil olarak kullanılmaz da çoğulu kullanılır. Ne deriz? Rabbin çoğulu ne? “Erbab” kelimesini kullanıyor muyuz? “İşin erbabı” işin erbabı diyoruz yani bu işine sahip olan, bunu bilen, kavramış olan kişi; değil mi? Tekilini kullanmıyoruz ama çoğulunu kullanıyoruz. Şimdi bu kadar şeyi niye anlatıyorum, biliyor musunuz? Firavun ben sizin en büyük rabbinizim dediği zaman millet çok tuhaf karşılıyor, zannediyor ki bunu sadece firavun söylemiştir. Bunu sadece firavun söylemiyor. Bunu söyleyen çok kimse var. Onu anlamak için bu kadar şeyapıyoruz. O zaman rab kelimesi, şey, kölenin sahibine biz ne diyoruz? Efendisi diyoruz değil mi? Biz bunu “sizin en büyük rabbinizim, sizin en yüce rabbinizim” yerine “sizin en yüce efendinizim” diye tercüme etseydik sizin çok duyduğunuz kelime olurdu; değil mi? Rab kelimesini kullanınca tuhafınıza gidiyor. Çünkü rab kelimesi bizim Türkçemizde Allah’tan başkası için kullanılmaz. Ama Arapçada kullanılır. “Sizin en yüce efendinizim” diye tercüme etmek Türkçe bakımından doğru olur. Çünkü bir Türk, o zaman çok iyi daha iyi anlar maksadı.
Peki, “sizin en yüce efendinizim” ne demek? Ben kâinatın efendisiyim mi demek istiyor orada firavun? Sizin yani Mısır’ın en yüce efendisi benim, ne demektir? Burada benim sözüm geçer demektir. Ve evet Mehmet hoca hatırlattı: (23/47) “ve kavmuhuma” Musa ile Harun’un kavmi de “lena âbidûn” onların kavmi bizim, bize kölelik yapanlardır. “Âbid” kelimesine biz ibadet yapan diye mana veririz ama kölelik yapmak. İbadet yapmak köleliktir yani sorgulamadan yerine getirilmesi gereken davranıştır. Biz namazı beş vakit olarak kılıyoruz. Niye beş vakit kılıyoruz? Allah böyle istedi diye, o kadar, bitti. Sizin en yüce rabbiniz benim, dediği zaman, sizin en yüce efendinizim, demiş oluyor. Yani burada benim sözüm geçer, burada Musa’yı dinleyemezsiniz, Musa’nın sözü geçmez.
Şimdi öyle olunca bugün birçok devletin yöneticisi aynı konumda olmuyor mu? “Ene rabbukumul-a’lâ” ifadesini kullanmayabilir. Ama anlam olarak burada benim sözüm geçer, burada Musa’nın sözü geçmez. Peki, Musa neyi anlatıyor? Musa Allah’ın emirlerini anlatıyor. Demiş oluyor ki; burada Allah’ın emri geçmez. Firavun çok iyi biliyor ki Musa kendi kafasından bir şey söylemiyor ki! Peygamberliğini ispatlamış, Allahın elçisi olduğunu çok açık bir şekilde göstermiş. Söylenen sözlerin Allah’ın sözü olduğunu çok iyi anlamış firavun. Ama Musa’ya mı karşı koyuyor yoksa onu elçi olarak gönderene mi karşı koyuyor? Onu elçi olarak gönderene karşı koyduğu için ne yapmış oluyor? Kendini Allah’ın karşısında Allah’a şart koşacak bir noktada görüyor. Burada senin sözün geçmez demiş oluyor Allah’a; senin sözün başka yerde geçer. Tıpkı şeytan gibi; şeytan da “Âdem’e ben secde etmem” demişti. Yani burada senin sözün geçmez, burada benim kararım geçerlidir, demiş oluyor. İşte firavun bir ateist örneğidir. Kur’ân-ı Kerîm’de ateist demek; -sık sık burada söylüyoruz- tanrıtanımaz diye tercüme ediliyor da değil. Çünkü firavun gibi bütün ateistler de Allah’ı pekâla bilirler. Firavun boğulmaya yüz tuttuğu zaman ne dedi: Musa’nın ve Harun’un Rabbine inandım, dedi (10/90). O en zor anında o, nerden aklına geliyor? Hangi ateist olursa olsun sıkıştığı zaman Allah’a inandığını söyler. Şeytan da öyle. Kur’ân-ı Kerim’de sıkıştığında iki yerde “innî ehafullah” demiştir (8/48, 59/16), ben Allah’tan korkarım. “İnnî ehafullaha rabbel âlemin” de diyor, tüm varlıkların rabbi. Şimdi firavun Allah’ın Rabbul-âlemin olduğunu inkâr etmiyor ki! Tüm âlemlerin Rabbi Allah. Ama buraya Allah karışmaz, Mısır’da benim sözüm geçer, diyor. Tamam, diğer yerlerde Allah’ın sözü geçsin. O zaman hangimiz işimize Allah’ı karıştırmazsak firavun olmuş oluruz. Benim işime ne karışıyor(!) Yani şimdi Allah’ın bir emrini söylüyorsunuz adama, beş vakit namaz da kılıyor olabilir, kendini dört dörtlük Müslüman da görüyor olabilir, Müslümanlar dünya işlerine Allah’ı hiç karıştırmak istemezler. İşte orada firavunlaşırlar, öyle değil mi? Şimdi firavun Mısır’ı kendinin kabul ediyor; sen de senin dükkânını kendinin kabul ediyorsun, öyle değil mi? Burada benim sözüm geçer. Allah faizi yasaklamış, hiç duymazsın, işlemi devam ettirirsin. Allah işte yalan söylemeyi yasaklamış, kardeşim her şeyin bir kuralı var, ha öyle mi, yani Allah, Allah’ın sözleri kural dışı mı, işte o zaman firavunlaşmış olursun! Tamam, sen çok dar bir alanda firavunlaşırsın. Firavun da mısır sahasında olur. Şeytan da çok dar bir alanda şeytanlaşmıştır. Sadece kendisiyle Âdem ilişkisi içerisinde. Yani kime boyun eğecem, kime eğmiycem ona ben karar vermiş olurum, demedi mi Allahu Teâlâ’ya karşı? İşte firavunlaştı! Çünkü orada “bu saha Allah’ın sahası değildir” diyerek Allahtan arındırdığı bir saha oluşturdu. Buna son derece dikkat edelim. Ben Allah’a kul olurum ama her yerde değil. İşte şeytan gibi olursun ya da firavun gibi! Allah’a kulsan; içinde, dışında, her şeyinde Allah’ın kulu olacak! Değilse Allah ona da müsaade eder ama hesabını verirsin.
“Fe ehazehullahu nekâlal’âhirati vel’ûlâ” (79/25) Allah da firavunu yakaladı, sondakilere ve öndekilere bir “nekâl” olmak üzere. Hem o anda yaşayanlara hem daha sonra yaşayacaklara bir “nekâl” olsun diye. Nekâl, bağ demek. Mesela bir hayvanı bağlarsınız ona “nekâl” denir. Ya da bir hayvanı gemlersiniz, gemin demir kısmına “nekâl” denir. Niye gitmek istediği yerden çeker başka yere götürürsünüz, değil mi? Hayvan kaçmak ister, o bağdan dolayı kaçamaz. İşte Allah firavuna öyle bir ceza verdi ki o cezayı görenler ve duyanlar bir daha böyle bir suça cesaret edemesinler diye. Bu ceza onlar için bir bağ olsun yani öyle bir ceza ki caydırıcı, başkalarını caydırıyor. Allahu Teala firavuna verdiği cezayla diğerlerini caydırmış oluyor. Hani ben yatan gardaşı görüyorum falan derler ya, caydırıcı bir ceza. İşte onlara “nekâl” deniyor. “El-âhirah”; “yevmul-ahirah” değil; ahir gelen, sonra gelen, yani bu firavundan sonra gelenler için de, o anda yaşayanlar “el-ûlâ” da yaşayanlar. Yani kıyamete kadar firavunun başına gelenler insanlar için bir ibretlik cezadır.
Firavun çok güçlü bir devlet adamıdır. “Ve inne fir’avne leâlin fil-ard” (10/83) öyleydi değil mi ayeti kerime? Firavun o toprakta tam bir hakimiyet kurmuştu. Bu sözü söyleyen Allahu Teâlâ. Güçlü bir hâkimiyet kurmuş. Bunu zaten bütün dünya biliyor. Bugün de firavunların gücünü gidenler görerek biliyor. Gitmeyenler televizyondan ve kitaplardan okuyor. İşte piramitler falan yaşıyor, biliyorsunuz. Bilimde de çok ileri, teknolojide de çok ileri. Ama kendi işine Allah’ı karıştırmadığı için ne oldu? yok oldu gitti. İbretlik oldu. O zaman siz ne kadar zengin olursanız olun, ne kadar başarılı olursanız olun; işinize Allah’ı karıştırmıyorsanız hem bu dünyada, hem âhirette hüsrana uğrarsınız. Başka yolu yok. Allah’ın hükmü şurada geçer, burada geçmez derseniz; kendiniz firavunlaşmış olursunuz, şeytanlaşmış olursunuz. Allah’ın hükmü her yerde geçer derseniz, o zaman; Allah’ın kulu olmuş olursunuz.
“İnne fî zâlike le ibraten limen yahşâ” (79/26) işte firavunun cezasında Allah’tan korkanlar için gerçekten bir ibret vardır. Ona bak! Ayağını denk al! Tam bir ibret ibretlik bir iş! Şimdi koskoca saltanatı bir insan nasıl yıkar? O saltanatı Musa (a.s.) hangi teknolojiyle yıktı? Hangi ordularla yıktı? Allah’ın kitabıyla yıktı. Bu ne demektir? Sen bak; o kadar taşkın, o kadar baskıcı, o kadar insanlara zulmeden ve o kadar da yüksek teknolojiye sahip olan firavun; Allah’ın kitabı karşısında dayanamadı, saltanatını kaybetti. Ve bir Musa (a.s.)’ın hayatı kadar -ki hayatının büyük bir bölümünü zaten peygamber olarak geçirmemişti- peygamber olarak geçirdiği kaç seneyse kitaplarda yazmıyor ama az bir süre. Çünkü firavunun yok olmasından sonra uzun seneler Musa (a.s.) yaşadı. Kırk yıl çölde kaldılar zaten. Demek ki çok kısa sürmüş Musa (a.s.)’ın firavunun saltanatına son vermesi. Yanlış yapan insanlara en büyük darbe doğru sözdür. Siz doğruyu söylediğiniz zaman yanlış yapanların yapabileceği bir şey yoktur. Çünkü size karşı bütün şeylerini hiçbir kozları yoktur, kullanacakları hiçbir yöntem yoktur. Öyleyse karşınızdaki saltanat ne kadar büyük olursa olsun o saltanatı yıkmanın en kolay yolu; eğer zulümse, zulüm üzerine kurulmuşsa, haksızlık üzerine kurulmuşsa, en kolay yolu Allah’ın kitabıyla gitmek olur. Allah’ın kitabıyla gider, samimiyetle ona bağlı olursan çok rahatlıkla hâkimiyeti kurarsın.
Bir de şu var: bu tür bir mücadeleye karşı hiçbir ülkenin hazırlığı yoktur. Hiçbir ülkenin hazırlığı yoktur, çünkü siz gittiğiniz zaman evrensel doğruları söyleyeceksiniz. Hiçbir ülke evrensel doğrulara karşı bir kanun çıkaramaz, yani kendisini rezil edemez. Hiçbir devlet adamı şeyapamaz rezil edemez. Sen evrensel doğrularla gidiyorsun, onlar yanlışları yaparlar ama örterler doğru yapmış gibi gösterirler insanlara. Ama sen doğrularla gittiğin zaman sana karşı yapacakları hiçbir hareket yoktur. Teslim de olmak istemiyorsa o zaman şeyle kendi tabiatıyla insanların fıtratıyla ters düşer. Orda mutlaka bir çözünme, mutlaka bir bozulma olur ve kaybolur yok olur giderler. Onun için Allahu Teala diyor ki “bel nakzifu bilhakki alel-batıl feyedmeğuhu feizâ huve zâhik” (21/18) evet, hakkı batılın üzerine atarız yani kirin üzerine, evet demek ki bu öyle bir mücadele ki yani şeyle Kur’ân-ı Kerîm’le mücadele yaptığınız zaman sürekli -ha o ayet-i kerimeyi açıklayamadık, değil mi? Tamam- “bel nakzifu bil hakkı alel-batıl feyedmeğuhu feizâ huve zâhik” hakkı batılın üzerine atarız, diyor. Allah onun beynini dağıtır. Buldunuz mu yerini ayetin? Yerini bulamadınız mı? Efendim: Enbiya 18 evet. Hakkı batılın üzerine atarız, onun beynini dağıtır, bir de bakarsınız ki çekip gidiyor. Beynini dağıtır. Zaten o deliliği beyni dağıldığı zaman yapar. Çok dikkatli olacaksınız saldırgan olur, çok şeyler yapar. Beyni dağılır, tıpkı çamaşır suyunu kirin üzerine dökmeniz gibi bütün gücü kuvveti kaybolur. Ondan sonra bakarsınız ki çekip gidiyor. Şimdi bu öyle muhteşem bir mücadele ki kötülüğü ortadan kaldırıyorsunuz, iyiliği yayıyorsunuz. Aslında o kötü insan, eğer aklı başındaysa o da iyi insan haline geliyor. Yani bu aslında insanları kurtarma mücadelesi; yok etme değil, kurtarma. Niye yok ediyorsunuz o insanın içindeki kiri, pisliği yok ediyorsunuz? Ve bütün bir toplumu bütün bir insanlığı rahatlatma mücadelesi.
O zaman demek ki Kur’ân-ı Kerim’le biz de gitmek zorundayız. İşte Musa (a.s.)’ ın elindeki kitap da buydu. Bizimki de bu. Peygamberler bizlere örnektir. Eğer biz onların yaptıklarını yapamayacak olsak bize örnek olur mu? Çırak ne yapar? Ustasının yanında yetişir. Usta bir şey yapar, eğer çırak ustanın yapamayacağı bir şeyle muhatap olsa çırak olur mu? Mesela şeyler hiç kuşun yanında uçma talimi yapan bir insan gördünüz mü? İmkansız bir şey değil mi? Dolayısıyla bütün peygamberler yaptıkları her davranışta bizim taklit edebileceğimiz, tekrarlayabileceğimiz eylemler yapmışlardır. O zaman Musa (a.s)’ın yaptığını aynen biz de yapabiliriz. Muhammet (s.a.v.)’in elde ettiği başarıyı aynen biz de elde edebiliriz. Bir şart var: onun gittiği gibi gitmek! Nefsi arzularımıza uymamak ve herhangi bir toplumda Allahın kitabı okunur, samimiyetle yaşanırsa; o toplumda çok ciddi sarsıntılar olur. Beyni dağılanlar size, size karşı çok sertleşirler ama yapabilecekleri bir şey yoktur. Yapabilecekleri bir şey yoktur, sizin yanlış olduğunuzu bile söylemekten çekinirler. Çünkü doğru olduğunuzu bilirler.
“E entum eşeddu halkan emissemâ’” (79/27) şimdi sizin yaratılışınız mı daha güçlü, yoksa göğün yaratılışı mı? “Benâhâ” Allah göğü bina etmiştir bir tavan gibi yerin üzerinde oluşturmuştur. “Rafea semkehâ” yüksekliğini de yükseltmiştir. Yani göğü yeryüzünden epeyce yüksek bir halde tutmuştur. Birinci kat sema biliyorsunuz yıldızların bulunduğu yerdir. Yıldızların dünyaya uzaklığı da oldukça fazladır. Onu bizim kendi aramızda kullandığımız ölçütlerle belirleyemediğimiz için yıldız ışık yılı ile hesap ediyoruz. Çünkü fazlaca uzakta bu birinci kat sema. Zaten ikinci kat semadan kimsenin haberi yok.
“Ve eğtaşa leylehâ” Allah dünyanın gecesini de karanlık hale getirmiştir. Gece bir karanlık olarak insanın üzerine örtülür. Şu anda gecedeyiz, sakin olur, herkes çekilir. İnsanların çalışma zamanı değildir. Dinlenme zamanıdır. Gece uyuduğu zaman hayattan ilgisi kesilir insanın. Uykunuzda neler olup bittiğinden haberiniz olmaz ve sabahleyin kalkar, hayatınızı devam ettirirsiniz.
“Ve ehrace duhâhâ” ve o göğün aydınlığını da çıkarır. Göğü karanlık hale getirir, göğün aydınlığını çıkarır. Aslında aydınlanma da gökte, karanlık da göktedir. Yerde bir şey yok. O gökteki aydınlık ya da karanlığın yere yansıması var. Bu kadar, çünkü güneş bizim ufkumuzdan uzaklaştığı zaman karanlık oluyor. Yaklaştığı zaman aydınlık oluyor. Aydınlanan da gökyüzü, karanlık olan da gökyüzüdür. Yerin yansıması oluyor.
“Vel’arda ba’de zâlike dehâhe” ondan sonra da yeri döşemiştir. Bütün bitkilerle, hayvanlarla yeri süslemiş ve döşemiştir. “Ehrace minhâ mâehâ ve mer’âhâ” suyunu da otunu da yerden çıkarmıştır. “Vel-cibâle ersâhâ” o yerin içerisine bir kazık gibi çakmıştır. Çünkü yerin alt tarafı bir magma tabakası. Bunlar olmasa öyle büyük depremler olur ki yaşamamız mümkün olmaz. “Metâan lekum ve li en’âmikum” hem size hem hayvanlarınıza yiyecek olsun diye. Şimdi dağlar da enteresan. Dağlardan da yiyecek elde ederiz, ovalardan da yiyecek elde ederiz. Dağlar da yaşayan hayvanlar da vardır, ovalarda yaşayan; dağlarda olan bitkiler de vardır, ovalarda olan hepsine ayrı ayrı ihtiyacımız vardır. Bütün bunlar bizim için hem bizim hem hayvanlarımız için yararlanma vasıtası olsun diye.
Şimdi bütün bunları düşünün. Şimdi siz kendinizi ne zannediyorsunuz! Firavun kendisini ne zannediyordu? Sizin en büyük rabbinizim dedi ya! Ne oldu! Nerde o firavun! O firavun ibretlik olarak işte şimdi İngiltere’de British Museum’da bulunuyor. Birçokları tartışıyor firavunun cesedi mi değil mi falan… siz tartışadurun. Allahu Teâlâ diyor ki; “felyevme nuneccîke bibedenik litekûne limen halfeke âyeh” (10/92) ben seni bugün diyor, o şeyde boğulduğu zaman denizde bedeninle kurtaracağım diyor. Gerçekten öleceksin ama bedenin kaybolup gitmeyecek denizde. Niye? Senden sonra gelenlere ibret olasın diye. İşte ayet-i kerime bunu gösteriyor. O zaman biz neyimize güveniyoruz! Hakikaten elimize en küçük bir imkân geçti mi her birimiz birer tanrı olmaya çalışıyoruz. Allahu Teâlâ’nın tanrı olduğunu unutuyoruz. Allah’ı işimize karıştırmıyoruz ama eksiklerimizi hep Allahtan isteriz, tıpkı firavun gibi. Firavun da Musa(a.s.)’a geliyordu; “ya Musa! İşte su baskını olduğu zaman rabbine dua et, şu sıkıntıyı bizden gidersin, sana kesin olarak inanacağız ve İsrailoğullarını senle beraber serbest bırakacağız.” Nasıl olsa sıkıntı gidiyorsa tekrar eski haline dönüşüyor (43/49) (7/133-135). Birçok kimse de öyledir. Yani başına bir sıkıntı geldi mi başlar ibadete. Sıkıntısı gitti mi o zaman hemen başlar isyana. E peki ne olacak? Ömür sürmüyor ki, firavun geçti gitti! Nice firavunlar geçti gitti! İnsanlar hep başkalarının öldüğünü görüyor ama kendi öleceğini hiç düşünmüyor.
“Feizâ câetit-tâmmetul-kubrâ” o büyük “tâmme” geldiği zaman. Şimdi “tâmme” ne demek? “Tâmme” birşeyi ezmek ve düzlemek manasına geliyor. Fakat bu “tâmmetul-ku”râ” öyle anlaşılıyor ki insanların ayaklarını yere vurması anlamında olmalı. O zaman, o büyük yürüyüş vakti geldiği zaman diye tercüme edilmeli. Bana çok uygun geliyor, o büyük yürüyüşün zamanı geldiğinde. Çünkü yürüyüşte insanlar hep yeri tepeler. Herkes kabrinden kalkmış ve herkes belli bir noktaya yürüyor. Yeryüzünün en büyük yürüyüşü! Herkes gidiyor. Şimdi buna yürüyüş dememin sebebi bundan sonra gelen kısımlar da onu gösteriyor. Burada nasıl mana vermiş? En büyük baskın geldiği vakit. Şimdi baskın kelimesi demesi doğru. Şimdi böyle her bastığınız zaman ayağınızın altında kalan toprağa, bir sorun ona ne yapılmış. Baskına uğradım demez mi? O büyük yürüyüş, o büyük yürüyüşün zamanı geldi mi? Şimdi böyle dediğimiz zaman bundan sonraki kısımlar uyuyor. Baskın dediğiniz zaman olmuyor. Bir baskın olacak ne olur? Kıyamet kopacak, hep öleceksiniz. Peki araya bir sürü cümleler koymamız lazım. Çünkü “yevme yetezekkerul-insanu illa mâ seâ” o gün insan yaptığını hatırlayacak ama hatırlama günü; diriliş günü, kalkış günüdür. İşte o büyük yürüyüş yapıldığı zaman. En büyük yürüyüş “yevme yetezekkerul-insanu illa mâ seâ” o gün insan ne yapmış, ne etmiş hepsini hatırlayacaktır. Hatta biliyorsunuz önüne defter açılacak “mâli hezel-kitab la yuğâdiru sağîraten velâ kebîraten illâ ahsâhâ”(18/49) diyecek: “Ya şu deftere bak! Küçük büyük bırakmadan hepsini içine almış.” Bunu ben yapmamıştım demiyor, hatırlıyor, tabi ya, bu da yazılır mı, onu da yazmış…
“Veburrizetil-cehîmu limen yerâ” cehennem de ortaya çıkarılmıştır. Kimin için, onu görecek olan için çıkarılmıştır. Cehenneme gidecek olanlar gidecek. “Fe emmâ men tağâ ve âseral-hayated-dunya” kim tuğyan ederse, taşkınlık yaparsa. Şimdi burada “tağâ” kelimesi var. Yukarıda firavunla ilgili de aynı kelime var, on yedinci ayet. Başkalarını tenkit etmek kolaydır. “Vay be firavuna bak, ne kadar kafirmiş!.. felan demek güzel de, acaba bende de firavunluk var mı diye kendimize de bakmamız lazım. Kim tuğyan ederse, tuğyan: “ve âseral-hayated-dunya” dünya hayatını tercih ediyor. Ahreti reddediyor mu? Ahireti reddediyor mu? Tercih ediyor. Yani şimdi güzel bir söz var. Haceti dünya için sen varırsın yüz yere. Haceti ukba için hiç komazsın yüz yere. Yani dünyalık bir ihtiyacı oldu mu Allah vurur, çırpar. Şu ama din için sıra geldiği zaman; bayramdan bayrama. Demiş içki içer misin? Yok canım demiş, akşamdan akşama. şimdi düşünelim bakalım; biz ahreti mi tercih ediyoruz, dünyayı mı? Bizim için dünya mı bir numara, ahiret mi? Lütfen şöyle bir hayatımızı gözden geçirelim. Dünyalığımız, dünyalık söz konusu olduğu zaman Allah’ın bazı emir ve yasaklarından taviz veriyor muyuz, vermiyor muyuz? Dünya için yaptığımız harcamalarla ahiret için yaptığımız harcamalar arasında bir denge var mı, yok mu? Halbuki lafta hep ahret için çalıştığımızı söyleriz. Ahiret ebedi, dünya geçici. Ama bu geçici dünya bizi öylesine aldatır ki o dünya söz konusu olduğu zaman dünya için namazımızı terk ederiz. Ama namazımız için dünyayı terk etmeyiz. Dünya için faiz de yeriz, faiz de veririz. Ama dinimiz için fedakârlık yok. Dünya için tüm servetin gitmesini göze alırız. Ama dinimiz için küçücük bir fedakârlık yok. Aman beni karıştırmasınlar, uzaktan dolaşırsın, arkadan dolaşırsın falan… işte bakın tuğyanı Allah böyle anlatıyor. Taşkınlık diyor bu iş. Dünyayı ahretten üstün mü görüyorsun, yoksa ahreti mi üstün görüyorsun? “Ahreti inkar eden” ibaresinde bulunmuyor. “Ve âsera” tercih ediyor. “El-hayated-dunya” hemen şu andaki yaşayışını tercih ediyor. Neye tercih ediyor? Sonrakine, ahrete yani şu andaki işlerini yürütürken ahreti ihmal edebiliyor, onu geri; o ikinci planda kalıyor. İşte ona Allah taşkınlık diyor, yapılmaması gereken şey.
“Feinnel-cehîme hiyel-me’vâ” cehennem bu kişinin varacağı yerdir. “Feemmâ men hâfe mekame rabbihi” ama kim de Allah’ın huzurunda durmaktan korkarsa; yarın Allah’ın huzurunda ben ne diyebilirim, Allahın huzuruna çıktığım zaman bunların cevabını nasıl veririm, nasıl hesap veririm diye korku çekerse bir insan, “ve nehen-nefse anil-hevâ” kendini de hevâsından engellerse canının çektiği, arzu ettiği şeylerden -arzu ettiği; işte o arzu ediyor ama işte o arzusu Allahın emrine aykırı olduğu takdirde, Allahın emrine uygunsa onda problem yok- “feinnel-cennete hiyel-me’vâ” cennette o kişinin işte tam bir me’vâdır. Yani onun durup kalacağı yerdir.
İşte takva, korumak demektir. O yapılmaması gereken şeye karşı kendinizi koruyacaksınız. E ne yapıyım, canım çekti… Canının çektiğini yap, yapabilirsin tabi, yap serbest bu dünyada. Ama neticesine katlanacaksın. Ha cehennem? Ben cehenneme dayanırım diyorsan buyur, serbest.
Şimdi Hucurat suresinde ayetler var, orda diyor ki Allahu Teâlâ: (49/14)“Kâletil-a’râbu âmennâ” şu çölden gelen Araplar: Ya Muhammet! Sana amenna dediler; biz de inandık, mümin olduk dediler. “Kul lem tu’minû” dedi ki siz inanmış değilsiniz. “Velâkin kûlû eslemnâ” teslim olduk deyin. Bak; kâfirsiniz demiyor, münafıksınız da demiyor ama siz mümin olmadınız diyor. “Velemma yedhulil-îmânu fî kulûbikum” o iman henüz kalbinize kadar inmiş değildir, içiniz sarsılmıyor, böyle şeyapmıyorsunuz yani dininiz sizin için bir numaraya henüz gelmiş değildir. Ondan sonraki ayetten anlıyoruz, onu okuyacağım zaten. “Ve in tutîullahe ve rasûlehû lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â” Allah’a ve resulüne itaat ederseniz yaptıklarınızın hiçbirisini Allah sizden noksanlaştırmaz, yaptığınızın karşılığını verir, korkmayın. “İnnellahe ğafururrahim” öyle miydi? Evet. Allah ğafur ve rahimdir. Asıl şuna dikkat edelim: (49/15)“İnnemel-muminûn” müminler sadece şunlardır diyor. “Ellezîne âmenû billahi ve rasûlih” Allaha ve resulüne inanan “sümme lem yertâbû” sonra şüpheye düşmeyen “ve cehadû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebilillah” Allah yolunda malıyla canıyla olanca gayretini gösteren, geri kalan değil, dünyayı tercih eden değil, Allah yolunda malıyla canıyla olanca gayretini gösterendir müminler. “Ulâike humus-sadikûn” iddiasında doğru olanlar onlardır.
(79/42)“Yes’elûneke anis-sâati eyyâne mursâhâ” sana o saati soruyorlar, kıyameti ne zaman gelip demir atacak diye. Aslında her birimizin öldüğü gün onun kıyametidir. Ondan sonra dünya isterse yıkılsın, isterse ayakta dursun bana ne. “Fîme ente min zikrâhâ” ya Muhammet! Sen nere, kıyameti hatırlamak bilmek nere! Sen kıyametin kopacağını nerden bileceksin! Bazı kişiler tarih bile veriyorlar, adam diyor ki; yani hakikaten insanın kanı donuyor, gaybı bilmeyle ilgili bütün ayetleri yazıyor, hadisleri de yazıyor, ondan sonra geliyor, “Allah peygamberlerin Allah kimseye gaybını bildirmez ancak dilediği peygamber başka” dediğinden hemen giriyor. Allah peygambere kıyamete kadar gelmiş olan her şeyi bildiriyor. Elbette ki falana da bildirmiştir, elbette ki filana da… Tabi sonra sıra kendisine geliyor ama ondan bahsetmiyor. Ne diyor? Kıyamete kadar olacak ne varsa hepsini bir ekranda görür gibi bilir, görür diyor. Ne kadar yani insanlar hakikaten çok taşkın, çok şaşkın oluyorlar, kendileri tanrı gibi kendilerini çeşitli şekillerde tanrılaştırıyorlar. Allah peygamberine ne diyor? “Fîme ente min zikrâhâ” sen nerede, onu bilmek nerede! Sen nerden bileceksin, ya Muhammet! “İlâ rabbike muntehâhâ” bu işin nihai bilgisi rabbine kalmıştır. “İnnemâ ente munziru men yahşâhâ” senin tek bir görevin vardır, o kıyamet günü ne olacak diye soruyorsa bir adam, onu uyarırsın. Korkmuyorsa zaten ne yaparsan yap uyanmaz. “Ke ennehum yevme yeravnehâ” bunlar o kıyameti gördükleri zaman şöyle olacak: “lem yelbesû” bu dünyada hiç kalmamışlar gibi düşüneceklerdir. “illâ aşiyyeten” ya bir akşamüzeri, “ev duhâhâ” ya da kuşluk vakti. (??dersin sonu kesilmiş??)