Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Vel âkibetu lil muttakîn. Vessalâtu vessalâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn
Subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm.
Muzzemmil suresini okumaya devam ediyoruz biliyorsunuz. Konu bütünlüğünü sağlayabilmek için 8. ayetten başlıyoruz.
“Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ.”… Hatta hızlı bir şekilde baştan başlasak belki daha iyi olur.
“Yâ eyyuhel muzzemmil.” “Ey örtünen (gizlenen).”, “Kumil leyle illâ kalîlâ.” “Gece kalk, az bir kısım hariç.”, “Nısfehû evinkus minhu kalîlâ.” “Gecenin yarısında ya da ondan biraz noksan” süre içerisinde kalk, “Ey zid aleyhi” “Ya da bu süreye ilave et” yarısından fazlasında kalk. “ve rettilil kur’âne tertîlâ.” “Ve Kur’anı tertil üzere oku.” Yani Kur’anı şöyle tane tane, yavaş yavaş, anlaya anlaya oku. Hızlı okumanın bir anlamı yok. Hızlı okuduğunuz zaman birçok öğeyi, manayı kaybedersiniz.
Kur’anı okumak insanı güçlendirir. Kur’an meali okuyanlar bunu çok iyi ve yakından bilirler. Her okudukça nasıl kendilerine olan güvenlerinin arttığını yakından bilirler. Bir de bunu akşamleyin birazcık uyuduktan sonra kalkıp okursak, zihnimiz tamamen dinç olur ve çok daha iyi anlarız.
“İnnâ se nulkî aleyke kavlen sekîlâ.” “Senin üzerine ağır bir söz yükleyeceğiz.” Şimdi, en ağır şey gerçekten sözlerdir. Ve ağırların da ağırı Allahın sözüdür. Çünkü Allahın sözü hep doğrudur. İnsanlar da doğrulardan kaçarlar. “İnne nâşietel leyli hiye eşeddu vat’en ve akvemu kîlâ.” “Çünkü gece neşesi daha dokunaklıdır ve söz olarak da daha sağlamdır.” İnsanın zihninde daha iyi kalır. “İnne leke fîn nehâri sebhan tavîlâ.” Yani Kur’an okumayı geceyi ayır. Çünkü gündüzün yapacağın o kadar çok iş var ki; oraya gidersin, oraya gidersin, şununla meşgul olursun, bununla meşgul olursun bir şey yapamazsın.
“Vezkurisme rabbik” “Rabbinin adını an.”, “ve tebettel ileyhi tebtîlâ.” “Ve Ona büsbütün kendini hasret.” Yani başka şeylerden kesil, irtibatı kopar, tümüyle Rabbinle baş başa kal. Rabbinle baş başa kalmak, Onunla konuşmak Onun kitabını okumaktır. Çünkü Allahın kitabını okur, onu anlamak için gayret sarf edersen Rabbinle baş başa kalmış olursun ve o şekilde birçok güzel şeyler öğrenme fırsatın olur.
“Rabbul meşrıkı vel magrib.” “O doğunun ve batının Rabbidir.”, “lâ ilâhe illâ hu” “Ondan başka ilah yoktur.”, “ve fettehızhu vekîlâ.” “Ve Onu sen kendine vekil edin.” Yani Onun koruması altına gir. “Vasbir alâ mâ yekûlûn.” “Şu insanların söylediklerine de katlan.” Yani insanlar yer yer birçok şeyler söyleyeceklerdir. Burası imtihan dünyasıdır. Madem Allah-u Teâlâ insanları inanmak ya da inanmamak da serbest bırakmıştır.
Öyleyse insanlar inanıyorlarsa da inanmıyorlarsa da bu konuda konuşacaklardır. Sadece inananlar konuşsun inanmayanlar konuşmasın derseniz olmaz. Onlar da konuşacak siz de konuşacaksınız. E onlar konuşurken bizi rahatsız ediyor… Tabi ki rahatsız edecek. Sabredeceksin.
“Vasbir alâ mâ yekûlûn.” “Söyledikleri şeye sabret.”…
Şimdi, insanlar akşam mümin sabah kâfir olabilirler. Çok iyi yetişmiş bir kişi menfaatlerinin esiri olur, bakarsınız ki çok kötü ve zararlı hale gelebilir. Çok kötü ve zararlı gördüğünüz insan da gerçekleri anlar, çok iyi bir hale gelebilir. İşte Ömer, Peygamber (S.A.V)i öldürmek için gitti Hz. Ömer olarak geri döndü.
Âdem (A.S)ı Allah-u Teâlâ bizzat eğitti. Eğitimini yaptı. Ama Âdem (A.S) ilk imtihanda kaybetti. Onun için hiç kimsenin bir garantisi yok. E hiç kimsenin garantisinin olmadığı bir yerde siz tek ses isterseniz, o zaman bu Allah-u Teâlâ’nın kanununa aykırı olur. Yani derseniz ki, insanların dinden çıkma hürriyeti yoktur. Hâlbuki o hürriyeti Allah-u Teala vermiş. Siz vermezseniz, bunu da baskıyla yürütmeye çalışırsanız insanları zorla münafık yaparsınız. Bu defa birbirine hiçbir şekilde güvenmeyen, yalanla dolanla, entrikalarla geçen bir hayata razı olmanız gerekir.
Şimdi, insanlar akşamda sabaha inanç değiştirebilirler. Akşamdan sabaha işlerini değiştiremezler, ülkelerini değiştiremezler, ailelerini değiştiremezler, isimlerini değiştiremezler. İnançları değişti diye ülkelerini değiştirecek halleri yok ya. Öyleyse birbirimize sabretmemiz, tahammül etmemiz gerekir. Saygı değil, tahammül… Çünkü sen inanmadığın, beğenmediğin bir düşünceye saygı gösteremezsin. Ben saygı gösteriyorum falan dersen yalan söylemiş olursun. Beğenmediğin şeye nasıl saygı gösterirsin? Ama tahammül edersin. Yani katlanırsın. Onun da öyle yapabileceğini bilir ve ona göre yaşarsın. “Lekum dînukum ve liye dîn.” diyebilirsin. “Sizin dininiz sana, benim dinim de bana.”
“Vasbir alâ mâ yekûlûn.” “Onların dediklerine sabret.”, “vehcurhum hecren cemîlâ.” “Onları yalnız bırak ama güzel bir şekilde.” Yani onlara kabalık yapmana da gerek yok. Kabalık yapmakla o insan inancını değiştirecek değil ki. Allah-u Teâlâ Musa (A.S)la Harun (A.S)ı peygamber olarak gönderdi. O zaman Firavun’a, dedi ki yumuşak konuşun. “Fe kûlâ lehu kavlen leyyina”.
Musa (A.S) diyor ki: “Kâle rabbişrah lî sadrî.” “Yarabbi göğsümü genişlet.” Yani ona ben nasıl tahammül edeceğim. Onun çılgınlıklarına ben nasıl dayanacağım. “Ve yessir lî emrî.” “Benim için işimi de kolaylaştır.”, “Vahlul ukdeten min lisânî.” “Dilimdeki düğümü çöz.” Dilim tutulur konuşamam. “Yefkahû kavlî.” Öyle olsun ki “Sözümü anlasınlar.” “Vec’al lî vezîren min ehlî.” “Ailemden de bana bir destekçi ver.”, “Hârûne ahî.” “Kardeşim Harunu.”, “Uşdud bihî ezrî.” “Onunla sırtımı kuvvetlendir.”, “Ve eşrikhu fî emrî.” “İşimde onu da ortak et.” (Tâhâ 25-32). Yani onu da resul yap.
“Key nusebbihake kesîrâ.” “Böyle olsun ki Sana daha çok ibadet edelim.”, “Ve nezkureke kesîrâ.” “Ve Seni daha çok analım.” Kitabını daha çok okuyalım. “İnneke kunte binâ basîrâ.” “Çünkü Sen bizi görüyorsun.”, “Kâle kad ûtîte su’leke yâ mûsâ.” Allah-u Teala “Dedi ki, senin isteklerin verildi Musa.”, “Ve lekad menennâ aleyke merreten uhrâ.” “Sana Biz bir kere daha ikramda bulunmuştuk.” (Tâhâ 33-37).
Şimdi, bunlar anlatıldıktan sonra 44’e kadar atlıyoruz. Tekrar diyor ki: “İzhebâ…” Hatta ondan önce “İzheb ente ve ehûke” Şimdi, kardeşini de peygamber yaptı ya 42. ayette. “Sen ve kardeşin gidin” “bi âyâtî ” “Ayetlerimle” Belgelerimle. “ve lâ teniyâ fî zikrî.” Ama “Benim zikrim konusunda gevşeklik göstermeyin.” (Tâhâ 42). Yani Beni anın, Benden yardım isteyin, Bana güvenin, Bana dayanın.
“İzhebâ ilâ fir’avne” “İkiniz Firavuna gidin” “ innehu tagâ.” “Çünkü o taşkınlık yapmıştır.”, “Fe kûlâ lehu kavlen leyyina” “İkiniz de ona yumuşak konuşun” Sert değil. “leallehu yetezekkeru” “Belki aklını çalıştırır…” Aklını başına alır. Çünkü siz yumuşak konuşunca, o da size yumuşak cevap vermek zorunda kalır ve düşünmek zorunda kalır sizin sözlerinizi. “ev yahşâ.” “Ya da korkar.” (Tâhâ 43,44). Yani sizi kavrar, cevap veremeyince o korkmaya başlar bu defa.
İşte burada Musa (A.S) ve Harun (A.S) o zamanın en zalim, en baskıcı rejiminin başında olan firavuna böyle gidiyorlar. Ayetlerle gidiyorlar. Allahın ayetleriyle. Ve ona karşı yumuşak konuşuyorlar. E neticede firavun Müslüman olmuyor. Ama Musa (A.S)ın ve Harun (A.S)ın haklı olduğunu çok iyi kavrıyor. Doğru olan da bu… Haklıysanız güçlü olursunuz. Güçlü olduğunu da kavrıyor. Hâlbuki ekonomik olarak hiçbir değerleri yok. Zaten ezilen bir toplum. Kendisine köle yapmış İsrailoğullarını. Ama ona rağmen Musa (A.S) mücadelesinde başarılı oluyor. O koskoca firavun iktidarını yerle bir ediyor.
Şimdi, denebilir ki o bir peygamberdi. Cenab-ı Hakkın desteğine mazhardı. Allah-u Teâlâ ona bu başarıyı verdi. Unutmayalım ki peygamberler tâbi olunmak için gönderilir. Yani kendisine uyulsun diye gönderilir. Bunun manası şudur; siz de aynı esaslara göre hareket ederseniz, karşınızda firavun gibi çok güçlü bir iktidara sahip, güçlü ordulara sahip, çok zengin bir ülkenin başında olan kişi dahi size boyun eğmek zorunda kalır. Yeter ki doğru davranın.
Peygamberlerin yaptıkları şey de hep doğru davranmaktır. Bulundukları ülkenin yasalarına göre hiç suçlu duruma düşmemişlerdir. Karşı taraf suçlu duruma düşürmeye çalışır devamlı. Suçlu duruma düşürecek ki, eline fırsat geçsin, cezalandırabilsin. Ama hiç suçlu duruma düşmemişlerdir. Peygamberimiz de öyle yapmıştır (S.A.V).
Aslında onları en fazla rahatsız eden şey bunların yaptıkları ama ülkeler Kur’an-ı Kerimle yapılacak, yani Allahın kitabıyla yapılacak bir mücadeleye göre hazırlıklı değillerdir. Bu konuda ne yasa çıkarmışlardır, ne de karşı koyacak güçleri vardır. Yani öyle bir yerden hücum ediyorsunuz ki, onların en zayıf noktaları… Öyle bir yerden hücum ediyorsunuz ki, onların gönüllerini fethediyorsunuz. Size yanlış yapıyorsunuz diyemiyorlar. Yaptığınızın çok doğru olduğunu biliyorlar. Bu defa iktidarlarını kaybetme telaşına düşüyorlar, çılgınlaşıyorlar ve siz de eğer yumuşak davranmaya devam ederseniz ellerinde yapacak fazla bir şey kalmıyor.
İşte Peygamber (S.A.V)e de aynı şeyi söylüyor Allah-u Teâlâ. Yani başka kelimelerle ifade ediyor. Tekrar Muzzemmil suresine geçiyoruz. 575. sayfa. 10. ayet.
“Vasbir alâ mâ yekûlûn” “Onların söylediklerine karşı sabırlı ol.” Tahammül göster. “vehcurhum hecren cemîlâ.” “Onları güzel bir şekilde terk et.” Sizden adam olmaz. Siz zaten kâfirsiniz. Siz zaten şöylesiniz böylesiniz diyerek terk edilmez. Onlara karşı konuşulunca söylenen her bir şeyde karşı tarafın faydalanacağı bir takım cümleler kullanmak lazım. O cümlelerin de Allahın kitabından seçilmesi lazım. Kendimize ait olursa, doğru söylediğimizi zannederek yanlış iş yapabiliriz.
“Ve zernî vel mukezzibîne ulîn na’me” E bir de yalancılar vardır bunların içerisinde. Bu yalancılar nimet sahibi iseler de, ellerinde imkânlar da varsa, o imkânları kullanmak isterler. Ortalığı karıştırmak isterler. Fitne çıkarırlar, fesat çıkarırlar. Bütün buralarda dik duran kazanır. Onların oyununa gelmezseniz, dik durursanız, yalan bir müddet sonra ortaya çıkar ve siz kazanırsınız.
Onun için Allah-u Teâlâ diyor ki: “Ve zernî vel mukezzibîne ulîn na’me” “O ellerinde nimet olan yalancıları bana bırak.” Sen onlarla uğraşma. Yani it ürür kervan yürür hesabı. Onlar konuşmaya devam etsinler. Onlarla dil dalaşına gerek yok. Çünkü yalan söyledikleri belli. Sen doğruları söylemeye devam et. Onları bana bırak.
“ve mehhilhum kalîlâ.” “Bir müddet onlara süre tanı.” Bırak ne yaparlarsa yapsınlar, önemli değil. Niye öyle? Ne zamana kadar süre tanıyacaksın? “İnne ledeynâ enkâlen ve cahîmâ.” “Çünkü Bizim yanımızda kelepçeler ve Cehennem ateşi vardır.”, “Ve taâmen zâ gussatin ve azâben elîmâ.” “İnsanın boğazında düğümlenip kalan bir yiyecek ve acıklı bir azap vardır.” Onun için bırak… Bırak, eğer böyle devam ederlerse bu cezaya çarpılırlar. Akılları başlarına gelirse, o zaman da kurtuluşa ererler.
Ne zaman bu olacak? “Yevme tercuful ardu vel cibâl” “Yerin ve dağların sarsıldığı gün.” O zaman, demek ki bu dünya hayatı boyunca bu insanlara dokunmayacaksınız inançları dolayısıyla. Sadece size karşı fiili harekete geçerlerse o ayrı. Yani sizi inancınızdan dolayı öldürmeye kalkar, ülkenizden sürgün eder, sürgün edenlere destek verirse o ayrı. Yoksa ölene kadar istediklerini yapsınlar.
“Yevme tercuful ardu vel cibâl” “O gün dağlar ve yer sarsılacaktır.” Müthiş bir sarsıntı. Öyle bir sarsıntı ki, “ve kânetil cibâlu” “Dağlar olacak…” “kesîben”, mutecemmian. Yani “bir yerde toplaşacaklar”. “mehîlen” “Erimiş vaziyette olacaklardır.” Hani, “Ve suyyiretil cibâlu fe kânet serâbâ.” “Dağlar yürütülmüş ve serap haline gelmiş.” (Nebe’ 20). Yani hayal olmuş. Yerinde sadece hayali var kendisi yok.
Şurada Himalaya Dağları vardı! O eskidendi şimdi yok! Şimdi Hint Okyanusu’na girdi onlar! E şurada Ağrı dağı vardı, Palandöken vardı, ne bileyim Toros Dağları… Onların hiç birisi yok artık! Yerleri dümdüz… Bir araya gelmiş toplaşmışlar, ama her birisi de erimiş vaziyetteler.
Eriyen ne? Şimdi, mehîlen kelimesi çok ilginç bir kelime. Her zaman söylüyorum, bu tür kelimeler üzerinde uzmanlarının çalışması lazım. Yani biz bu konuların uzmanı olmadığımız için kendi anlayışımıza göre bir takım şeyler söyleriz. Mesela -Ve tekunûl cibâlu kel muhli – deniyor. İşte, – Dağlar erimiş… Yok, “Yevme tekûnus semâu kel muhli” “Gökyüzü erimiş bakır gibi olunca.” (Meâric 8). E bu da, mehîl de aynı.
Enes Hoca: “Ve tekûnul cibâlu kel ıhni.” (Meâric 9).
“Ve tekûnul cibâlu kel ıhni.” o başka… Bu da aynı, yani mehîl ile muhl aynı. Değil mi kelime olarak? Yani dağlar erimiş maden gibi, erimiş bakır gibi olacak. Şey… gökler diyor. -Ve tekunûl cibâlu kel muhli.- Gökler erimiş bakır gibi olacak.(?) – E dağlar? Dağlar da aynı şekilde. Mehîl de erimiş bakır manasına geliyor.
Onun için bunu bazıları un ufak olmuş, kum yığını haline gelmiş şeklinde anlamlandırıyor. Tabi bunu neye göre anlamlandırıyor? Bu kelime manasından kendi zihnine gelen anlama göre. Diyor ki, herhalde bir dağ erirse onun olacağı bir kum yığınıdır. Öyle düşünüyor. Hâlbuki bu dağ eriyor ama yerinde kalmıyor. Oradan sürükleniyor. Sürükleniyor. E belki bir yanardağ olabiliyor onun yerinden, onu da bilmiyoruz. Yani oradan lavlar fışkıracak olabilir.
İşte onun için diyorum uzmanları bu konular üzerinde çalışırsa çok şeyler ortaya çıkar. Mesela benim aklıma gelen şu; demek ki kıyamet koptuğu zaman dağlarda milyonlarca ton maden hala duruyor olacak. Siz hangi dağın madenini bitirmiş olacaksınız ki? Ve bu ayetler maden kaynaklarının dağlar olduğunu da insana gösteriyor. Ben öyle anlıyorum. Tabi uzmanı değilim.
Kesîb kelimesi var. Kesîb Arapçada tecemmu’ anlamına geliyor. Yani bir araya toplanmak manasına geliyor. E şimdi, bunu bazıları işte yığın diye düşünüyorlar. Yani tabi bir şeyi hayal edeceksiniz görmediğiniz için. Kelimelerden bir anlam çıkaracaksınız. Bana şöyle geliyor bu ayetleri okuduğum zaman, cibâl kesîb olacak deyince, dağlar… Dağlar bir araya toplanacak. E yürütülünce nereye gider dağlar? Nereye gidecek? Denize gidecek. Denizi dolduracak işte. Ve yeryüzü dümdüz olacak. “Dağlar yürütülmüş, serap…” artık bir hayal “… haline gelmiş.” Dağların yerinde orayı daha önce bilenler ancak hayalini kurabilirler ama artık hiçbir şey yok.
Çocukluğumuzda şöyle söylerlerdi bize, öyle bir duruma gelecek ki yeryüzü, batıdaki bir yumurtayı doğudan görebileceksiniz; o derece dümdüz olacak. Şimdi, bu tabi Dünyanın tepsi gibi olduğu düşünülerek söyleniyor. Ama ayeti kerimelere baktığınız zaman gerçekten dümdüz olacağı açıkça belirtiliyor. Dümdüz derken, tabi bu yuvarlaklığı içerisinde dümdüz. O zaman demek ki bir de toplanma meselesi var. Erime olayı da var. Bu denizleri dolduruyor. Çukur yerleri dolduruyor olmalı.
Enes Hoca: “Ve yevme nuseyyirul cibâle ve terel arda bârizeten.” (Kehf 47).
Evet, “… yevme nuseyyirul cibâl…” “Dağları yürüttüğümüz gün, toprağı ortaya çıkmış…” yani belirgin “… bir halde görürsün.” diyor ayeti kerime.
Biz bu konulardaki ayetlerde fazla durmuş değiliz. Şimdi bu sıralar ahiretle ilgili ayetleri inceliyoruz Vakıfta. Yani ben kendi açımdan bakıyorum da, Allah Allah ben hiçbir şey de bilmiyormuşum bu konularda. Sonra kendi kendime düşünüyorum, ya galiba ben bu Kur’an-ı Kerimden çok az bir şey bilerek bu dünyadan ayrılacağım. Bu kadar okuyoruz, okuyoruz, okuyoruz, her gün çok güzel bilgilere ulaştığımızı düşünüyoruz; ama bakıyoruz ki, ulaşılması gerekenin yanında hiçbir şey. Ama tabi aldığınız mesafenin büyüklüğünü de görüyorsunuz aynı zamanda. Ama alınacak mesafe açısından bakarsanız çok gerilerdesiniz.
“İnnâ erselnâ ileykum resûlen şâhiden aleykum” “Biz size bir elçi gönderdik size şahit.” Ne yaptığınızı görüyor. “kemâ erselnâ ilâ fir’avne resûlâ.” “Firavuna bir elçi gönderdiğimiz gibi” gönderdik size. (Muzzemmil 15). Şimdi, firavuna giden elçi, yani Musa (A.S), firavunun devletinin yıkılmasına sebep oldu. Ezilmiş olan İsrailoğulları o ülkenin doğusunu da batısına da hakim oldu. Bütün servete kondular.
Peygamber (S.A.V)in geldiği toplumda da insanlar küçük kabileler halinde yaşıyorlardı. Peygamber efendimiz onları büyük bir devlet haline getirdikten sonra dünyadan ayrıldı. Üç milyon metrekarelik bir bölgeye hakim olduktan sonra bu dünyadan ayrıldı. Sonra da onun arkasından gelen sahabeleri, biliyorsunuz dünyanın çok büyük bir bölümünü hakimiyetleri altına aldılar ve yıllarca, asırlarca…
Onun için, eğer dünyayı kazanmak istiyorsanız yapacağınız tek şey Kur’an-ı Kerime sarılmak olmalıdır. Çünkü Kur’an-ı Kerim dünyadan sizin hayal edemeyeceğiniz kadar yararlanmanızı sağlar. Hiç Peygamber efendimiz hayal edebilir miydi? Ömer Müslüman olmamışken birisi ona deseydi ki, sen şöyle yirmi yirmi beş sene sonra İran’a… İşte, diyelim otuz sene sonra İran’a, Bizans’a hükmeden bir devlet başkanı olacaksın deseydi birisi ona. Ne yapardı Ömer? Dalga geçecek başka adam bulamadın mı der, hatta onu bir de pataklardı değil mi? Böyle bir şeyi hayal etmesi mümkün müydü? Ama gerçek oldu.
Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim… Yani dünyalık isteyen… Kim dünyalık istiyorsa yapacağı şey Kur’ana sarılmaktır. Kim ahireti istiyorsa yapacağı şey Kur’ana sarılmaktır. Kim hem dünyayı hem ahireti istiyorsa yapacağı tek şey Kur’ana sarılmaktır. Kur’anın gösterdiği gibi hareket etmektir.
“İnnâ erselnâ ileykum resûlen.” “Biz size bir elçi gönderdik.” “şâhiden aleykum” “Bu size şahit.” Ne yaptığınızı görüyor. Tabi yaşadığı sürece görüyor. “kemâ erselnâ ilâ fir’avne resûlâ.” “Firavuna da bir elçi gönderdiğimiz gibi.” “Fe asâ fir’avnur resûle fe ehaznâhu ahzen vebîlâ.” “Firavun o resule isyan etti. Biz de suçlu bir kimsenin yakalandığı gibi onu yakaladık.” (Muzzemmil 16).
Yani işlemiş olduğu günahın etkileri üzerindeyken, vebel yağmur manasına gelir. Vâbil, bol yağmur. Yağmur yağdığı zaman yağmur altında kaldınız mı her tarafınız su olur. İşte bu vebîl de, yapmış olduğu günahların, suçların ıslaklığı, lekesi, izi tamamen üzerindeyken yakalanması demek firavunun. İşte, Musa (A.S)ı ve İsrailoğullarını takip ederken deniz kapandı ve boğuldu. Tam boğulma sırasında dedi ki, ben işte Musa’nın ve Harun’un Rabbine inandım; ama tabi geçmişti artık. Vakit geçti…
İşte burada Allah-u Teala diyor ki; aklınızı başınıza toplayın, firavun o elçiye isyan etti, biz de onu vebâlli bir kişinin yakalanması gibi yakaladık. Yani suçüstü yaptık.
“Fe keyfe tettekûne” “Peki kendinizi nasıl koruyacaksınız?”, “in kefertum yevmen yec’alul vildâne şîbâ.” “Yeni doğmuş bir çocuğu ihtiyarlatan bir günde.” (Muzzemmil 17). Bu günü siz görmezlikten gelirseniz… Başınıza öyle bir gün gelecek. Onun tedbirini şimdiden almıyorsanız kendinizi nasıl koruyacaksınız?
“Es semâu munfatırun bih.” “İşte o gün sebebiyle…” O günün önemi, dehşeti sebebiyle “… gök yarılacaktır.” Gök yarılacak. “kâne va’duhu mef’ûlâ.” “Allahın sözü de yerine gelecektir.” (Muzzemmil 18). Gökler yarılacak, işte erimiş bir maden haline gelecek, böyle rulo halinde duracak. O göklerin yarılması olacak ama güneş olduğu yerde kalıyor. Güneşin üzeri sadece kabuk bağlıyor. Ay da Güneş de birleşiyor. “Vel kameri izet tesak.” (İnşikak 18). Ama Dünya olduğu yerde kalıyor.
Onun için, astronomi bilimini yapanlar Kur’an-ı Kerimden hareketle yapmalılar. Kendi varsayımlarıyla yapınca bu eksik kalıyor, yanlış kalıyor. O zaman, demek ki Güneşi ve Dünyayı gök cismi saymamak gerekir. Bunlara farklı bir statü tanımak gerekir. Öbürlerinin statüsü farklı, yeri farklı; bunun konumu farklı. Böyle bir farklı konum olduğunu bilirseniz ona göre hareket edersiniz. Biliminizi ona göre kurarsınız.
“İnne hâzihî tezkirah.” “Bu bir hatırlatmadır.”, “fe men şâettehaze ilâ rabbihî sebîlâ.” “Kim isterse…” Kim yola gelmek isterse, kim doğruyu yakalamak isterse “… Rabbine giden bir yola girer.” (Muzzemmil 19). Yani Allah-u Teâlâ’ya giden yola girer. Allah-u Teâlâ’nın gösterdiği yola girer. Yani Kur’an-ı Kerimin yoluna girer. Bu tamamen kişinin kendisine kalmış bir şeydir.
Şimdi, derler, efendim insan anasının rahmindeyken mümin miymiş, kâfir miymiş belli. Ta ezelden bellidir derler. Ve bunun adına da kader inancı derler. E o zaman, bu kadar ayeti kerimenin de bir anlamı kalmaz tabi. Allah-u Teâlâ ayetlerinde “halakahu fe kadderahu” der (Abese 19). Yani önce insanın yaratılışından, sonra kaderinden bahseder. Yarattı, sonra kaderini belirledi der. Ama bizim gelenek ne der? Önce kaderini belirledi, sonra yarattı der.
Peki “halakahu fe kadderahu” ne demek? Bunun manası şu; yarattı önce… Yaratılışta hepimiz aynı şeylere sahibiz. Aynı kaynaktan geliyoruz, aynı topraktan gelen madenlerle yaratılıyoruz, gıdalarla yaratılıyoruz. Ama sonra kaderimiz belirleniyor. Ne demek kader? Standardımız belirleniyor. Ölçülerimiz belirleniyor. Kader ölçü demektir. Yani Allah-u Teâlâ her birimize farklı bir ölçü koyuyor. Her şeyimizle farklıyız. Sesimiz farklıdır, yürüyüşümüz farklıdır, hücrelerimiz farklıdır, ne bileyim her şeyimiz farklıdır. Bilim geliştikçe bu farklar daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Yaratıyor, sonra takdir… Bu takdir, işte herkesin farklı standartlarda olması manasınadır. O zaman siz kendinizdeki bu farklılığı fark eder, iyi kullanırsanız, yeryüzünde kendi sahanızda bir numara olursunuz. Ama şimdi siz buna derseniz ki, tam bunun tersini yaparsanız, yani Allah-u Teâlâ “halakahu fe kadderahu” demiş, “ve halaka kulle şey’in fe kadderahu takdîrâ.” demiş (Furkân 2). Her şeyi yaratmış, sonradan da onun ölçüsünü koymuştur diye. Allahın söylediğini tam terse çevirir ki gelenekte böyledir, önce kaderiniz belirlendi, sonra yaratıldınız derseniz, dersiniz ki artık benim ne olacak? Yani bir şey yapmama gerek yok ki. Zaten uğraş uğraş, sonunda takdir ne ise o olur; aman boş ver dersiniz. Bu defa da toz olursunuz, zaten size emredilen de odur. Siz eskilerin ayağının tozu olamazsınız derler. Gene toz olmak bile büyük şeref haline gelir bu defa (!).
Birisinde bir numara olmak var ki Allah öyle emreder bütün insanlara. Bir numara olmayı emreder. Öbüründe de son numara… Ne son numarası?.. Toz bile olamayız diyeceksin (!). kişiliğini sileceksin. Zaten gerçekten de senden hiçbir şey olmaz artık ondan sonra.
Hakikaten Müslümanlardan hiçbir şey de olmuyor işte ondan dolayı. Çünkü her şey tersine çevrilmiş. Ayaklarınızın üzerinde yürümek üzere yaratılmışsınız, size diyorlar ki öyle olmaz, ellerinizin üzerinde yürüyeceksiniz. E yürüyemiyorum!.. E imanın yok da ondan yürüyemiyorsun (!). Ellerinin üzerinde yürüyeceksin. Ya başım dönüyor!.. Yok yok, sen öyle yürüyeceksin. Eskiler ayaklarının üzerinde yürüyorlarmış!.. Sen kim, onlar kim diyor. Kardeşim! Onları yaratan beni yarattı, ben işte oyum!.. Diyebilmen lazım.
Ellerinin üzerinde yürüyorsan topallayan adamı geçmen mümkün değil. Ayaklarının üzerinde yürüyorsan istediğin kişiyle yarış yapabilirsin.
Kur’an-ı Kerim’deki kader, her şeyin belli bir ölçü ve standardının olduğunu gösteriyor. Yani günahın da ölçüsü var, sevabın da ölçüsü var, iyiliğin de ölçüsü var, kötülüğün de ölçüsü var. Her türlü başarının belli bir ölçüsü ve standardı var. O başarıyı ele edebilmek için o standartları yakalaman gerekir. O zaman bu seni sürekli koşturur. Ama gelenekteki kader öyle değil, her şey eskiden olmuş, sen ne yaparsan yap değiştiremezsin.
Hatta bir hadise de şunu söyletmişlerdir Peygamberimizin ağzından hâşâ; işte ana rahmindeyken iyi olan iyidir, kötü olan kötüdür. Yani said olan said, şaki olan şakidir. E kötü olan bir kimse ömür boyu iyi bir insan gibi davransa; diyelim ki çok iyi yetiştirilmiş, çok iyi eğitilmiş, beş vakit namazını kılıyor, din için bütün cihadını yapıyor, her türlü faaliyetini yapıyor, ömrünün sonunda mutlaka Cehenneme gitmesini gerektiren bir fiil yapar ve Cehenneme gider. Sonra, ana rahmindeyken şaki olan bir kimse de… Şey, said olan bir kimse de; ömür boyu her türlü ahlaksızlığı, rezilliği yapsa, Müslümanların anasını ağlatsa, ömrünün sonunda mutlaka kadar galip gelir, Cennetlik bir amel işler ve Cennete gider.
E şimdi siz buna inanırsanız sizden başarı beklemek herhalde hayal olur. Ama kitaplar böyle yazıyor maalesef. Yani Kur’an-ı Kerim değil, insanlara yön veren kitaplar. Allahtan ki sokaktaki Müslüman bunu hiç düşünmeden hareket ediyor da ayakta duruyoruz. Bunu düşünerek hareket etseler ya hiçbir şey yapamayız. Millet acından sürünür. Ve köle olur, başka hiçbir şey olmaz.
Neyse, şu ayeti de okuyalım da… “İnne rabbeke ya’lemu enneke tekûmu ednâ min suluseyil leyli ve nısfehu ve sulusehu ve tâifetun minellezîne meak.” “Senin Rabbin biliyor ki, sen gecenin üçte ikisine yakın bir süre kalkıyorsun. Yarısında, üçte birinde kalkıyorsun…” Demek ki o surenin başındaki; yarısı, yarısından az, yarısından fazla. Yarısından az üçte bir, yarısından fazlası üçte ikisi, yarısı da zaten yarısı. Rabbin biliyor ki sen kalkıyorsun. Niçin kalkıyordu? Kur’an okumak için değil mi? “ve tâifetun minellezîne meak.” “… Seninle birlikte olan müminlerden bir grup da öyle.” (Muzzemmil 20).
“vallâhu yukaddirul leyle ven nehâr.” İşte bak burada da kader var! Yukaddir ne demek? Ölçüsünü belirlemek demektir. Gecenin ve gündüzün ölçüsünü Allah belirler. Her günün bir standardı vardır. Takvimler dört yılda bir değişir. Hani o dört yılda bir yirmi sekiz gün yirmi dokuz gün falan oluyor ya işte, o vakitlerde birer ikişer dakika farklarla dörder yıllık kümeler halinde yapılır takvimler. Ve bu standart hiçbir zaman bozulmaz. O dört yıllık takvimi bütün dakikalarıyla yaptığınız zaman dört, dört, dört dünyanın sonuna kadar gider. Çünkü standardını koymuş Allah-u Teâlâ. Değişmez.
İşte değişmeyen kader bu. Standart… Ölçü… Değişmeyen bu. Yoksa biz kendi çalışmamıza göre istersek bir numara oluruz, istersek son numara oluruz.
“vallâhu yukaddirul leyle ven nehâr.” “Allah gecenin ve gündüzün ölçülerini belirler.” E gece, gündüz sürekli değişiyor. Suudi Arabistan’a göre değişim Türkiye kadar fazla değil. Ama Kuzey ülkelerine giderseniz bu defa Türkiye ile arada çok büyük mesafeler oluyor. Yani gecenin, gündüzün miktarlarındaki değişim Kutba doğru gittikçe anormal ölçüler ortaya koyuyor ama hepsi de standart. Yani kendi bulunduğu yere göre standart.
“alime en len tuhsûhu” “Allah biliyor ki siz bunu hesap edemezsiniz.” Çünkü gecenin, gündüzün süresi sürekli değişiyor, onun üçte birisi, üçte ikisi falan bunu yapamazsınız; yani buna gücünüz yetmez. “fe tâbe aleykum” “Allah sizin tevbenizi kabl etmiştir.”, “fakreû mâ teyessere minel kur’ân.” “Öyleyse…” Gece kalkın. Yine kalkın, artık gecenin yarısıymış, üçte birisiymiş, üçte ikisiymiş ona bakmayın, “… kolayınıza geldiği kadar Kur’anı okuyun.” Ama mutlaka okuyun. İster bir ayet okuyun, ister iki ayet okuyun ama mutlaka okuyun.
Demek ki gece Kur’an okumak için mutlaka kalkmak gerekiyor. Efendim bu unutulmuş!.. Pazar günü Amerika’dan bir arkadaş telefon etti. Bizim sohbetleri sürekli dinleyen bir tabip. Ya Hocam diyor, ben Kur’an-ı Kerim okuyorum, Kur’an okumanın farz olduğunu görüyorum; kitaplara bakıyorum hiç bunu böyle söyleyen yok. E nasıl olur?.. Dedim bu kolay! Şimdi, siz Kur’an-ı Kerimi anlamak için okursanız geleneği kabul edemezsiniz, mümkün değil. Size gelenek dayatılamaz.
Mesela kader konusunun bu şekilde anlatılması… Siz hiçbir şekilde kabul edemezsiniz. Dersiniz ki bu kader ayet var, sen onu nereden çıkarıyorsun. Ya da daha başka konular. Yani bugün ondan bahsettiğimiz için onu söylüyorum. Onun devam etmesinin tek şartı var, senin Kur’an okumaman. O zaman hemen onu gece kalkıp teheccüd namazı kılmaya çevirirsiniz, iş halledilir. Onun için diyor Allah-u Teâlâ. Hani surenin başında gecenin yarısı, üçte biri, üçte ikisi gibi bir ölçüler koydu. Buna artık gücünüz yetmez; çünkü artık Müslümanlık gelişiyor.
O başlangıçtaydı. Mekke şartlarında bu olabilir. Çünkü orada yıl içerisinde gece, gündüz değişimlerinde bir iki saatlik bir fark var, fazla bir şey yok. Ama bize doğru gelince çok farklar artıyor, Kuzeye doğru gittikçe daha da artıyor. E Müslümanlar dünyanın her yerinde oldukları için buna güçleri yetmez.
Onun için Allah-u Teâlâ diyor ki: “fakreû mâ teyessere minel kur’ân.” Şimdi, Kur’an-ı Kerimin içinde nesih var mıymış? Varmış demek ki yani. Şimdi bir şey yok bak… Nesihte bir kolaylaştırma olduğunu söylüyor ya Allah-u Teâlâ. Bir şeyi nesheder ya da unutturursak ya onun mislini ya da daha kolayını getiririz diyor. Burada bir kolaylaştırma var işte. Üçte ikisiyle, yarısıyla değil, ne kadar kolayınıza geliyorsa. Yorgun olursun, başka şey olabilir ama o zaman bir ayet oku. Ne kadar kolayına geliyorsa…
“alime en seyekûnu minkum merdâ.” “Allah biliyor ki içinizden hasta olan olacak.”, “ve âharûne yadribûne fîl’ardı yebtegûne min fadlillâh.” E bir grup da yeryüzünde sefere çıkacak ve Allahın ikramından elde etmeye çalışacak. Yani mal mülk kazanmaya, ticaret yapmaya, iş yapmaya, bir takım şeyler yapmaya gidecek. “ve âharûne yukâtilûne fî sebîlillâhi” Bir başka grup da Allah yolunda savaşacak.
Öyleyse, “fakreû mâ teyessere minh.” Gene okuyun ama ne kadar kolayınıza geliyorsa o kadar. Ama mutlaka her akşam okuyun. Bakın buralarda namazda okuyun ifadesi yok. Gelenekte bunların hepsi teheccüd namazı ile ilgili söylenir. Değil… Kur’an okuyun diyor burada. Çünkü namazda ayrıca söylüyor. “ve ekîmus salâh.” “Namazı da kılın.”, “ve âtûz zekâh.” “Zekâtı da verin.”
“ve akridullâhe kardan hasenâ.” “Allaha da güzel bir ödünç verin.” Yani Allah rızası için, karşılığını beklemeden bir takım hizmetler, işler yapın ki Allah size onu kat kat fazlasıyla geri versin. Allaha ödünç verdiğiniz zaman, yani Allah rızası için bir takım şeyler yapın. Karşılığını yalnız Allahtan beklediğiniz işler olduğu zaman, artık onun çok büyük katlarını Cenab-ı Hak size geri verir.
“ve mâ tukaddimû li enfusikum min hayrin tecidûhu indallâh.” “Kendiniz için hangi hayrı yaparsanız, onun karşılığını Allahın yanında bulursunuz.” Yani yaptığınız hiçbir hayır zayi olmaz. E nasıl bulacağım?.. “huve hayren.” “Daha hayırlısıyla.”, “ve a’zame ecren.” “Ve karşılığı da çok daha büyük.” En az bire on. Bire yedi yüz olur da, daha fazlası olur. “vestagfirûllâh” “Allahtan mağfiret isteyin.” Yarabbi günahlarımı görmezlikten gel, üstünü ört, affet deyin.
“innellâhe gafûrun rahîm.” “Allah gafûr ve rahîmdir.” Yani siz günahsız olun demiyor dikkat ediyor musunuz? İnsansın, hata edersin, kusur olur, şu olur, bu olur. İnsansın yani. O zaman Allahtan bağışlanma iste. Yarabbi beni affet de. Allah gafûr ve rahîmdir.
Böylece Muzzemmil suresini bitirmiş olduk. Demek ki, her akşam bunu lütfen unutmayalım Allahın emridir. Hiç olmazsa bir ayet, iki ayet, üç ayet, beş ayet ama mutlaka her akşam okuyalım.