Elhamdulillahi rabbil alemin vel akıbetulilmuttakin essalatu vesselamu ala resulune muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Euzubillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.
Dersimiz Murselat suresine kadar gelmişti. Şimdi oradan devam edeceğiz. Ama derse başlamadan önce size vakıfla ilgili bir iki haber vereyim. Geçtiğimiz Çarşamba günü yani bugün yedinci gün oluyor. Bayramdan önce ramazanın son Çarşambası vakfımıza birisi İran’dan diğeri de Almanya’nın Tübingen şehrinden olmak üzere iki heyet geldi. Üniversitenin adı da Tübingen’di değil mi? Tübingen Katolik Üniversitesinden geldiler. İran’dan gelen heyet, bizde bir kuran araştırmaları merkezi kurduk. Karşılıklı yardımlaşalım diye söze başladılar. Sonra siz ne yapıyorsunuz deyince bende kısaca bir anlattım. Bizi bildiklerini zannediyordum ama. Gerçi sonradan bildikleri de anlaşıldı. Herhalde konuşmaya bir zemin olsun diye öyle bir giriş yaptılar. Şöyle başladım söze. Dedim ki bizim kitaplarımızda Allahın varlığına ve birliğine inanmak tevhid inancı olarak anlatılır. Yeryüzünde Allah’ı var ve bir kabul etmeyen hiç kimse yoktur. Herkes var sayar ve bir sayar. Öyle bir inanç, prensip ortaya koyduğunuz zaman Müslümanlığın farkı diye bir şey olmaz. Hâlbuki Müslümanlık Allahın varlığına ve birliğine değil. Allahtan başka ilah olmadığına inanmaktır. Çünkü insanlar Allahtan başka ilahlar kabul eder. Neyse onu biraz anlatmaya başlayınca baktım rahatsız oldular. Ondan sonra işte Hz Hüseyin’den başladılar. Karşılıklı bir takım ayetler okumaya başladılar. Konuşmayı da Arapça yaptık yani. Ben Türk Azeri’dir falan zannetmiştim değilmiş. İşte birisi Kum kentinden gelen bir hocaymış. Biriside Iğdır’lı bir Türk. İkisi de Şii. Ama ikisi de Arapça biliyor. İkisi de rahat Arapça konuşabiliyor. Biri bir taraftan, biri bir taraftan ayetler okudular. Bende bir dakika dedim. Önce birisinin okuduğu ayetleri açtık Kuranı Kerimden, bak işte bu ayet sizin dediğiniz gibi değil. Sonra diğerine senin okuduğun ayet diyerek onu açtık senin dediğin gibi değil dedim. Ondan sonra birden bire işleri çıktı ve gittiler. Onlar o şekilde ayrıldı. Çünkü ben geçen derste bizim dersleri dinliyorlarmış ve bizimle aynı kafadaymışlar gibi bir haber almıştım. Bu bakımdan ondan sizi haberdar etmiş olduk.
İkincisi açık işte Tübingen’den Katolik kilisesine bağlı Katolik Üniversitesinden geldiler. Bu üniversite şuanda ki papanın yetiştiği üniversite değil mi? Şuanda ki papa o 16 . benediks yani 16. Benedik ünvanıyla anılıyor. 05:10 05:15 latzinger papanın adı. 16. Benedik diye unvan. Çünkü papalıkta kendi isimlerini kullanmıyorlar. Katolik dünyasında bu papanın yetiştiği üniversite olduğu için oldukça itibarlı bir yer. Onların başında Richard 05:42. Bir acayip telaffuz ediyorsunuz. Neyse. Yaşlı bir profesördü. Beraberinde otuz kadar aynı üniversiteden doktorasını yapan, doçent, yardımcı doçent falan öğretim elemanları ve öğrencilerden oluşan bir heyetti. Ben onlara geçen hafta Pazartesi günü Birlikte Yaşama Hukuku yani gayri Müslimlerle Müslümanlar arasında ilişkiler konusunda bir konuşma yaptım. O konuşmayı Almancaya Mustafa Evli tercüme etti. Bayağı etkili bir konuşma oldu. Çok sayıda soru sordular. İnşallah o konuşmayı yakında internet sitemizden yayınlarız. Sizde görürsünüz. Sonra onları vakfa davet ettik. Çarşamba günü buluşmak üzere anlaştık. Çarşamba akşamı onlara bir iftar verdik. Tabii İftar havasını yaşamaları onlar için yeni bir olay yani. Onlar için çok etkileyici oldu. Yani bizimle beraber beklediler. Hep beraber yemeye başladık. Hep beraber yedik. Sonra da vakfa geçtik. Vakıfta sohbet yaptık. Orada işte onlara sizde oruç nasıldır diye sordum. Biraz anlattılar. Sonra bizdekini anlattık. Sonra işte dinlerinin konsüllerle oluştuğunu İsa’nın (a.s) tebliğ ettiği dinle pek alakalarının olmadığını açıkça ifade etmiş oldular. Yani Tevrat’la, İncil’le fazla bir ilişkilerinin olmadığını asıl dinlerinin konsüllerle yani kendi kararlarıyla oluştuğunu ifade ettiler. Bizde Kuranı Kerim oluşturulmuş Hıristiyanlığı kabul etmez. İsa’nın (a.s) tebliğ ettiği Hıristiyanlığı kabul eder, dedik. Görüşmeler iki saatten fazla sürdü değil mi? Sonra ayrıldılar. Son derece güzel bir hava içerisinde oldu. Yani herhangi bir sertleşme olmadı. Ayrılırken çok memnun bir şekilde ayrıldılar. İşte orada ki gelenlerden bana, bu gerçek bir diyalog oldu dediler. Sonra Mustafa Beye, ya biz altı gündür İstanbul’daydık, siz neredeydiniz? Keşke ilk günden sizinle tanışsaydık da şu altı günümüzü dolu dolu geçirseydik diye ifade etmişler. Sonrada o heyet başkanı Richard 08:53 08:54 ve birde o heyetin organizatörü olan bir hanımefendiden teşekkür mektupları geldi. Heyet başkanı ilişkileri nasıl devam ettirebiliriz? Son derece yararlı oldu diye çok memnun olduğunu ifade eden bir mektup yazmış. Ve bizi de Almanya’ya davet ediyor. Zaten orada kendisi Avrupa topluluğunun din devlet ilişkileri komisyonu başkanıyım dedi. Şimdi bizimde din devlet ilişkileriyle ilgili çalışmamız var. Mustafa Bey gönderecek. Almancaya tercüme ettirdi. Orada onun en çok ilgisini çeken şu oldu. Yani biz burada sürekli İslam fıtrat ilişkisi diye vurgu yapıyoruz ya. Yani doğal kanunlarla İslam’ın birebir örtüştüğünü savunuyoruz ya. Bu sizin yaptığınız tanım çok ilgimi çekti, dedi. Yani üniversitede yaptığım konuşmayı kastederek, biz Müslümanların fıtratla alakası olmadığını düşünüyorduk, dedi. Siz böyle bir tanım yaptınız, dedi. Bende ona Rum suresinin 30 ayetini açıp okudum. Bu benim tanımım değil, dedim. Bu Allah-u Teâlâ’nın yaptığı tanımdır. Çünkü benim tanımım olsa bende kalır. Bir başkasını ilgilendirmez. Ama Kuranın tanımı olduğu zaman bütün Müslümanları bağlar, dedim. Onu gördü. Dedi ki bu son derece ilginç bir şeydir. Bu fıtrat tanımlaması şuanda din devlet ilişkileri problemini çözer, dedi. Çünkü büyük bir problem olarak bütün dünyada yaşıyor. Bütün dinlerin birlikte yaşama problemini de çözer, dedi. İşte bu konuda bir konuşma yapmak üzere bizi çağıracağını söyledi, değil mi? Ayrıca davetinde bir de rapor hazırlayacağını yazmış, bu fıtrat tanımını rapora da yazacakmış değil mi? Öyle söyledi. Rapora orada yaptığımız konuşmalarda olanları yazacakmış. Mustafa Bey: Dergilerde yayınlayacağını söyledi. Abdülaziz Bayındır: Avrupa topluluğuna bir rapor yazacakmış. Öyle bir tercüme yapmıştın. Siz ne dediyseniz onu anlatıyorum. Almancadan anladığım yok ki. Dolayısıyla din devlet ilişkileri konusunda yazacağı rapora, bunları yazacağını söyledi. Bir de işte siz bizim yaptığımız araştırmayı çevirip göndereceksiniz. Artık ondan da ne yapar, bilmiyoruz tabii. Bir de şunu ekledi. Bizim üniversiteye gelip ders verir misiniz, dedi. Memnuniyetle dedik. Tabii o konuda artık nasıl olur, onu bilmiyorum. Çünkü onun prosedürü farklı. Yani böyle çok güzel, çok tatlı bir diyalog yaşanmış oldu. Oradaki organizatörün gönderdiği ki o da doçentmiş üniversitede. Diyor ki Kuran konusunda bizi yeteri kadar bilgilendirdiniz. Benim için son derece etkileyici oldu, diyor. Ve unutamayacağım hatıralarla oradan döndüm, diyor. İşte bu ilişkileri nasıl devam ettirebiliriz acaba falan diye yazmış. Burada hakikaten biz her zaman konuşuyoruz. Bu iki şeyi bir haber olarak size bildirmiş oldum. Bunlar oldukça önemli gelişmelerdir. Şu her zaman net bir şekilde ortaya çıkıyor. Eğer kendinizden bir şey katmayıp doğrudan Allahın kitabını anlatırsanız, doğrudan Kuranı anlatırsanız müthiş bir etki meydana getiriyor. Çünkü o etki sizin etkiniz değil. O Allahın etkisidir. Çünkü anlattığınız kişi Allahın kuludur. Yani kim olursa olsun. İster Almanya’dan gelsin, ister Kuzey Kutuptan gelsin. İster Ekvatordan gelsin. Mensup olduğu din ne olursa olsun. Onu Allah yaratmış. O Allahın yarattığı bir insandır, sizin okuduğunuzda Allahın bir kelamıdır. İkisini bir araya getirdiğiniz zaman etkilenmemek imkânsızdır. Ama yeter ki kendinizden bir şey katmayın. Kendinizden bir şey katarsanız şuna benzer. Siz çok güzel bir şerbetten hoşlanıyor olabilirsiniz. Bu çok güzel dersiniz ve karşı tarafa al, iç diye sunarsınız. Oda ondan nefret eder. Hatta kokusunu bile duymak istemeyebilir, değil mi? Ama o şerbeti yaptığınız suyu kaynağından herhangi bir şey içine katmadan kime verirseniz verin, tatlı bir kaynak suyuysa ondan hoşlanır değil mi? Yani kendimizden bir şey katarsak katacağımız bize ne kadar hoş gelirse gelsin, başkasına hoş gelmeyebilir. Onun için bizim görevimiz Allahın kelamını, Allahın kuluna anlatırken kendimizden hiçbir şey katmamaktır. Ama muhatabın tam olarak anlamasını sağlamaktır. Artık nasıl yapabiliyorsanız, yaparsınız.
Üniversitede bir kişi şöyle bir soru sordu. Tabii çok sorular var. İnşallah internette yayınladığımız zaman görürsünüz zaten. İki saatlik bir konuşmadır. Onu özetleyecek değilim. Ama şuanda söylenmesi uygun olacak bir ifadedir. Siz konsüllerle kendiniz dine yön veriyorsunuz, dedim. Bizde peygamber din kurucusu değildir. Din tebliğcisidir, dedim. Üniversite de Richard 15:21, mezhepler ne olacak diye sormuştu. Bende demiştim ki mezhep bir ilim adamının görüşüdür. O sadece kendini bağlar. Bir başka insanı bağlamaz. Madem sen bu görüştesin, o görüşü uygulayabilirsin. Onun dışında hiç kimseyi bağlamaz. Gelenlerden birisi tam bu konu üzerinde şöyle bir soru sordu. Madem din sadece Kuranda Allahın gönderdiği ve Allahtan başkası da bunu değiştiremiyor, öyleyse değişen olaylara duyarlı değil sizin dininiz, dedi. Çünkü biz olaylara göre değişen kararlar alıyoruz, dedi. Ama sizin dininiz 15 asır önce gelmiş, neyse odur. Böyle bir şey anladım, dedi. Ben de tekrar fıtrata vurgu yaptım. Fıtrat neyse odur, dedim. Fıtrata müdahale nasıl bozukluklar meydana getiriyor. İşte hormonlu gıdalara bakın. Müdahale yaptığınız zaman bunlar hormonlu gıda olur. Ve insanları rahatsız eder. Ama herkes hormonsuzunu arıyor. 14 asır önce ki güneş, 14 asır önceki hava, 14 asır önceki taze su bu gün geçerliliğini yitirdi mi? Zamanımızda bunlar önemli değil, diyebiliyor musunuz? Onu diyemiyorsanız değişmemiş olan dinde öyledir. O zaman Richard 17:04, bundan şu ortaya çıkıyor, dedi. Demek ki sizde bir takım emirler ve yasaklar var. Onun dışında da serbest saha var, dedi. Aynen öyle, dedim. Dolayısıyla tabii İslam’ın güzelliği de burada bütünüyle ortaya çıkmış oluyor. Yani bizim vazifemiz insanlara anlatmak. Kabul ederler, etmezler, o bizi ilgilendiren bir şey değil. O Allah ile onların arasındaki iştir. Zaten bütün dünya İslam’ı kabul etse bunun bize bir artı değeri sevap bakımından seviniriz, hoşumuza gider, o bakımdan iyi olur. Fazla bir artı değeri olmaz. Bütün dünya İslam’ı reddetse de 17:45 eksiği olmaz. Yeter ki biz doğru yolda olalım. Yani biz sapık olsak bütün dünya yola gelmiş olsa bundan bir istifademiz olur mu? Biz yola geldik, bütün dünya sapıttı diyelim. Bundan bizim bir zararımız olmaz. Çünkü bu din taraftar toplamak, bir cemaat oluşturmak, zengin olmak, dünyalık kazanmak için alet edilecek bir şey değildir. Bu Allahın dinidir. İsteyen inanır, isteyen inanmaz. Öyle olduğunuz zamanda son derece rahat oluyorsunuz. Peki, şimdi dersimize başlıyoruz.
Kuranı Kerimin 77 inci suresi olan Murselat suresine başlıyoruz. Bismillahirrahmanirrahim. “Vel murselati urfa” “Fel asıfati asfa” “Ven naşirati neşra” “Fel farikati ferka”(77/1-4).
“Vel murselati” “gönderilenlere yemin olsun”(77/1). Yani gönderilenler önemlidir. Buna dikkat edin, anlamındadır. “urfa” “örf için, maruf için”(77/1). Yani doğru şeyler için gönderilenler. Doğru şeylerin anlatılması için gönderilen ne olabilir? Bir katılımcı: Peygamberler. Abdülaziz Bayındır: Peygamberler olabilir. Ama buraya peygamberler uymaz. Arapça bilenler için diyorum. Çünkü murselat müennestir. Yani dişi bir kelimedir. Peygamberler erkektir(21/7). Bir katılımcı: Ayetler mi? Abdülaziz Bayındır: Ayetler olur. Yani gönderilen ayetler. “Vel murselati urfa” yani “lil marufi”. İyiliği bildirsin diye gönderilen ayetler. İyilik nedir, onu anlatınca kötülük zaten anlaşılır. Bazı kötülüklerin de ana konularını belirtiyor. Şunları yapmayın gibi. “Fel asıfati asfa”(77/2). ‘asıf’ kelimesinin anlamı çok hızlı bir şekilde hareket eden ve sonucu alan şey demektir. Mesela çok şiddetli esen rüzgâra asıf denir. Şiddetli esen rüzgâr bitkilerin, ağaçların önce yapraklarını, sonra küçük dallarını, sonra büyük dallarını, sonra kökünü koparabilir. Değil mi şiddetli rüzgâr? Allahın ayetlerini de bir topluma sunduğunuz zaman o toplumda aynı şeyi yapar. Rüzgâr nasıl gelip de ağacı sallıyorsa aynı şekilde ayetlerde küfrü sarsar. Yanlış düşüncelerin iyice sarsılmasını sağlar. Yani onun karşısında artık ne yapacaklarını bilemez hale gelirler. Siz bunu gözünüzle görürsünüz. Ciddi manada sarsılmalar olur. Kendilerini toparlayıp cevap veremezler. Sonra bakarsınız ki bazı şeyleri eksilmeye başlamış. Eğer teslim olmaz da direnirlerse bu defa da rüzgârın ağacı koparması gibi koparılırlar. Ve toplumdan def edilirler. Yani def edilmelerinde, tarihte yaşanmış çeşitli örnekleri vardır. “Ven naşirati neşra” “yaydıkça yayanlar”(77/3). İşte o doğrulardır. Şöyle düşünün. Bulaşıcı hastalık çok çabuk yayılır. Ve kısa sürede her tarafı kaplar. Ama o hastalıklarla mücadele eden varsa sonunda galip gelen mücadele edenler olur. Yani topluma hâkimiyeti sağlıklı olanlar kurarlar. Hastalıklı olanlar değil. Batıl inançlar da aynen öyledir. Çok çabuk yayılır. Ama onlarla mücadele edenler varsa hâkimiyeti kuran batıl inanç olmaz. Hak olur. İşte bu “Ven naşirati neşra” bunu ayetler yayar. Yani hakkı ve doğruyu yayarlar. “Fel farikati ferka” “ayırdıkça ayıranlar”(77/4). Doğruyla yanlışı net bir şekilde ortaya koyar ve ayırırlar. “Fel mulkıyati zikra” “ve bir zikir bırakanlar”(77/5). Yani bu ayetlerin her biri insanın zihnine bir takım bilgiler, silinmez etkiler bırakır. Ve bundan da insanlar yararlanırlar. “Uzran ev nuzra” “bir kısmı özür için, bir kısmı nezir için olur”(77/6). Yani siz Allahın ayetlerini anlatırsınız. Karşı taraf inansın, inanmasın. Yarın Allahın huzurunda hiç olmazsa Cenabı Hakka, ya Rabbi ben bunu yaptım, dersiniz. Ne yapayım karşı taraf kabul etti, etmedi. Yani kendimi kurtarmaya çalışırım. Karşı taraf için de bir uyarı olmuş olur. Bu uyarıdan etkilenir veya etkilenmez. Kendinin bileceği bir şeydir. Bana göre ayetlerin manası böyle olmalı. Bunu destekleyen ayetlerde Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. “Huzil afve veé’mur bil urfi ve ağrıd anil cahilin” “sen af tarafını tut. Marufu emret”(7/199). Yani iyiliği, güzelliği emret. Aklın, fıtratın ve Kuranın kabul ettiği şeyleri emret. “ve cahillerden yüz çevir”(7/199). “kavlum mağrufuv ve mağfiratun hayrum min sadegatiy yetbeuha eza” “güzel bir söz ve bağışlama arkasından başa kakma, incitme gelen bir sadakadan daha hayırlıdır”(2/263). “Veltekum minkum ummetuy yed’une ilel hayri ve yeé’murune bil mağrufi ve yenhevne anil munker” “içinizden bir topluluk olsun. Bunlar hayra çağırsın iyiliği emretsin kötülüğü yasaklasınlar” “ve ulaike humul muflihun” “işte istediklerine kavuşacak olanlar onlardır”(3/104).
Bu ayetlere bazı âlimler şöyle anlam vermişlerdir. Yani burada rüzgâr diye de mana vermişlerdir. Çünkü bu özellikler neyin özelliğidir? Allah-u Teâlâ onu açıklamamış. Açıklamadığına göre demek ki burada diğer ayetlerle ilişkiyi kurarak açıklama yapmak lazım. Diğer ayetlerle ilişki kurulduğu zaman bunun rüzgâr manasında da olmasına bir engel yok. Yani rüzgâr manasında da pek ala olabilir. Şöyle anlam veriyorlar. “Vel murselati urfa” “arka arkaya gelen rüzgârlar”(77/1). Bu defa ‘arf’ kelimesinden geliyor. Atın yelesi demektir. O yeledeki kıllar peş peşe sıralandığı için o kılların peş peşe sıralanması gibi peş peşe devam eden rüzgârlar anlamındadır. Peş peşe devam eden rüzgârlar bir felakete de sebep olabilir. Yağmur bulutlarının o ülkeye gelmesine de yarayabilir. “Fel asıfati asfa” “çok hızlı bir şekilde eserek ortalığı toza dumana katarak, ağaçları kıran, ekinleri kökünden söken rüzgârlar”. “Ven naşirati neşra” “tohumları yayan rüzgârlar”. “Fel farikati ferka” “bulutları birbirinden ayıran rüzgârlar”. “Fel mulgıyati zikra” “ve insanlarda bir hatıra bırakarak giden rüzgârlar”(77/2-5). Bu şekilde de anlamışlar. Ama ben ayet olmalı diye düşünüyorum. Bazıları da burada melekler olduğunu söylüyor ki bunu kabul etmek mümkün değil. Çünkü melekleri dişi olarak vasıflandırmak olmaz. Kuranı Kerimde meleklerle ilgili sıfatlar erkek sıfatlardır. Mesela “ve lel melaiketul mugarrabun”(4/172) diyor Allah-u Teâlâ. Bunu Arapça bilenler için söyledim. Yani bunlar melekler için uygun değil.
Tekrar baştan alıyorum. Belki biraz sıkıcı bir başlangıç oldu. Bu biraz zor bir konudur. “Vel murselati urfa” “iyiliği anlatmak için gönderilen ayetler hakkı için”(77/1). Yani bu ayetlere dikkat edin. İnsanlara iyiliği anlatan ayetlere dikkat edin. “Fel asıfati asfa” “ayetlere karşı direnenleri kırıp geçiren, onların dirençlerini kıran ayetler”(77/2). Bu çok önemlidir. Çünkü karşı tarafın direncini ancak ayetle kırabilirsiniz. Allah-u Teâlâ diyor ki “Lem yekunillezine keferu min ehlil kitabi vel muşrikine munfekkine” “ehli kitap ve müşriklerden kâfirler çözülecek değillerdi” “hatta teé’tiyehumul beyyineh” “onlara o beyyine gelinceye kadar”. “Rasulum minallahi yetlu suhufem mutahherah” “bu beyyine Allahtan gelen bir peygamber ki tertemiz sayfalar okur” “Fiha kutubun kayyimeh” “içinde sağlam hükümler var”(98/3). Yani bir toplumda Allahın ayetleri okunmazsa orada küfür çözülmez. Siz kâfirliği iman diye algılayabilirsiniz. Bir kere şunu hep aklımızda bulunduralım. Ateistlerde dâhil yeryüzünde kendini dindar saymayan hiç kimse yoktur. Çevrenize bakın bunu test edersiniz. Herkes kendini dindar sayar. Buna ateistler de dâhildir. Ama herkes kendi kafasına göre bir din tanımlaması yapar. Esas olan Allahın tanımladığı dine girmektir. Şunun bunun tanımladığı dine değil. Bir başka önemli hususta şudur. Bu sapık olanlar yani Allahın tanımladığı dine girmeyenler kendilerini daha dindar, daha doğru, daha dürüst kabul ederler. Allahın tanımladığı dine girenlere de pek sıcak bakmazlar. Allah-u Teâlâ bu konuda diyor ki “Ferikan heda ve ferikan hakka aleyhimud dalaleh” “bir grubu Allah yola getirdi. Bir gruba da sapıklık hak oldu”(7/30). Tabii Allahın yola getirdikleri de yola gelmeyi hak ediyor. Bu şuna benzer. Öğretmen, ben öğrencilerden bir kısmına sınıfını geçirdim, der. Diğerleri de kalmayı hak ettiler, der. Peki, sınıfını geçirdikleri hak etmedi mi? Onlar da hak etti. Dolayısıyla Allahın yola getirdikleri yola gelmeyi hak edenlerdir. Yani gayretleriyle hak ederler. Sapıklıkta bıraktıkları da orayı hak edenlerdir. Sapıklıkta kalmayı hak edenler ne yapıyor? “innehumut tehazuş şeyatine evliyae” “onlar kendilerine şeytanları evliya edinirler”. “ve yahsebune ennehum muhtedun” “kendilerini de doğru yolun ortasında hesap ederler”(7/30). Bütün sapıklar böyledir. Herkes kendini doğru yolun ortasında kabul eder. Bunu unutmayalım. Bir, herkes kendini dindar kabul eder. İki, abdestti, namazdı, mümin olan korkar. Şöyle düşünür, ya acaba Allah bizim ibadetimizi kabul ediyor mu, etmiyor mu? Akıbetimiz ne olacak falan? Diğerlerinin hiç şüphesi yoktur. Cennetin ortasını kimseye vermezler. Çünkü insanlar kendilerini çok rahat bir şekilde kandırabiliyorlar. 31:20 31:30 Bir katılımcı: Abdülaziz Bayındır: İşte bu bir çeşit savunma mekanizmasıdır. Kendi yanlışlığını çok iyi biliyor ama örtmeye çalışıyor. 31:36 31:43 Bir katılımcı: Abdülaziz Bayındır: Yok, bunlar yanlışlarını çok iyi bilirler de yanlışlarını kendi kafalarına göre bir şekilde doğru gibi algılamaya çalışırlar. Bizimde bu gruplardan olmamamız için sürekli kendimizi kontrol etmemiz lazım. Bu kontrolde de Allahın ayetleri çok önemlidir. Çünkü bizde aynı gruptan olabiliriz. Biz de kendimizi kandırıyor olabiliriz. O zaman aklımızı çok iyi kullanmamız lazım. Çünkü öbürlerinde hep duygusallık hâkimdir. Duygusallık hâkim olduğu zaman yoldan sapmamak hemen hemen imkânsızdır. Ama aklınızı çok iyi kullandığınız zaman sapmak imkânsızlaşır. Aklınızı çok iyi kullanacaksınız, sorgulamacı olacaksınız. Ve Kuranı Kerimle kendinizi denetleyeceksiniz. İşte bu Allahın ayetleri geldiği zaman toplumda ki yanlışları yani bütün kirleri söküp atar. Ve bundan daha güçlüsü yoktur. En güçlü budur. Çünkü fikir gücü en güçlü silahtır. Siz dünyanın en güçlü ordularına sahip olursunuz. Mesela Amerika dünyanın en kuvvetli ordularına sahiptir. Irak’a girdi, ne elde etti? Sadece o insanlar belki eskiden Amerika’yı sevmiyorlardı. Şimdi düşman oldular. Şimdi ses çıkarmayabilirler. Ama o güçten dolayı böyledir. Yarın ellerine bir fırsat geçtiği zaman ilk işleri Amerika’yı tepelemek olur. Başka bir şey olmaz. Ama onun yerine siz doğru bir düşünceyi insanlara anlatırsanız siz orada çok kalıcı bir hâkimiyet kurarsınız. Dolayısıyla silahla bu tip şeyler olmaz. Peygamberimizin (s.a.v) yaptığı savaşlara bakın. İşte Bedir savaşını yapmıştır. Yapmak zorunda kalmıştır. Adamlar gelip hücum ediyor. Buyurun beyefendi boynumuzu kesin diyecek hali yok ya. Tabii ki karşı koymuş. Uhud’a gelmişler tabii ki karşı koymuş. Hendeğe kadar gelmişler tabii ki karşı koymuş. Mekke’ye girmiş kimsenin burnunu kanatmamak için gereken her şeyi yapmış. Siz bir kişinin babasını öldürürseniz o kişinin dostluğunu kolay kolay kazanamazsınız. Bir kişinin evladını öldürürseniz, yakınını öldürürseniz, siz ne kadar ona dil dökerseniz dökün o içindeki kin kaybolmaz. Ama bir kişinin içindeki kötülüğü öldürürseniz, zihnindeki yanlışlığı öldürürseniz, o kişinin sürekli dostu olursunuz. O kişi sizin yüzünüze karşı da arkanızdan da hep size teşekkür eder. Onun için esas olan budur. Bu şuna benzer. Mesela bir toplantıya gidiyorsunuz. Duvara sürtünmüşsünüz, elbisenize pislik bulaşmış. Birisi dese ki elbisenizi temizler misiniz? O adama kızar mısınız? Yoksa teşekkür mü edersiniz? Ne güzel, dersiniz. Rezil olacaktım. Allah razı olsun, dersiniz. Değil mi? İşte Kuranla insanlara yaklaştığınız zaman o kişilere bu uyarıyı yapmış oluyorsunuz. Onlarda bunu anlarlar. Kabul eder veya etmez o kendisine kalmış bir şeydir.
“Ven naşirati neşra”. “doğruluğu yayan ayetler”. “Fel farikati ferka” “ve yanlışları paramparça yapanlar”(77/3-4). Küfrü tamamen ayırıp parçalar, bir kenara atar. Ve hakkı tümüyle ortaya koyar. “Fel mulkıyati zikra” “ve insanların zihnine sağlam bilgiler yerleştiren ayetlerdir”. “Uzran ev nuzra” “hem bir özür olsun diye”(77/5-6). Yani insan, Allahtan özür dileme durumuna gelsin. “Ya da uyansın diye”. Bir takım ayetleri insanlara anlatırsınız. Cenabı Hakka karşı yarın ya Rabbi ben görevimi yaptım diyebilmeye mazeret olur. Bir de “insanları uyarmak için gelen ayetler”. İşte bütün bunlara dikkat edin, diyor. “İnnema tuadune levakığ” “size söz verilen şeyler var ya bunlar kesinlikle olacaktır”(77/7). Sözü veren Allah’tır. Kesinlikle olacaktır. Ama insanlar olmayacakmış gibi düşünüyor. Ya sen bu dünyada hiç yoktun. Bir müddet sonrada hiç olmayacaksın. Sen şöyle tarih sahnesine bir bak. Dünya ne zaman kuruldu, işte şu kadar zaman önce. O zaman senin vücudunun parçalarını oluşturan madenler, toprak, su vardı. Var mıydı? Yok muydu? Yani benim vücudumu oluşturan parçacıklar dünya kurulduğu günden beri yok mu? Ama ben var mıydım? Yoktum. Yarın öldüğün zaman bu parçacıklar gene toprağa karışacak. Hatta ölmeden sürekli bu parçacıklar toprağa karışmıyor mu? Yani bir şekilde vücudumuzdan ayrılıp toprağa karışmıyor mu? Yarın öldüğüm zaman vücudumun tamamı toprağa karışacak. Dünya kurulduğundan beri var olan parçacıkları bir zaman diliminde ben olarak yaratan Allah aynı parçacıkları yeniden ben olarak yaratamaz mı? Ben yaratacağım diyorsa o zaman senin yok demeye hakkın var mı? Ya da yok demekle ne elde edeceksin? Eline ne geçecek? Öyleyse Allah madem diyor ki bu olacak. O zaman ona göre hareket et. “Feizen nucumu tumiset” “yıldızlar silindiği zaman”(77/8). Yani görünmez olduğu zaman. “Ve izes semau furicet” “gök yarıldığı zaman”(77/9). Gök yarılacak yani iki yana açılacak. Sonra bir kâğıdın rulo haline getirilmesi gibi katlanacak. Ve bir yerde duracak. Yedi gök böyle olacak. Öyle olunca sanki bir kâğıdın üzerine yıldızları yapıştırırsınız. Onu rulo haline getirdiğiniz zaman nasıl içeride kalır da dışarıdan görünmezse işte yıldızlar da o şekilde olacak. O yıldızlarda dağılır, aralarındaki çekim kuvveti bozulur. Onun için yıldızlarda orada dağılacak. “Ve izel cibalu nusifet” “dağlar parçalandığı zaman”(77/10). Gök açılıyor. Bütün gökler yani yedi kat sema dürülüyor. Bu gök cisimleri yanında dünyanın küçüklüğünü biliyoruz değil mi? Küçücük bir şey. Yani hiç varlığından bile bahsetmeye değmez. Ama bu küçücük şey son derece önemli bir şeydir. Bu küçücük şeyi Allah 6 günde yaratıyor. O yedi kat göğü 2 günde yaratıyor. Demek ki bu küçücük şey çok önemlidir. Küçücük bir elmas almak için bir servet ödüyorsunuz. Mesela Topkapı’da bir kaşıkçı elması var. Onun korunması için servetler harcanıyor. Küçücük bir şey işte ama çok değerlidir. İşte dünya da öyledir. Küçücük bir şey… Gökler yarılıyor. Yıldızlar dağılıyor. Dünyada neler oluyor? Dünyada dağlar parçalanıyor. Yürütülüyor. Deniz çukurları kapatılıyor. Yeryüzünü sular kaplıyor. Her taraf yeniden bir bataklık haline geliyor. Bu bataklıktan tıpkı Adem’in (a.s) yaratıldığı gibi insanlar yeniden yaratılacak. 50 bin senelik süre içerisinde olacak. Sonra dünya eski halini alacak. Ve insanlar kabirlerinden ayağa kalkacaklar. “Ve izer rusulu ukkıtet” “elçilere söz verilen vakit geldiği zaman”(77/11). “Ve nufiha fis suri” “sura üflenmiştir”. “feiza hum minel ecdasi ila rabbihim yensilun” “bakarsınız ki kabirlerinden herkes kalkmış”(36/51). Zaten kıyamet kalkış demektir. Herkes kabirlerinden kalkacağı için onun adına kıyamet deniyor. Ama Türkçede biz kıyamet dediğimiz zaman yok oluş gibi anlarız. Değil. Kıyamet kalkıştır. Namazda ayakta durmaya ne diyorduk? Kıyam diyorduk. İşte kıyamette aynıdır. Kalkıştır. Herkes kalkıyor. İşte orada ne diyor? “Kalu ya veylena mem beasena mim merkadina” “herkes diyecek ki ya ne oldu bize vay başımıza gelenler bizi uyuduğumuz yerden kim kaldırdı” “haza ma veader rahmanu ve sadekal murselun” “bu işte rahmanın söz verdiği ve peygamberlerin haklı çıktığı şeydir”(36/52). Peygamberler hep ahiret günü, şöyle şöyle olacak diye söylemiyorlar mı? İşte “Ve izer rusulu ukkıtet” “elçiler için o verilmiş olan vaktin zamanı geldiğinde”. “İleyyi yevmin uccilet” “hangi gün için bunlar tecil edilmişti”(77/11-12). Geriye bırakılmıştı. “Liyevmil fasl” “fasıl günü için”(77/13). Yani iyiyle kötünün birbirinden ayrıldığı gün için. Bu dünyada iyiyle kötü birbirinden ayrılmayabilir. İyilik yaparsınız anlaşılmaz. Hatta iyilik yaptığınız için insanlarla kötüde olursunuz. Ama bunun anlaşılacağı bir gün gelecek. Kötülük yaparsınız anlaşılmaz herkes sizi baş tacı yapar. Anlaşıldığı zamanda siz zaten çoktan ölmüş olursunuz. Ama bunun ortaya çıkarılacağı bir gün gelecek. Şuna dikkat edin. Müslüman kâfir herkes bugünün beklentisi içerisindedir. Mesela birisi bir iyilik yapar. Göreceksin gün gelecek benim haklılığım ortaya çıkacak derler. Değil mi? Demezler mi? O gün hangi gün? Ya da birisi bir kötülük yapar ona ceza veremezsiniz. Gün gelecek sen bunu ödeyeceksin, der. Ne zaman? Aslında herkes o günün beklentisi içerisindedir. Kıyamet olmazsa insan tatmin olamaz. Yani hesap günü olmazsa insan tatmin olamaz. “Ve ma edrake ma yevmul fasl” “o fasıl gününü sana kim bildirdi?”(77/14). Yani ancak Allah bildirirse bildirir. Başka kimse bilemez ki. Yani iyinin kötüden, haklının haksızdan ayrıldığı günü… “Veyluy yevmeizil lilmukezzibin” “o gün yalancıların çekeceği var”(77/15). Şimdi burada yalanlayanların diye tercüme ediliyor. Yani ‘vay haline o gün yalan diyenlerin’. Yalanlayanların denebilir ama yalancıların denmesi gerekir. Çünkü yalanlama haklı olabilir. Ama yalancı hiçbir zaman haklı olmaz. Yani kişi siz yalan söylüyorsunuz, der. Ve gerçekten onun inancına göre siz hakikaten yalan söylüyorsunuzdur. Dolayısıyla bu insana yapılacak bir şey yok ki. Kanaati bu. Ama Allah-u Teâlâ insana hakla batılı gösterir. Asıl günahkar olanlar hakkı gördüğü halde inat eden, yalana sarılan insanlardır. Onun için “Veyluy yevmeizil lilmukezzibin” “o gün yalancıların çekeceği var”(77/15). Niye yalancı? Çünkü o gün herkes suçunu itiraf edecek. Yalancı olmasa itiraf eder mi? Etmez değil mi? Ne diyor Mülk suresinin 8 inci ayetinde Allah-u Teâlâ? “kullema ulkıye fiha fevcun” “cehenneme her bir bölük atıldığı zaman” “seelehum hazenetuha” “cehennem bekçileri onlara soracaktır”. “elem yeé’tikum nezir” “size bir uyarıcı gelmedi mi?”. “kalu bela gad caena nezirun” “diyecekler ki elbette bize bir uyarıcı geldi”. “fekezzebna” “ama biz yalan söyledik, yalana sarıldık”(67/8-9). Mesela Bunun mealinde biz yalanladık denir. Evet, onları yalanlamışlardır ama doğru olduklarını anladıktan sonra yalanlamışlardır. Onun için bunlar yalancıdır. “ve kulna ma nezzelallahu min şeyé’” “dedik ki Allah bir şey indirmiş değildir”. “in entum illa fi dalalin kebir” “siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz”(67/9). Bakın kendilerine peygamber gelenler Allah konusunda problemleri olan insanlar değil. Allah yoktur falan demiyorlar. Bunu hiç kimse söylemez. Allah yoktur diyenler yalan söylediklerini çok iyi bilirler. Ne diyorlar, Allah böyle bir şey indirmiş değildir. Yani bugün ne diyorlar? Allah niye benden namaz kılama mı istesin ki? Allahın benim orucuma mı ihtiyacı var, falan derler. Onları rahatsız eden Kurandır. Yani Allahın kitabıdır. Burada da öyledir bakın. “ma nezzelallahu min şeyé’” “Allah bir şey indirmiş değildir”. “in entum illa fi dalalin kebir” “siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz” (67/9). Allaha hakkında yanlış bir zanna düşüyorsunuz. O çok yücedir bu işlere karışmaz falan derler. “Ve kalu” “ahrette şunu diyecekler”. “lev kunna nesmeu” “keşke söz dinleseydik”(67/10). Yani bize gelip konuşan insanları dinleseydik. Kulak verseydik. “ev nea’kılu” “Ya da aklımızı çalıştırsaydık”(67/10). Ve aklımızı çalıştırsaydık değil. Buna çok dikkat edin. Ya da aklımızı çalıştırsaydık. Çünkü Allahın kelamını dinlediğin zaman aklını çalıştırsan da çalıştırmasan da fark etmez. Onun Allahın kelamı olduğu kanaatindeysen o zaten doğrudur. Ama onu sana yanlış anlatanlar olabilir, o zaman aklını çalıştıracaksın. “ma kunna fi ashabis seir” “bu cehennemlikler içerisinde olmayacaktık”. “Fağterafu bizembihim” “suçlarını itiraf ettiler”(67/10-11). Yalanlayan haklı olabilir. Onun için suçunu itiraf etti denir mi? Yalan söylüyor ki itiraf etti değil mi? İtiraf ediyor. Yani onun hak olduğunu gerçek olduğunu bu dünyada anlamıştık. Onun için “Veyluy yevmeizil lilmukezzibin”(77/15). Yalanlayanların vay haline değil. Yalanlayan haklı olabilir. “Yalan söyleyenlerin vay haline”(77/15). Çekecekleri var. Çünkü peygamber yalan söylemiş dedikleri zaman, bu söyledikleri yalandır. Bunlar Peygamber Efendimize sen yalan söylüyorsun diye geliyorlar ya. Allah-u Teâlâ diyor ki “feinnehum la yukezzibuneke ve lakinnez zalimine biayatillahi yechadun” “bunlar seni yalanlamıyorlar” diyor. “Ama bu zalimler bu kafirler Allahın ayetlerini bile bile inkar ediyorlar”(6/33). Allahın ayetini bile bile inkâr ediyorsa, sen yalan söylüyorsun diyorsa, bu adam yalancı değil midir? “Elem nuhlikil evvelin” “biz öncekileri helak etmedik mi?”(77/16). Helak etmek ne demek? Bir katılımcı: Ortadan kaldırmak demektir. Abdülaziz Bayındır: Peki. Müslümanlar ve kâfirler, daha önce yaşayanların hepsi ölmedi mi? O zaman Allah-u Teâlâ niye bunu söylüyor? “Summe nutbiuhumul ahırin” “onlara arkadan gelenleri de kattık”. “Kezalike nef’alu bil mucrimin” “günahkârlara biz böyle yaparız”(77/17-18). Peki, günahkâr olmayanlar ölmedi mi? Öldü. Niye Allah onlar için helak ettik demiyor? Çünkü müminlerin ölmesi bir helak değil ki. Öbürü öldüğü zaman elindeki bütün imkânları kaybediyor. Her şeyi gidiyor. “Heleke anni sultaniyeh” “yani benim bütün yetkilerim gitti”(69/29). Mal, mülk gitti. İtibar gitti. Kimse artık bizi adam yerine koymuyor, derler. Her şeylerini kaybediyorlar. Ama müminin ölmesi her şeyini kaybetmesi değil ki. Orada bir helak söz konusu değil. Adeta buzdolabına konması gibi bir şeydir.