Euzubillahimineşşeytanirrahim Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdulillahirabbilalemin vel akibetü lil muttakin esselatu vesselamu ala Rasulina Muhammedin ve Ala Alihi ve Sahbihi Ecmain.
Kuran-ı Kerim’in 67. Suresi olan Mülk Suresi’ndeyiz. Bu surenin 15. Ayetinden itibaren bugün okuyacağız, Allah-u Teala şöyle buyuruyor;
“Huvellezî ceale lekumul arda zelûlen femşû fî menâkibihâ ve kulû mir rizgıh, ve ileyhin nuşûr.” “Yeri sizin için işlemeye elverişli olarak yaratan Allah’tır.” “Yeri sizin için” aslında “halaga” değil de “ceale” olmasının mutlaka bir özel önemi vardır, geçen hafta derste görmüştük; yerin yaratılışı iki günde, rızıkların oluşumu da dört günde olmuştu. Dolayısıyla “ceale” bir oluşum, bir yapılanma ifade ediyor.
““Huvellezî ceale lekumul arda” “Sizin için yeri oluşturmuştur” “zelûlen” “işlemeye elverişli, ekip biçmeye, işlemeye elverişli olarak oluşturmuştur.”
Dikkat ederseniz yaşamamız için ihtiyaç duyduğumuz her şey toprağın içerisine yerleştirilmiştir. Su da toprağın içinden gelir, yediğimiz içtiğimiz bütün gıdalar topraktan gelir, giydiğimiz şeyler de topraktan gelir. Kendimiz de topraktan yaratılmışızdır, topraktan yaratıldığımız için topraktan gelen gıdalar vücudumuza zarar vermezler. Zararlı olanlar bizim kendimizin onun yapısını değiştirici faaliyetlerle bozduğumuz gıdalardır. Ondan dolayı organik gıda diye, tabii gıda diye bugün yeniden insanların toprağın tabii olarak bitirdiği gıdalara yöneldiğini görüyoruz. Yani topraktan yaratılmış olan bu vücut topraktan yaratılmış şeylerle besleniyor, ölünce yeniden toprak olacak ve yine topraktan bir kez daha yaratılacaktır.
““Huvellezî ceale lekumul arda zelûlen” “Yeri sizin için işlemeye elverişli olarak oluşturan O’dur.” Taşından da yararlanıyoruz, madeninden de yararlanıyoruz, suyundan da, gıdasından da her şeyinden. “femşû fî menâkibihâ” “Yerin omuzları üzerinde yürüyün”
Tabii yerin içersinde yürümemiz mümkün değil, onun için üzerinde yürüyeceğiz “yerin omuzları üzerinde yürüyün” dolaşın.
“ve kulû mir rizgıh” “ve o yerin rızkından da yiyin.” Yani yerin bitirdiklerinden de yiyin. Yemeyle ilgili olarak Allah-u Teala’nın bize verdiği emir şu; “kulû veşrabû ve lâ tusrifû” “yiyin, için ama israf etmeyin, saçıp savurmayın, aşırılığa gitmeyin, ihtiyacınızdan fazlasını almayın” (Araf 7/31)
Yani yerken israfa yönelmeyin ama onun dışında yersiniz içersiniz, haram olanlar dikkat ederseniz çok azdır, isim olarak haram kılınmış bir tek domuz eti vardır o da “pis olduğu için” diyor Ayet-i Kerimede. “Pis olduğu için” ifadesi kullanıldığında pis olan diğer gıdalar da o kapsamda haram kılınmıştır. İçki haramdır, içki de şekerli ve nişastalı sıvıların fermantasyonuyla elde edilir yani kimyasal değişimiyle, ekşimesiyle, bozulmasıyla elde edilir ve insanın düşünme melekelerine etki eder, Allah-u Teala onu yasaklamıştır. Yani yasaklar çok azdır, o yasakları çıkarırsınız geriye helallar kalır.
İslamiyet’in her şeyi güzel de bu emir ve yasaklar konusundaki güzellikleri de bu. Çok az emir vardır ve çok az yasak vardır. Onun dışında geniş bir saha serbest bırakılmıştır. İnsanlar kendi gayretleriyle o sahada ellerinden gelen bütün çabayı göstererek başarı gösterirler ve insanlara da alabildiğine hürriyet verilmiştir. Zaten İslam’ın diğer inançlardan temel farkı hürriyettir. Yalnız Allah’a kul olacaksın O’nun dışında hiçbir şeye kul olmayacaksın. Allah insanların önüne bütün imkanları yaymış, çalışan, gereken bilgiye ve güce sahip olan başarır demiştir. Başarmak için Müslüman olmak gerekmez yani dünyalık açısından, çalışmak gerekir. Kim daha çok çalışır daha çok bilgiye ve beceriye sahip olursa o başarılı olur. Bu bir yarıştır, sen de çalış sen de kazan. Burada Müslüman, kafir ayırımı yok zaten olamaz, Müslümanlık hiç kimsenin tapulu malı değil.
Annenizden erkek ya da kadın olarak doğarsınız, anneniz Müslüman ya da kafir olur. Kafir demek, nankör demektir yani Allah’ın bunca nimetine rağmen Allah’a karşı nankörlük yapar, yanlış davranışlar yapar. Ya itaatkar olur, ya isyankar olur ama bu bizim seçimimiz değil. Biz anamızı babamızı seçme hürriyetine sahip değiliz. Dünyaya geleceğimiz tarihi de seçemiyoruz, erkek ya da kadın olarak dünyaya gelme konusunda da herhangi bir şey bize sorulmuyor. O zaman bizim yapabileceğimiz şeyler bizim gücümüzün yettiği şeylerdir. Müslümanlık da insanların tercihidir yani insanlar, kainatı yaratan Allah’a boyun eğerek mi yaşayacaklar? Yani her konuda beni yaratan, bütün kainatı,, bütün varlıkları yaratan, güç ve kuvvet sahibi olan Allah’a ben boyun eğerim, O ne derse ben onu kabul ederim diyerek mi yaşıyor yoksa Allah’a ait olan başka bana ait olan başkadır, Allah benim özel hayatıma karışamaz, özel hayatımı istediğim gibi yaparım ama Allah’la ilgili olan kısımları da Ondan isterim diyerek hayata kendi kafasına göre mi yön veriyor?
Eğer Allah’a teslim olursa onun adına “İslam” denir, boyun eğerse. Ama hayatı kendi kafasına göre düzenlerse, kuralları kendi koyarsa isterse dünyanın en büyük alimi olsun, Kuran-ı Kerim’i ezberlemiş olsun, bütün dini ilimleri kavramış olsun o kişi Müslüman olamaz. Bugün Müslüman olan insan yarın dinden dönebilir, bugün kafir olan da sabahleyin mümin olabilir. Bu hiç kimsenin üzerindeki değişmezi değil yani erkek, kadın olamaz, anamızı babamızı değiştiremeyiz, yaşadığımız ülkeyi değiştiremeyiz ama din her an değişebilir. Müslümanlıkta din değişimi, Hıristiyanlık gibi herhangi bir kurumun tekelinde değildir. Bir insan Hıristiyan olmak isterse kilisenin onaylaması lazım, Hıristiyanlıktan çıkmak isterse yine kilise onaylayacak. Ama İslamiyet’te hürriyet esas olduğu için kişinin kendi kararı, isterse Müslüman olur isterse kafir olur. Bu kararı da yüksek sesle söylemesi gerekmez, kimseyi şahit tutmasına da gerek yok kendi içinden o kararı verir.
Müslüman olma isterse Müslüman, bu karar her zaman değişeceğine göre Allah-u Teala’nın insanlara verdiği dünyalık onların dinle ilgili kararı ile alakalı değildir. Efendim dindar olanlar daha başarılı oluyorlar diyebilirsiniz ya da başarısız oluyorlar diyebilirsiniz bu tamamen sizin kendi görüşünüzdür. Başarının şartları farklıdır, işi gereğine göre yaparsan başarırsın, kim daha iyi çalışırsa o başarılı olur. İnanç konusu da farklı bir konudur, bir insan çok zengin olabilir ama inançsız olabilir, çok fakir olabilir ama inançlı olabilir. İnanç ta kişinin şahsi tercihidir dolayısıyla dünya işi bu şahsi tercihe göre değişmez. Mutluluk ya da mutsuzluk değişir, içten Allah’a inanan, güvenen O’na teslim olan insan ne kadar maddi olarak sıkıntı da olsa içi rahat olur çünkü Yaratıcıya teslim olmuştur, her şeyi Ondan bilir ve rahatlar. Hata da etse O’na sığınır, Ondan yardım ister ama Cenab-ı Hak’kı devre dışı bırakan insanlar, hiç kimse Allah’ı devre dışı bırakmaz hiç mümkün değil ama bazı konularda meseleyi kendi kafalarına göre çözmeye çalışanlar bir çok konuda çıkmaza girerler, strese girerler, sıkıntıya girerler ve bu sıkıntı onları perişan eder.
“Huvellezî ceale lekumul arda zelûlen femşû fî menâkibihâ ve kulû mir rizgıh,” “Yeryüzünü işlenebilir vaziyette sizin için yaratan O’dur, omuzlarında yürüyün ve yerin rızkından yiyin” “ve ileyhin nuşûr” “yeniden ortaya çıkmanız O’na doğru olacaktır.” (Mülk 67/15)
Yani insanlar öldükten sonra yeniden yayılacaklar, ortaya çıkarılacaklar ve tekrar Cenab-ı Hakkın huzurunda toplaşacaklardır. Bütün insanlar ölecek, tıpkı toprağa tohumun ekildiği gibi insanlar da birer tohum gibi toprağın içerisine ekilecekler, vücudunun büyük kısmı çürüyecek, ana tohumluk vazifesi yapacak olan yer kalacak, tıpkı otun topraktan bitmesi gibi tekrar aynı şekilde, yeniden bir vücuda sahip olarak kabrinden çıkacak, ruhu da o vücuda girecek ve o zaman da Allah’ın huzuruna toplaşıp hesabını verecektir. Hiç kimsenin bu dünyada yaptığı kendisinden ayrılacak değildir. İyilik yaparsak o iyilik bizimle beraber olacak, kendi kafamıza göre Allah’ın yarattığı dünyaya Allah’ın yarattığı hayata kendi kafamıza göre yön vermeye çalışırsak bunun da hesabını Cenab-ı Hakka vereceğiz.
“Eemintum men fis semâi ey yahsife bikumul arda feizâ hiye temûr” “Şu konuda bir güvenceniz var mı? O yüce Allah, yücelerde olan Allah-u Teala, O’ndan yana sizin bir güvenceniz var mı? Bir sarsıntıyla sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin misiniz?” (Mülk 67/16)
Bu Gölcük depreminde, Gölcüklü bir öğrencim vardı. Oranın Yüzbaşılar semti mi, mahallesi mi varmış, kendisi de orada oturuyormuş. Anlattı, dedi ki; “Bizim yakınımızda bir eğlence merkezi vardı, lokantası, kulübü bilmem nesi, böyle büyükçe bir kompleks. Gittim.” Dedi. “Sanki orada hiç öyle bir bina olmamış.” Toprak onu tümüyle yutmuş. Her zaman bu tip şeyler olabilir. Yani şimdi siz Yüce Allah’tan bir güvence aldınız mı, sizi yerin dibine batırmayacak diye? Hakikaten insanlar kendilerini bir şey zannediyorlar. Her an ölebiliriz, her an. Peki, bir yere giderken, şimdi mesela bu toplantıya gelmeye karar verdiniz, bu akşamki bu derse gelmeye karar verdiniz, buna göre hazırlık yaptınız değil mi? Ona göre çalışma saatinizi ayarladınız, giyiminizi, kuşamınızı, yolunuzu, yol vasıtalarını ona göre ayarladınız, saatinizi ayarladınız geldiniz.
Peki, öleceğimizi bundan daha iyi mi biliyoruz, buraya gelmeden yolda ölebilirdik, peki neden ölüm için daha çok hazırlık yapmıyoruz? Ve kaldı ki şimdi buraya geldik eve döneceğimiz için birçok eşyalarımızı evde bırakırız yani en büyük eşyanız evde durur. Öldükten sonra tekrar geri gelmeyeceğiz, neden onun için yeteri kadar hazırlık yapmıyoruz? Üstelik her birimiz de biliriz ki hayat ölümle bitmemelidir. Çünkü ölümle bitecek hayat bizi tatmin etmez, hepimizin içerisinde sonsuza kadar yaşama duygusu vardır bu duygu mutlaka bir gün tatmin edilmelidir.
“Em emintum men fis semâi” “Bu yücelerde olan Allah’tan aldığınız bir güvence var mı?” “ey yursile aleykum hâsıbâ” “size taş yağdıran bir rüzgar göndermeyeceği konusunda bir güvenceniz var mı?” (Mülk 67/17)
Birçok yerler de vardır, yanardağ patlaması olur o yanardağın etrafa saçtığı lavlar ve taşlar bakarsınız ki koskoca bir şehri batırmış. Peki, bizim bulunduğumuz yerde öyle bir şey olmayacağından nasıl güven içersinde olabiliriz? Tsunami olayı oldu biliyorsunuz, o insanlar deniz kenarında eğlence içerisinde iken birden bire dört metrelik beş metrelik kum yığınlarının altında kaldılar. Şeyde de var, Kızıldeniz kenarında o “Ad” kavminin bulunduğu o güzelim bahçeler kum yığınlarının altında kaybolup gittiler. Şimdi arkeoloji konusunda çalışanlar onların bazı şeylerini buluyorlar. Kumları kaldırdıklarında o bahçelerin izleri çıkıyor, evlerinin izleri ortaya çıkıyor. Bu durum her yerde olabilir, böyle bir güvencemiz de yok.
“fesetağlemûne keyfe nezîr” “bu yer nasılmış yakında öğreneceksiniz, bu uyarılar hepinizin karşısına gelecek, size bakın bunlar söylenmiş ti bu dünyada, gelecek” (Mülk 67/17)
Hiç kimse bu dünyada kalıcı değildir, her geçen gün biraz daha yaşlandığımızı, biraz daha ölüme yaklaştığımızı hepimiz biliyoruz ama o konuda tedbir alma işinde birçoğumuzun ciddi eksikleri var.
“Ve legad kezzebellezîne min gablihim fekeyfe kâne nekîr” “Bu insanlardan önce yaşayanlar yalana sarıldılar.”
Şimdi genellikle şunu duyarsınız; “eski insanlar çok iyiymişler ya devir bozuldu”. Dünde birisi gelmiş anlatıyor; “Ya hocam çok bozuldu her taraf ya”. “Kaç yaşındasın?” “Elli”. Ne zaman bozuldu? Yani eskiden çok düzgündü de şimdi mi bozuldu? Kardeşim senin için dünya hayatı, senin yaşadığın dönemden ibarettir. Eskilerle ilgili sana anlatılan hep oradan kalan iyi şeylerdir, kötülükler unutuluyor iyilikler anlatılıyor sen de zannediyorsun ki eskiden hep iyi şeyler olmuş. Peki, eskiden hep iyi şeyler olmuş ta bu peygamberlerin hayatı ne oluyor? Bunların hepsi boş hikayeler mi? Öyle değil mi? Yanlış mı?
Şimdi, ah eskiden şöyleydi, böyleydi diye lüzumsuz yere kendimizi oyalamaya gerek yok. Mesela Ramazan olur, “eski Ramazanlar”. Kardeşim eski Ramazanlar da bir aydı, şimdi de bir ay, eskiden de insanlar bir şey yiyip içmez, karı-koca ilişkisinde bulunmazdı şimdi de bulunmaz. Eskisinin yenisinin ne farkı var ya? “Eskiden sokağa hiç kimse oruçsuz çıkmazdı”. Sana ne? Herkes sokağa orucunu yiyerek de çıksa, oruçlu da çıksa sorumlu olacak sensin, yani yarın Allah ahrette “şu insanlara niye oruç tutturmadın” diye mi soracak sana? Herhangi birimize soracak mı; “şu insanlara niye oruç tutturmadın” diye? “ Sen niye tutmadın” diye soracak. O zaman sana ne eskisinden, yenisinden? Sen ne yaptığına bak. Çıkarlar ah eski şeyler, eski bilmem neler falan filan, bırakın Allah’ınızı seversiniz. Onun için ne diyor Allah-u Teala;
“Ve legad kezzebellezîne min gablihim” “Bu insanlardan öncekiler hep yalana sarıldılar.”
İnsanlar genelde yalana sarılmaktan çok hoşlanırlar ve bile, bile birbirlerine yalan söylediklerini çok iyi bilirler, o da yalan söylüyor öbürü de yalan söylüyor, çok iyi bilirler ki yalan söyleniyor ama bundan müthiş zevk alırlar. Çünkü senin yalanını öbürü ortaya çıkarmıyor ya, çok güzel. Şimdi bir tanesi diyor ki; beni çok etkiledi. Geçende geldi yanıma; “Abdülaziz Bey” dedi. “Nerede senin adından bahsediliyorsa, insanların hatalarını söyleyen, doğruları anlatan kişi olarak bahsediyorlar, bu da çok itici oluyor. Bunu yapma.” “Ne yapacağım?” Hani aksini söylese; nerde Abdülaziz BAYINDIR’dan bahsediliyorsa, yalancı, numaracı bir adam dese, arkasından da bunu yapma dese ne diyeceğim; “Allah razı olsun, inşallah öyle yaparım”. Ama diyor ki; “nerede senden bahsediliyorsa insanların hatalarını söyleyen, doğruları söyleyen bir kişi olarak bahsediliyor, bu da itici oluyor” diyor. İtici olan ne bakın.
Gerçekten yani o anda fazla önemsemedim. O anda önemsemedim ama sonra durdukça bana öyle bir etki etmeye başladı ki bu, Allah Allah, bu adam dese ki; “bir takım yanlış işlerde oluyor, milleti tenkit ediyorsun ama acaba haklı mısın? Biraz daha düşünsen.” Dese, “tamam” derim, değil mi? Diyor ki; “söyleme” diyor “itici oluyor” diyor. “Kitaplarda yazmışsın” diyor “bir yerlerde konuşma” diyor. Yani adamlar yapılan tenkitlere yanlış diyemiyorlar ama onlardan da vazgeçemiyorlar, yanlış olan ne oluyor? Doğruları söylemek.
SALONDAN KATILIMCI: Yazmak oluyor Hocam ama söylemek olmuyor.
A.BAYINDIR: Yazarsan yaz diyor, ne olacak o kolay, kaybettiririz kitapları, sattırmayız, yazmışsın diyor tamam ama konuşma diyor. Demek ki değişmiyor yani.
““Ve legad kezzebellezîne min gablihim” “Onlardan öncekiler yalana sarıldılar” “fekeyfe kâne nekîr” “Nekir nasıl oldu yani nekir, yani onları yok saymak” (Mülk 67/18)
Şimdi yalan söyleyen ne yapar? Doğruları yok sayar değil mi? Yani doğruların üzerini örtmeye çalışır kendi yalanlarıyla. İnkar ettiğiniz zaman da siz onu yok sayarsınız. “Sen doğruları yok mu sayıyorsun, ben de seni yok sayıyorum” hadi bakalım.
“Ve gîlel yevme nensâkum kemâ nesîtum ligâe yevmikum hâzâ” Allah-u Teala diyor ki; “Siz bugünkü karşılaşmayı nasıl unuttuysanız biz de bugün sizi unuttuk” (Casiye 45/34)
Yani unutmuş falan değil ama unutmuş gibi davranıyorlar Cenab-ı Hakkın huzurunda toplaşmayı, “Öyle mi? Biz de şimdi sizi unuttuk.” “Ya beni unuttunuz mu?” “Evet unuttuk.” “Bugünü unutmuştunuz ya.” İşte yalan da öyle siz yalan söylediniz, yalan söyleyenin bütün gayreti gerçekleri örtmektir ve yalan söyleyenin en çok rahatsız olduğu şey de doğrulardır.
Zaman, zaman size söylüyorum, çocukluğumda oyun oynardık, rahmetli babam çok sertti, akşama eve geliyorum, bir de bizim bir komşu vardı, komşunun oğlu da beni kızdırmayı çok severdi. Ben de söylenen her şeyin doğru olduğuna inanırdım. Evde yalan söylemek için bir ortam yok bizim evde, şimdi diyordu ki; “Baban seni öldürecek, postuna saman dolduracak, boz eşeğe bindirecek kapı kapı gezdirecek.” Ben de gerçekten öyle yapacak zannediyordum, hal bu ki yaptığım evvelki akşam, hava karardığı zaman eve gelmişim. Şimdi akşam oldu mu, bir kenara geçer yatar, uyuma numarası yapardım babam geldiğinde. Ondan sonra kulağım hep konuşulanlarda, kim ağzını açsa ona hemen şey yapardım; beni mi acaba haber verecek diye. Sonra, biraz sonra tehlike geçince uyanırdım, kalkardım bu defa herkesle beraber yemeğe. Artık tehlike geçti kimse haber vermiyor ama gene kim ağzına açsa; hah beni haber verecek.
Şimdi yanlış bir şey yapan insanlar hep böyle, yaptıkları yanlışın farkındalar bize ağzımızı açtırmıyorlar. Şimdi Süleymaniye Camiinde yirmi bir sene Cuma vaazı yaptık. Sonra bir grup, grubun önde gelenlerinden birisi telefon etti “sen mücadeleden vazgeçmiyorsun, biz de kılıçları çekeceğiz” dedi. “Hadi çekin bakalım, hodri meydan.” O hafta camide bir gürültü meydana getirdiler ve siyasi idare ile de irtibatlı olarak vaazımıza son verdiler. Yıllardır sabah namazlarını burada kıldırıyordum, namazdan sonra dönüp namazda okuduğum bir, iki ayetin mealini veriyordum aynı grup bundan da çok rahatsız oluyordu. İki hafta önce onu da yasakladılar, sabah namazından sonra… Hal bu ki kaç kişi geliyor Süleymaniye de? Beş kişi, Altı kişi, on kişi o kadar. Şimdi doğruyu söyledin mi, hiç kimse dayanamıyor doğrulara, isterse bir kişi olsun. Ben işte çocukluğumda ki o şeyi hatırlıyorum. Yani bir yerde küçücük bir tıkırtı duysam; “hah beni babama haber verecekler” diye korkuyordum. Şimdi bunlarda korkuyor, bu adam bizi babama haber verecek diye.
Fakat tabii, hakikatler öyle bir şey ki; ne yaparsanız yapın bunları örtmek mümkün değil. Gerçekleri örtmek mümkün değil. Siz güneşin doğmasını engelleyebilir misiniz? Ne yaparsınız? Evinizin perdelerini daha da kalın yaparsınız ışıksız kalırsınız, kendinizi karanlıkta bırakırsınız, güneş doğmadı diye kendiniz aldatırsınız. Zararı kim görür? O perdelerin arkasında güneşsiz kalan kişi görür. Onun için gerçekleri perdelemek mümkün değil. Ben şimdi bizim doktora ve mastır yapan arkadaşlara diyorum; mesela bir yerde bir şey okuyorlar burada bir yanlışlık var “Hocam hangi kitaplara bakalım hata diyorsunuz, doğrusunu bulmak için?” Başka kitaba bakmayın, aynı kitabı okuyun kendisi hata olduğunu söyler ona, başka kitaba lüzum yok. Çünkü bir yerde bir yalan söylediğiniz zaman bu yalanı devam ettiremiyorsunuz ki, biraz sonra unutuyorsunuz. Unuttunuz mu doğruyu söylüyorsunuz öyle değil mi? Sürekli aklınızda tutamıyorsunuz ki onu, bir yere not etseniz bile zaten sizin fıtratınıza ters düşüyor ve bugüne kadar hiç aksi çıkmadı yani. Okuyun, o kitabın içinde vardır bu hata, kendisine, kendi tükürdüğünü yalattırırsınız daha güzel. Ama doğruları söylerseniz yanılabilirsiniz, insan. Hakikaten çok iyi niyetli olursunuz da yanlış anlamış olabilirsiniz, o normal. Biraz sonra Cenab-ı Hak sizin hatanızı bir şekilde fark ettirir, onu orada tasfiye edersiniz.
“Evelem yerav ilettayri fevgahum sâffâtiv” “Onların üstlerinde sıra sıra uçan kuşları görmediler mi?”
Hele o göçmen kuşların gittiği zaman vardır, bakarsınız en önde bir tek kuş, onun arkasında iki kuş, onun arkasında böyle yavaş yavaş, artık kaç tane kuşsa, onun hesabını yapmak lazım, yavaş yavaş artıyor, böyle bir üçgen gibi oluşturuyor sonra tam bir asker disiplini içerisinde sıra sıra kuşlar uçar giderler. Saf saf süzülüp gidiyorlar.
“ve yagbıdn” “kanatlarını yumarlar, açık kanatlarını içeri çekerler ve düşmezler.”
Gerçekten şöyle bir bakarsınız sanki su gibi akıp gidiyorlar ve hep aynı seviyede gidiyorlar, birisi aşağıda, birisi yukarıda değil. Bir askeri disiplin içerisinde.
“mâ yumsikuhunne iller rahmân” “onları sadece orada Rahman tutar.”
Yani iyiliği sonsuz olan Allah-u Teala orada tutuyor. Yani onun orada durması için gereken şartları yaratan Allah’tır. O kuşu da orada duracak şekilde yaratan Allah’tır. O kuşa kanadını açıp kapama konusundaki bilinci zihnine yerleştiren Allah’tır, her şeyi Allah-u Teala koymuştur. Allah’tan başka bunu yapabilecek hiçbir şey yok.
Şimdi mesela o kuşlar uçar giderler, bizde kuşlara bakarak uçaklar yaptık, bu da çok büyük bir başarıdır insanoğlu için uçak yapımı. Çok büyük bir başarıdır gerçekten yani bunu inkar etmek diye bir şey söz konusu olamaz. Ama bakın kuşlar için hiç havaalanı falan yok gider bir taşın ucuna konar, bir dala konar, bir yere konar. Ondan sonra yer hizmetleri yok, pist yok, yakıt ikmali falan yok, o kendi kendine nerede bir şey bulursa oradan aldıklarını, vücudu o yakıtını imal eder, vücutta o fabrikaların hepsi vardır, yürür gider. Biz de aynı şekildeyiz, bir yerinde bir arıza olursa kendi kendine tamir eder onu. Bazen tamiri imkansız arızalar olabilir o ayrı tabii elbette her şey için de ölüm söz konusudur.
“innehû bikulli şey’im basîr” “Allah her şeyi görmektedir.” (Mülk 67/19)
Yani Cenab-ı Hakkın görmediği hiçbir şey yok, her şeyi görüyor ve her şeyin ilerisi gerisi nedir onu gayet iyi bilir.
“Emmen hâzellezî huve cundul lekum yensurukum min dûnir rahmân” “Allah’tan önce size yardım edecek ya da Allah ile sizin aranıza girerek size yardım edecek o ordu kimmiş? Var mı böyle bir ordu? Sizin emrinizde olan bir ordu var mı Allah’a karşı sizi koruyacak?” “inil kâfirûne illâ fî ğurûr” “O doğruları görmek istemeyenler, görmezlikten gelip kafir olanlar var ya bunlar sadece kendilerini aldatırlar, başka kimseyi değil.” (Mülk 67/20)
Tıpkı güneş ışığı girmesin diye kalın perdeler örten, güneşin doğmadığını kendine inandırmaya çalışan gibi zararları sadece kendilerine olur, başkasına olmaz.
“Emmen hâzellezî yerzugukum in emseke rizgah” “Size rızık verecek olan da kimmiş, eğer Allah size verecek olduğu rızkı tutacak olursa size kim rızık verebilir?”
Şimdi biz fabrikalar yapıyoruz değil mi? İşte imalat sanayi, işte bilmem çeşitli üretimler falan. Eğer topraktan bir şey gelmezse ne yapabiliriz? Yani toprak buğdayı bitirmedi, yağmur yağmadı. Bir zamanlar İstanbul’da öyleydi, İstanbul susuz kalmıştı, Armutlu’dan gemilerle su getirmeye başladılar. Bulutlar geliyor İstanbul’un üzerine kadar, yağmur yağdı yağacak diyoruz, biraz sonra diyorlar ki vazgeçtik çekip gidiyorlar başka tarafa. Allah Allah, geliyor geliyor, gidiyor. Hadi yağdı, uzunca süre biliyorsunuz yağmur yağmadı. Biraz daha öyle devam etseydi ne olurdu? Bugün biz burada olabilir miydik? Peki, Armutlu’nun da suyu kesilse ne olacak? Hal bu ki İstanbul’un ortası koskoca bir deniz, Marmara Denizi var. O deniz bizim susuzluğumuzu giderebilecek miydi? Bak vermedi mi vermiyor, bulut geliyor tepene kadar ondan sonra çekip gidiyor. Yağmur bombaları getirildi bir şey oldu mu? Hiçbir şey olmadı, bir sürü masraflar, masraflar, masraflar bütün barajlar boşaldı bir şey yok. Allah-u Teala vermedi mi, bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Cenab-ı hak yağmuru bol bol yağdırsa da biz tembellik etsek gene aç kalırız. Ama Allah yağdırmazsa yağmuru, Allah bitirmezse topraktan bir şey sen ne yaparsan yap, yapacağın bir şey yoktur.
Yeryüzünde bir sürü fabrikalarımız var, hiç buğday üreten fabrika biliyor musunuz? Ya da böyle bir fabrika insanlar yapabilirler mi? Yahut su üreten fabrika yapılabilir mi? Olur mu? Mümkün değil yani bir laboratuarda su üretmeye kalkışsalar belki bir bardak su için dünya kadar çalışma yapılır, o suyu üretinceye kadar belki bir damacana su tüketirler o üretenler. Sonra bir de zaten ona para mı yeter, kaç kişiyi doyuracaksınız onunla?
“ Emmen hâzellezî yerzugukum in emseke rizgah” “Eğer rızkını tutacak olursa size rızık verecek olan kim?”
Peki, sizi koruyacak bir ordu yok Allah’a karşı, size rızık verecek olan da yok, Allah isterse sizin tepenizden taş yağdırır buna karşı koruyacak yok, isterse sizi yerin dibine geçirir buna karşı da koruyacak yok ve gözünüzün önünde bu olayları hep görüyorsunuz. Falan yerde şu felaket olmuş, filan yerde bu felaket olmuş diye hep başkalarında olmaz, bazen de siz haberlere konu olabilirsiniz. Başkalarından haber geldiği zaman pek fazla bizi etkilemiyor ama biz o habere konu olduğumuz zaman feryadı basıyoruz. Tamam, elbette ki üzüleceğiz ama bunun önceden tedbirini almamız lazım, en azından Yaratıcıyla ilişkilerimizi düzgün tutmamız lazım.
“bel leccû fî utuvviv ve nufûr” “hayır bu insanlar ısrarla dik kafalılık etmeye çalışıyorlar, Allah’a laf öğretmeye çalışıyorlar, dini kendi arzularına uydurmaya çalışıyorlar ve Allah’ın emirlerinden ısrarla kaçıyorlar.” (Mülk 67/21)
Şimdi yaşadığımız şu günlerde, uzun hazırlık çalışmalarından sonra yeryüzünde, İslam-Hıristiyan karışımı yeni bir din icat etmenin hızlı çalışmaları var. Türkiye’de var her tarafta var. Yeni bir din icat ediyorlar, o öyle bir din ki; biraz Yahudilikten var, biraz Hıristiyanlıktan var, Hıristiyanlığın, dünyada artık bütün iddiasını kaybettiğini gördüler, kimsenin Hıristiyan olmayacağını herkes gördü, o zaman insanlarda Müslümanlığa doğru hızla koşuyorlar. O zaman yapılacak şey, Müslümanlığın içerisini Hıristiyanlıkla doldurup dışarısını, şöyle vitrini Müslümanlıkla boyayacaksınız, yeni bir din ortaya çıkaracaksınız. Şimdi onun çok hızlı hazırlıkları yapılıyor, çalışmaları yapılıyor ve dünyaya şimdi onu yaymaya çalışıyorlar.
Tabii ne kadar ne yaparlarsa yapsınlar bu tam bir balondur, başka hiçbir şey değildir. Balonun da görünmeyen küçücük bir noktasına bir iğne batırdın mı görünen kısımlar da paramparça olur. İşte biz öyle Süleymaniye Camiinde sabah namazında üç, dört kişiye yapılan konuşmadan rahatsız olmaları boşuna değil tabii. Balonu nerden, nasıl patlatırsan patlar. Balon olduğunu biliyorsanız toplu iğnelere karşı bütün tedbirleri alacaksınız. Bu çalışmalara devam etsinler ama ben şuna inanıyorum, bu çalışmalar Müslümanlığın daha çok yayılması için ciddi manada zemin oluşturacaktır.
Yani şimdi Müslümanlıkla, Hıristiyanlık bir arada olması mümkün değil. Çünkü Hıristiyanlık bir din değil. Hıristiyanlık bir din değil, belki size ters gibi gelecek de, değil, bir din değil. Yani efendim semavi din, bilmem İbrahimi din; bunların hepsi bir iftira. Onların Hz.İbrahim’le hiçbir alakası yok Hıristiyanların. Yahudilerin de bir alakası yok.
“Mâ kâne ibrâhîmu yehûdiyyev ve lâ nasrâniyyev ve lâkin kâne hanîfem muslimâ” Bunu söyleyen Allah-u Teala; “İbrahim, ne Yahudiydi ne Hıristiyan” (Ali İmran 3/67)
Peki İbrahim (A.S.) Yahudi de değil Hıristiyan da değil, Cenab-ı Hakka karşı ne diyorlar; “Ya Rabbi sen bilmiyorsun” diyorlar. Bunlar da İbrahim’i…”Ha öyle mi kusuruma bakma kulum, tüh”. Öyle mi diyecek Cenab-ı Hak? Bunlar Allah’ın dini olmaktan çoktan çıkmışlar, Papazlar kendilerini Allah’ın yerine koymuşlar, insanlıkta bunu kabul etmiyor artık. Eskiden belki kabul ettirebilirdiniz, kendileri de kabul edemiyorlar bunu. Akıl ve mantık işi değil, ondan sonra ortada tek din var o da İslamiyet. Bunun da herkes farkında, o zaman ne yapacak? Bu sömürü düzeninin devam etmesi için vitrini değiştirmeye çalışıyorlar, vitrinin arkası gene aynı ama vitrin değişecek. Valla o vitrine koyduğunuz birkaç tane resim insanları sizden uzaklaştırmaya yeter, ne kadar uğraşırsanız uğraşın. Yapacağınız hiçbir şey yok, bu boşuna bir uğraşmadır.
Bazıları da onların yanında izzet ve şeref arıyorlar. Allah-u Teala böyleleri için ne diyor;
“eyebteğûne ındehumul ızzete feinnel ızzete lillâhi cemîâ” “Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar İzzet ve şerefin tamamı Cenab-ı Hakka aittir” (Nisa 4/139)
Onun için Allah’ın yolunda gidenler dünyanın en güçlü adamlarıdır. Bir tek kişi olsalar bile onlardan daha güçlüsü yoktur. Çünkü izzeti ve şerefi Allah-u Teala veriyor. Sıfırın altındaki rakamların arttıkça değeri ne olur? Daha da düşer, sıfırın üstündeki en küçük rakam, sıfırın altındaki sayısız rakamdan daha değerli değil midir? İşte bu kadar. Bu yeni din oluşturma çalışmaları yeni değil, çok eski ama ben yazdığım yazılarla işin bu tarafına hiç değinmiyorum, pek değinmeye de niyetim yok çünkü o kadar…o boşuna bir uğraşı öyle lüzumsuz işlere ayıracak vaktim yok şahsen. Yani bu tip şeylere uzaktan gülüp geçeriz başka bir şey yapmayız. Çünkü bunlar boşuna uğraşılardır, doğruları söylediğiniz zaman yanlışların hepsi zaten ortadan kalkar. (Salondan bir katılımcı “Urfa’yı ortak kıble yapma” çalışmasından bahsediyor)
Urfa’yı ortak kıble yapmak, çalışsınlar canım yani dünyada o kadar din uyduranlar var, bunlarda uydursunlar ne fark eder ki? Önemli değil, bizim için önemli olan Hak’tır, batıllar çok. Hakkı söyle gerisi önemli değil, şimdi koskoca bir salondayız değil mi? Bu salonu aydınlatan ampulleri toplasak bir kenara koysak varlığını bile göremezsiniz, kaybedebiliriz ama koskoca salonu birkaç tane ampul aydınlatmaya yeter. Biz, o ampuller olduğumuz zaman hiç problem değil, ne yaparlarsa yapsınlar.
“bel leccû fî utuvviv ve nufûr” “Yani bunlar böyle ısrarla yani böyle inatçı tavırlarıyla kendi kafalarının doğrultusuna gidiyorlar ve hep gerçeklerden kaçıyorlar.” (Mülk 67/21)
Mesela bu çalışmayı yapanlardan birisinin bir dergisinde şunu okumuştum; “İhtilaflı konulara girmeyelim, ihtilaflı konulara girip de aramızdaki diyaloğu ortadan kaldırmayalım.” İhtilaflı konular neler? Efendim üç tanrı olmaz demeyin, İsa Allah’ın oğlu değildir demeyin, Allah birdir O’ndan başka ilah yoktur demeyin. Peki, İslam Dini? İslam Dini Allah’ın son dinidir, Hak Dindir de demeyin. Peki Muhammed? O da son peygamberdir falan demeyin. E peki o zaman bizden, bizim varlığımızdan bahsetmenin bir anlamı var mı? O zaman peygamberler niye geldiler? Yani tıpkı bana yapılan teklif gibi ; “doğruları konuşma.” “Problem çıkıyor, itici oluyorsun.” Bir başkası da aynen şunu söyledi, aynı gün ve bir saat arayla ; “Yaa Abdülaziz Bey” dedi “doğrular doğru ama söylersen engel çıkarırlar, senin önüne çıkarlar, ilerlemene engel olurlar” bilmem ne falan. Dedim yani “ben herhalde şu anda bulunduğum konumdan daha ileri bir konum düşünemiyorum ki ve bir başkasının yanında da herhangi bir şey beklemiyorum ve şunu da çok iyi bilin ki bunu asla bırakmam” dedim. Hiç mümkün değil.
Şimdi yani doğru yola Allah’ın yoluna gitmek lazım ama burada bizi bekleyen şöyle bir tehlike var; birçok kimse bunu yapar, ben görmüşümdür, siz de görmüşünüzdür, bir konunun mücadelesini verir verir belli bir noktaya geldiği zaman aynı rolü kendisi üstlenir. Şaşırırsınız, bu adam bunun mücadelesini veren adam değil miydi? Ne oldu? Şimdi bizim için de öyle bir tehlike var. Şimdi batıllarla mücadele verirsiniz verirsiniz, batıl adama para kazandırmıyor, itibar da kazandırmıyor yani dünyalığı isterseniz. Allah’ın rızasını, doğruları isterseniz onun kazandırdığını hiçbir şey kazandırmaz ama başka şeylere hevesiniz kayarsa, benim de şuyum, buyum olsun derse mecbursunuz yalancı olmaya, mecbursunuz iftiracı olmaya, mecbursunuz. O mücadele ettiğiniz kişilerin konumuna bu defa siz düşersiniz, bu konuda da birbirimizi sürekli uyaralım. Hepimiz birbirimizi sürekli uyaralım ki aleme nizamat verirken bizim evimizde bin türlü teseyyüp bulunmasın. Ziya Paşa’nın öyle bir şiiri vardır;
Anlar ki verirler aleme nizamat / Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde.
Yani birçok insanlar çevreye düzen vermeye çalışırlar ama evlerinin içerisinde hiçbir düzen yoktur ve her şey birbirine karışmıştır, onun için bizim evlerimiz düzgün olsun. Buna da çok dikkat edelim yani birbirimizi sürekli uyaralım.
(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)
Bismillahirrahmanirrahim.
“Efemey yemşî mukibben alâ vechihî ehdâ emmey yemşî seviyyen alâ sırâtım mustegîm” Mülk Suresinin 22. Ayeti olan bu Ayette Allah-u Teala şöyle buyuruyor; Böyle yüzüstü düşüp yürüyen kişi mi? Burada “men”, “men” olduğu için akıllı bir varlık demektir. Bazı insanlar böyle sürünerek yürürler, kim sürünerek yürür? Savaş sırasında düşman kurşunlarından korkanlar yani mecburen sürünerek yürürler ama böyle mecburi yürüyüş olmadan bir insan sürünerek yürürse bakarsınız; “Allah, Allah bu adam ne yapıyor” dersiniz.
““Efemey yemşî mukibben alâ vechihî” “Yüzüstü sürünerek yürüyen kimse mi?” “ehdâ emmey yemşî seviyyen alâ sırâtım mustegîm” “yoksa doğru yolda dimdik yürüyen bir insan mı hedefine daha kolay ulaşır?”
Yüzüstü yürüyen kişi ilerisini göremez yani bir uçurumun kenarına kadar gelir farkına bile varamaz. İşte dimdik yürüyen insanlar, ilerisini gören insanlardır ilerisini, gerisini her tarafı görür ona göre hareket ederler. Yani yaratıcıyı görür, yaratılanı görür, yaratıcıyı nasıl görür? Yaratıcıyı yaratılandan görür, etrafındaki o görsel ayetlerden, kevni ayetlerden yaratıcıyı görür, davranışlarını ona göre ayarlar. Yani Müslüman’ın böyle utanacak, çekinecek bir tarafı yoktur son derece rahat ve her yerde son derece başarılı şekilde yürür gider. Alnı açık, yüzü ak, başı dik ama başını önüne eğmekle kalmamış iyice yere yapışmış olan bir kimse işte bunlar doğrulardan kaçan insanlardır zaten yüzleri toz toprak olur, kafalarını sürekli o taştan o taşa çarparlar yani bir türlü huzurlu olamazlar bu dünyada.
“Gul huvellezî enşeekum” “De ki: Sizi oluşturmuş olan Allah’tır” Yani bir insan o kadar farklı bir şekilde oluşturulur ki, işte topraktan alınan gıdalar ana rahminde cenini oluşturur, cenin insan şekline girdikten sonra oraya ruh girer, sonra insan dünyaya geldikten sonra en güzel gıdalarla beslenir ve mesela insandan başka hiçbir varlık, insan kadar nazlı, insan kadar da külfetli değildir.
Şimdi şöyle düşünün, soframıza bir parça ekmek gelinceye kadar yapılan işleri düşünün. Bir parça ekmek, birisi buğdayı alacak, tarlayı hazırlayacak, o buğdayı tarlaya atacak, yetişinceye kadar bekleyecek, yetiştikten sonra biçecek, onu tüccara satacak, tüccar getirecek un fabrikasına satacak, un fabrikasında o öğütülecek, çuvallara konulacak, şehre getirilecek, şehirdeki toptancı fırıncıya satacak, fırıncı hamur haline getirecek ve ekmek pişirecek, ondan sonra da bakkala gidecek, bakkaldan da bizim soframıza gelecek yiyeceğiz. Bir parça ekmek. Ee soframızdaki su, diğer gıdaların hepsi öyle, ee o gıdaları bir evde yeriz o evin yapımı öyle, dışarıya çıkarken elbise giyeceksiniz, ayakkabı giyeceksiniz bilmem ne bir de kravatta takıyoruz, başka şu bu falan. Yani bir kişinin yaşaması için binlerce kişinin çalışması gerekiyor ve öyle ki herkes birbirine muhtaç ama mesela bir koyun, bir koyunu kaldırırsınız götürürsünüz bir bahçeye bağlarsınız yanına da su geçiyorsa tamam keyfine diyecek yoktur, bütün ihtiyacını oradan karşılar, bütün canlılar öyle ama insan öyle değil. Hiçbir insan kendi ihtiyaçlarını kendi karşılayamaz, bu mümkün değil, her insan başkalarına muhtaçtır ve başka binlerce kişiye muhtaçtır. Herkes birbirine öyle muhtaç ki herkesin çalışmasına ihtiyaç var ve müthiş bir organizasyon var, insanoğlu böyle. Onun için Allah-u Teala bizi inşa etmiş yani oluşturmuş, çok değişik şeylerle, öyle tekdüze bir varlık değiliz.
“ve ceale lekumus sem’a vel ebsâra vel ef’ideh” Bu üç şey insanın tüm canlılardan farkını ortaya koyuyor. “Allah sizin için işitmeyi, görmeyi ve kalpleri oluşturmuştur” “galîlem mâ teşkurûn” “ne kadar az şükrediyorsunuz.” (Mülk 67/23)
Biz burada kalalım çünkü bu ayet-i kerimenin açıklamasına girersek bugün yetiştiremeyiz, sorulara da vakit kalmaz, şimdi sorulara geçiyoruz.
SORU: Son zamanlarda kolalı ve gazlı içeceklerin içerisindeki alkol miktarı ile ilgili tartışmalar yapılmaktadır, bu miktar alkol, kolalı ve gazlı içecekler için haram derecesinde midir?
CEVAP: Şimdi kola ve gazozların içerisinde belli oranda alkol var deniyor, onun içerisine alkol katılıyor deniliyor, tabii bu tür içeceklerin içerisine dışarıdan alkol ilave etmek kabul edilemez. Yani bunun çaresine bakılması ve bunu yasaklayıcı önlemler alınması gerekir. Ama bir de şu var; şekerli ve nişastalı sıvı maddeler oda sıcaklığında belli bir süre kalırlarsa içerisinde alkol oluşmasına da hiç kimse engel olamaz. Dolayısıyla bizim pişirdiğimiz nişastalı ki yiyeceklerimizin birçoğu nişastalı birçoğu da şekerlidir. Mesela yiyeceğiniz içerisine un kullanırsınız ya da işte tarım ürünleri kullanırsınız, bunlar nişastalı ürünlerdir. Patatestir, bilmem nedir falan. Belli bir süre kaldığında ekşime olur. Bu ekşime fark edilmeyecek derecede de olur fark edilecek derecede de olur. Fark edilecek derecede olduğu zaman yemeği yemezsiniz, fark edilmeyecek derecede olduğu zaman da gene onun içerisinde alkol oluşmuştur ama yiyen insanı sarhoş etmez ondan dolayı da haram değildir.
İnsanoğlunun vücudunda yanlış hatırlamıyorsam binde bir oranında alkol vardır. Yani kanda. Buna vücudun tabii olarak ihtiyacı var, tabii olarak ihtiyacı olan o alkolü Allah gıdaların içerisine yerleştirmiş, biz onları zaten oradan tabii olarak alıyoruz bunda bir problem yok. Ama onu sarhoş edici içki haline getirdiğiniz zaman mesela evinizdeki o yemekler ekşidiği zaman kokusundan belli olur bazen de köpürür o yenmez artık, haramdır onu yemek. Şekerli ve nişastalı içecekler sarhoş edecek noktaya geldikleri zaman içilmezler ama mesela siz gazozdan ve koladan sarhoş olan insan hiç duydunuz mu ya da gördünüz mü? Ben duymadım ve görmedim. Burada ölçü bir şeyin içerisinde alkol var mı yok mu değil, ölçü, içildiği zaman sarhoş ediyor mu etmiyor mu? Çoğu sarhoş ediyorsa azı da içilmez ama gazozun çoğu da sarhoş etmez, kolanın çoğu da sarhoş etmez yani ben böyle bir şey duymadım bu zamana kadar. Tekrar ediyorum, bunların içerisine dışarıdan alkol katılması kabul edilemez ama kendi içerisinde tabii olarak oluşmuş alkoller de bunları içmeye mani değildir.
Evet şimdi Mekke’de bir arkadaş anlatıyor, Türkiye’den birkaç kişi gelmiş “biz hac yapacağız” “tamam ne güzel yapın” “yok biz şimdi bugün gideceğiz” “nasıl bugün gideceksiniz?” “Arafat’a götür bizi, Mina’ya, Müzdelife’ye şeytan taşlayalım Türkiye’ye döneceğiz” “Ne zaman dönüyorsun kardeşim?” Şimdi bizim hocalar çıkıp konuşuyor, enteresan bir şey de onlara cevap verecek kişiler çıkarılmıyor yani şey gibi; hani Nasreddin Hoca bir köye gitmiş, kışın gidiyor, akşam üzeri köyün köpekleri Hoca’ya hücum ediyor. Hoca yerden bir taş alayım diyor, hangi taşa el atsa donmuş koparamıyor oradan. “Bu ne biçim köy, köpeklerini serbest bırakmış taşlarını bağlamışlar.”
Yani şimdi tamam farklı görüşler ortaya konsun ama onlara cevap verecek kişilere de imkan verilmesi lazım. Karşılarına öyle kişileri çıkarıyorlar ki cevap vermesi mümkün değil, böyle olunca da insanların zihinleri karmakarışık oluyor. Bize diyorlar ki; “niye cevap vermedin?” Kardeşim cevap veriyoruz ama bizim verdiğimiz cevaplar televizyondan yayınlanmayınca birkaç kişi duyuyor ama televizyondan ya da gazeteden yayınlanırsa o zaman daha çok kimse duyar. Şimdi şeyi bir açarsak Bakara Suresi 197. Ayeti. Allah-u Teala orada şöyle buyuruyor;
“Elhaccu eşhurum mağlûmât” “Hac bilinen aylardadır” (Bakara 2/197)
Kim bilir bunu? Bunu Mekkeliler biliyor demek ki değil mi? Çünkü İbrahim (A.S)’dan beri sürekli Hac mevsimi var, belli aylarda sürekli hac yapılıyor. O zaman Allah-u Teala burada ne buyurmuş oluyor? “Haccın zamanı değiştirilmiş değil” buyurmuş oluyor değil mi? Yani siz her zaman, ne zaman yapıyorsanız gene aynı zaman yapacaksınız. Malum aylarda, bunlar hangi aylar? Şevval, Zilkade, Zilhicce. Şimdi Şevval ayının bugün son günü yanlış hatırlamıyorsam, yarın Zilkade başlıyor arkasından Zilhicce ayı geliyor. Bu üç ay Hac ayı yani Ramazan Bayramının birinci gününden itibaren Hac ayları başlıyor, Zilhicce’de bitiyor. Şimdi bu Hac aylarından Zilhicce’den sonra bir ay daha var Muharrem. O hac ayı değil ama Zilkade, Zilhicce ve Muharrem üç ay haram ayı. Haram Ayı ne demek? Haram ayı demek bu aylarda düşmanını da görsen dokunmayacaksın demektir.
Peki, bu aylarda ne olur? Bu aylarda eskiden panayırlar kurulurdu. Arap yarımadasından ve çevre ülkelerden herkes mallarını Mekke’ye getirir ve çevresine getirir, Taife’de getirir. Büyük büyük pazarlar kurulur ve insanlar mallarını satar sonra Hac da yapar giderlerdi. Yani müşrikler sürekli Hac ve Umre yaparlardı. Şimdi bu üç ay; Şevval, Zilkade, Zilhicce. Bir de Muharrem’i katarsanız dört ay. Yani bu birazdan okuyacağım ayetlerde de göreceksiniz, büyük bir ekonomik hareketlenmeyi de içerisinde barındırıyor.
“femen ferada fîhinnel hacce felâ rafese ve lâ fusûga ve lâ cidâle fil hacc” “kim bu aylarda Hacca başlarsa Hac esnasında eşi ile ilişkide bulunmak yok –yani ihramlı iken-, fasıklık yapmayacaksın –her zaman yapacaksın ama o zaman daha çok dikkat edeceksin- ve kimseyle dalaşmak yok.” “ve mâ tef’alû min hayriy yağlemhullâh” “hayır olarak ne yaparsanız onu Allah bilir” “ve tezevvedû feinne hayraz zâdit tagvâ” “kendiniz için azık hazırlayın, en iyi azık ta kendinizi korumanızdır.” Neden koruyacağız? Yanlışlardan. Allah’ın yanlış dediği şeyden koruyacağız. “vettegûni” “bana karşı kendinizi koruyun yani benim emir ve yasaklarıma uyun” “yâ ulil elbâb” “ey içi temiz olanlar. Başka niyeti, başka içten içe hesabı olmayanlar” (Bakara 2/197)
Şimdi bu ayet-i kerimelere baktığımız zaman hac, bilinen aylarda üç ay, başka bir ayete bakmazsan ne dersin? Git bu üç ayın içinde haccını yap gel kardeşim, ne bekliyorsun başkalarını. Hani baştan beri biz sürekli her dersimizde aşağı yukarı tekrarlıyoruz, Kuran-ı Kerim’de hiçbir ayet tek başına okunmaz, onu açıklayan ikinci ayet, onları açıklayan iki tane daha ayet vardır, onu açıklayan iki tane daha. Bazen otuz, kırk, elli, altmış gider ayetler. Hepsini ortaya koyduğunuz zaman mesele açıklanır tabii biz şu anda bütün açıklamaları yapacak değiliz sadece sorulan soruyla sınırlı olarak konuşacağız, yoksa öbürü günlerce konuşulması gereken meseledir. Şimdi şuraya bakın;
“Leyse aleykum cunâhun en tebteğû fadlem mir rabbikum” “Bu aylarda Allah’ın ikramını aramanızda yani kazanç peşinde koşmanızda sizin için bir günah yoktur.”
“Bu üç ayda kazanç peşinde koşmak” ne demek olur? Türkiye’de ürettiğin bir malı götürürsün oraya, orada satarsın, para da kazanırsın, oradan da bir mal alır getirirsin burada da para kazanırsın, o arada haccını da yaparsın. Şimdi üç ay bir de arkasından gelen Muharrem dört ay. Bu dört ayın üçü, haram ayı, düşmanını görsen bir şey demiyorsun, bu ne demektir? Bu Müslümanlara uluslar arası çok büyük bir Pazar oluşturma emridir aynı zamanda. Büyük panayırlar oluşturma emridir. Zaten panayır mantığı, fuarcılık mantığı tamamen bu Hac şeyinden gelmiştir, Araplardan gelmiştir. Türkiye’deki pazarlara bakın hala Araplar hakimdir, bakın göreceksiniz, oradan gelmiştir bu şey yani bu Hac la alakalıdır bu panayır fikri.
Şimdi biz bunları unutmuşuz, dünyanın her tarafından insanlar oraya mallarını getirip satsın, alsın götürsün diyecekseniz ki diyor işte burada. O zaman geniş bir zaman aralığı gerekir ve büyük de bir arazi var Mekke’den Cidde limanına kadar uzayan arazi yüz 130 km. boyunda ve geniş dümdüz bir arazi, istediğiniz büyüklükte orada panayır kurabilirsiniz. Dünyanın her tarafından insanlar gelir ve o arada da fırsatı da değerlendirirsiniz ki Peygamberimiz de öyle yapardı, haz mevsimindeki panayırlarda gider insanlara Kuran okurdu. İslamiyet’i o şekilde yaydı. Arap yarımadasının her tarafından insanlar oraya geldiği için panayırda gider Kuran okur insanlara anlatır onlarda duyduklarını götürür kendi şehirlerinde anlatırlardı. Bu şekilde çabucak yayıldı İslamiyet. Ama şimdi nasılsa bunlar bırakıldı. Bu çok ciddi bir mesele, bunun üzerinde mutlaka durmak lazım. Şimdi buradan diyor ki;
“feizâ efadtum min arafâtin” “Şimdi bu üç ay Arafat’tan seller gibi aktığınız zaman”
Şimdi Arafat’tan aktığınız zaman, bir tek gün bu, seller gibi, “efada” “efadtum. Şimdi bu üç ay içerisinde her giden grup kendi başına hac yapıp geri gelse, seller gibi akma imkanı olur mu? O zaman ne oldu şimdi üç ay? Bir güne düştü, değil mi?
“fezkurullâhe ındel meş’aril harâmi” “Arafat’tan akarken Meşar-i Haram’da Allah’ı zikredin.” Diyor. Meşar-i Haram’da, “Müzdelife” dediğimiz yer yani orada bulunan bir alan, orada Allah’ı zikredin. Arafat’tan hacılar böyle gerçekten dağ taş insan dolar, aman Allah’ım. Hacca gidenler çok iyi bilir, hakikaten sanki o vadiyi bir insan seli alır, gelir Müzdelife’de biraz beklersiniz ondan sonra duanızı yapar devam edersiniz.
“vezkurûhu kemâ hedâkum” “Allah size nasıl doğruyu nasıl gösterdiyse işte o şekilde Allah’ı anın.” “ve in kuntum min gablihî lemined dâllîn” (Bakara 2/198)
Şimdi ayetleri atlıyorum, dedim ya fazla detaya giremeyiz çünkü vaktimiz yetmez buna. Bakara 203. Ayet;
“Vezkurullâhe fî eyyamim mağdûdât” “Allah’ı sayılı günlerde anın” “femen teaccele fî yevmeyni” “kim acele eder işini ki günde bitirirse” “felâ isme aleyh” “ona bir günah yok.” “ve men teahhara” “kim bir gün daha uzatırsa” “felâ isme aleyhi” “ona da bir günah yok.”
Şimdi burada da üç gün var değil mi? Bir de Arafat’tan inilen gün, dört gün. Zaten hacılar ne yapıyorlar ki işte bu dört günde bitiriyorlar işlerini. Arafat’a çıkıyorsunuz, oradan inerken Müzdelife’de Cenab-ı Hakkı arıyorsunuz, şeytanı taşlıyorsunuz sonra üç gün daha kalıyorsunuz. İki gün kalırsanız bir günahı yok, üç gün de kalabilirsiniz. Dördüncü gün zaten herkes Mekke’den ayrılır. Üçüncü gün ayrılmaya başlarlar birçokları. Şimdi bir de Hac Suresinde, 336. Sayfa bak Allah razı olsun hemen hazırlığı tamam yapmış Enes Hoca, 336. Sayfa ;
“Ve ezzin fin nâsi bil hacci” “İnsanlar içinde Haccı ilan et” “yeé’tûke ricâlev ve alâ kulli dâmiriy” “sana yürüyerek ve yorgun develer üzerinde gelirler yani bineklerde gelirler.” “yeé’tîne min kulli feccin amîg” “uzak yollardan gelirler, bütün yollar hacılarla dolar.” (Hac 22/27) Gerçekten de öyle oluyor. Niçin gelecekler;
“Liyeşhedû menâfia lehum” “menfaatlerine şahit olsunlar” Bu hangi menfaat? Alışveriş yapacaklar, ticaret yapacaklar, para kazanacaklar, mal satacaklar, mal alacaklar, satıp kazanacaklar alıp götürüp memlekette kazanacaklar. Ayrıca bir de ibadet yapacaklar, görüyor musunuz?
“ve yezkurusmallâhi fî eyyâmim mağlûmâtin alâ mâ razegahum mim behîmetil en’âm” “Belli günlerde, bilinen günlerde –bakın malum- öteden beri bilinen günlerde Allah’ın kendilerine verdiği hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansın Besmeleyle hayvanlarını kessinler” Bu hangi gün? Kurban Bayramının bir, iki, üç, dördüncü günler. Hanefiler bir, iki, üç diyor, Şafiiler bir, iki, üç, dört diyor. O bir gün çok fazla önemli bir şey değil o bir içtihat farkı. Şimdi ne oldu? Hadi size sorayım; bu üç ay içerisinde ben haccımı yapıp döneceğim diyebilir miy insan? Kuran-ı Kerim, işte ayetler ama bu ayetleri okumazda sadece bir ayeti okursanız neye benzer? Adama sormuşlar niye namaz kılmıyorsun? Niye kılayım Allah yasaklamış. Allah, Allah nasıl yasaklamış?
“lâ tagrabus salâte” “namaza yaklaşmayın” (Nisa 4/43) Devamını da okusana? Ben hafız mıyım canım? Devamı şu;
“ve entum sukârâ” “sarhoşken namaza yaklaşmayın” “hattâ tağlemû mâ tegûlûne” “ne dediğinizi bilinceye kadar” Demek sarhoşsa bile adam ne dediğini biliyorsa gene namaz kılacak. Ama adam namaz kılmak istemiyor ya; “Allah yasaklamış” canım. Sen öyle demek istersen tabii böyle ayetleri parçalayacaksın. “Hac belli aylardadır.” Doğru ama o aylarda neler yapılacak, sonra dünyanın bütün köşelerinden insanların güven içinde gelip memleketlerine geri dönmeleri kısa sürede oluyor mu? Bakın bugün uçak var, uçak, biniyorsunuz buradan, mesela ben bir gün öğle yemeğini evde yedim, öğle namazını burada kıldım, ikindi namazını gittim havaalanında kıldım, akşam namazını Kabe’de kıldım. Akşam namazından çıktıktan sonra eve telefon açtım, bu kadar geniş imkanlarımız var değil mi? Çok büyük bir imkan içindeyiz var ama buna rağmen dün hacca giden bir arkadaşım telefon açtı, bir müftü arkadaş, dedi ki;
“Dört gün sonra Hacca gideceğim” “Bu kadar erken mi?” “Kırk güne çıktı bu sene” dedi. “Niye?” “Ancak intikaller ve dönüşler oluyor.”
Bakın uçaklara rağmen hacıları götürme getirme ancak kırk günde olabiliyor. Başka yapamıyor. Buradan götüreceksin, yerleştireceksin, bir takım işler yapacaksın. O kadar kolay mı? İki milyon, üç milyon insan çok zor bir şey. Kardeşim bu iki günde üç günde olacak bir şey değil ki, hani oradaki panayırları bir kenara bırakın, bak şimdi bu imkanlara rağmen ancak kırk günde ki Diyanetin organizasyonu her yıl bir numara seçilir. En iyi organizasyon seçilir, bu kadar geniş imkanlara rağmen kırk gün gerekiyor. Buna ne olmuş? Şevval, Zilkade, Zilhicce üç ay doksan gün fazla bir şey yok ki. Aslında Zilhicce’nin de on günüdür. Oradan da yirmiyi çıkarırsanız ne ediyor? Yetmiş gün ediyor. Son derece normal. Dönüş için de zaman var tabii orada Zilhicce’nin sonuna kadar işte Muharrem’de var, çünkü Muharrem’de de kimseye dokunulmuyor, yol güvenliği gerekiyor çünkü hacca gidiş gelişlerde. Cenab-ı Hak bunun bütün şartlarını ortaya koymuş. Evet, üç gün içerisinde, dört gün içerisinde her şey bitiyor ama bunun hazırlığı gidişi, gelişi o kadar kısa bir şey değil ki. Evinde hemen kalk iki rekat namaz kıl öyle o kadar bir olay değil bu. Anlatabildim mi acaba? Peki, başka soru mu var?
SORU: Enam Suresinin 32. Ayeti “bu dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir” ve buna benzer birkaç ayet. Enbiya Suresi 16. Ayette de “Gökleri ve yeri ve bu ikisi arasında var olan hiçbir şeyi bir oyun ve eğlence olarak yaratmadık” bir çelişki var mıdır?
CEVAP: Bu iki ayet arasında çelişki var mı? (Yahya Şenol soruda açıkça belirtilmemiş diyor) soruda yok da onu sen ekledin. Soru sahibi de onu mu soruyor? İyi bak doğru anlamışım. Şimdi önce Enam Suresinin 32. Ayetini okuyalım;
“Ve mel hayâtud dunyâ illâ leıbuv ve lehv” “Dünya hayatı sadece oyun ve eğlenceden ibarettir.”
Şimdi aslında bazı insanlar dinlerini de oyun ve eğlenceye alırlar, onu daha önceki ayetlerde okumuştuk. Fakat onun dışında düşünürseniz bu bir oyun yani oyun kelimesi bazen iyi anlamlarda, oyun kurma meselesi çok önemlidir yani bir hususta tüm şeyleri ayarlayacaksınız oyun kuracaksınız. Şimdi bakın yani yaptıklarınıza, uğraşıyorsunuz, uğraşıyorsunuz bir şeyler yapıyorsunuz. Bütün bu teknolojidir, sanayidir, üretimlerdir bir şey gelecek, kıyamet olacak yok olup gidecek. Diyeceksiniz ki ya bu kadar uğraştık ne oldu? Yani hepimiz bir kurgunun, bir senaryonun parçasıyız aslında. Yani sahnede sunulan bir oyun, bunun iyi tarafı da var, işi oyun ve eğlenceye almak da var. Yani bazı insanlar ibret alıp başarılı olmak yerine işi eğlenceye de alabiliyorlar. Dolayısıyla bunu iyi tarafa da yorumlayabiliriz kötü tarafa da yorumlayabiliriz ama insanların çoğusu işin oyununda eğlencesinde yani gününü gün etmenin peşinde. Cenab-ı Hakka karşı vereceği hesabı hiç düşünmüyor, aman Allah affeder, Allah bana niye ceza versin diye o tarafı da kendi zannıyla kapatmaya çalışır. Öbürü Enbiya, 324. Sayfa Enbiya Suresi 16. Ayet;
“Ve mâ halagnes semâe vel arda ve mâ beynehumâ lâıbîn” “Gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmış değiliz.” (Enbiya 21/16)
Bir de gökleri ve yeri hak olarak, gerçek olarak yarattık diye de ayet-i kerime var. Şimdi biliyorsunuz bir Eflatun felsefesi vardır, yani bu gördüğümüz her şey gölgedir, bunların hakikati yoktur. Buna inanan bizim bazı Müslümanlarda vardır. Mesela Mevlana’nın “hem o ost” diye bir sözü vardır; “ne varsa odur”. Ya da “la mevcude İllallah” derler; “Allah’tan başka bir varlık yok”. Vahdet-i Vücut’çular böyle yaparlar yani her şey Allah’ın değişik görüntüsüdür, haşa. Sonuçta her şey tanrı oluyor. Onun için;
“Ve mel kelhu vel hınzuri illa ilahuna ve mel ilahu illa rahibun fil keniseti.” Diyorlar ki; “Köpek te domuz da bizim tanrımızdır, tanrı kilisedeki rahiptir” Yani bu inancın, bunu söyleyende İbn-i Arabiye’ye mal edilir değil mi bu söz? Muhiddin İbn Arabi.
Şimdi bunlar, Vahdet-i Vücut’çuluk bu, yani hiçbir şeyin hakikati, varlığı yok aslında bunların hepsi Allah’ın değişik şekilde görüntüleridir. Şimdi Allah’ta bu gibiler için diyor ki; “biz bu gökleri ve yeri oyun olsun diye yaratmadık”. Böyle bir şey yok, bunlar birer gerçek varlıktır, biz de gerçek varlığız ve Cenab-ı hak bizleri imtihan ediyor. Şimdi siz bunu böyle derseniz o zaman her şey Allah’ın görüntüsüyse o zaman siz de Allah’sınız demektir. Öyle değil mi?
SALONDAN: O zaman imtihana ne gerek var.
A.BAYINDIR: İyi ya işte o zaman Allah “oyun olsun diye yaratmadım” deyince işte bu. Bu inanca sahip olanlar için dünyanın yaratılması bir oyundan başka bir şey değildir, yani Allah sanki haşa dalga geçer gibi bir şey yapmış şeklinde oluyor.
Dolayısıyla bu işi birazcık sulandırmak isteyenler bunu hep böyle yaparlar, tarikatçıların önemli Türkiye’dekilerin çok büyük bir bölümü yani biraz müridler belki bu işi bilmeyebilirler ama biraz yukarılara doğru gittiğiniz zaman bu inançta olan insanlardır. Bunlar sanki Allah’ı, oyun olsun diye yaratmış gibi gösteriyor, kendilerini tanrı yapıyorlar, iş bitiyor. Anlatabildim mi?
SORU: Resulullah döneminde zina yapanlar için recm cezası uygulanmış mıdır?
CEVAP: Peygamberimiz (S.A.V) zina edenleriçin recm cezası uygulamıştır. Bu bizim “Doğru Bildiğimiz Yanlışlar” kitabında var. Peygamberimiz, Kuran-ı Kerim’de bir hüküm yok, Tevrat’ta bir hüküm varsa onu uygulamıştır. Tevrat’ta zina edenin cezası recmdir, bunu Kuran-ı Kerim’de tasdik ediyor. Çünkü, zina eden iki Yahudi Peygamberimize geliyorlar, gelmelerinin sebebi de şu diyorlar ki; “Muhammed’e indirilecek kitapta hafifletici hükümler var, siz ona gidin” hani hafifletici hükümler olacağını Tevrat haber vermiş ya “siz ona gidin belki recm yapmaz biz de yarın Allah’ın huzurunda deriz ki; Yarabbi senin bir Peygamberinin hükmüne göre amel ettik.”
Şimdi geliyorlar Peygamber Efendimize, Peygamberimiz diyor ki; “sizin kitabınızda bununla ilgili hüküm nedir?” Diyorlar ki; “Ya Muhammed, kadınla adamın yüzünü karartır, birbirine bağlarız eşeğe koyar şehri dolaştırırız.” “Böyle mi gerçekten?” diyor ve Abdullah Bin Selam’la, Yahudiyken Müslüman olan zatla beraber Beyt-i Midras’a gidiyorlar. Beyt-i Midras; yani “midras” “medrese” kelimesi ile aynı dikkat ediyor musunuz? Çünkü İbranice ile Arapça arasında çok büyük yakınlık vardır, onlar da “midraş” derler yanlış hatırlamıyorsam bugün. Beyt-i Midras’a yani Tevrat’ın okunduğu yere gidiyor Peygamber Efendimiz diyor ki; “Tevrat’ta bu konuda bir hüküm var mı?” “Yok” diyorlar. Yemin verdiriyor Tevrat’ı indiren Allah adına “yok”. O zaman genç birisi diyor ki; “eğer bunu söylemeseydin söylemeyecektim ya Muhammed, var” diyor açıyor ve recm ile ilgili ifadeleri okuyor, Peygamberimiz de diyor ki; “Yarabbi bunlar senin bir hükmünü öldürmüşler ben bunu ilk ihya eden olacağım” diyor.
Kuran-ı Kerim’de de “Ve keyfe yuhakkimûneke ve ındehumut tevrâtu fîhâ hukmullâhi” (Maide 5/43) Maide kaçıncı ayet baktınız mı ona? Neyse bunlar şeyde var bizim “Doğru Bildiğimiz Yanlışlar” kitabında var. Peygamberimiz önce bunu uyguluyor sonra Nisa Suresinin 15-16. Ayetleriyle bu ölüm cezası müebbet hapse çevriliyor kadınlar için, erkekler için de ayıplama, hem kadın hem erkek için ayıplamaya çevriliyor daha sonra da Nur Suresinin 2. Ayetiyle yüz değneğe indiriliyor. Bununla ilgili bütün deliller o kitapta var.
SORU : Asli ihtiyaçlar için kar payı adı altında kredi çekmek caiz midir?
CEVAP: Kar payı adı altında kredi ne demek? Kar payı adı altında kredi, yani herhalde şunu demek istiyor bu soru sahibi; finans kurumlarından kredi çekebilir miyiz? Söylediği o.
Kredi, borç demektir, borç. Borçtan elde edilen gelirin adına da faiz denir. İster finans kurumu, ister başka bir kurum ya da özel kişiler size borç verir yani sizinle yaptığı işlem borç işlemi olur ve bundan dolayı sizden herhangi bir fazlalık alırsa adına ne derse desin o faizdir. Zaten faiz kelimesi esasen Kuran-ı Kerimde olan bir şey değil, kötü bir kelimede değil, faiz, “bereket” anlamında kullanılıyor o iki kelimeyi değiştirmişler ki belki helal olur. Kelimeyi de batırmışlar yani artık “bereket” te gitmiş.
Şimdi borçtan elde edilen her türlü kazanç faizdir. Finans kurumları maalesef ciddi manada yanlış yollara girdiler birçok işlemlerini borç işlemi haline getirdiler. Satışlarda ne alıcı sorumluluğunu kabul ediyorlar ne satıcı sorumluluğunu kabul ediyorlar ama yasaları onları isterlerse yüzde yüz doğru bir, faizsiz bir sistemi uygulayabilme imkanı veriyor yani ellerinde bu yetki var. Ama isterlerse tam bir banka gibi çalışma imkanı da veriyor, o zaman çok dikkat etmek lazım. Verilen para borç şeklinde verilirse ondan dolayı elde edilecek olan gelir faiz olur ama sizin ihtiyaç duyduğunuz herhangi bir malı alıp ta satarlarsa bundan elde edecekleri kazançta caiz olur yani helal olur.
SORU: Sigara, kalp ve damar hastalıklarına yol açar, Peygamberimizin döneminde, içkiyle içilseydi haram kılınır mıydı?
CEVAP: Şimdi Peygamberimiz (S.A.V.) le ilgili olarak Araf Suresinin 157. Ayetinde ;
“yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise” “temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar” diye bir ifade var. Tabii Peygamberimiz için onun faili Peygamber ama Allah’ın elçisi olduğu için esas haram kılan Peygamber değil Allah’tır. Elçinin yaptığı, onu kendine elçi olarak gönderenin emirlerini insanlara tebliğden ibarettir, çünkü “Mâ aler rasûli illel belâğ” diyor Allah, “Peygamberlere tebliğden başka bir görev düşmez.” (Maide 5/99)
Dolayısıyla Allah orada genel bir prensip koymuş, “pis şeylerin haram, temiz şeylerin helal olması”. Ve bu pis şey dediğimiz zaman da; insana zararlı olan, çevreye zararlı olan şeydir. Sigaranın zararı da herhalde hiç kimsenin şüphe etmeyeceği kadar da açıktır. Onun için Peygamberimiz zamanında olsaydı nasıl olurdu? Tabii ki bu Ayet-i Kerime’nin hükmüne göre bir hüküm verilirdi, bugün ne olacak? Bugün de ona göre hüküm verilecek. İşte şimdi alimlerin büyük bölümü bu ve benzer ayetlere dayanarak diyorlar ki; sigara haramdır. Bir kısmı da diyor ki; bu o kadar da kesin olmayabilir, mekruhtur diyelim diyorlar yani bu ikisi arasında gidip geliyorlar.
SALONDAN: Bir de israfa giriyor değil mi hocam?
A.BAYINDIR: E tabii israfa da giriyor.
SORU: Hocam siz dediniz ki; “gerçek özgürlük İslam’dadır”. Oysa günümüzde ve daha önceki dönemlerde, İslam özgürlüğün önündeki engeldir, dolayısıyla İslam ya da başka din önemli değil bütün dinleri insanların hayatından çıkaralım deniliyor, ne dersiniz?
CEVAP: İslam’ın dışındaki bütün dinlerde, insanları kendisine köleleştirme vardır. Yani herkes der ki; gel sen bana köle ol ben de Allah’a köle olacağım böylece işi hallederiz. Yani insanları Allah adına kendilerine köleleştirme vardır. Bu Müslümanlarda da var. Bizim söylediğimiz gerçek Müslümanlık, Kuran-ı Kerim’de olan Müslümanlıktır. Şöyle bir şey var, dün gelen bir e-mail deki mesela bir olay var; adetli kadınların orucuyla ilgili biliyorsunuz bizim o şey kitapta da var, zaman zaman burada da anlattık. Orucu bozan şeyler belli, yeme, içme ve karı-koca ilişkisidir. Adetli kadın bunlardan hiçbirisini yapmadığı için orucunun bozulması mümkün değildir ama kitaplarda “adet olduğu an orucu bozulur” diyor. Nereden çıkarıyorsun? Allah o ayetin sonunda da ;
“tilke hudûdullâhi felâ tagrabûhâ” (Bakara 2/187) diyor. Bakın dikkat edin oruçla ilgili hükümleri Allah geniş, geniş anlatmıştır. Hadislerde o kadar detaylı bilgi yoktur oruçla ilgili. Ve sonunda da diyor ki; “bu Allah’ın koyduğu sınırlardır buna yaklaşmayın”. Allah “yaklaşmayın” diyor ama bizimkiler aşmayı başarmışlar.
Gerçekten şu “hududullah” kelimesinin geçtiği bütün hükümlerde sınırlar aşılmıştır. Kuran-ı Kerimde yani Allah’ın koyduğu sınırlar ifadesi geçen. Şimdi Peygamberimize mal ediyorlar, Peygamberimiz diyor ki; yani Aişe validemizden gelen rivayet “biz oruç tutmazdık namaz da kılmazdık. Tutmadığımız oruçların kaza edilmesi emredilirdi ama namazın kaza edilmesi emredilmezdi”. Namazın bir şartı var abdest şartı, temiz olma şartı var, adetli kadın temiz olamaz dolayısıyla istese de namaz kılamaz temiz olamadığı için, gücünün yetmediğinden dolayı da sorumlu olmaz. Oruç öyle değil, temiz olma orucun şartı değil. Adetli kadın en fazla hasta konumunda olur, oruç tutmayabilir olduğu için kaza eder. Tutamaz desek kaza da etmemesi gerekir.
Neyse şimdi biz bütün bunları anlatıyoruz o soru sahibi ikinci sorusunu soruyor, diyor ki; “ya hocam şimdi on dört asırdır herkes yanlış söylemişte siz doğru mu söylüyorsunuz falan. Yav kardeşim, ha diyor; bugüne kadar farklı söyleyen birisi var mı? Ya ben Allah’ın ayetini birisine tasdik ettirirsem mi kabul edeceksin? Yani bir adam mı tasdik edecek Allah-u Teala’nın ayetini? İşte ayet, işte hadis daha ne arıyorsun? Ne diyor Allah-u Teala;
“etîullâhe ve etîur rasûle ve ulil emri minkum, fein tenâzağtum fî şey’in feruddûhu ilallâhi ver rasûli” “Allah’a ve Rasulune itaat edin, bir şey de nizaya girerseniz iş Allah ve Resulune götürün.” (Nisa 4/59)
Bu böyle. Şimdi çok enteresan, soru neydi?
Yahya ŞENOL: Dinleri insanlar arasından kaldıralım mı?
A.BAYINDIR: Hürriyet meselesi de öyle, şey de öyle. Şimdi insanlar asırlar içerisinde kendi kafalarına göre yön vermişler dine. Yav kardeşim bu İslam değil ki, biz bunu reddetmek zorundayız. Peki, bugüne kadar olan insanlar ne olacak? Sen Allah’tan daha merhametli olamazsın herhalde. Onları yaratan, besleyen, büyüten Allah’tır. Allah zalimlik yapacak da sen mi engel olacaksın, haşa? Ne olacaksa olacak, onlar ölmüş gitmişler, onlar için biz yalnız dua ederiz. Hangi ayeti okuyordun Yahya sen?
Yahya ŞENOL: “rabbenağfir lenâ ve liıhvâninellezîne sebegûnâ bil îmâni ve lâ tec’al fî gulûbinâ ğıllel lillezîne âmenû rabbenâ inneke raûfur rahîm”
A.BAYINDIR: Onun için Haşir Suresinde olan o ayeti okuruz; “Yarabbi biz affeyle, bizden önce imanla gelmiş geçmiş kardeşlerimizi affeyle” (Haşir 59/10) deriz. O kadar yapacağımız başka bir şey yok.
Ama bizim uyacağımız şey belli; Kuran ve Sünnet. İşte Kuran-ı Kerimde bütün Peygamberlerin mücadelesi, insanların Allah’tan başkasına kul olmaması, hür olması mücadelesidir. İslamiyet, hürriyet mücadelesidir ama Müslümanlarda hürriyet engelleyici bir durum ortaya çıkıyorsa kesinlikle dinden uzaklaşmışlar demektir. Bunun bir başka manası yoktur.
SORU: Hocam bildirmiş olduğunuz gibi toplum bilerek veya bilmeyerek şirkin bazı çeşitlerini işlemekte, biz de onların arkalarında namaz kılmaktayız. Toplumda kimin şirkte olup olmadığını bilmiyoruz, her hazır bulunan cemaat namazına bu kuşkulu haliyle mi yaklaşacağız, bu ifade doğruysa tanımadığımız kişilerin arkasında namaz kılmamamız mı gerekiyor?
CEVAP: Tanımadığımız kişilerin arkasında namaz kılmamak değil, tanımadığımız bir kişi imam olarak geçmiş namaz kıldırıyorsa biz onu doğru Müslüman kabul etmek zorundayız. Arkasına geçer namazımızı kılarız. Şirkte olduğu konusunda kesin kanaatimiz olan kişilerin arkasında namaz kılmayız. Yani biliriz ki bu adam şirkin içerisinde o adamın arkasında namaz kılmayız, onun dışındaki herkesin arkasında namaz kılarız.
SORU: Hacda şeytan taşlamak farz mıdır yoksa vacip midir?
CEVAP: Hacda şeytan taşlamak az önce okuduğum “eyyamim mağdûdât” Ayet-i Kerimesi şeytan taşlamayla ilgilidir.
“Femen teaccele fî yevmeyni felâ isme aleyh, ve men teahhara felâ isme aleyhi limenittegâ” Bu Bakara Suresinde okuduğumuz ayet. “Sizden kim iki günde acele eder dönerse –ki bayramın birinci günü de dahil üç gün eder- bir günah yoktur –ki bu üç günde olan şeytan taşlama işidir, öteden beri olan budur- üç gün yani dördüncü günde kalırsa yine günah yoktur” (Bakara 2/203) diyor. O günlerin zikri şeytan taşlama sırasında “Bismillahiallahuekber” dir.
Ha burada çok açıkça, biz adına şeytan taşlama diyoruz, Araplar şeytan taşlama demezler “Rembul Cemarat” yani “taş yığınlarına taş atma.” Zaten orada bir taş duvar vardır oraya taş atarsınız, onlar o şekilde ifade ederler. Biz de şeytan taşlama şeklinde ifade var. Orada çok açıkça bu taş yığınlarına taş atın ifadesi olmadığı için buna hep vacip demişlerdir.
SORU: Hamd ile şükürün tarifini bir daha tekrarlar mısınız?
CEVAP: Hamd ile şükrün tarifini bir dahi tekrarlayalım. Bir medih var, Türkçemizde de var “methetmek”, bir kişiyi övmek. Yani kişi “maşallah, çok güzel bir kadın, boyuna posuna bak, selvi boylu vs.” türkülerde var ya. Ya da çok yakışıklı bir delikanlı. Tamam uzun boyu herhalde kendi oluşturmamış değil mi? Bir kişiyi kendi sebep olmadığı bir özelliğinden dolayı, “maşallah zengin, babası çok zengin” diye methederseniz, bu sadece medih olur, sadece övgü olur. Ama bir kişiyi kendi yaptığı işten dolayı methederseniz onun adına “hamd” denir. Adam çalışıyor başarıyor ya da çok yakışıklı ama hiç kötülüğe gitmiyor, o yakışıklılığını iyi yerlerde kullanıyor, bu da hamddır. Çünkü kendi yaptığı bir şeyden dolayı övüyorsunuz.
O yaptığı işi size yaptığı için överseniz, size birisi bir iyilik yaparsa ne yaparsınız? Teşekkür edersiniz. İşte teşekkür edeceğiniz şekilde yapılan iş de şükürdür. Yani size karşı yapılan bir şey için bir adamı överseniz onun adı şükür. “Ne iyi ettinde bunu yaptın” falan derseniz… Şükür yani Türkçe’deki teşekkürün tam karşılığı.
Size yapılan bir iyilikten dolayı bir kimseye minnet ettiğiniz zaman teşekkür, bir kişiyi kendi yaptığı iyi bir davranıştan dolayı methederseniz hamd. Kendinin katkısı olmadan bir kişiyi methederseniz onun adına da medih denir. Medih en kapsamlıdır, hamd da, şükür de methin kapsamı içerisindedir. Şükür de hamdin kapsamı içerisindedir, öyle iç içe halkalar halindedir.
Yani meth, bir kimseye teşekkür etmek aynı zamanda onu methetmektir değil mi? O işi o yaptığı için aynı zamanda hamddır. Teşekkür ettiğiniz için de şükürdür. O zaman “Elhamdülillah” diyoruz, yeryüzünde Allah’ın yapmadığı herhangi bir şey var mı? Yok. Allah yaptığı her şeyi de güzel yapar, o zaman “Elhamdülillah” demek “Allah neyi yaparsa güzelini yapar” demektir. “Elhamdülillah” ın manası odur yani boşu boşuna medih poh pohlama değil “ Allah ne yaparsa çok güzel yapar.” “Elhamdülillah” ın manası da odur.