Çünkü bu konu uzun asırlardan beri ihmal edilmiş, ve üzerine gereği gibi gidilmemiş bir konu. Kur’ân’ı Kerim bunu ‘Allah’ın ilmi,’ temelinde ele alırken, kelam geleneği ‘Allah’ın iradesi’ temelinde ele almış. Gerçi bu konularda araştırma yapan Çanakkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Özcan TAŞÇI Bey’in bana göndermiş olduğu bir özet yazıda Allah’ın ilmi temelinde kader konusuna yaklaşanların olduğu Mutezilenin eski uleması arasında bu konunun ciddi ciddi ele alındığı ama daha sonra bir zemin kayması yaşandığı ifade ediliyor. İnşallah bizim cumartesi derslerinde kelamla ilgili kavram çalışması başlatacağız Allah nasip ederse yakında. O zaman bunların tarihi geçmişini kendi uzmanlarından dinleme nasip olur.
Şimdi bu konuya başladığımız günden beri herkesin zihnini Kehf Suresinde Cenabı Hakkın bize beyan ettiği, Musa Hızır kıssası olarak bilinen kıssa meşgul ediyor. Musa as. biliyorsunuz beraberinde bulunan yardımcısıyla beraber yola çıkıyor. Orada Cenabı Hakkın kullarından birisiyle karşılaşacak ve karşılaşıyorlar. 65. ayetten itibaren okuyorum.
(18/ Kehf 65.Ayet)
“Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ”
“Musa ile onun yanındaki yardımcısı,( ki onun Yuşa olduğu söyleniyor rivayetlerde) Kullarımızdan bir kul buldular. Ona katımızdan bir rahmet ve yine katımızdan bir ilim öğretmiştik. Katımızdan bir rahmet ve katımızdan bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu orada buldular.”
Şimdi bu kul kim? Daha sonra okuyacağımız ayetlerden o kulun kim olduğu ortaya çıkacak ama dinlerken daha rahat dinleyebilmeniz için ilgili ayetleri göstereceğim size, bunun bir melek olduğu, Cenabı Hakkın görevlendirdiği bir melek olduğunu göreceğiz inşallah.
Bu abd kelimesi Allah’ın kulu. Sadece insanlar için değil, melekler için de kullanılır. Nisa Suresinin 172. ayetini açarsak orada onu net olarak görebiliriz. Kur’ân’ı Kerim’in 4. sure ve 104. sayfası. Bakın orada Allah’u Teâlâ diyor ki.
(4/ Nisa 172.Ayet)
“Len yestenkifel mesîhu en yekûne abden lillâhi”
“Mesih Allah’a abd olmaktan kendisini kenara çekmez.”
Mesih; isa as.ı Allah’ın oğlu sayıyorlar ya, oğul başkadır, abd başkadır. Abd: kul demektir. Oğul başka bir şeydir. Yani bir insan kendi yanındaki esirle kendi oğlunu bir tutamaz. Onun için bir yanlışlık yaptıklarını gösteriyor. Hıristiyanlar isa as.ı tanrılaştırıyor biliyorsunuz. Mekkeliler de melekleri tanrılaştırıyor. İşte burda diyor ki Allah’u Teâlâ:
“Len yestenkifel mesîhu en yekûne abden lillâhi”
“Mesih Allah’a abd olmaktan/ kul olmaktan kendisini kenara çekmez.”
“ve lâl melâiketul mukarrabûn”
“Mukarrab melekler de öyle.”
Yani Cenabı “Hakka yakın sayılan melekler de ve İsa da Allah’a kul olmaktan istinkaf etmez.” O zaman “Bizim kullarımızdan bir kul” sözüne melekler de girer mi buna göre? Girer. Öyleyse yani kul sözünü melekler için kullanmakta bir sakınca yok.
Allah’u Teâlâ meleklere, mesela burda, bu ayette diyor ki. Tekrar ayeti okuyalım,
(18/ Kehf 65.Ayet)
“Fe vecedâ abden min ibâdinâ âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ”
Şimdi bu Kur’ân’ı Kerim’de bir müteşabih ayet kavramı var biliyorsunuz. Birbirine benzer ayetler. O benzerlikten hareketler ne yapıyorduk? Ayetlerin açıklamalarına ulaşıyorduk değil mi? Şimdi bakın burada abd kelimesinden bu varlığın melek olabileceğini anladık. Buradan melek olduğuna karar vermiyoruz. Olabileceği. Şimdi burda bir ilk adım bu. Burada
“âteynâhu rahmeten min indinâ ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ”
“Allemnâhu”’yu hal yaparsak, “Ona katımızdan bir ilim öğreterek bir rahmet ona verdik.”
Şimdi bu nasıl şey. Bunun içinde Kur’ân’ı Kerim’in 44. suresi olan Duhan Suresinin ilk ayetlerini açalım. Bak burada şöyle diyor Allah’u Teâlâ.
(44/ Duhan 1.- 2.Ayet)
“Hâ mîm.”-” Vel kitâbil mubîn”
“Açık olan kitaba yemin olsun.”
Çünkü bundan önceki kitapları biliyorsunuz, gizlemişlerdir. Yani Yahudiler ve Hıristiyanlar ellerindeki kitabı bütünüyle bize göstermiyorlar, gizliyorlar. Ama Kur’ân’ı Kerim açık ve gizlenen bir tarafı yok.
(44/ Duhan 3.Ayet)
“İnnâ enzelnâhu fî leyletin mubâreketin”
“Bu Kur’ân’ı bereketli bir gecede indirdik.”
“ innâ kunnâ munzirîn”
“Biz uyarıda bulunmaktayız,” diyor.
O bereketli gece. Ne zaman indirilmişti Kur’ân’ı Kerim. Kadir gecesi, işte bereketli gece. O her yıl tekrarlanan bereketli bir gecedir. Peki o gece nasıl bir şey?
(44/ Duhan 4.Ayet)
“Fihâ yufreku kullu emrin hakîm”
“O gece hükme bağlanmış her iş taksim edilir.”
(44/ Duhan 5.Ayet)
“Emren min indinâ”
“Katımızdan bir emr olmak üzere.”
“innâ kunnâ mursilîn”
“Biz elçiler göndermekteyiz.”
Kadir gecesinde gelen elçilerden birisi kimdi? Cebrail as. Kime geldi? Muhammed sav.e. Ne getirdi? Allah’ın katından bir emir getirdi, değil mi? Emir, bir iş anlamına gelir. Bu emrin ne olduğunu zaten kendisi bildiriyor Allah’u Teâlâ. Şura suresinin 52. ayeti.
(42/Şura 52.Ayet)
“Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ,”
Bakın dikkat edin. Bu ruh, kelimesi de bilinmez maalesef. Niye maalesef diyorum. Bu metot bilinmediğinden dolayı. Şu anda Kur’ân’ın Kur’ân’la açıklanması metodu sahabeden sonra unutulmuş maalesef yani. Keşke unutulmasaydı. Öyle olunca da bir çok kavram maalesef bilinemiyor.
“O gece katımızdan bir emri elçilerle gönderiyoruz.” diyor. Peki o emr neydi.
“rûhan min emrinâ”.
“Katımızdan emrimizden bir ruh.”
Şimdi” rûhan min emrinâ” kelimesi bir de nerde geçiyor?
(97/ Kadr 1.-4.Ayet)
“İnnâ enzelnâhu fî leyletil kadr”-“ Ve mâ edrâke mâ leyletul kadr”-“ Leyletul kadri hayrun min elfi şehr”-“ Tenezzelul melâiketu ver rûhu”
“Melekler iniyor o gece. (Niye?) Görevlerinde alıyorlar. Görev taksimatı yapılıyor.”
(44/ Duhan 4.Ayet)
“Fihâ yufreku kullu emrin hakîm”
“ Hükme bağlanmış görevler taksim ediliyor.”
Şimdi buradan şuna bakın. Ezelde bu işler yapılmıştır deniyor, değil mi? her şey olmuş bitmiş. Bu ayet ne diyor. Her kadir gecesi, değil mi?
(44/Duhan 5. Ayet)
“innâ kunnâ mursilîn”
“Biz elçi gönderiyoruz.”
Peki bu elçi kim acaba? Şeyden başka bir elçi mi var? ben bunu söylüyorum, meleklere elçi diyorum ama bunda bir hatam var mı? Kur’ân’ı Kerim hemen onun da cevabını veriyor. 35. Fatır Suresinin ilk ayetlerini açarsanız orada görürsünüz, o elçilerin kimler olduğunu. Diyor ki burada Allah’u Teâlâ.
(35/ Fatır 1.Ayet)
“Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı”
“Gökleri ve yeri yaratan Allah ne yaparsa güzel yapar.”
“câilil melâiketi rusulen”
“Melekleri rasul yapan.”
Bakın hiçbir parça eksik kaldı mı?
(42/Şura 52.Ayet)
“rûhan min emrinâ”.
“Emrimizden bir ruh.”
O ruh ne? O ruh: Allah’ın bilgisi. Peki niye Allah’ın bilgisi diyorsun.
“Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ,”(42/52) ondan dolayi
Kur’ân’ı Kerim Allah’ın bilgisi değil mi. ve anlamı bir türlü anlaşılmadığı söylenen İsra Suresinin 85. ayeti var.
(17/ İsra 85.Ayet)
“Ve yes’elûneke anir rûh”
“Sana o ruhu soruyorlar. Deki ruh rabbimin emridir.”
O kadir gecesinde dağıtılan emirler işte. Yani doğru bilgi. Yani insana ruh veriyor. Tabiata ruh veriyor. Her şeye ruh veriyor, güç veriyor, kuvvet veriyor. Ve insana üflenen ruh da insandaki bilgi sistemidir. Vücut yapılıp bittikten, yaratılış bittikten sonra insana yüklenen bilgi sistemi. O da bir ruh. O bilgi sistemi sayesinde sizi beni burda dinleyebiliyorsunuz. O sistem sayesinde ben size burda konuşabiliyorum. Ben anlatıyorum siz onu kendi kabınıza yerleştirebiliyorsunuz.
Birde şu kelimeye bakın lütfen. Yani şu müteşabih ayet ne muhteşem bir şeymiş. Ama bizim gelenekte müteşabih ayete ne derler. Anlaşılmaz derler. Yav benzetme bir şeyi anlamamak için mi yapılır? Daha iyi anlamak için mi yapılır? Müteşabih birbirine benzer demektir. Allah’u Teâlâ yani anlaşılmasın diye benzetme mi yaptı? Onu ona benzetti, böyle ne biçim bir mantıktır yani. Kelime anlamına bile aykırı bir yapı oluşturuluyor. Burda bir başka kelime daha var.
(18/ Kehf 65.Ayet)
“rahmeten min indinâ”
“Katımızdan bir rahmet olmak üzere.”
mesela Rasulullah sav. İçin
(21/ Enbiya 107.Ayet)
“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn “Buyurmuştur değilmi?
Şimdi burda risalet mi rahmettir? Muhammet mi rahmettir? Risalet rahmettir, rasullüğü, Muhammed’in kendisi değil. Çünkü ondan öncede vardı o. Rahmet olan risaletin kendisidir. Şimdi niye öyle diyoruz? Kur’ân’dan hemen karşılığını bulacaksın. Müteşabih ayet işte o.
Şimdi tekrar 44. sureye bakalım arkadaşlar. 495. sayfa. Ayeti baştan okuyayım çünkü çok parçalandı bilgiler.
(44/Duhan 1.-2.Ayet)
“Hâ mîm.”- “Vel kitâbil mubîn”
“Gizli olmayan kitaba açık, herkesin ulaşabileceği bu kitaba yemin olsun.”
(44/Duhan 3.Ayet)
“İnnâ enzelnâhu fî leyletin mubâreketin”
“Onu bereketli bir gecede”
kadr gecesinde yani ölçülerin konduğu bir gecede, kader gecesinde- bakın “leyletül kadr.” Kadr, kader işte kelimeye bak aynı. Görüyor musunuz. Ama bizim bildiğimiz manada kader değil onu göreceğiz biraz sonra öyle olmadığını. Yani o kadir gecesi de bizim bildiğimiz manada kader değil. İnnâ enzelnâhu fî leyletin mubâreketin,
“innâ kunnâ munzirîn”
“Biz uyarıda bulunuyoruz.”
Geleneksel manadaki kaderde uyarının bir anlamı var mı? Şimdi bak uyarıyı şu Kehf Suresinde göreceğiz. Ne demek olduğunu göreceğiz.
(44/Duhan 4.Ayet)
“Fihâ yufreku kullu emrin hakîm”
“Hükme bağlanmış her emr/ her iş o gün taksim edilir. /Tefrik edilir.”
Sen şunu yapacaksın, sen şunu, sen şunu, kime tefrik ediliyor? Görevli meleklere.
(44/Duhan 5.Ayet)
“Emren min indinâ”
“Katımızdan bir emir olmak üzere.”
“innâ kunnâ mursilîn”
“Biz elçi göndeririz.”
Görevli melekler gidiyor. Niçin göndeririz biz onu.
(44/Duhan 6.Ayet)
“Rahmeten min rabbik”
“Rabbinden bir rahmet olsun diye.”
Gördünüz mü rahmeti. Bakın o melekler de rahmet için geliyormuş değil mi? Peki .
(21/ Enbiya 107.Ayet)
“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn”
“rasulullah da rahmet.”
O risalettir rahmet olan. O risalet bu Kur’ân’dadır. O zaman o rahmet devam ediyor değil mi?
(44/Duhan 6.Ayet)
“innehu huves semîul alîm”
“O işiten ve bilendir.”
Şimdi dönelim Kehf Suresine tekrar. Şimdi burda dikkat ettiniz mi? Burada geçen her kelimenin Kur’ân’da bir açıklamasını gördük. Kehf Suresinin 65. ayeti.
(18/ Kehf 65.Ayet)
“Fe vecedâ”
“Musa ve yanında hizmet eden genç buldular,
“abden min ibâdinâ”
“kullarımızdan bir kulu.”
Ne olur o? Bir melek.
“âteynâhu rahmeten min indinâ”
“Ona katımızdan bir rahmet vermiştik.” Bak
(21/ Enbiya 107.Ayet)
“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn”,
(44/Duhan 6.Ayet)
“Rahmeten min rabbik” diye okuduk ya az önce, rahmet. Yani
“Merhametimizden dolayı ona bazı emirler vermiştik.”
Allah’ın o rahmetinin, o merhametinin ne olduğunu biraz sonra Hızır Musa kıssasında göreceğiz. Musa as. o rahmeti bilmediği için itiraz ediyor. Ve burda şunu da göreceğiz. Musa as.a verilen bilgi ile bu meleğe verilen bilgi aynı değil. Musa as. bütün insanlığa örnek olması gereken bir nebidir. Ama bu meleğin kimseye örnek olması söz konusu değil. Yani şimdi Musa as. bunun yaptıklarından bir tanesini yapsaydı. Siz yeni bir araba alırdınız birisi gelir tornavidayla delerlerdi. Niye deldin? ‘Kardeşim ileride hırsız var arabayı çalacak onun için deldim’ derdi. Siz de sesinizi çıkaramazdınız değil mi? Ondan sonra birisi gelirdi bir çocuğu öldürürdü. Niye öldürdün? Şöyle olacaktı. Birisi gelir şunu yapar bunu yapardı. Ona verilen bilgi başka, ona verilen bilgi başka. Ayrı ayrı şeyler bunlar. Onun için Allah’u Teâlâ İsra 85. ayetinde ne diyor.
(17/ İsra 85. ayet)
“ve mâ ûtîtum minel ilmi illâ kalîlâ”
Yani Kur’ân’ı Kerim’de verilen bilgi az bir bilgidir. Hızır as.a verilen bilgi farklı bir bilgidir. Onun için Rasulullah sav.in şöyle dediği rivayet edilir Buhari’de geçen bir şeyde.
“Allah Musa’ya rahmet eylesin. Biraz sabırlı olsaydı da daha çok şey öğrenseydik.” Niye? Çünkü o bilgiyi başkasından öğrenemeyiz. O bize verilen bilgi türünden değil.
(18/ Kehf 65.Ayet)
“ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ”
“Ona kendi katımızdan bir ilim.” Ama bize verilmeyen bir ilim. ….
(17/ İsra 85. ayet)
“ve mâ ûtîtum minel ilmi illâ kalîlâ”
“Size bu bilgiden az bir şey verilmiştir.” Zaten Allah’u Teâlâ’nın bilgisi
“Ağaçlar kalem olsa denizler mürekkep olsa, hepsi bu bilgiyi yazacak olsa mümkün değil cenabı hakkın bilgisini yazamaz.” Bizim elimizdeki Kur’ân’ı Kerim’in hepsi bu kadar işte. Bu her halde bir şişe mürekkeple yazılabilir yani, olsun iki şişe.
(18/ Kehf 66.Ayet)
“Kâle lehu mûsâ hel ettebiuke alâ en tuallimeni mimmâ ullimte ruşdâ”
“Sana öğretilmiş olgunluk bilgisine,”
Benim bilmediğim bir bilgi var sende. Musa as. bunu biliyor.
“Onu bana öğretmen için senin peşine takılabilir miyim, diyor.”
Bu bir gayb bilgisidir. Ne demek? Ben bilmiyorum, sen biliyorsun. Mesela sizin zihninizde olan bir çok şeyi ben bilmiyorum değil mi? Bu benim için gaybdır. Benim zihnimde olan birçok şeyi de siz bilmiyorsunuz, o da sizin için gaybdır. İşte senin bildiğin benim için gaybdır, bana öğretesin diye peşine takılabilir miyim diyor.Musa as. bunun böyle bir melek olduğunu bilmezse peşine takılmaz. Yani bir nebi, bir insanın arkasına takılır mı? İnsanlar ona takılmak zorundadır. Yani rasuller ne için gönderilir. İnsanlar ona uysunlar diye gönderilir. Ama burda rasul olan Musa as. ona uyuyor. İşte farklı bir bilgi varda onun için.
(18/ Kehf 67.Ayet)
“Kâle inneke len testetîa maiye sabrâ”
“Dedi ki: Sen benimle birlikte sabretmeye gücün yetemeyecek.”
Yani kendini zorlasan bile sabredemezsin, dedi.
(18/ Kehf 68.Ayet)
“Ve keyfe tesbiru alâ mâ lem tuhıt bihî hubrâ”
“Senin bilgin olmadığı bir şeyi,”
işin arka yüzünü bilmiyorsun, arka planı bilmiyorsun. Yani gerçek tarafını bilmiyorsun,
“nasıl sabredeceksin.”
Peki geleneksel kader anlayışında burada bilip bilmemeye ne gerek var. Ne yapılmışsa olmuş bitmiş. İtiraza gerek yok ki değil mi? Burada şunu unutmayın. Allah merhametinden dolayı bunu yaptığını söylüyor. Bu merhameti göreceğiz. Merhametinden dolayı gönderiyor. Musa as. dedi ki:
(18/ Kehf 69.Ayet)
“Kâle se tecidunî inşâallahu sâbiren”
“Allah’ın izniyle beni sabreden olarak bulacaksın.”
Allah fırsatını verirse beni sabredenlerden bulacaksın dedi.
“ve lâ a’sî leke emrâ”
“Hiçbir konuda sana karşı çıkmayacağım dedi.”
Şimdi mesela ‘Allah fırsatını verirse,’ yine kader inancı açısından, zaten sabredecekse önceden bellidir, etmeyecekse önceden bellidir. Bu lafın anlamı yok.
Şimdi bakın şurada Büyük İslam İlmihali, Ömer Nasuhi Bilmen’in geleneksel kader anlayışını nasıl anlatıyor. Ve bu çok uzun asılardır böyle olmuş. İnşallah ben size ara ara anlatacağım. Böyle peş peşe değil de. Geçmişte yapılan o hayret verici tartışmalar, ayetlerin hiç dikkate alınmaması, hatta anlamlarının sağa sola çekilmesi, gerçekten çok üzücü bir şey. Büyük İslam İlmihali’nin 31. sayfası 68. paragrafında Ömer Nasuhi Bilmen şöyle anlatıyor.
‘Herhangi bir şeyin muayyen bir şekilde meydana gelmesini Cenabı Hakkın ezelde dilemiş olmasına kader denir.’
Herhangi bir şeyin muayyen bir şekilde ezelde dilemiş olması.. Şimdi Allah’u Teâlâ ne dedi? “Karara bağlanmış işlerin görevlerinin taksim edildiği gece de” ona da kadir gecesi dedi. Ezel nerde. Bu kelimenin geçtiği bir tek ayet yada hadis bulamazlar. Ama uydurma hadisler var tabi. Geçende Ahmet AKBULUT hoca dedi ki ‘Kader konusunda binin üzerinde uydurma hadis var dedi. Bunlardan iki tanesi sahihtir dedi. Başka şekilde nasıl yerleştirecekler.
‘Hak Teâlâ’nın böylece dilemiş olduğu şeyin zamanı gelince meydana getirilmesine kaza denir. Hangi mümkin bir şeydir ki Allah’u Teâlâ takdir ettiği halde vücuda gelmesin. Hangi bir şeydir ki hak Teâlâ dilemediği halde vücuda gelebilsin.’
Yani bu ayetlerin aslında, buna inanırsanız bu ayetlerin bir anlamı kalmıyor. Ben şimdi biraz sonra bu inancın ayete yüzde yüz aykırılığını ben size göstereceğim Allah nasip ederse. Yani şuradaki inancın, yani hiç kimsenin, yani şuradaki küçük Zeynep’in bile şüphe etmeyeceği şekilde yüzde yüz aykırı olduğunu inşallah göstereceğim.
(18/ Kehf 70.Ayet)
“Kâle fe initteba’tenî fe lâ tes’elnî an şey’in hattâ uhdise leke minhu zikrâ”
“Dedi ki: eğer peşime takılacaksan ben sana onun bilgisini verinceye kadar bana hiçbir şey sorma.”
Yani niçin yaptığımı söyleyinceye kadar sorma dedi.
(18/ Kehf 71.Ayet)
“Fentalakâ, hattâ izâ rakibâ fîs sefîneti harakahâ”
“Yürüdüler, gemiye bindiler ve gemiyi yaraladı, gemide delik açtı.”
“kâle e haraktehâ li tugrika ehlehâ,”
“Musa as. itiraz etti.”
Çünkü bu normal olarak yapılması mümkün olan bir şey değil.
“Sen bu gemidekileri batırmak için mi bunu deldin?
Bak gemide insanlar var ve deliyor. İnsanlar gemiye binili olduğu halde bir kişi gemiyi delebilir mi? Delebilir mi? Delemez. Niye? Herkes görür ve itiraz eder ama öyle bir şey ki sadece Musa as. görüyor ve delebiliyor.
“lekad ci’te şey’en imrâ”
“Dedi ki sen acayip bir şey yaptın.” Çok tehlikeli bir şey yaptın dedi.
(18/ Kehf 72.Ayet)
“Kâle e lem ekul inneke len testetîa maiye sabrâ”
“Dedi ki ben sana demedim mi benimle birlikte olmaya gücün yetmez.”
bana dayanamazsın demedim mi?
(18/ Kehf 73.Ayet)
“Kâle lâ tuâhıznî bimâ nesîtu”
“Dedi ki unuttum. Ondan dolayı beni sorumlu tutma.”
Geleneksel kader anlayışına göre bunda unutma munutma olmaz yani. Çünkü bütün davranışlar, nefes alması bile önceden belli.
“ lâ turhıknî min emrî usrâ”
“Bu işimde bana güçlük çıkarma” diyor.
(18/ Kehf 74.Ayet)
“Fentalekâ”
“Yürümeye devam ettiler.”
Şimdi “katımızdan bir rahmet olarak” dedi ya Allah’u Teâlâ, biraz sonra açıklayacak. Biliyorsunuz siz ondan dolayı, “İlerisinde birisi alacak, onun için deldim.” Şimdi bu Allah’ın bir ikramı değil mi bu, gemi sahibine? İşte bir rahmet. Onu inşallah biraz sonra detaylı olarak okuyacağız.
“hattâ izâ lekıyâ gulâmen fe katelehu”
“Bu defa bir ğulame rastladı.”
“ğulâm”kelimesi yeni doğmuş çocuklar için de kullanılır. Biliyorsunuz İbrahim as.a bir “
Ğulâm müjdesi verilmişti. Zekeriye as.a ğulam çocuğu verilmişti, oğlan çocuğu Meryem validemize verilmişti. Ama esasen Arapçada ğulam bıyıkları terlemeye başlamış, artık kadınların cinselliğini fark etmeye başlamış, ama buluğa ermemiş haldeki bir çocuk anlamına geliyor. Yani on yaşlarında bir çocuk. Erkek çocuğu.
“fe katelehu”
“İşte o ğulamı öldürdü.”
“kâle e katelte nefsen zekiyyeten bi gayri nefs” Allah’ın kanununu hatırlatıyor.
“Sen suçsuz bir canı bir cana karşılık olmadan öldürdün öylemi?”
Çünkü Allah’u Teâlâ’nın haklı gördüğü öldürme: birisinin bir adamı öldürmesi dışında olmaz. İkincisi de savaştır. Burada zaten savaş söz konusu değil.
“lekad ci’te şey’en nukrâ”
“Dedi ki: Çok yadırganacak, çok garip bir şey yaptın.”
“Çok kötü bir şey yaptın. Çok çirkin bir davranışta bulundun dedi.”
(18/ Kehf 75.Ayet)
“Kâle e lem ekul leke inneke len testetîa maıye sabrâ”
“Dedi ki: Ben sana demedim mi benimle birlikte olmaya dayanamazsın.”
Yine tekrar, şimdi böyle bir oğlan çocuğunu öldüreceksiniz ve adamı yakalamayacaklar, mümkün mü? Ve gene melek olduğu belli burda.
(18/ Kehf 76.Ayet)
“Kâle in seeltuke an şey’in ba’dehâ fe lâ tusâhıbnî,”
“Bir kere daha sorarsan, artık bana arkadaşlık yapma,”
“kad belagte min ledunnî uzrâ”
“çünkü artık benim özür dileyeceğim son noktaya ulaştın.”
Hani bir kere yaparsınız bağışlanır, iki kere yaparsınız bağışlanır, üçüncüsünde bağışlarlar mı? Ee yeter artık bir değil, iki değil, üç oldu. Tamam. Özrün son noktasına ulaştın diyor. Daha bundan sonra sorarsan benimle arkadaşlığı kes diyor.
İşte talakın üç kere olması da bundan dolayıdır. Erkeğin artık özür delime imkanı kalmıyor, kusura bakma.
(18/ Kehf 77.Ayet)
“Fentalekâ,”
“Yürüdüler.”
“hattâ izâ eteyâ ehle karyetin istat’amâ ehlehâ”
“Bir yerleşim yerine geldiler, oradan, insanlardan yiyecek istediler.”
Ya karnımız aç bize bir şeyler verinde yiyelim dediler. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Musa as. bunun bir melek olduğunu bilmiyor. Öyle anlaşılıyor.” ‘inistet’amâ’” dediğine göre ikisi de istemiş. Biraz sonra bunun ne olduğunu zaten kendi kimliği açıklayacak.
“fe ebev en yudayyifûhumâ”
“Bunları misafir etmekten kaçındılar.”
“fe vecedâ fîhâ cidâren yurîdu en yenkadda”
“Yıkılmak üzere bir duvar buldular.”
“fe ekâmeh”
“O duvarı şöyle doğrulttu”
Bunu bir insan yapabilir mi? Yani yıkılmakta olan duvarı doğrultuyorsunuz.
“kâle lev şi’te lettehazte aleyhi ecrâ”
“Sen para almayı tercih etseydin, bedava yapmayı tercih etmeseydin, bundan bir şey alırdın.”
(18/ Kehf 78.Ayet)
“Kâle hâzâ firâku beynî ve beynik” Karnımızı da doyururduk. İşte bu üçüncüsü
“Bu artık ikimizi birbirimizden ayırır dedi.”
Bundan sonra daha özür dileme imkanın kalmadı.
“se unebbiuke bi te’vîli mâ lem testetı’ aleyhi sabrâ”
“Senin dayanamadığın şeyin tevilini sana haber vereceğim.”
Tevil ne demek? Tevil: Bir şeyi hedefine bağlamak, demektir. Şimdi şurada bilgisayar var. Bu bilgisayarın mesela şurada mausu var değil mi? Bu mausu çalıştırmak istiyorsam, şu mausu usb girişine taktığım zaman bu mausun tevilidir. O zaman çalıştırır. Ama birisi beni yanıltmak istiyorsa, ben bilmiyorsam meseleyi başka bir yere bağlar mausu da çalıştıramayız. O da yanlış tevil olur. Şimdi burda elektirik fişi var. Bu mesela 220 volt, 110 luk ta olabilir, buraya takabiliriz. Çalıştırmaz. Yani ne olacak, ne demektir? Doğru hedefine bağlamak demektir, tevil. Onun için Araplar derler ki, ‘Bir şeyi kastedilen hedefine ulaştırmak.’ Yani ben size bunları yaptım ya bunun asıl hedefini, gayesini sana anlatacağım. Niçin yaptığımı anlatacağım. Tevil o demek. Onun için birbirine bağlantılı ayetleri bir araya getirdiğiniz zaman tevil denir. O tevili biz yapamayız. Tevili Allah yapar. Mesela bu bilgisayarın fabrikası fişin nereye takılacağını fabrika yapmış değil mi? Efendim kaç voltluk olacağını da fabrika yapmış. Onun adaptörünü de o yapmış.
Peki insanların fabrikatörü kim? Allah’u Teâlâ. Ayetleri indiren kim? Allah’u Teâlâ. Dolayısıyla hangi ayetin hangi ayetle bağlantılı olduğunu Cenabı Haktan başkası bilmez. Onu bulabilmemiz için de mesela burda da fişi yanlış yere takmayalım diye her bir fişin şekli farklıdır. Bakın bu mausun ucu düzdür, yuvarlak değil. Bunun takılacak yeri de bellidir, hemen takarız. İşte buna müteşabih deniyor. Çünkü bakıyorsun bu nereye benziyor? Ha şurada, hemen takıyorsun. İşte müteşabih ayet bu. Biz onu bilemeyiz, oluşturamayız. Allah oluşturmuş, biz onu buluruz sadece. Peki bu, bu yuvarlak. Bunun takılacağı yeri de yuvarlak yapmışlar ki. Yani bunu da öbürü gibi yapsalardı karıştırırdık değil mi? Birini bir başkasının yerine takardık bu çalışmazdı. İşte bu bunun müteşabihi olmuş çünkü benziyor. Nereye, buraya takacaksın deniyor.
İşte ayetlerin müteşabih olması bu. Onu o şekilde yapan Allah’u Teâlâ, biz değil. Bize düşen nedir? Onu arayıp bulmaktır. Onun için
(3/ Ali-imran 7.Ayet)
“ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh,” ayetinin manası budur.
Hangi ayetin hangi ayetle bağlantılı olduğunu sadece Allah bilir. Biz onu buluruz. Allah onun kurallarını koymuş. Birbirine benzeterek bulmamızı sağlamıştır. Eğer şu yuvarlağı yuvarlağa benzetmeselerdi, her ikisini de mausun’ki gibi yapsalardı iki de bir bilgisayarlar bozulurdu, değil mi, öyle değil mi?
E şimdi siz diyorsunuz ki müteşabih anlaşılmaz. Öyle dediğin zaman, hiçbir zaman o mausu bu bilgisayara takıp çalıştıramazsın. Adaptörü de kullanamazsın elektirik kesilir. Suçu orada bulursun. Dersin ki ‘Bu ayetler anlaşılmaz,’ bu makine çalışmaz demek gibi bir şeydir. Öyle yani, gelenek böyle işte, onun için bu ayetleri anlayamıyorlar ya.
Şimdi anlatıyor. Yani arka planını anlatıyor. Tevili anlatmak için ben bunları söyledim. Bunun bir ana bağlantısı var. Yani bu olayları yaptık ama bir bağlantısı var, diyor. bakın görüyor musunuz, Kur’ân tevilin ne demek olduğunu örnekle anlatıyor mu?
(18/ Kehf 78.Ayet)
“se unebbiuke bi te’vîli mâ lem testetı’ aleyhi sabrâ”
“Sabretmeye gücün yetemediğinin tevilini sana haber vereceğim diyor.”
tevilin ne olduğunu şimdi anlatıyor. O zaman sen tevilin tarifini buradan öğren. Ali İmran 7. ayeti de buna göre anla. Ama böyle bir anlayış yok bizde maalesef. Ben burda söylüyorum. Açın usulü tefsir kitaplarını, tevile bir bakın ki nasıl anlatıyorlar. Hatta tetkik edin evinizde açın bir tefsiri tevil kelimesine bir bakin ki nasıl anlatıyorlar. Anlayana helal olsun. Yani hiç alakası yoktur bu söylediklerimizle, Kur’ân’da anlatılanlar la hiçbir alakası yoktur. Diyor ki, şimdi ana bağlantılarını anlatıyor. Tevilin ne demek olduğunu da buradan öğreniyorsun.
(18/ Kehf 79.Ayet)
“Emmes sefînetu fe kânet li mesâkîne ya’melûne fîl bahri”
“Gemi birkaç miskin içindi.”
Ne demek miskin? Armatöre miskin deniyor bak dikkat edin ha. Yani ellerinden gemi giderse yapacakları bir işleri yok, bildikleri tek iş bu. İşsiz kalacak adamlar yani, tamam mı. İşsiz kalacaklar. İşte miskin kelimesinin manasını da Kur’ân’ı Kerim söylüyor burda işte.
“ya’melûne fîl bahri”
“Denizde çalışıyorlar.”
“fe eradtu en eîbehâ”
“İstedim ki onu ayıplı hale getireyim.” Gemiyi.
“ve kâne verâehum melikun”
“ye’huzu kulle sefînetin gasbâ”
“Çünkü ileride bir kıral var. Zorla bütün gemileri alıyor”
Ama bu gemiyi sürenlerin bundan haberi yok. İlerideki kıralı bilmiyorlar. Hiçbir şey bilmiyorlar, gidiyorlar adamlar. Haberleri yok. peki Allahtan bir rahmet olarak dedi ya. Şimdi bu geminin delinmesi baştan baktığımız zaman nedir? Çok kötü bir şey. Ama geminin tamamının alınmasındansa bir bölümünün delinmesi daha iyi değil mi? O zaman Allah’ın merhametinden dolayı. O gönderdiği elçileri merhametinden dolayı gönderiyormuş.
Olay şurada (Ömer Nasuhi Bilmen’in kitabını göstererek) anlatılan gibi olsa bu ayetin ne anlamı olur? Bak, Ömer Nasuhi Bilmen şöyle anlatıyor. ‘Herhangi bir şeyin muayyen bir vechiler (şekilde) vücuda gelmesini Cenabı Hakkın ezelde dilemiş olmasına kader denir.’ Ezelde dilemiş olmasına. Burda şu anda diledi. İlerde kıral var, yoluna çıkıp alacak. Aslında Allah’ın muradı olduğu belli. Gönderen Allah’u Teâlâ ya bunu, merhametinden dolayı.
Bir de Allah’ın iradesi. Onu biraz sonra söyleyeyim. Şu anda söylemeyeyim çünkü bazıları farklı bir şekilde anlam verebilirler. Raad kelimesinin faili dolayısıyla.
(18/ Kehf 80.Ayet)
“Ve emmel gulâmu”
“O oğlan çocuğuna gelince,”
“fe kâne ebevâhu mu’mineyni “
“annesi babası mümin insanlardır.”
“fe haşînâ en yurhikahumâ tugyânen ve kufrâ” O çocuk artık on yaşlarına gelmiş, buluğa gelmek üzere.
“Bu çocuğun, annesini babasını taşkınlık ve kafirliğe sürüklemesinden korktuk.”
Korkan Allah’u Teâlâ, biraz sonra göreceğiz. Korktuk, onun için öldürdük. Ecel gelmeden bir kimsenin ölmesi mümkün mü size öğretilen bilgiye göre? Kitaplarda öyle değil mi? Ecel ne uzar ne kısalır demezler mi? Kitaplar böyle yazmıyor mu? Gerçi bizim Doğru Bildiğimiz Yanlışlar kitabında, ecelin uzamayacağı ama kısalacağı yazılı. Çok sayıda ayetle. Eğer bu çocuğun eceli bu sırada gelmiş olsa, ilerisinde şöyle şöyle yapacaktı denir mi? O zaman ecel gelmeden can alınıyor muymuş. Açık anlatmıyor mu bunu? Öyleyse siz yolda giderken yüz kilometre hızla gitmeniz gereken yerde yüz yirmi kilometreyle giderseniz kusura bakmayın sorumlu siz olursunuz bir şey olduğu zaman. Öyle efendim iş olacağına varır. İşin olacağı bu olur işte.
Bakın şimdi müslümanlar öyle bir hale gelmişlerdir ki kader anlayışları onları tamamen dikkatsiz, tedbirsiz, fakat faturayı Cenabı Hakka çıkaran bir yapıya büründürülmüştür. Peki buraya göre mesela hani Rasulullah’a mal ettikleri bir hadis okumuştuk burda. İşte “Şaki annesinin karnında şakidir, said annesinin karnında saiddir.” Yine burda bir kitapta okumuştuk ‘Karl Marks annesinin karnında kafirdi, efendim falanca kişide annesinin karnında şöyle idi’ falan diye. O zaman suçlu Cenabı Hak mı, onlar mı? Yada yaptıkları hangi sevapla cennete gidecekler gidecek yada hangi günahla cehenneme gidecekler gidecek. Eğer Cenabı Hak bunu önceden belirlemişse, bir kimsenin mümin olarak ölmesini, bir çocuğun onları kafir yapması düşünülebilir mi? Mümkün mü? İmkansız. Ama bak ne diyor bu Allah’ın ayeti işte. Korktuk diyor. O zaman ezelden belirlemiş mi Cenabı Hak? O sırada da belirlememiş. Ama Allah’ın merhametinden dolayı çocuk öldürülmüyor muydu? Annesiyle babası, ama annesiyle babası o anda müminler yarın yoldan çıkabilirler, onda garanti yok. O anlarıyla alakalı. İyi insanlar Cenabı Hak onlara ikram olsun diye çocuklarını öldürüyor.
(18/ Kehf 80.Ayet)
“Fe erednâ”
“İstedik,”
“en yubdilehumâ rabbuhumâ hayren minhu zekâten ve akrebe ruhmâ”
“Allah onun yerine daha gelişikli ve daha merhametli çocuk versin.”
Çocuk daha gelişikli ve daha merhametli. Bu yapıda bir çocuk vermesini istedik.
(18/ Kehf 81.Ayet)
“Ve emmel cidâru”
“Duvara gelince”
“fe kâne li gulâmeyni yetîmeyni”
“onlarda iki yetim oğlan çocuğuna aitti.”
Gene burada ğulam kelimesi var. Bunlar buluğa erdikten sonra yetim denmez. Öyle olsa ben de yetimim. Benim de babam yok, anam da yok yani. Buluğa erdikten sonrakilere yetim denmez. Mecazen denir de gerçek anlamda denmez.
“li gulâmeyni yetîmeyni fîl medîneti”
“O şehirde iki yetim çocuğa aitti o duvar.”
“ve kâne tahtehu kenzun lehumâ”
“Altında onlara ait bir hazine vardı.”
“ve kâne ebûhumâ sâlihâ”
“Bu çocukların babaları da iyi bir insandı.” Ölmüş tabi.
“fe erâde rabbuke”
“Rabbin istedi ki”
“en yeblugâ eşuddehumâ”
“bunlar güçlü kuvvetli hale gelsinler.”
Bütün bunlarda emri Allahtan aldığı ortaya çıkıyor.
Rabbin istedi ki güçlü bir hale gelsinler. -Eşudde dedi, yani artık reşit olacaklar, iş yapabilecek, parayı kullanabilecek hale gelebilmeleridir-
“ve yestahricâ kenzehumâ”
“ve kendilerine ait olan bu hazineyi çıkarsınlar.”
“rahmeten min rabbik”
“Rabbinden bir merhamet olmak üzere.”
İşte rasul olarak. Yukarıda da rahmeten dedi burda da rahmeten dedi. bütün bunlar Allah’ın bir ikramı değil mi? Kime ikramı? Hem ölen insana ikramı, çünkü çocuğuma kalsın diye bırakmış, hem de onun çocuklarına ikramı, hepsi de birer ikram.
Peki bizim bundan yararlanacağımız şey nedir. İşte bizim başımızdan da bu tür olaylar geçer. Bazen bir olayı kendi aleyhimize olduğunu düşünebiliriz. Geminin delinmesi, çocuğun ölmesi gibi ama aslında lehimizedir. Onu sonradan anlarız. Öyleyse bir şeyde bizim kusurumuz yoksa ondan dolayı hiç üzülmemek lazım. Bazen de yaptığımız bir şeyi ‘Yav öyle bedavadan yaptık gitti’ dersiniz o şey gibi, duvarın yapılması gibi hiçbir şey de almadık. Aslında orada çok şey almışsınızdır. Onun farkında değilsinizdir. Cenabı Hak sizi bir başka maksatla orada çalıştırmıştır. Yani bir şeyde kendi kusurumuz yoksa sonucuna asla üzülmememiz gerektiğini buradan öğreniyoruz. Şimdi burda diyor ki:
“ve mâ fealtuhu an emrî,”
“bunaların hiç birisini kendi emrimden dolayı yapmadım “
emren minindine ayeti vardı, okumuştuk rabbimizin emri. Yani Allah’ın emri Kur’ân, Allah’ın emri meleklere verilen emirler, Allah’ın emri bir ruh, bilgi. Ve Allah’ın emri bizdeki bilgi sistemi. Ruh. Onun için Cebrail as.a her bakımdan güvendiği için “er- Ruhul Emin” deniyor. Çünkü bilgi adeta onda heykelleşmiş. Ve Rasulullah’ın öğretmeni de olmuş aynı zamanda. Tam güvendiği birisi. Çünkü geçmiş nebilerle ilgili bilgileri güvenli bir şekilde ona veriyor. Neden? Çünkü onlar kitaplarını gizlemişler. Rasulullah’ın ona ulaşması mümkün değil. Kur’ân da onları tasdik ediyor. Bununla ilgili bilgileri zaman zaman burada anlatıyoruz size.
(18/ Kehf 82.Ayet)
“zâlike te’vîlu mâ lem testı’ aleyhi sabrâ”
“İşte bu senin sabretmeye gücünün yetemeyeceği şeyin tevilidir.”
Ne demek tevili. Arka planı, asıl bağlantısı. Sen zihninde farklı bağlantılara götürüyordun bunu. Yanlış olduğunu söylüyor. Asıl bağlantısı bu. Haa o başka değil mi? o zaman başka.
Şimdi bütün bunlara bakın. Bir, olayların bizimle nebilerin bildiği tarafı var, birde bizlere gayb olan tarafı var. Şimdi Allah’u Teâlâ merhametinden bir takım şeyler söylüyor. Rabbim bunu böyle istedi, böyle istedi, böyle istedi. Allah isteyecekte olmayacak öyle mi? Bakın şimdi ben size dedim ki yanlışlarını göstereceğim. Şuraya bakın. Yine Büyük İslam İlmihalinden şey yapıyorum. Bu bizim uzun asırlardır oluşmuş gelenektir. Ömer Nasuhi Bilmen’e mahsus bir olay değil. Uzun asırlardır oluşmuş gelenektir. Bakın şimdi ne diyor burada.
Burada hep rabbin irade etti deniyor ya. İrade ne demek? İrade: Bir şey istemek demektir. Peki siz bir şeyi istediğiniz zaman olur mu? Olmaz. Allah istediği zaman olur mu? Bakacağız ne diyorlarmış burda. ‘İrade: Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Allah Teâlâ irade sıfatıyla muttasıftır. Yani Allah’u Teâlâ’nın irade sıfatı vardır. Onun iradesi ezelidir. Ezeli ne demek? Yani bu olaylar çoook evvel, bilemeyeceğiniz zamanlarda şey yapılmış. Peki bunların hepsi belirlenmiş de Cenabı Hak niye öyle belli zamanlarda bir takım şeylere meleklere görev veriyor merhametinden dolayı. Yok işte ilerisine şey gelecek, bir kral çıkıp bunu şey yapacak. Bunu onun için ayıplandırdık. Ayıplandırmaya lüzum yok. Önceden dilediyse zaten kral onu alamaz. Bak dikkat ediyor musunuz. Olayların bilemediğimiz arka planında da Cenabı Hak bizi imtihan ediyor. Allah’u Teâlâ istese bizi bilmez mi? Elbette ki tabi, bunların dedikleri gibi önceden bunu planlar, hiç problem yok. Ama o zaman imtihan olmaz. Planlamışsa imtihan olmaz.
Allah’u Teâlâ yaratacağı şeyleri bu irade sıfatıyla kendi hikmetine göre birer veche tahsis buyurur ve onun irade buyurduğu şey mutlaka olur. İrade ettiği şey mutlaka olur, diyor. Olur mu? Şimdi olur mu, olmazmı’nın cevabını nerden alacağız. Kur’ân’ı Kerim’den alacağız değil mi? Bunun çok sayıda örneği var da size Bedir Savaşı Ve Kader diye bir ders yapmıştım. Ona şey yapalım. Enfal suresinin ilk ayetlerini açalım. 8. sure. Fatih diyor ki: Muhataplarımı ben bununla susturuyorum. İradeyle susturuyorum diyor. Bakın burda diyor ki Allah’u Teâlâ. 7. ayetinde.
(8/ Enfal 7.Ayet)
“Ve iz yaıdukumullâhu ihdât tâifeteyni ennehâ lekum,”
“Allah size bu iki guruptan birisi sizindir diye vaat etmişti.”
Vaat ediyordu işte birisi Suriye’den gelen kervan birisi de Mekke’den gelen ordu. Onu hatırlarsınız. Rum Suresindeki ayetlerde önceden vaat etmişti.
“ve teveddûne enne gayra zâtiş şevketi tekûnu lekum,”
“Siz güçsüz olanın sizin olmasını çok istiyordunuz.” O da Suriye’den gelen kervan.
“ve yurîdullâhu en yuhıkkal hakka bi kelimâtihî”
“Ama Allah şunu murat ediyordu. Kendi sözleri sebebiyle hak gerçekleşsin.”
O hak söz, o kanun yerine getirilsin, -o da İsra Suresinde Cenabı Hakkın belirttiği
(17/ İsra 76-77.Ayet)
“Bir nebiyi bir ülkeden çıkarırlarsa çıkaranların da kısa sürede oradan çıkması.”
(8/ Enfal 7.Ayet)
“ve yaktaa dâbiral kâfirîn”
“O kafirlerin kökünü kurutmak istiyordu Allah.”
Şimdi Allah Mekke’li kafirlerin kökünü kurutmak istiyorsa. Buraya göre (ilmihali gösteriyor) kurumaması mümkün mü? Bak ne diyor. Allah’ın irade buyurduğu şey mutlaka olur. Bak irade yuridu erade. Arapça bilmeyen bile sesten anlar bunu.
Peki hemen 67. ayeti açalım. Diyor ki burda Allah’u Teâlâ. Rasulullah sav. orada bir yanlış davranış yapmıştı. Ve bunun da günah olduğunu ayetler söylüyor zaten. Bizim o sohbette ayrıntılı olarak açıklanmıştı. Arzu eden kader sohbetlerinden onu dinleyebilir. Burda o sıfırdan başlayacak değiliz elbette. Muhammed suresinin 4. ayetinde: Düşmanı iyice etkisiz hale getirmeden esir alınması yasaklanmıştı. Bedir Savaşından önce inmişti bu ayet. Diyor ki:
(8/ Enfal 67.Ayet)
“Mâ kâne li nebiyyin en yekûne lehû esrâ”
“Hiçbir nebi düşmanı iyice etkisiz hale getirmeden esir alma hakkına sahip değildir.”
“turîdûne aradad dunyâ,”
“Siz dünyalık istiyorsunuz.”
Yani hemen elinize geçecek bir mal istiyorsunuz. Esir alıyorsunuz, ganimet alıyorsunuz.
“vallâhu yurîdul âhirah”
“Ama Allah daha sonrasını istiyor.”
Peki Allah’ın istediği olacağına göre, insanın isteği Allah’ın isteğine muhalif bir isteği olabilir m? İnsan istekte bulunabilir mi? Olamaz ki yani. Zaten ayete ne mana veriyorlar biliyorsunuz.
(81/Tekvir 29.Ayet)
“Ve mâ teşâûne illâ en yeşâallâhu”
“Allah bir şey dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”
Allah, Allah. Yani benim dilemem bile mümkün değil. Ayete yanlış anlam veriliyor. Yani kelimelerin anlamı, şae fiilinin anlamı değiştirildiğinin biz burda her defasında söylüyoruz.
Bakın şu Tekvir Suresini bir açalım.586. sayfa 26. ayet. Şuradan meali okuyayım ben size.
“Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz. O herkes için, sizden doğru yolda gitmek isteyenler için öğüttür.” Kur’ân. Doğru yolda gitmek isteyen için bir öğüt. Peki istemek, doğru yolda gitmeyi isteme. Bunu kafanıza not edin. “Alemlerin rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” Allah istemeden ben istemiyorsam doğru yolda gitmeyi istemek de ne demek oluyor? Yani şu meallerin halini görüyor musunuz. Bunun manası şudur. “Sizin bir şey yapmanız ancak Allah’ın onu yaratmasına bağlıdır.”(Tekvir 81/26-29)
O başka. O başka, bu başka. Yani siz öyle kendi başınıza kendinizi yaratıcı gibi düşünmeyin. Siz bir şeyi karar verirsiniz Allah o şeyi yaratmadan o olmaz. Allah’a da her zaman kulluğunuzu unutmayın, duanızı da yapın, ibadetinizi de yapın demektir bu. Burada böyle diyor.
Bak burada ne diyor? Allah başka bir şey istiyor siz başka bir şey istiyorsunuz. Peki Allah istemedikçe siz isteyemezsinizin yanlış olduğunu bu ayet gösteriyor mu? Bak burada irade, orada şae fiili. Allah’ın ayetlerini birbirini nakseder biçimde nasıl tercüme etmişler asırlar içinde görebiliyor musunuz. Ben burada İmam Maturidi’nin bu ayetlere verdiği manayı kendi kitabını getirerek göstermiştim. Şu ana kadar bir tek onun tefsirinde bu şae fiilinin doğru anlamını verdiğini görmüştük. Tercihte bulunmak diye.
Şimdi burda ne diyor Allah’u Teâlâ. Allah Bedir’de kafirlerin kökünün kazınmasını istedi mi az önceki ayette. Peki kazındı mı Bedir Savaşında. Peki Allah’u Teâlâ’nın istediği oluyordu. Hani? Allah herkesin mümin olmasını ister. Ama mümin olmak bizim elimizdedir. Kimsenin kafir olmasını istemez. Ama insanın elindedir. Allah bizi imtihan ediyor.
Peki o zaman bu kader anlayışı Musa- Hızır kıssasına uyuyor mu? Yada buradaki irade anlayışı Kur’ân’da anlatılana hiç uyuyor mu? Yüzde yüz ters dediğimde haklı mıyım. Siz müminlere bir inanç empoze ediyorsunuz. Öyle bir inanç ki bu insanları işlevsiz hale getiriyorsunuz. Allah insanları cihatla imtihan ediyor. Cihat ne demek? Son ana kadar gücünü kullanmak, demektir. Asla gevşetmemek demektir. Mücadeleye devam demektir. Çünkü cehd kelimesi var. Tabi cihadın o manası kaybolduğu için insanların hemen aklına savaş kalıyor. Tamam savaş da bir cihattır. Orada da kazanmak için son ana kadar cehdini sarf edeceksin. Ama hayat bir mücadeledir deriz değil mi? O mücadelede bütün gücünü kuvvetini vereceksin. Artık nefesin kesilene kadar mücadele edeceksin. Cihat o. Ama müslümanlar ne yapıyor. Biraz zora gördü mü, iş olacağına varır deyip bırakıyor ve imtihanı kaybediyor. İşte Müslümanların tarih sahnesinden çekilmesinin sebebi budur. O kader inancı var ya kader inancına sahip bir toplumun iflah olma şansı yoktur. Mümkün değil yani, başarılı olamaz. Ne diyor Allah’u Teâlâ
(47/ Muhammed 31.Ayet)
“Ve le nebluvennekum”
“Sizi yıpratıcı bir imtihandan geçireceğiz.” Çok yıpranacaksınız..
“hattâ na’lemel mucâhidîne minkum” Muhammed suresi 31. ayet
“İçinizden cihat edenleri bilinceye kadar.”
Ne demek? Yani canını dişine takıp son ana kadar hiç yılmadan mücadele edenleri bilene kadar. Dün birisi anlatıyor. İşimi kaybettim, yeni bir şirket kurdum, o şirkete bankalar kıredi veriyor alabilir miyim? Alamazsın kardeşim. “Ama iş yapamıyorum.” Nasıl, ne demek yapamıyorum. Canını dişine takacak sonuna kadar çalışacaksın. Nefesin kesilene kadar çalışacaksın. Allah’tan da yardım isteyeceksin. İmtihan bu kardeşim. Hemen ilk adımda imtihanı kaybetmek diye bir şey yok.
Cenabı Hak ezelden bilir diye burada geçti değil mi? Yani ezelden irade etmiştir. Ezel ne demekse artık. Bu insanlar ezelde var mıydı ki yani. 68. ayette diyor ki:
(8/ Enfal 68.Ayet)
“Lev lâ kitâbun minallâhi sebeka”
“Bundan önce Allah’ın bir yazgısı olmasaydı.”
Allah’ın bilgisinde öncelik sonralık olur mu? Bu geleneğe göre. Olur mu? Olmaz. Ama Allah burda öyle diyor. “Bundan önce bir yazgı olmasaydı” yani Rum suresinde “Size bugün zafer vereceğimi söz vermeseydim” diyor. Şimdi yanlış davrandınız . Mesela o gemi eğer yaralanmasaydı kral alırdı onu. Yani böyle bir emir verildiğini düşünün. Yaralamadınız, kral alırdı. Ama gemiyi hadi kurtaracağım diye söz vermişse o zaman bir şekilde kurtarırdı Cenabı Hak. İşte aynen burda eğer.
(8/ Enfal 68.Ayet)
“Lev lâ kitâbun minallâhi sebeka”
“Daha önce Allah’ın verdiği bir yazgı olmasaydı.”
Onu Rum suresine yazmış Onu Mekke’deyken.
“le messekum fîmâ ehaztum azâbun azîm”
“Şu aldığınız esirlerden dolayı” Çünkü yanlış yaptınız burda. “Size büyük bir azap dokunacaktı,” diyor.
Esir alan ordunun komutanı kimdi? Rasulullah değil mi? Birinci sorumlu komutan mıdır asker midir? Komutandır. İşte ondan dolayı Allah’u Teâlâ daha sonra nasıl Mekke’nin kapısın açtığı zaman Hudeybiye’de dedi ki;
(48/ Fetih 1.-2.Ayet)
“İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ”- “Li yagfire lekallâhu mâ tekaddeme min zenbike”
“Sana o fethin önünü açtık artık Mekke’nin fethinin önünü açtık Allah senin önceki günahını bağışlasın diye.”
Çünkü sen bedirde eğer suçu işlemeseydin orada doğru Mekke’ye gidecektin. Çünkü Allah onun için sana Mekke ordusunu vermişti.
Peki bu kader anlayışına göre bu ayetlerin bir anlamı var mı? Peki ikinci soru. Hiç Bedir Savaşını böyle anlatan doydunuz mu? Elbette anlatamaz. Ne yapacak. Bu ayetlere de.. okuyun bakayım tefsirlerde doğru mana veren bir tefsir bulabilecek misiniz. Hakikaten insan rahatsız oluyor. Bugün baktım bazı internet sitelerine diyorlar ki. Abdülaziz Hoca inat ediyor, geri dönmüyor, vazgeçsin falan filan. Yav kardeşim kusura bakmayın da biz insanların rızası için değil Allah rızası için buradayız. Size en baştan söylemiştim bu büyük bir depreme sebep olacak bir olaydır. Tek başımıza kalmayı göze almasaydık bu işe girmezdik. Zaten cihat da odur. Her şeyi kaybetme, canını da kaybetme pahasına yola gireceksin. Ama Cenabı Hakka sonsuz şükürler olsun ki bugün hem Türkiye’de hem dışarıda bu konu ciddi ciddi anlaşılmaya başlandı. Fakat asırların etkisi var. Kısa sürede herkesin bu noktaya gelmesi kolay değil. Niye kolay değil? Herkesin bu işe kafası yatıyor da gönlü yatmıyor. Yavaş yavaş onu da alıştıracaksın. Hani gönül ferman dinlemez falan filan deniyor ya. O da dinleyecek bir gün başka çare yok. Yeter ki kafanızı çalıştırın.
Peki özeti yapıyoruz. Özetimiz şu: Bu Kehf suresi bizim bilmediğimiz ama meleklerin bildiği gaybı bize bildiriyor. Olayların arkalarında bizim bilmediğimiz gerçekler vardır. O gerçekler tamamen Allah’ın bize olan merhametindendir. Bize ters gibi gözüken şey bazen çok iyi bir şey olabilir. Ama biz kendimiz asla hata etmememiz şartıyla meydana gelen tersliklerden rahatsızlık duymamamız lazım. İşte onu da zaten Hadid Suresi
(57/ Hadid 23.Ayet)
“Li keylâ te’sev alâ mâ fâtekum ve lâ tefrehû bi mâ âtâkum,”
“Kaybettiğinize üzülmeyesiniz elinize geçenden dolayı da şımarmayasınız diye.”
Bunu iyice öğrendiniz mi rahat edersiniz.
Burda yeni çıkan bir kitap var. Zeki BAYRAKTAR arkadaşımız yazdı. Hani nebi ve rasul kelimelerini biz burda zaman zaman anlatıyoruz. Zeki bey üroloji uzmanıdır Doç. Dr. Zeki bayraktar ama Arapça bilen ilahiyat mastırı yapmış olan bir arkadaşımızdır. Bizim vakfın çalışmalarına da yakından katılan bir arkadaşımızdır. Fatih de yardımcı oldu sağ olsun. Kur’ân ve Sünnet isimli kitap, yeni çıktı bu kitap. Ama hangi sünnet, nebinin sünneti mi, rasulün sünneti mi? Kur’ân’da nebi rasul farkı ve sünnet hadis meselesi. Geçende Ali Rıza Hoca bu isme takıldı. ‘Yav böyle niye isim koyuyorsunuz’ falan diye. Sonra almış yanıma geldi. ‘Yüz sayfasını okudum dedi bu kitabın. Yav çok önemli bir konu’ dedi yav. Bu defa isime daha takılmadı yani. Ama son derece mühim bir konu, gerçekten mühim bir konu.