Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Euzubillahimineşşeytanirracim.Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdu lillahi rabbil alemin, vel akıbetu lil muttekın, essalatu vesselamu ala resulüne Muahmmedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Enam Suresini okumaya devam ediyoruz. Geçen hafta 37. Ayette kalmıştık. Burada Allahu Teala şöyle buyuruyor. “Ve gâlû lev lâ nuzzile aleyhi âyetum” Bu sure Mekke’de inmiştir. Dolayısıyla bu ayette belirtilen şeyler Resulullah’tan Mekke’de istenen şeylerdir. Onun nebiliğini kabul etmemek için her türlü bahaneye başvuruyorlar. Biraz sonra da göreceğiz. Yaptıkları tek şey yalan yanlış şeylerle kendilerini savunmaya çalışmaktır. “Dediler ki buna bir ayet (mucize) indirilse olmaz mıydı?” (Enam 37) Ayet indirilse ifadesi… Kuranı Kerim indiriliyor. Kuranı Kerim’in her cümlesi bir ayettir. Ama burada bunların istedikleri başka bir ayettir. Ayet, Allah’a ait olan yaratılmış varlıklar gibi indirdiği sözlerde birer ayettir. Ayet olması Allah’tan başkasına ait olamayacağının kesin delilidir. Çünkü insanlar onu yapamazlar. Mesela şimdi yeryüzünde ne ederseniz edin bir kuru yaprağı üretecek fabrika kuramazsınız. Bir saçın telini yapacak fabrika kuramazsınız. Onun için dikkat ederseniz bir insanın bir parmak izi, bir teri, bir ağzından çıkan salya ya da bir saçının teli herhangi bir yerde bulunduğu zaman bugün delil olarak kabul ediliyor. Neden? Çünkü onda olan ikinci bir insanda yok. Allahu Tealanın el bari sıfatı var. Yarattığı her şeyi farklı yaratıyor. Dolayısıyla insanlar tarafından kurulan fabrikalarda bir şey üretildiği zaman hepsi aynı olur. Farklı olanlar defolu sayılır. Onlar kenara ayrılır. Ama Allahu Teala yarattığı zaman her şeyi farklı yaratıyor. Öyle ki Adem’den (a.s) bugüne kadar sizin herhangi biriniz gibi bir insan yaratılmış değildir. Kıyamete kadar da yaratılacak değildir. Tabi bu bir ayettir. Bunu Allah’tan başkasının yapması mümkün değildir. Aynı şey tabiattaki her varlık için geçerlidir. Bz tabiattaki varlıkları birleştirerek bir şeyler yapabiliriz. Ama hiçbir zaman Allah’ın yarattığı gibi yapmamız mümkün değildir. Onun için onun yaptığı her şey birer ayettir. Onun söylediği sözlerde öyledir. Onun için işte kuranı Kerim Allah’ın kitabı mı diye sorarlar. Tamam, kardeşim. Ben şimdi buraya bir tane elma getirsem. Hiçbiriniz bu hangi fabrikada üretilmiş diye sormazsınız. Hangi bahçeden, nerenin elması diyebilirsiniz? Çünkü hepiniz bilirsiniz ki o elmayı üretecek bir fabrikanın kurulması imkansızdır. O zaman elmayı kim yaratmıştır? Allah. Yeryüzünde bunu bilmeyen hiç kimse yoktur. Her kes bilir. İşte Allah’ın ayetleri de o şekildedir. Yani öyle cümleler kullanır ki insanların kullandığı kelimeler gibi ama insanlar o cümleleri oluşturamazlar. Tabi bu cümleler kümesi olarak… Ondan dolayı bu Allah’ın kitabı mı derler. Tamam, kardeşim Allah’ın kitabı olduğundan kuşkunuz varsa buyurun sizde benzerini yapın getirin. Bu kadar… Gayet basit… Dolayısıyla bunların istediği ayet Kuran ayeti değil. Çünkü o zaten Resulullah’a iniyor. Tabiatta gördükleri şey de değil. Bunlar farklı bir ayet istiyor. Yani biz onlara mucize diyoruz. Burada Allahu Teala şöyle diyor. “gul” “Ya Muhammed onlara şöyle de” Mesela okuduğumda bir ayet ama onların istediği değil. “innallâhe gâdirun alâ ey yunezzile âyetev” “Allah bir ayet indirmenin ölçüsünü koymuştur.” Yani ayet indirmesine indirir… Zaten ayet indirmesine gücü yeter mi diye sormuyorlar. Muhammed’in (a.s) nebiliğine hadi o zaman bakalım bir mucize getir demiş oluyorlar. “Onlara de ki Allah mucize indirmenin ölçüsünü koymuştur.” “ve lâkinne ekserahum lâ yağlemûn” “Ama bunların çoğu o ölçüyü bilmez.” (Enam 37) Çünkü o konuda bir bilgileri yok. Daha önce kendisine mucize verilmiş toplumları duyuyorlar ama mucizenin arkasında neler olduğunu bunlar bilmiyorlar. Onun için Allahu Teala Muhammed’e (a.s) Kuran’ın dışında bir mucize vermemiştir. Şimdi bakın Kuranı Kerim son kitap… Biz şimdi insanlara Kuranı Kerim ile giderken bunun Allah’ın kitabı olduğunu ispatlamak için başka bir şeye ihtiyaç duyacak olsak hepimiz aciz kalırız değil mi? Ya da şöyle söyleyelim. Musa’ya (a.s) Allah o kadar mucize verdi. Bugün herhangi bir Yahudi, Musa’nın (a.s) Allah’ın elçisi olduğunu ispat için onun değneğini tutsa, kullansa muhatap için ne ifade eder? O da sıradan bir değnek. Onun mucize olması yere atıldığı zaman yılana dönüşmesi halindedir. O dönüşmüyor. Ama bu son kitap… Biz herkese bununla gidiyoruz. Biz bu kitabın Allah’ın kitabı olduğunu nereden bileceğiz derler. Tamam kardeşim, buyurun, alın, bakın yapabiliyorsanız… Bu da insanların sözü gibi bir sözlerden oluşuyor. Aynı kelimelerden oluşuyor. Mekkelilerin günlük hayatta kullandığı kelimeler… Hadi buyurun siz de günlük hayatta kullandığınız kelimeleri kullanın, başkasını kullanın, nasıl yapabiliyorsanız yapın, getirin bakalım. Öyle dediğiniz zaman tabi yaparız diyorlar. Buyurun. Yapamadığınız zaman Allah’ın kitabı olduğunu anlar. Anlayınca bunu getiren kişinin de Allah’ın elçisi olduğunu anlar. Dolayısıyla bu mucize olarak yetiyor. Başkasına gerek yok. Allahu Teala zaten bu konuda Muhammed’e (a.s) mucize vermediğini çok açık ve net bir şekilde İsra Suresinde anlatıyor. Onu da Yahya’dan dinleyelim.
Yahya ŞENOL: Bu konuyla alakalı daha önce bizim derslerimizde çok defa okunan birkaç ayeti hatırlatmak istiyorum. İsra Suresi 59. Ayette Cenabı Hak şöyle diyor. “Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti” Biraz önce okunan ayetlerde olduğu gibi… “Mekke müşriklerinin istediği türden ayetler (mucizeler) göndermemizi engelleyen şey” “illâ en kezzebe bihel evvelûn” “öncekilerin daime bu tür mucizeleri yalanlamış olmalarıdır.” (İsra 59) Yani biz Nuh (a.s) zamanında gösterdik, İbrahim’de (a.s), Musa’da (a.s), İsa’da (a.s) hepsinde gösterdik ama ümmetleri bunları yalanladılar. Bu yalanlama neticesinde de onları helak ettik diyor. Onlardan sonra yeni bir nebi, yeni bir kitap geleceği için bu artık bir sorun teşkil etmiyor. Ama artık son kitap ve son nebi geldi. Ona inanmayanlar istedikleri mucizenin gerçekleşmesi halinde yine inanmayacak olurlarsa onlarında toptan helak edilmeleri gerekecektir. İşte Cenabı Hak, öncekilerin başına gelenler bunların başına gelmesin diye biz artık sana o türden mucizeler göndermeyeceğiz diyor. “Öncekilerin yalanlamaları bizi bu türden mucizeler göndermekten alıkoydu.” Mesela bir örnek… “ve âteynâ semûden nâgate mubsıraten” “Daha önce bir dişi deveyi…” Bunlara hissi mucize deniyor. Yani gözünüzle gördüğünüz harikulade bir olay… İnsanlar benzerini yapmaktan aciz düşüyor. Kişiyi benzerini yapmaktan aciz koyan şey anlamında mucize kelimesi kullanılıyor. Daha önce bu manada bir dişi deveyi onların istediği bir tarzda, gerçekleri ayan beyan gösteren bir delil olarak indirmiştik. Ama ne yaptılar? “fezalemû bihâ” “Ona karşı yanlış yaptılar.” Allah’ın bu mucizevi devesini ortadan kaldırdılar, öldürdüler. Allah da sonra onları yok etti. Salih’in (a.s) kavmini ortadan kaldırdı. “ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvîfâ” “Çünkü biz bu tür mucizeleri ancak karşı tarafı korkutmak için göndeririz.” (İsra 59) İsterler, göndeririz. O an anlarlar ki bu gerçekten de bu sıradan bizim gibi biri değil. Bunun elinde zuhur eden olay bunun Allah’ın resulü, Allah’ın nebisi olduğunu gösteriyor diye o an korkuya kapılırlar. İnandı inandı, inanmadı yok olur giderler.
Yine İsra Suresinde, yine çok sık okuduğumuz ayetler grubu var. O da 90. Ayetten başlıyor, sayfanın sonuna kadar devam ediyor. Orada Mekkeli müşriklerin Resulullah’tan önceki nebiler gibi olağanüstü şeyler göstermesini, yani hissi mucizeler ortaya koymasını bekliyorlar. Şöyle diyorlar. “Ve gâlû len nué’mine leke hattâ tefcura lenâ minel ardı yembûâ” (İsra 90) Biz sana asla inanacak falan değiliz diyorlar. Yerden bir anda bir pınar fışkırtırsın eyvallah o zaman belki düşünürüz. Yerden bir pınar fışkırtıncaya kadar sana inanmayacağız. Bir insanın bir işaretiyle yerden bir su çıkartması mümkün mü? Mucize olsa olacak. Eyvallah. Ama Cenabı Hak İsra Suresi 59. Ayette ne demişti? O tür mucize artık olmayacak. Ama bunlar hala istemeye devam ediyorlar. Olağanüstü bir şekilde bir işaretle yerden bir şeyler çıksın istiyorlar. “Ev tekûne leke cennetum min nahîliv ve ınebin fetufecciral enhâra hılâlehâ tefcîrâ” “Yahut yine senin bir bağın, bahçen olsun.” (İsra 91) Şuan yok. Mekke ortamında ne bahçesi? Ne ağacı, ne suyu? Hadi bir allem kullem yap bir şeyler bir bahçen olsun diyorlar. Orada bir hurmalar olsun, üzümler olsun. Yani üzüm ve hurma bahçelerin olsun ve aralarından nehirler akıt. Bir şeyler yap. Yani bizi Allah’ın resulü olduğuna ikna et demek istiyorlar. “Ev tusgıtas semâe kemâ zeamte aleynâ kisefen ev teé’tiye billâhi vel melâiketi gabîlâ” (İsra 92) Yahut da söylüyorsun işte… Kıyamet yaklaşacak, gök aşağı parçalanacak, hadi yap. Allah’ı ve melekleri karşımıza getir bir görelim. “Ev yekûne leke beytum min zuhrufin ev tergâ fis semâé’” “Yahut altından bir evin olsun. Ya da gözümüzün önünde yukarı doğru bir uç bakalım” diyorlar. Göğe doğru bir uç. Görelim ki Muhammed uçuyor. Bu insanın yapabileceği bir şey değil inanalım. “ve len nué’mine lirugıyyike” Ama diyorlar ki… Ne olur ne olmaz yapar mapar… “Biz senin uçtuğunu gözümüzle görsek bile” “hattâ tunezzile aleynâ kitâben nagrauh” “Yukarı çıkıp yukarıdan bir yazı indirmedikçe sana inanmayız.” Yani desinler ki Muhammed buralara kadar geldi, uçtu belki o zaman sana inanırız diyorlar. Bize yazılı bir belge getir. O zaman inanırız. Bakın sürekli ipe un serme hareketleri bunlar… Bu tür olağanüstü beklentiler karşısında Cenabı Hakkın Resulullah’a söylemesini istediği söz şu olmuş. “gul” “sende onlara cevaben şöyle de” “subhâne rabbî” “söylediklerinizin hepsinden rabbimi tenzih ederim” “hel kuntu illâ beşerar rasûlâ” “Ben beşer (yani sizin gibi etten kemikten bir insan) ve elçiden başka bir şey miyim?” (İsra 93) Neyim ki ben bu acayip şeyleri benden istiyorsunuz? Bunlar bir insanın yapabileceği şeyler mi? Hayır. Allah ancak bunları murad ederse olur. Bu tür mucizeleri de vermeyeceğini zaten Allahu Teala daha önce söyledi.
Bir-iki ayet daha söyleyip meseleyi hemen bağlayalım. Ankebut Suresinin 50 ve 51. Ayetleri var. Biraz önce hocamın okuduğu ayetleri zaten tek bu iki ayet bile olsa tamamen açıklamaya yetiyordu ama tabi ki Cenabı Hak her konuyu iki-üç ayetle açıkladığı için bol malzeme bize sunmuş oluyor. Ankebut Suresi 50. Ayette şöyle diyor. “Ve gâlû” “Mekke müşrikleri dediler ki” “lev lâ unzile aleyhi âyâtum mir rabbih” “Muhammed’e rabbinden ayetler indirilse ya” İndirilmeli değil miydi? İniyor ayet… İşte 6 bin küsür ayet var. Bunu mu istiyorlar? Hayır, bunu istemiyorlar. Olağanüstü mucize… Bizim klasik manada mucize diye tabir ettiğimiz olağanüstü, harikulade olaylar bekliyorlar. Bu da Allah’ın resulü ise gelsin bize acayip şeyler göstersin diyorlar. “gul” “Sen de onlara de ki” “innemel âyâtu ındallâh” “Bu tür mucizeler ancak Allah’tan gelir.” Ben yapamam zaten diyor. Cenabı Hak murad ederse olur. Ondan önceki bütün nebilerde bu tür mucizeler gösterirken kendileri bir şey yapmadılar. Allah o anda murad etti. O müşriklerin istedikleri şey oldu. Sırf o nebinin Allah’ın nebisi olduğuna şahit olunsun diye… Diyor ki bunlar hep Allah’tan olacak şeyler… Bana gelince… “ve innemâ ene nezîrum mubîn” “Ben apaçık bir uyarıcıyım” (Ankebut 50) diyor. Ben bu kadar biriyim diyor. Yani daha fazla şeyler benden beklemeyin diyor. Beklediğinizin fazlası geldi mi? Geldi. Cenabı Hak diyor ki… “E ve lem yekfihim” “Onlara yetmedi mi?” Yetmiyor mu? Ne? “ennâ enzelnâ aleykel kitâbe yutlâ aleyhim” onlara sabah akşam, belki 7/24 “okunmakta olan şu kitabı indirmemiz mucize olarak” (Ankebut 51) onlara yetmiyor mu? Bu daha büyük bir şey… Niye? Bakın biraz önce ne dedik? Önceki nebilere Allahu Teala bu tür hissi mucizeler gösterdi ama onlar hep tarihin bir dönemiyle hatta belki o nebinin hayatı ile sınırlıydı. Bakın Musa (a.s) ne yaptı? Bir asasını Cenabı Hak at yere dedi. Atınca yılana dönüştü. Onu taşa vurdu on iki tane pınar fışkırdı. Denize vurunca ikiye ayırdı. Ama bugün aynı asayı bize verseler aynı hareketleri yapabilecek miyiz? Onun mucize özelliği o devirle sınırlı kaldı. Elini koltuğunun altına sok dedi. Çıkarınca bembeyaz oldu. Kendisi bile korktu. Elini bir daha koyup çıkarınca normal hiçbir şey yok. Her şey normal. Hiçbir şey yok. Ama bugün yine biraz önce hocam söyledi. Bir Yahudi Musa’nın (a.s) Allah’ın nebisi olduğuna bu tür şeyleri duyarak mı ikna olacak? Adam gözüyle görmedi ki… Ama Muhammed (a.s) 1400 yıl önce geldi. 23 yıl görevini yaptı. Vefat edip gitti. Ama bugün 2000 li yıllarda, 2019 yılında biz hala onun mucizesine şahitlik ediyoruz. İşte kitap elimizde… Kendisi vefat edip gitti. Aramızda değil. Ama bugün ona ümmet olmak isteyen, onun yolundan gitmek, onun dinini benimsemek isteyenler o Allah’ın nebisi midir değil midir diye onun mucizesine kendi gözleriyle şahit olabilecekler. Cenabı Hak da buna işaret buyuruyor. Şöyle diyor. “E ve lem yekfihim ennâ enzelnâ aleykel kitâbe yutlâ aleyhim” “Sürekli kendilerine okunmakta olan Kuran’ı indirmiş olmamız mucize olarak yetmiyor mu?” “inne fî zâlike” “şurası kesin ki bu Kuranda vardır” “lerahmetev” “Allah’ın ikramı vardır.” “ve zikrâ” “ve Allah’ın öğütleri vardır.” Allah’ın doğru bilgileri vardır. Kim için? “ligavmiy yué’minûn” “Buna inanacak, güvenecek insanlar için” (Ankebut 51) Dolayısıyla Resulullah’ın mucizesi kendi risaleti gibi kıyamete kadar geçerli olacak olan Kuranı Kerim’dir. Resulullah’a önceki nebilere verilen türden şeyler verilmemiştir.
Peki, şunu da söyleyip bitireyim. Bir takım hadis rivayetleri var. Eski nebilere verilen mucizelerin bir benzeri Resulullah’a da verildi diye… Parmaklarından sular akıttı, ağaçlar gelip selam verdi, yürüdü gibi… Anlatılıyor. Bakın onlarla ilgili ben kendim bir şey söylemeyeyim. Daha önce de burada okumuştum. Bir nevi hatırlatma olsun. Diyanet İslam Ansiklopedisinin 30. Cildinde mucize konusu anlatılırken konu şu şekilde bağlanıyor. Ulemadan çağdaş alimlerden özellikle Muhammed ESED ve İzzet DERVEZE aynı bizim anlattığımız şekilde şöyle diyorlar. “Resuli Ekrem’e geçmiş peygamberlere verilen hissi mucizelerin verilmediğini ileri sürüyorlar. Çünkü Kuranı Kerim’de yer alan mucize taleplerine karşı orada yapılan olumsuz tavır bunun en açık delilidir.” İşte ayetleri gördük. Doğru. Peki, hadis literatüründe rivayet edilen hissi mucizeler var. Bunlara ne diyeceğiz? Gerçekten var. Hadis kitaplarını açıp baktığınızda bu tür rivayetleri buluyorsunuz. “Bu mucizeler ise ahad haberlerdendir.” Yani neyi kastediyor? Kesin bilgi ifade etmez, sadece haber değeri taşır. Yani öncekilerden bunun böyle olduğunu düşünenler var. Ama din bunu böyle onaylıyor mu? Hayır. Bunlarla akide (inanç) sabit olur mu? Hayır. Gördünüz mü bunlar söyleniyor. Bir daha söyleyeyim. “Hadis literatüründe rivayet edilen hissi mucizeler ahad haberlerdendir. Kesin bilgi ifade etmez. Sadece haber değeri taşır. Bütün insanlara hitap eden İslamiyetin delili her zamanda ve her mekanda geçerli bir nitelik taşımalıdır. Bu da Kuranı Kerim’dir.” Çünkü çoğu zaman eleştirmek için okuyoruz ama yeri geldiği zaman haklarını teslim edelim. Diyanet böyle güzel şeylerde söyleyebiliyor. O yüzden onu da böyle sizlerle paylaşmış olalım.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Tamam, sağ ol. Hani bazı kitaplar Peygamberlerin Mucizeleri diye yazarlar. Burada ahad haber denmesi tek kişilik bir… Yani Resulullah’tan bir kişi rivayet etmiş oluyor.
Yahya ŞENOL: Halbuki binlerce kişiye gösterilen bir olay yani…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Mesela parmaklarından su aktığı olay Tebük seferi ile ilgili anlatılır. Parmaklarından su akıyor. Bütün askerler o suyla abdest alıyor, sularını içiyorlar. Peki, böyle bir olayı tek kişi mi rivayet eder? Ya da bir tane koyun kesiyor. Kapalı bir kapta duruyor. Herkes karnını doyuruyor. Orası yine tam dolu olarak kalıyor. Herkesin şahit olduğu olayı bir kişi mi rivayet eder? Bu tür konular çok fazla maalesef…
Mesela Tebbet Suresi ile ilgili birçok kimse kendisini sıkıntıya sokar. Ebu Leheb’in elleri kırılsın. Hayattayken işte… Zaten kırılacak. Ayete yanlış anlamlar verirler. Ebu Leheb hayattayken bu sure inmiştir. Peki, Ebu Leheb hayattayken indiyse bunu o kadar millet görmüş olması lazım. Zaten hayattayken indiyse kader inancının delili olmuş oluyor. Ve şey yapmış oluyorlar. Cehennemlik olduğu belliydi. Karısının durumu da belliydi. Peki, bunu rivayet eden kim? Bu olaydan 10 sene sonra doğan Abdullah ibn Abbas… Ve bunu gerçekmiş gibi bütün tefsirler yazıyor. Hakikaten anlamak mümkün değil. 10 sene sonra doğan birisi bu olayı anlatıyor. Peki, bu olay varsa orada hiçbirisi bilmiyor mu? Ne oluyor? Bu nasıl bir şey yani? Hurafelerle şey yapıyorlar. Mesela Arap dilinde “Tebbet yedâ ebî lehebiv” “Ebu Leheb’in iki eli kurusun” “ve tebbe” “Zaten kurudu da.” (Tebbet 1)“ve kad tebbe” anlamındadır. Yani çok açık. Ama bu anlamı tahrif etmek için şey uydurmuşlar. Bir de Kuranı Kerim’de tahrif yok derler. Tahrif anlam kaydırması demektir. Nasıl yok? Ağzına kadar doldurmuşsunuz. Kuran mealini öyle bir hale getirmişsiniz ki okuyan insanlar bu nasıl Allah’ın kelamı diyorlar. Tefsirlerde öyle dolmuş maalesef…
Şimdi devam ediyoruz. Allahu Teala Enam Suresi 38. Ayette şöyle diyor. “Ve mâ min dâbbetin fil ardı” “Yeryüzünde hareket eden bir canlı” “ve lâ tâiriy yetîru bicenâhayhi” “iki kanadıyla uçan bir kuş” yoktur ki “illâ umemun emsâlukum” “tıpkı sizin gibi ümmetler olmasınlar.” (Enam 38) Yani tüm hayvanlar bizim gibi birer ümmettir. Ümmet ne demek? Yani başkanı olan bir topluluktur. Her biri birer topluluk… Tıpkı bizim gibi… Mesela kuşların uçtuğunu görürsünüz. Bakarsınız en önde birisi var. O nereye gidiyorsa hepsi oraya gidiyorlar. O geri dönüyorsa geri dönüyorlar. Aynı şey karıncalar içinde söz konusudur. Bütün ne kadar hayvan varsa hepsi kendi içerisinde bir toplum hayatı yaşarlar.
Mesela bunun bir örneği olarak Neml Suresinden okuyabiliriz. “Ve huşira lisuleymâne cunûduhû” “Süleyman için askerleri bir araya getirildi.” Süleyman’ın askerleri… Kim bunlar? “minel cinni” “cinlerden askeri var.” “vel insi” “insanlardan” “vet tayri” “ve kuşlardan” Maalesef Kuranı kendisine uydurmaya çalışanlar cinler yabancı askerler derler. Allah aşkına öyle bir kelime söyleyin ki azıcık tutarlı olsun. Yok efendim o kuş değilmiş de bayraklarının üzerinde kuş resmi varmış. Bilmem ne? Neyse… Herkesin cehenneme gitme hürriyeti var. Bunu engellememiz mümkün değil. Bu hürriyeti de en iyi kullanan hocalardır. Bu konuda onlara hiç kimse yetişemez. “fehum yûzeûn” “onlar böyle bölük bölük ayrılmış vaziyettedir.” (Neml 17) “Hattâ izâ etev alâ vâdin nemli” “Karıncaların olduğu vadiye geldikleri vakit” “gâlet nemletu” “Orada bir dişi karınca şöyle dedi.” “yâ eyyuhen neml” (Neml 18) Bakın kendi aralarında konuşuyorlar. Dikkat edin. Yani hayvanlara dikkat edin. Kendi aralarında konuştuklarını anlarsınız. Onların kendi dilleri vardır. Karıncalar kanatlı gruplara girdiği için Süleyman (a.s) onların dilini biliyor. Çünkü ona uçan varlıkların dili öğretilmişti. “udhulû mesâkinekum” “meskenlerinize girin.” (Neml 18) Yani evlerinize girin, dolaşmayın ortalıkta… Herkes evine, yuvalarınıza… “lâ yahtımennekum suleymânu ve cunûduhû” “Sakın ha Süleyman ve ordusu sizi ezmesinler.” Çünkü bunlar karınca ya…. “ve hum lâ yeş’urûn” “Onlar sizi ezdiği zaman farkına varamazlar.” (Neml 18) Çünkü karınca çok küçük… Ayaklarının altında ezilirsiniz. Onlar anlamazlar. Bakın Süleyman diyor. Süleyman’ı biliyor. Ve orduyu da biliyor. Dolayısıyla hayvanlarla yakından ilgilenenler onların insanları az çok tanıdığını da fark ederler. Bir de onlar bilmeden bunu yaparlar diyor. Niye? Görseler ezmezler. Çünkü esas olan Allah’ın bize emrettiği yeryüzünde fesada yer vermemektir. Yani onların hayatlarına dokunmamaktır. “Fetebesseme dâhıkem min gavlihâ” Süleyman (a.s) onun sözünü duymuş. Bakın demek ki öyle bir konuşuyor ki Süleyman (a.s) duyuyor. Orada diğer karıncalara sesleniyor ya… Yüksek sesle seslenmiş. “O da gülerek tebessüm etti.” Biraz tebessümün üst seviyesi… “ve gâle rabbi evziğnî en eşkura niğmetekelletî en’amte aleyye” Ya rabbi sen bana ne nimetler verdin. Şu hayvanın konuşmasını duyuyorum. Bana imkan ver de bu nimetine şükredeyim diyor. “ve alâ vâlideyye” “Anneme babama da yaptığın iyiliklere karşı da şükredeyim.” “ve en ağmele sâlihan terdâhu” “Senin razı olacağın iyi işler yapayım.” “ve edhılnî birahmetike fî ıbâdikes sâlihîn” “Rahmetinle beni salih kullarının içerisine sok.” (Neml 19)
Şimdi ben bu ayetleri okuduğum için bir hatıram var. Cidde’de bir toplantıya gitmiştik. Akşam geç gitmiştim. Havaalanından aldılar. Denizin kenarında bir tatil köyüne götürdüler. İki katlı bir oteldi. Ağaçların arasında kaybolmuş. Çok güzel yapmışlardı. Ben otele girdim. Türkiye gibi düşünüyorum. Ağaçlar hoşuma gittiği için camı açayım dedim. Camı açtım içerisi sivrisinek doldu. Kızıldenizin kenarı… Camı kapattım. Gece geç vakit… Otel idaresine söyleyeyim gelsin sinekleri öldürsün ama bu defa odayı değiştir falan zaten yorulmuşum. Süleyman’ın (a.s) dilinden bunlar anlıyordu. Süleyman’ın (a.s) benden tek farkı bunların dilini bilmesiydi. Ben bilmiyorum diye onlar benim dilimden anlamayacak değiller. Ben bunlara bir şey söyleyeyim dedim. Sivrisinekler eğer siz bana bir şey yapmazsanız bende size hiçbir şey yapmayacağım dedim. Ama yaparsanız karışmam. Ben gerekeni yaparım dedim. Bir sinek sesi beni çok rahatsız eder, uyuyamam. Sabaha kadar bir tek sinek yanıma gelmedi.
Şimdi devam edelim. Allahu Teala onlarda sizin gibi birer ümmettir diyor. Yani birer topluluk… “mâ ferratnâ fil kitâbi min şey’in” “Bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmış değiliz.” “summe ilâ rabbihim yuhşerûn” “Sonra onlarda rablerinin huzurunda toplanacaklardır.” (Enam 38) Yani öldükten sonra yeniden dirilme bizimle ilgili olduğu gibi hayvanlarla ilgili olarak da var. Tekvir Suresinde Allahu Teala şöyle diyor. “Ve izel vuhûşu huşirat” “vahşi hayvanlar da bir araya getirildiği zaman” (Tekvir 5) Çünkü bizim vücudumuzla diğer canlıların vücudunu ayıran asıl özellik taşıdığımız ruhtur. Tıpkı bilgisayarla diğer elektrikli ayetleri ayıran işletim sistemi olduğu gibi… Vücudumuz öldüğü zaman toprakla bütünleşir. Yani toprak olur. Ama orada bir tohum kalır. Demek ki bu ayetlere göre bu, bütün canlılar için söz konusudur. O zaman bizim vücudumuz yarın nasıl topraktan çıkan bir ot gibi… Ot gibi demeyelim de… Toprağın içerisindeki bir patates gibi, yer elması gibi… Nasıl oluşup dışarı çıkıyorsa demek ki bunlarda aynı şekilde oluşup dışarıya çıkacaklar. Ama bunun daha detaylı ayetlerini bugün bulamadık. İnşaallah bulduğumuz zaman anlatırız. Fakat hadisi şerif vardı. Enes Hoca o hadisi şerif neydi?
Enes ALİMOĞLU: Boynuzlu hayvanlarla boynuzsuz hayvanlar arasında kısas alınır diye bir hadis var.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Bakın dikkat edin, bu hayvanlar bizim gibi bir ümmettir. Az önce şeyi okumadım. Kuşlarla ilgili… Yani hüthüt kuşunu… Yani Süleyman (a.s) kuşlardan oluşan orduyu teftiş ediyor. Hüthüt kuşunu bulamayınca onu sorguya çekiyor. Demek ki onlarında birbirlerine karşı yapmış olduğu bir takım yanlışlar, bir takım suçlu sayılma durumları olabiliyor. Birinin diğerine hakkı geçtiyse… Haksız bir saldırı yapmışlarsa bunun hesabını orada verecekler. Sonra da toprak oluyorlar. Onun için kafirler Nebe Suresinin son ayetinde “ve yegûlul kâfiru” “kafir şöyle diyecek.” “yâ leytenî kuntu turâbâ” “keşke bende toprak olsaydım.” (Nebe 40)
Şimdi devam ediyoruz. Allahu Teala şöyle diyor. “Vellezîne kezzebû biâyâtinâ” “Ayetlerimiz karşısında yalan söyleyenler” (Enam 39) Çünkü Allah’ın ayetleri kimsenin karşı çıkamayacağı şeylerdir. Ama hesabına gelmeyenler yalan söyleyecek. Yok efendim bana şunu getir, bunu getir, şöyle yap, böyle yap diyerek topu taca atacaklar. Hep siz mi biliyorsunuz, falanca yok mu, filan yok mu… Şu var mı, bu var mı… Biz babalarımızdan duyduğumuza uyarız derler. Ama Allahu Teala, bunlara ayetleri doğru anlattığımız zaman ayetleri çok iyi anladıklarını bize gösteriyor. Tıpkı Neml Suresi 14. Ayetinde Cenabı Hakkın Firavunu anlatması gibi… “vesteyganethâ enfusuhum zulmev ve uluvvâ” Yani Musa’nın (a.s) getirdiği ayetler karşısında inkara yöneldiler. Niye? Yanlışlarına devam etmek ve üstünlüğü elde tutmak için… Bile bile yalan söylediler. Birisine ayeti tebliğ edersiniz. O da anlar. Tabi anladığı dilden tebliğ edeceksiniz. Dinleyecek, anlayacak, kavrayacak… Ha tamam diyecek. Ondan sonra doğruluğunu kavrayacak. Yanlış meallerle falan değil, doğru meallerle… Ondan sonra hesabına gelmediği zaman sağa sola kaçacak. Onların durumunu Allahu Teala burada anlatıyor. “summuv ve bukmun fiz zulumât” “Onlar sağır, dilsiz ve karanlıklar içerisindedir.” (Enam 39) Yani doğruyu duymak istemezler. Bana ayet okuma, dinlemek istemiyorum derler. Laldırlar. Peki, sen bir ayet oku dersiniz. Yok derler. Bundan birkaç ay önce Konya Beyşehir’de doktorlarla bir toplantımız vardı. Orada kader konusunu akşam bazı dostlarımızın düzenlediği bir toplantıda ilgili ayetlerle anlattım. Yanımda da İbrahim SARMIŞ Hoca vardı. Onu da çağırdım. Her verdiğim meale doğru mu Hocam dedim. Evet, doğru dedi. Orada bir hoca ben böyle Allah’a inanmam dedi. Toplantıyı düzenleyen arkadaş da Allah Allah sen her zaman bizi Kuran’a çağırırdın, Hocam sen Arapça bilen bir adamsın lütfen bu ayete bir de sen mana ver, ben doğruyu öğrenmek istiyorum, ben ne şu hocaya uymak istiyorum ne bu hocaya uymak istiyorum, ben Allah’ın kitabına uymak istiyorum dedi. Kabul etmedi. Susmadı. Bir türlü susmadı. Şimdi bu adam bu ayete yuyor mu? Tam tamına uyuyor. Sen Kuranı Kerimi eline alıp buna uyanlar benim yanıma gelsin demiyor muydun dedi. Hayır Kuran’a uymak hesaplarına gelmiyor. Kuranı Kerim’i kendilerine uyduracaklar. Kader inancı var ya… Kendi yanlışlarını Allah’a fatura edecekler. Peki, kader inancı olsaydı İsra Suresinin 59. Ayeti gibi ayet olur muydu? “Ve mâ meneanâ” “Bizi engellemedi.” (İsra 59) Bu ayeti bu tür hocalara gidip okuyun. Allah’ı hiçbir şey engelleyemez derler. Kardeşim itirazı sen kime yapıyorsun diye soracaksın. Bu Allah’ın sözüdür. İşte “ve alime enne fîkum dağfâ” (Enfal 66) diyor. Mesela Allahu Teala Enfal Suresinin 65. Ayetinde Müslümanlara savaşta önce 10’da 1’lik bir askerle kendilerinin 10 katı düşmanı yeneceklerini söylüyor. Sonra “ve alime enne fîkum dağfâ” “Allah sizde bir zayıflık olduğunu öğrendi” (Enfal 66) diyor. Olmaz derler. Mesela tefsirler… Mesela Fahreddin Razi’nin tefsiri, Elmalı’nın tefsiri, İmam Maturidi’nin tefsiri… Açıp okuyun. Mesela “Ve izibtelâ ibrâhîme rabbuhû bikelimâtin” “Rabbin İbrahim’i bir takım kelimelerle imtihan ettiğinde” (Bakara 124) diyor. Tefsirde hemen “Allah insanı imtihan etmez. İnsanın ne yapacağını ezelden bilen Allah imtihan eder mi” diyor. Tevbe estağfirullah… Bir de bu tefsir… İnanmak mümkün değil. Zaten kader inancı diye bir inanç Kuranı Kerim’in hiçbir ayetinde yok. Hadislerde de yok. Bir tane hadiste var değil mi? Müslim’in değişik rivayetlerinin bir tanesinde var. Orada da doğru mana verirseniz yanlış değil. “ve bil kaderi” “kadere” “hayrihi ve şerrihi min Allahi Teala” Kader ölçü demektir. “hayrihi” “ölçünün hayırlısı” “şerrihi” “ölçünün şerlisi Allah tarafındandır.” Yani hayrın ölçülerini koyanda Allah’tır, şerrin ölçülerini koyanda Allah’tır. Şunu yaparsan şu, bunu yaparsan bu… “İnnâ hedeynâhus sebîle immâ şâkirav ve immâ kefûrâ” “Biz insana yolu gösterdik. İster görevini yapar, ister nankörlük eder.” (İnsan 3) Bütün ayetleri şey yaptığınız zaman mutlaka… Tefsir ve meallere bakın. Çok azında doğru meal verildiğini göreceksiniz. Son senelerin işi… Eskilere giderseniz kolay kolay bulamazsınız. İşte bunlara istediğiniz ayeti okuyun. “summuv ve bukmun fiz zulumât” “sağır, dilsiz karanlıklar içerisinde…” (Enam 39) Yani gözünün önüne getirsin görmüyor. Konuşuyorsun duymuyor. Sen konuş diyorsun. Ben konuşmam diyor. Bu ne ya? İşte Allahu Teala şöyle diyor. “mey yeşeillâhu yudlilh” İşte kader burada anlatılandır. Allahu Teala kendi koyduğu ölçüye göre tercih ettiği kişiyi sapık yapar. Yani şunu yapan sapık olur. Allah’ın kaderi… “ve mey yeşeé’ yec’alhu alâ sırâtım mustegîm” “davranışlarına göre tercih ettiğini de sıratı müstakimde kabul eder.” (Enam 39) Mesela bir hoca imtihan yapar. Şu soruya şu kadar puan, şu soruya şu kadar puan diye kendisi belirlemiştir. Okul idaresi, Milli eğitim, Üniversite neyse bir şey belirlemiştir. Şu kadar puan alan geçer, şu kadar puan almayan geçmez. İşte “hayrihi ve şerrihi min Allahi Teala” budur. Allah da böyle bir kural koymuş. Yani bunu gösteriyor. Kuralı gösteriyor. Tabi ki bu Allah’ın koyduğu kural değil ama Allah da kendi dini için bir kural koymuş. O kurala göre bazılarını yola gelmiş kabul eder, bazılarını da sapık sayar.
“Gul eraeytekum” Allahu Teala “Şöyle kendinize bir bakın” diyor. Ve çevrenize…
Enes ALİMOĞLU: Bu zulumat konusunda biraz önce içeride de konuştuk. Allah’ın ayetleri karşısında yalan söyleyip de cemaatleşen insanların içerisinde kendisini üst düzey olarak, hoca olarak tanıyan insanlarda kibirle inat oluyor. Tabi hakka karşı… Alt tabakadaki insanlarda da cehalet ile taklit oluyor. Bu dört şey buradaki “zulumat” “karanlıklar” (Enam 39) oluyor. Kibir, inat, cehalet ve taklit… Bu dört şeyde olanlar Allah’ın dalalette bırakması ölçüsüne uymuş olan insanlardır. İnat ve kibri bırakıp, cehalet ve taklidi bırakıp ayetlere gelenler ise Allah’ın doğru yol üzerinde kılması ölçüsüne yan insanlardır.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: İşte kader budur.
Enes ALİMOĞLU: Evet, kader bu…
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Kader Allah’ın koyduğu ölçüdür. Ölçüyü koymuş. Sen inat ediyorsun, kibirli davranıyorsun. Yok kardeşim ama diyor. Öyle mi? Peki… Birisi de taklit ediyor. Düşünmeden arkasından gidiyor. İşte bunlar karanlık içerisindedir. Ama kardeşim ben hesabı Allah’a vereceğim. Kusura bakma sana vermeyeceğim diyen insanda kafasını çalıştırıyor. Doğruyu buluyor. O da hak yolda olmuş oluyor.
“Gul eraeytekum” Allah insanın kendisine diyor. Bak sen kendine… “eraeyte” “gördün mü” “kum” “sizi” Yani sen kendine ve çevrene baktın mı? Bir bak bakalım. Önce bir kendine sor ve çevrene bir bak. Bir gözlem yap. “in etâkum azâbullâhi” “Başınıza Allah’ın bir azabı gelse” Mesela yolda yürürken küt diye düştün. Ayağın şey yaptı. Kalkamıyorsun. “ev etetkumus sâatu” “ya da kıyamet saati” Birden bire ölseniz yeniden dirildiğinizi görseniz. “eğayrallâhi ted’ûn” “Allah’tan başkasına mı yalvaracaksınız?” Kime yalvaracaksınız? “in kuntum sadigîn” “Haklıysanız söyleyin bakalım.” (Enam 40) Hatırlarsınız, Show Tv’de Celal ŞENGÖR ile programımız vardı. Hala bugün kendisini inanmayan bir kişi olarak anlatmaya çalışır. Ali KIRCA programın sonunda ona şu soruyu sordu. “Ya Celal Bey sen bir deprem profesörüsün, söyle bakalım İstanbul’da ne zaman deprem olacak?” dedi. Allah bilir dedi. Hani sen Allah’a inanmıyordun. Ondan sonra “ya en ateist olanımızda bir deprem sırasında Allah, Allah diyerek dışarı kaçmıyor mu” dedi. İşte bu ayetin gereği… Şöyle kendinize ve çevrenize bir bakın. Başınıza bir şey geldiği zaman kime sığınıyorsunuz?
“Bel iyyâhu ted’ûne” “Yalnız Allah’a yalvarırsınız” “feyekşifu mâ ted’ûne ileyhi in şâe” “Allahu Teala eğer koyduğu kurala uygun görürse sizin başınıza gelen o sıkıntıyı giderir” “ve tensevne mâ tuşrikûn” “Ama o zaman Allah’a ortak koştuklarınızı unutrsunuz.” (Enam 41) Az önce Enes Hocanın söylediği gibi… Cemaat lideri hiçbirisinin aklına gelmez.
Enes ALİMOĞLU: O zaman kibir kalmaz. Aciz olduğunu hisseder.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: O liderde de kibir kalmaz.
Enes ALİMOĞLU: İnatta kalmaz.
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: O alttakilerin de aklına hiçbir zaman gelmez. İnatta kalmaz. Ama ne zaman ki o şey geçer. Mesela dikkat edin, savaş sırasında hiçbir şeyhin sesi çıkmaz. Ama savaşı kazanırsanız hep kendileri gidip kazanmıştır. Şimdi burada bu ayetleri bitiriyoruz ama şunun üzerinde tekrar vurgu yapalım. Burada Allahu Teala yalancılık üzerinde durdu ki önümüzdeki hafta okuyacağımız ayette de gene aynı şeyi söylüyor. Enam Suresinin 49. Ayetinde şöyle diyor. “Vellezîne kezzebû biâyâtinâ” “Ayetlerimiz karşısında yalan söyleyip duran” Zaten inatta, taklitte hep onu yalana sevk ediyor. Ben anlamam efendi ne derse o diyor. Tamam, ama kardeşim kusura bakma bizimde bir şeyimiz var derler. Öbürü de öyle söyler. “yemessuhumul azâbu bimâ kânû yefsugûn” “Fasıklıklarından dolayı o azap onları yakalar” (Enam 49) Fasık nedir? Yoldan çıkıyor. İnatla yoldan çıkıyor. Bilmeden değil. İşte buraya çok dikkat edelim. Yani siz kendinize ve çevrenize bakın. Doğrular insanların hesabına gelmediği için insanlar kabul etmezler. Yoksa doğru olmadığı için değil.
Evet, şimdi bir ara veriyoruz. Daha sonra devam ederiz inşallah.