Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Euzubillahimineşşeytanirracim.Bismillahirrahmanirrahim. “Rabbenâ lâ tuzığ gulûbenâ bağde iz hedeytenâ veheb lenâ mil ledunke rahmeh, inneke entel vehhâb”. “Ya rabbi bize doğru yolu gösterdikten, doğru yola geldiğimizi onayladıktan sonra kalplerimizi kaydırma. Bize iyilik ve ikramda bulun. Çünkü her şeyi veren sensin”. (Ali İmran 8)
Doğruları anlamak ve doğru yola gelmek herkesin kolaylıkla yapabileceği bir şeydir. Ama ne zaman ki menfaatleriyle çatışırsa sıkıntı o zaman başlar. Dolayısıyla büyük bir alim olmak, geniş imkanlara sahip olmak, zengin olmak, dünyada istediğini elde etmiş olmak doğru yoldan sapmama anlamına gelmez. Bir insan ben demeye başladığı an kaybeder. Cenabı Hak cümlemizi doğruları gördükten sonra her şeye rağmen doğrularda sabit olanlardan eylesin. Uzunca bir aradan sonra 2017 yılının 22 Ağustosunda derslerimize tekrar başlıyoruz. Ramazanın başından itibaren ders yapmadık. Dersimize Süleymaniye Vakfımızın küçük salonunda devam ediyoruz. Zaten uzun yıllar burada ders yapmıştık. Hatta o zaman bu kadar da büyük değildi. Burada ayrıca iki tane oda vardı. Son birkaç yıldır Salı derslerini Ensar Vakfının salonunda yaptık. Artık oranın müsait olmadığı anlaşıldı. Bugüne kadar yapmış oldukları hizmetlerden, bize verdikleri imkânlardan dolayı kendilerine çok teşekkür ediyoruz. Elbette ki bizim onların imkânlarından onların istekleri dışında yararlanma hakkımız yoktur. Bize düşen yaptıklarından dolayı kendilerine çok teşekkür etmektir. İnşallah hayırlı hizmetlerde büyük başarılar elde ederler. Bugün ki dersimiz benim açımdan oldukça önemlidir. Türkiye’nin bugün ki şartlarıyla da son derece örtüşen bir ders yapacağız, inşallah. Dersimizin konusu Adaletten Şaşmamaktır. Yani durum ve şartlar ne olursa olsun, biz Müslümanlar olarak adil olmak zorundayız. Dürüst davranmak zorundayız. Adil olmak da Allah’ın istediği gibi davranmaktır. Ramazan’dan önce Maide Suresinin 7. Ayetine kadar yapmıştık. Bugün 8. Ayetinden devam ediyoruz. Yani bu ayeti özel olarak bugün için seçmiş değiliz. Ama ayeti kerime günümüz şartlarına son derece uygun anlamlar içermektedir.
Burada Allahu Teala şöyle buyuruyor. “Yâ eyyuhellezîne âmenû” “Ey iman edenler”. Yani Allah’a inanan ve güvenenler. Bir insan Allah’a güvenmiyorsa iman etmiş sayılmaz. Yani Allah vardır, birdir demeyen yeryüzünde yoktur. Allah’ın var veya bir olması iman etmek değildir. Onun dediğine güvenmek, onun gösterdiği yoldan başka herhangi bir yola önem vermemek gerekir. Güvenmediğiniz zaman inanmış olmazsınız. Mesela siz kendinize bakın. Size birisi Fikret Bey nasılsın, iyi misin, seni çok severim falan diyor. Ama güvenmiyorsa size bu adam bana inanır der misiniz? Hiç kimse demez değil mi? Onun için Allah’a inanmak demek Allah’a tam olarak güvenmek demektir. Allah’a güvenmek de Allah’ın kitabına güvenmek ile olur. Çünkü allah ile oturup sohbet edecek halimiz yok ki… Allah kitabında ne diyorsa o. Tutup da Allah’a akıl öğretmeye, aslında şöyle demek istemiştir diye kendi kafamıza göre yorumlamaya hakkımız yoktur. Bu gerçekten Cenabı Hakka karşı yapılabilecek en büyük günahtır. Dikkat edin, siz bir yerde konuşurken yanınızdaki adam aslında şöyle demek istedi derse size ne yaparsınız? Bir dakika kardeşim ben ne dediğimi biliyorum, niye benim sözlerimi sağa sola çarpıtıyorsun demez mi? Allah’ın sözleri de o şekildedir. Cenabı Hak burada “Yâ eyyuhellezîne âmenû” “Ey inanıp güvenenler”. Allah’a tam güvenenler. “kûnû gavvâmîne lillâhi” “dik duruşlu olun”. Ama kimin için? İnsanlar aferin desin diye mi? Başkalarının yanında itibar kazanmak için mi? Hayır, “Allah için”. Sadece Allah razı olsun yeter. Ben buradan size konuşuyorum, siz beni dinliyorsunuz. Bu konuşmayı yapabilmem için Allah’ın bana verdiği sayısız nimetlere ihtiyacım yok mu? Nefes alıp vermemi Allah’tan başka biri sağlayabilir mi? Şu ağzımı, şu dilimi, şu zihnimi, şu gözümü, okuduğumu anlayıp kavramayı, zihnimde bunu belli bir şekle sokup size aktarmayı Allah’tan başka birisi yapabilir mi? Ya da sizin dinleyip de anlamanızı Allah’tan başka birisi sağlayabilir mi? Bizi yaratan o, yaşatan o, her şeyimizi veren o. Biz onu değil de başkasını mı memnun edeceğiz? O zaman ona güvenmiyorsun demektir. Başkasına güveniyorsun. “kûnû gavvâmîne” “dik duruşlu olun”. Yani sürekli dik duracaksınız. Sağa sola eğilmek yok. Kimin için? “lillah” “Allah için”. Yani Allah benden razı olsun yeter diyeceksiniz. Başkasına gerek yok. Allah için dik durur da bir hata ederseniz, Cenabı Hak çok merhametlidir. Allah mutlaka bir şekilde o hatanızı size bildirir. Ve hatanızı düzeltirsiniz. “şuhedâe bil gıst” “kıst şahitleri olarak”. Kıst kelimesinin Türkçemizde bir karşılığı var. Taksit… Yani bu ay ki taksit şu kadar deriz. Onu tam verirsen o ay ki borcunu vermiş olursun. “şuhedâe bil gıst” da herkesin hak ettiği neyse, olay neyse, gördüğün neyse, şahit olduğun neyse, onu o şekilde söylemektir. Herhangi bir şey katmadan, herhangi bir şey eksiltmeden… Mesela dürüst şahitler diyebiliriz. Adil şahitler diyebiliriz. Doğru şahitler olun. Yani Allah’tan başkasını razı etme diye bir şey aklınızın köşesinden geçmesin. “ve lâ yecrimennekum şeneânu gavmin alâ ellâ tağdilû” “bir topluluğa olan kininiz” Yani bir adamı sevmeyebilirsin. Bazı insanlardan nefret ediyor olabilirsin. Kin tutuyor olabilirsin. Ama bu “sizi adaletsizlik günahına sokmasın”. Yani o kişiyi sevmiyorsun diye asla haksızlık yapamazsın. Hiç sevmeyebilirsin. Ondan nefret ediyor olabilirsin. Ama ona asla haksızlık yapamazsın. “iğdilû” “siz adil davranın”. Yani herkesin hakkını gözetin. Kimseye haksızlık yapmayın. “huve agrabu littagvâ” “takvaya en yakın olan odur”. (Maide 8) Takva ne demek? Korunma demektir. Neyi koruyacaksınız? Allahu Teala dinini nasıl tarif etmişti? “Yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın insanları ona göre yarattığı fıtrata çevir” (Rum 30) diyor. Yani yaratılışta Allah’ın bize vermiş olduğu özellikler, vücudumuza koyduğu kanun ve kurallardır. Peki, o kanunlara uygun davrandığımız zaman kendimizi korumuş oluruz değil mi? İşte takva fıtrata uygun davranmadır. Yani kendinizi bozmamaktır. Allah ne diyor? “Legad halagnel insâne fî ahseni tagvîm” “İnsanı en güzel kıvamda yarattık” (Tin 4) diyor. En güzelsin ama sonra kendini bozuyorsun. Allah’tan başka dostların ortaya çıkmaya başlıyor. O zaman kendini zayi etmeye başlıyorsun. İşte burada adil davranırsanız her şeyden önce kendinizi korumuş olursunuz. Çünkü karşı taraf size karşı yanlış davranma arzusunu harekete geçirmekte sıkıntı çeker. Yani sizden iyilik gördüğü zaman size karşı düşmanlığı değişir. Bakarsınız samimi bir dost olmuş. Sıcak bir dost olmuş. “idfağ billetî hiye ahsenu feizellezî beyneke ve beynehû adâvetun keennehû veliyyun hamîm” “Herhangi bir şeyi en güzeli ile karşıla. O zaman bakarsın ki aranızda düşmanlık olan kişi sanki sıcak bir dost haline dönüşmüş olur” (Fussilet 34) diyor. Yani düşmanlık ne olur? Sıcak bir dostluğa dönüşür. Yani adil olduğunuz zaman bunun ilk faydası kime oluyormuş? Kendimize oluyor. “vettegullâh” “Allah’tan çekinerek kendinizi koruyun”. Ne demek? Yani Allah’ın koyduğu emir ve yasaklara uyarak kendinizi koruyun. Demek ki Allah’ın dinine uymak aslında kendimizi korumaktır. “innallâhe habîrum bimâ tağmelûn” “Ne yaptığınızdan Allah haberdardır”. (Maide 8) Yapıp ettiklerinizi Allah gayet iyi biliyor.
“Veadallâhullezîne âmenû ve amilus sâlihâti” “inanıp güvenen ve iyi iş yapanlara Allah söz vermiştir”. “lehum mağfiratuv” “mağfiret onlar içindir”. Yani Allah onları bağışlar, onların suçlarını örter, onların yanlışlarını insanlara göstermez. Yani hata yapmamamız mümkün değil. İnsanız elbette ki yaparız. Ama iyi işler yapmaya gayret gösterdiğiniz zaman Allah size ikramlarda bulunur. “ve ecrun azîm” “büyük bir ücret de vardır”. (Maide 9) Büyük bir karşılık da vardır.
Burada zamanımızla ilgili olarak tahlil yapalım. Bugün Türkiye’nin hali… Uzun asırlardır Batının hak etmediği bir hâkimiyet döneminden geçtik. Batı hak etmedi ama cezayı biz hak etmiştik. Onun için Allahu Teala onları bizden daha iyi duruma getirdi. Çünkü daha önceki derslerimizden de gayet iyi biliyorsunuz. Bugün mezheplerin tamamı Allah’ın koyduğu sınırları yıkmış ve bunu İslam olarak ortaya koymuş, bugün İlahiyat Fakültelerimizde, İmam Hatip Okullarımızda, İslam Üniversitelerinde, Medreselerde ilim diye okutuluyor. Bilgilerinizi hatırlatmak amacıyla birkaç tane örnek vereyim. Kuranı Kerimde on dört tane “hududullah” kelimesi geçiyor. Bunun sekiz tanesi Talak ile ilgilidir. Erkeğin eşini boşaması ile alakalı hükümleri tarumar etmeyen bir Sünni mezhep yok. Yani Fıkıh kitaplarındaki erkeğin eşini boşamasıyla ilgili hükümlerin tamamı Kuran’a % 100 aykırıdır. Kadının boşama hakkını elinden almamış Şii, Sünni hiçbir mezhep yoktur. Orada da hududullah var. Mirasta çok ciddi yanlışlar yapılmıştır. Mesela bir tane örnek vereyim. Orada da hududullah vardır. Mirasta mirasçının dini önemli değildir. Akrabalık önemlidir. Ama bu mezhepler bir gayrimüslimin Müslüman akrabasına mirasçı olmasını kabul etmezler. Fatih Ahzab Suresi 6. ayeti okur musun?
Fatih ORUM: “Ennebiyyu evlâ bilmué’minîne min enfusihim ve ezvâcuhû ummehâtuhum ve ulul erhâmi bağduhum evlâ bibağdın fî kitâbillâhi minel mué’minîne vel muhâcirîne illâ en tef’alû ilâ evliyâikum mağrûfâ, kâne zâlike fil kitâbi mestûrâ”. (Ahzab 6)
Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR: Nisa Suresinin 7. Ayetinde, 11. Ayetinde, 12. Ayetinde ve 33. Ayetinde bu akrabalar ile ilgili olarak “Lirricâli nasîbum mimmâ terakel vâlidâni vel agrabûn, ve linnisâi nasîbum mimmâ terakel vâlidâni vel agrabûne” “erkeklerin anne baba ve en yakınların terk ettiklerinden bir payı var. Kadınların anne, baba ve en yakınların terk ettiklerinden bir payı var”. (Nisa 7) Burada dikkat ederseniz din diye bir şey yok. Ahzab 6. Ayette de “ve ulul erhâmi” “rahim sahipleri” diyor. Akrabalık ana rahmine bağlıdır. Benim kardeşim dediğiniz zaman aynı rahimden doğmuş olursunuz. Amcam dediğiniz zaman babanızla aynı rahimden doğmuş olur. Dayım dediğiniz zaman annenizle aynı rahimden doğmuş olur. Onun için buna “ulul erham” denir. “Bunların bir kısmı Allah’ın kitabında müminlerden ve muhacirlerden önceliklidir”. (Ahzab 6) Çok açık ve net… Hiç kimsenin başka şekilde anlaması mümkün değilken… Hududullah kelimesinin geçtiği konulardan birisi de mirastır. Onu da batırmışlardır. Mezheplerde bu bir ilimdir. Baka konularda var. Bir yerde hudud geçsin de mezhepler onu ilim adı altında yakıp yıkmasınlar. Olmuş şey değil. Allahu Teala bu hadleri çiğneyenler için, bu sınırları çiğneyenler için “ve yeteadde hudûdehû yudhılhu nârân” “Allah’ın sınırlarını aşarsa, çiğnerse Allah onu bir ateşe sokar”. (Nisa 14) Bugün İslam Âlemi cayır cayır yanıyor. Sadece bugün değil. Birkaç asırdır yanıyor. Aslında burada Batının bize hâkim olması için bugün de elinde hiçbir şey yok, dünde yoktu. Ama bugün Müslümanlar bunu görebilecek durumda değiller. Gözleri kör çünkü… Hiç kusura bakmasınlar. Çünkü Batının önlerine koymuş olduğu algı yönetiminin esiri halindeler. Onların yanlışlarını doğru zannediyor. Ve yanlış yolda yürüyorlar. İşte şu anda Müslümanlar Allah’a karşı işledikleri suçun cezasını çekiyorlar. “yudhılhu nârân hâliden fîhâ” “sürekli orada, ölmeden orada kalırlar”. (Nisa 14) İslam Alemi tükenmiyor ama ateşin içerisinde yanıp tutuşuyor. Bugün İslam Âleminde yeni yeni ortaya çıkma, kendini gösterme emareleri var. Bununda en çok yaşandığı yer Türkiye’dir. Türkiye’nin bugün ki haliyle Resulullah’ın (s.a.v) Medinesini karşılaştıralım. Bedir Savaşı oldu, arkasından Uhud Savaşı oldu. Müslümanlar her defasında daha da güçlendiler. Müslümanların güçlenmesi çevredeki Arap kabilelerini ciddi anlamda rahatsız etti. Tüm çevrenin desteğiyle Hendek Savaşı başlatmaya karar verdiler. Yani Medine’yi kuşatıp Müslümanları orada tamamen bitirmeye karar verdiler. Medine’nin içerisinde münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selul var. Bu adam Resulullah’ın en büyük düşmanlarındandır. Çünkü o Medine’ye gelmeden önce Medine kralı yapılmak üzere ittifak edilmiş. Fakat onun gelmesi krallığını düşürmüştür. Krallığını düşürünce Medine’de bir sürü problemin başı olmuştur. Dikkat ederseniz, Resulullah (s.a.v) Yahudi kabilelerini dışarı çıkarmıştır. Ama Abdullah bin Ubey bin Selul Müslüman görünümlü bir adamdır. Onun arkasından gidenlerin birçoğu onu Müslüman zannediyor. Hatta Resulullah’ın (s.a.v) yanında savunanlar var. Bugün Türkiye’de de buna benzer yapılanmalar var. Türkiye’de çepeçevre kuşatılıyor. Düşmanlar ha bire bu ülkeyi bitirmek için uğraşıyorlar. Burada bundan kurtuluşun yolu nedir? Hayır, mesele kurtuluş değil. Buradaki ayeti kerimeye göre nasıl hareket edeceğiz. Yani bu sıkıntıdan kurtulmak değil. Bu insanların düşmanlığını nasıl dostluğa çevirebiliriz? Nasıl kalplerini kazanabiliriz? Dünyanın bugün ki hali eğer biz dinimize dönersek hayal edemeyeceğimiz kadar elimize geniş imkânlar veriyor. Çok geniş fırsatlar veriyor. Bunu yeter ki Müslümanca değerlendirelim. Allahu Teala burada “Veadallâhullezîne âmenû ve amilus sâlihâti” “Allah inanan ve iyi işler yapanlara söz vermiştir”. “lehum mağfiratuv” Hatamız kusurumuz olmaz mı? Elbette bir sürü… Ama “Allah onları bağışlar”. “ve ecrun azîm” “büyük de bir karşılık verir”. (Maide 9) Nedir bu karşılık? Abdullah bin Ubey bin Selul olayı son derece önemlidir. Yani siyasetle uğraşmak isteyen kişiler bu konuyla ilgili ayetleri çok iyi öğrenmeleri lazım. Resulullah’ın (s.a.v) ona karşı tavrı… Bir siyasi rakip değil. Aynı zamanda her türlü pisliğin başı… Mekkelilerin çevreyi harekete geçirmeleri sırasında Mekke ile Medine arasında Beni Müstalik kabilesi var. Beni Müstalik’in başında Müreysi suyu var. Çok önemli bir yerdir. Müreysi suyunun başında oturmuşlar. Çevredeki kabileleri de Müslümanlara karşı savaşa hazırlıyorlar. Mekke’de kilerde harekete geçecek. Resulullah (s.a.v) herkesten önce harekete geçerek Beni Müstalik savaşını yapıyor. Bu savaş Hendek Savaşından iki ay kadar öncedir. Şaban ayının ikisinde oraya gidiyorlar. Hendek Savaşı Şevval’in yedisindedir. Şaban, Ramazan, Şevvaldir. Şevval orucundan bilirsiniz. Ramazandan sonraki aydır. Şevval’in biri Ramazan Bayramıdır. Bayramın ilk haftası… Resulullah (s.a.v) oraya gidiyor. Oraya giderken ordusunda Abdullah bin Ubey bin Selul da var. Abdullah bin Ubey bin Selul orada bir problem çıkarıyor. Bütün gayreti askeri birbirine düşürmektir. Münafikun Suresini açalım. Orada ne dediğini Allahu Teala bize bildiriyor. Ömer’in (r.a) yanında çalışan Cehcah adında bir zat var. Müreysi suyunun başında ensardan birisiyle arasında bir çekişme oluyor. O sıra birbirilerine girecek gibi oluyorlar. Uzaktan da Abdullah bin Ubey bin Selul bakıyor. “29:49 29:51 sn. arası anlaşılmıyor”. “Besle köpeği seni yesin” diyor. Bizde Türkçe’de besle kargayı oysun gözünü deriz. Etrafındakiler de dönüp bu adamları siz böyle şımarttınız diyor. Savaş sırasında oluyor bu. Evsiz barksızlardı, burada ev sahibi olmalarına sebep oldunuz. Yedirdiniz, içirdiniz, doyurdunuz. Münafikun Suresinde Allah bize oradaki sözünü naklediyor. Abdullah bin Ubey bin Selul bir kişi değil. Münafık bir gruptur. Çete… Grup halinde… “Humullezîne yegûlûne” “şöyle diyorlar”. “lâ tunfigû alâ men ınde rasûlillâhi hattâ yenfaddû” “Resulullah’ın yanında bulunanlara bir şey vermeyin”. Af edersiniz açlarından gebersinler diyorlar. “Darmadağınık olsunlar” diyorlar. “ve lillâhi hâzâinus semâvâti vel ardı” “bilmiyorlar ki göklerin ve yerin hazinesi Allah’a aittir”. Verecek olan odur. Başkası değil ki… Onun için Allah için ayakta duracaksın. Yalnız Allah’tan isteyeceksin, başkasından değil. Allah’ın verdiğini hiç kimse veremez. “ve lâkinnel munâfigîne lâ yefgahûn” “Münafıklar bunu anlayamazlar ki”. (Münafikun 7) Allah’ın verdiğini onlar anlayamaz ki… Ya bu adamlar nereden geçiniyor? Nasıl yapıyorlar derler. Sen nereden bileceksin bunu? Sen hiç hayatında Allah’a güvendin mi ki böyle söylüyorsun? “Yegûlûne” “ve şöyle diyorlar”. Söyleyen en başta Abdullah bin Ubey bin Selul, diğerleri de ona iştirak ediyorlar. “leir racağnâ ilel medîneti leyuhricennel eazzu minhel ezell” “hele bir Medine’ye dönelim. İzzetli ve şerefli olan en zelil ve hakir olanı çıkaracaktır”. Onlara göre izzetli ve şerefli olan kim? Abdullah bin Ubey bin Selul değil mi? Zelil ve hakir olan kim? Resulullah. Çıkaracaktır diyor. Ama bilmiyor ki “ve lillâhil ızzetu ve lirasûlihî ve lilmué’minîne” “izzet ve şeref Allah’ındır, Resulünündür ve müminlerindir”. “ve lâkinnel munâfigîne lâ yağlemûn” “Münafıklar bunu bilmezler ki”. (Münafikun 8) Bunu Zeyd bin Erkam Resulullah’a haber veriyor. Abdullah bin Ubey bin Selul böyle dedi diyor. Resulullah onu yanına çağırınca yok böyle bir şey yapmadım diyor. Ama bir tek kişinin şahitliği yetmediği için Resulullah ona hiçbir şey yapmıyor. Fakat bu adamın pisliği bilindiği için Resulullah hemen askere hareket emri veriyor. Hareket emri veriyor da Abdullah bin Ubey bin Selul duruyor mu? Gelirken yolda bir yerde konaklıyorlar. Nur Suresini açın. Bunlar falanca kitapta yazılı, filanca kitapta yazılı değil. Allah’ın kitabında yazılı olanları okuyorum size… Gelirken bir yerde konaklıyorlar. Resulullah (s.a.v) o savaşa giderken Aişe validemizi de götürmüş. Sabaha doğru Aişe validemiz tuvalet ihtiyacı için açılıyor. Orası sahra tabi ki… Tuvalet olan yerler değil ki… Korunaklı bir yer bulup orada ihtiyacınızı gideriyorsunuz. Gece vakti olduğu için gerdanlığı düşmüş. 33:45 33:47 sn. arası anlaşılmıyor. Orada düşmüş. Geri gelince gerdanlığının düştüğünü anlıyor. Tekrar geri gidiyor. Nasıl olsa bunlar ben olmadan hareket etmezler diye düşünüyor. Fakat bu hevrec dedikleri, devenin üzerinde üstü kapalı şeyler olduğu için devenin içinde olduğunu zannedip yola çıkıyorlar. Aişe validemiz geriye gidip gerdanının taşlarını bulup geri dönene kadar epey vakit geçiyor. Dönüyor ki herkes gitmiş. Nasıl olsa gelir beni alırlar, yerimden ayrılmayım diye düşünerek oturup bekliyor. O sırada uyuya kalıyor. Ordu hareket ettikten sonra bir kişi kalıp bir yerde birisinin eşyası düşmüş mü, kalan bir şey var mı diye bakıyor. Saffan bin Muattal es-Sülemi orada Aişe validemizi görünce hemen kendi devesine bindiriyor. Kendisi yaya olarak gidiyor. Hızla gidiyorlar ama kısa sürede yetişemiyorlar. İlk gittiklerinde problem yok. Yani hiç kimsenin aklından yanlış bir şey geçmiyor. Ama Abdullah bin Ubey bin Selul durur mu? Fırsat bu fırsat diyerek etrafındakilerle birlikte Aişe validemizle o adamın arasında gayrı meşru bir ilişki geçtiğini söylüyorlar. Hemen iftira atıyorlar. Savaştan geliyorsunuz, savaşta problem çıkardı. Yolda problem çıkarıyor. Bir müddet sonra da Hendek Savaşı olacak. Allahu Teala ayette “İnnellezîne câû bil ifki usbetum minkum” “o iftirayla, o yalanla, o algı yönetimiyle gelenler var ya içinizden bir grup” diyor. Yani münafıkların dışındakilerde onlara destek oluyor. Sadece münafıklar değil. Ama ey Müminler “lâ tahsebûhu şerral lekum, bel huve hayrul lekum” “siz bunu sizin için şerli olarak düşünmeyin. Sizin hayrınızadır bu”. Neticesi hayırlı olacak. Onun birçok sıkıntılı durumlar vardır ki çok büyük yükselmelere sebebiyet verir. Yani sancısız doğum olmaz. “bel huve hayrul lekum” “aslında o sizin için hayırlıdır”. “likullimriim minhum mektesebe minel ism” “o Aişe validemizle ilgili bu haberi çıkaran, bu iftirayı yapanlar hepsinin kazandığı günahtan bir pay vardır”. “vellezî tevellâ kibrahû minhum lehû azâbun azîm” “kendini büyük gören kişi var ya ona da büyük bir azap vardır”. (Nur 11) O kişi Abdullah bin Ubey bin Selul’dur. Hazrec kabilesinin reisidir. Allahu Teala Müslümanlara “Lev lâ iz semiğtumûhu zannel mué’minûne vel mué’minâtu bienfusihim hayrav” “bunu duyduğunuz zaman mümin kadın ve mümin erkekler bunu kendileri için hayırlı olarak düşünselerdi olmaz mıydı?” Niye propagandalara kanıyorsunuz? Kim ne derse desin? “ve gâlû hâzâ ifkum mubîn” “bu apaçık bir iftira deseler”. (Nur 12) Peki, neden? “Lev lâ câû aleyhi bierbeati şuhedâé’” “bunu söyleyenler dört tane şahit getirselerdi ya”. “feiz lem yeé’tû biş şuhedâi feulâike ındallâhi humul kâzibûn” “şahit getirmedilerse Allah yanında yalancıdırlar”. (Nur 13) İslam Hukukunda bir şey vardır. Beraatı Zimmet asıldır. Ne demek? Size bir soru sorayım. Anasından yeni doğmuş ya da daha büyümemiş bir çocuk suçlu sayılabilir mi? Hepimiz anamızdan doğmuş kişiler değil miyiz? Suçluluk ve borçluluk sonradan oluşur, doğuştan değil. Hıristiyanlar borçlu sayarlar. Âdem’in suçundan sorumlu tutarlar. Vaftizle bir şeyler yaparlar. Ama asıl Hıristiyanlıkta da bu yok. Onun için beraatı zimmet asıldır. Aişe’nin suçsuz ve günahsız olması asıldır. Suçluluğunu kim iddia ediyorsa; suç eğer zina ile alakalı ise dört tane şahit getirmesi gerekir. Üç tane getirse gene olmaz. Çünkü kesin olarak ispatı gerekir. Cenabı Hakkın lütfu olarak Osmanlı yargı sistemini çok iyi öğrenmek bize nasip oldu. 21 sene onun mahkeme defterlerini idare ettik. Orada doktoramızı da yaptık. İslam muhakeme hukuku diye de bir kitabımız var. 1984’de çıkarmıştık. Allah’a çok şükür bugün sahasında dünyada bir numaradır. Şükürler olsun. Henüz onu geçen bir kitap olduğunu duymadım. O kitabın kısa bir hikâyesini söyleyeyim. 1984’de doktoramız bitti. Sonra bastırdık. Satın alsın diye Kültür Bakanlığına gönderdik. Bir yazı geldi. Satın almaya değer bulunmamıştır yazıyordu. 1-2 dk arkasından Harvard Üniversitesinden “kitabınızın basıldığını duyduk şuraya 50 tane ödemeli gönderin” diye mesaj geldi. Cenabı Hak şeyini veriyor. Allahu Teâlâ burada “eğer dört tane şahit getirmezlerse Allah katında yalancıdırlar” diyor. Onun için beraatı zimmet asıldır. Bir kimseyi suçlu sayabilmek için suçluluğunun objektif delillerle ispatı gerekir. Batı hukukunda bu yoktur. Bunların ki Tiran hukukudur. Yani o zalim derebeylerinin hukukudur. Bizde öyle değildir. Kişinin suçluluğu kesin ispatlanıncaya kadar suçsuz sayılır. Onun için bizde tutuklama sadece… Mesela Osmanlı’da ağır suçlarda şahitleri dinlemişseniz bir de şahitlerin güvenirliliğinin tespiti gerekir. O güvenirliliğinin tespitine kadar geçen vakitte tutuklanabilir. O da yarım günü geçmez. En fazla bir gündür. Üç günü bulması mümkün değildir. Bizde hapis cezası diye bir ceza yoktur. Kuranı Kerimde hapis kelimesi sadece Yusuf (a.s) ile ilgili geçer. Resulullah’ın kimseye hapis cezası verdiği yoktur. Fıkhımızda böyle bir şey yoktur. Osmanlı hapis cezasıyla Fransız ceza kanunun Osmanlıcaya tercümesinden sonra tanışmıştır. Onun için biz biz olmak zorundayız. Bugün her şey delil olabilir, hiçbir delil hâkimi bağlamaz. Kişiye suç isnat eden de devlettir, suçluluğuna karar veren de devlettir. Vatandaşın hiçbir değeri yoktur. Bu tamamen Batı hukukudur. Ama bizde kişi son derece değerlidir. Suçu ispatlanıncaya kadar sanık bile denmez. Çünkü o onu töhmet altında bulundurmaktır. Şimdi tutmuşlar sanıklara tulum giydirmekten bahsediyorlar. Bize yakışır mı? Olmaz. Biz bir kere bütün dünyaya örnek olmalıyız. Adil davranmalıyız. Batı hukukuna göre hareket edemeyiz. Zaten o hukuk Osmanlı’ya girdiği günden beri iki yakamız bir araya gelmedi. Hapishane yapmaktan başka şeye vakit bulamadık. Hapise attığın zaman kimi cezalandırıyorsun? Adamların ailesini büyük bir sıkıntıya sokuyorsunuz. Vatandaş onun yemesini içmesini karşılamak zorundadır. Peki, sonuçta ne eline geçiyor? Resulullah’ın (s.a.v) davranışına bakın. Abdullah bin Ubey bin Selul, bu kadar pislikler yapan bir adam… Ona en fazla verebileceği ceza seksen kırbaçtır. Başka bir şey yoktur. Bugün olsa ne yaparlar? Asmakla da kalmazlar. Derisini yüzmekle de kalmazlar. Her şeyi yaparlar. Sonra Hendek Savaşı oldu. Abdullah bin Ubey bin Selul, Hendek Savaşında da pislikler yaptı. Ramazanda döndüler geriye… Ramazandan bir ay sonra da Hendek Savaşı oldu. Sonra Abdullah bin Ubey bin Selul hastalandı. Hatta oğlu Abdullah Resulullah’a geldi. Müsaade et de babamı öldüreyim dedi. Sana bu kadar şeyler yaptı dedi. Asla dedi. Bizim yanımızda kaldığı sürece bizden sadece iyilik ve ikram görecektir dedi. Hatta Resulullah’ın hırkayı şerif meselesi vardır. Abdullah bin Ubey bin Selul hastalandığı zaman Resulullah onu ziyarete gitti. Sen şu hırkanı bana versen de öldüğüm zaman bana kefen olsa dedi. Zannediyor ki Resulullah’ın hırkasıyla ölse cennete gidecek. Şimdi de yanmaz kefen diye şeyler uyduruyorlar ya… Resulullah hırkayı gönderiyor. Ebu Bekir (r.a) dayanamıyor. Ya Resulullah bu kadar da olur mu diyor. Bunun ona hiçbir faydası olmaz ama bize çok faydası olur diyor. Abdullah bin Ubey bin Selul vefat ediyor, Resulullah cenazesine gidiyor. Orada Abdullah bin Ubey bin Selul’un arkasından giden 900 kişi Resulullah’a katılıyor. Siz kendinize şer saymayın. Hayır bu işte. İnsanların gönlünü kazanıyorsunuz. Bugün de Türkiye’nin çevresi tamamen düşmanlarla sarılıdır. İç düşmanlar… Tabi ki iç düşmanlar olmaz mı? Yani o konuda konuşsam herhalde birkaç gün konuşurum. Osmanlı’dan beri olup bitenleri ama ben prensip olarak siyasi konulara girmek istemiyorum. Tabi bugün dışarıyla irtibatı olan o kadar çok kimse var ki ülkede… Olacak. Bunu engelleyemezsiniz. Ama adil davrandığınız zaman o insanların düşmanlığını da etkisiz hale getirirsiniz. O insanlarında çevresini kazanırsınız. Resulullah’ın kazandığı gibi…
Ayetleri tekrar okuyalım. Yani bunu buradan tekrar söylüyorum. Bugün gerçekten Müslümanların elinde inanılmaz imkânlar var. Ama siyasetlerini kesinlikle Batı normlarına göre yapmamalılar. Hiçbir Müslüman bunu yapmamalıdır. Çünkü batılılar tamamen kendi menfaatlerine göre şey yapmışlar. Okullar onlara gönüllü köle yetiştirmek için kurulmuştur. Basın ve yayın kuruluşları tamamen algı oluşturmak için kurulmuştur. Onlarda herhangi bir güç yok. Bütün güçleri propagandalarıdır. Onun için onları etkisiz hale getirmek kadar kolay bir şey yoktur. Zor olan Müslümanları Müslüman haline getirmektir. O çok zor işte… Cenabı Hakka güvenmelerini sağlamak çok zor. Güvendim deniyor. Lafla herkes söylüyor. Zaten İblis’te iki ayette ben Allah’tan korkarım diyor. Ben Allah’tan korkarım demenin bir anlamı yok ki… Korktuğunu göstereceksin. Allah’ın emrine uyduğunu göstereceksin. Bu iş lafla olmaz. Kesinlikle Batılı normlarla… Bir kere Sosyal Bilimler tamamen onların hâkimiyetinden kurtarılmalı. İslami ilimler dediğimiz şey İran ve Roma hâkimiyetinden tamamen kurtarılmalı. Çünkü geçmişte o hale getirmişlerdir ki bugün çektiğimiz cezanın sebebi odur. Yeniden kendimize gelmemiz lazım. Ve bugün İslam’ın bütün dünyaya yayılabilmesi için her türlü imkan var. Bugün okuduğumuz ayetlere düzgün bir şekilde uyarsak… Maide Suresinin 8. Ayetini tekrar okuyorum. “Yâ eyyuhellezîne âmenû kûnû gavvâmîne lillâhi” “dik duruşlu olun”. Ama kimin için? “Allah için”. En güçlü olan Allah’tır. O zaman en güçlüye dayanıyorsan dünyanın en güçlüsü sensin. Allah için, başkası için değil. Falan için, filan için değil. Allah için dik duruşlu olun. Resulullah her şeye rağmen nasıl dik duruşlu oldu? Savaşta askerin arasında problem çıkarıyor. Eşine iftirada bulunuyor. Daha önce yapmadığını bırakmıyor. Yahudi kabilelerini harekete geçiriyor. Hendek Savaşında Yahudi kabileleriyle işbirliği yapıyor. Müslümanları zayıf düşürmek için düşmanla işbirliği yapıyor. Her türlü pisliği yapıyor. Ama o dik duruşunu devam ettirdiği için arkasından Resulullah ne oluyor? Medine’de ki iç huzuru sağlıyor. Dış düşmanların Medine’de oyun oynamasını engellemiş oluyor. İnsanların gönlünü kazanıyor. Arkasından kısa sürede Mekke’yi de Cenabı Hak ona nasip etti. “şuhedâe bil gıst” “kıstla şahitler olun”. Yani herkesin hakkını şahitlik yaparak verin. Yani gözünüzle gördüğünüz neyse o. Hayallerinizle hareket etmeyin. Duygularınızla hareket etmeyin. “ve lâ yecrimennekum şeneânu gavmin alâ ellâ tağdilû” “bir topluluğa olan düşmanlığınız asla adaletsizlik yapmaya sizi sevketmesin”. Kin nefret duyabilirsiniz ama asla adaletsizlik yapmayın. Çünkü onların gönlünü kazanmaya ihtiyacınız var. “iğdilû” “siz adil olun”. “huve agrabu littagvâ” “kendinizi korumanız açısından en yakın olan budur”. (Maide 8) Müslümanlar her şeye rağmen kendilerini korudular mı? Beni Müstalık’e gidip 700 kadar kişiyi esir aldılar. Medine’ye getirdiler. Medine’de Resulullah (s.a.v) Beni Müstalık reisinin kızı Cüveyriye ile evlendi. Evlenince tamamı hemen serbest bırakıldı. Onlar yerlerine gittiler. Onların Müslümanlara çok ciddi katkıları oldu. İşte Savaştan sonra da ne oldu? Münafıkların reisinin çevresi tamamen boşaldı. Önemli olan budur. Esas olan insanların gönlüne hâkimiyet kurmaktır. “vettegullâh” “Allah’tan çekinerek kendinizi koruyun”. Korunmak istiyorsanız Allah’ın kurallarına uyacaksınız. Kendi kafanızdan kurallar uydurarak korunmazsınız. “innallâhe habîrum bimâ tağmelûn” “Allah ne yapmakta olduğunuzdan haberdardır”. (Maide 8) “Veadallâhullezîne âmenû ve amilus sâlihâti” “Allah kendisine inanıp güvenen”. Resulullah da önümüzde en güzel örnektir. “Allah kendisine inanıp güvenenlere ve iyi iş yapanlara söz vermiştir”. “lehum mağfiratuv” “Onlar için bağışlanma vardır”. “ve ecrun azîm” “ve büyük bir ücret var”. (Maide 9) Resulullah’ın Medine’ye hâkim olması büyük bir ücret değil miydi? Hendek Savaşı beşinci yılda yapıldı. Suriye’den Türkiye gelenler kaç yıldır buradalar? Altı yıl. Altı yıl içerisinde ne elde ettiler? Sen Mekke’den Medine’ye sürgün ediliyorsun. Sürgün de edilmiyorsun. Kaçıyorsun. Ve Medine’ye hâkimiyet kuruyorsun. Beş yılda bütün insanların gönlünü kazanıyorsun. O yetmiyor. Mekke’ye gidip Mekkelilerle sözleşme yapıyorsun. Yetmiyor Mekke’yi alıyorsun. Yetmiyor arkasından devrin en büyük devletlerinden Roma’yı kaçırtıyorsun. Sen Allah’a güvendikten sonra herkes senden korkar. Resulullah (s.a.v) vefat ettiği zaman Türkiye’nin dört katı büyüklüğünde bölgeye hâkimiyet kurmuştu. Öyle bir hâkimiyet ki Müslümanlar geriledi mi? Hala Müslümanların kontrolünde… Fatih Sultan Mehmet’i düşünün. İstanbul’a girdiği zaman kimsenin burnunu kanattı mı? Duydunuz mu? Herhangi bir kimseyi evinde rahatsız etti mi? Herhangi bir kimsenin elindeki küçücük bir çöpe dokundu mu? Çünkü insanların gönlünü kazandı. Asırlardır uğraşıyorlar. İstanbul’u elimizden alabiliyorlar mı? Ama Batı Trakya’da öyle davranılmadı. Bugün kim Batı Trakya’ya İslam Devleti diyebilir. Romanya’ya kimse İslam Devleti diyebilir mi? Yunanistan’a denebilir mi? Dört asır orada kaldık. Yugoslavya’ya denebilir mi? Çünkü oraya giriş Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a girişi gibi değildi. Oraya uydurulmuş dinle girildi. İstanbul’a indirilmiş dinle girildi. Aradaki fark o. Onun için aklımızı başımıza toplayalım. Cenabı Hakkın ayetlerine kayıtsız şartsız teslim olalım. Ben Allah’a inanırım, güvenirim demek lafla olmaz. Güveniyorsan Allah ne diyorsa öyle yapacaksın. Allah cümlemizi kendine tam güvenen kullarından eylesin.