Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Vel âkibetu lil muttakîn. Vessalâtu vessalâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve sellim.
Subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm.
Geçen hafta İnşikak suresinden okumuştuk, yine devam edeceğiz. Sureyi baştan kısaca özetlersek, Allah-u Teâlâ burada şöyle buyuruyor: “Gök yarıldığı zaman. Rabbini dinleyip görevini yerine getirdiğini gösterdiğinde. Yer uzadığı zaman. İçinde ne var ne yok hepsini dışarıya çıkardığı zaman. Rabbini dinleyip, görevini yerine getirmiş olduğu tasdik edildiği zaman.”
Allah-u Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı zaman; yani yeri yaratıyor, gökler henüz toz bulutu halindeyken her ikisine isteyerek ya da istemeyerek emrime gelin diyor. Onlar da isteyerek geldik diye cevap veriyorlar.
Bunu inşallah geçen hafta söylemiştim. Daha sonra bu konunun detaylarına gireceğiz. Bizim eşya olarak gördüğümüz cansız varlıklardan her birinin dili var, anlayışı var, sevgisi var ve nefreti var. Yani dışarıda ister hayvan olsun, ister bitki olsun, ister diğer varlıklar olsun bizim için çok basit gibi geliyor ama Kur’an ayetlerini incelediğimiz zaman bunlar ortaya çıkıyor. O zaman eşya ile ilişkilerimiz çok daha önem taşıyor. İnşallah bunu daha sonra ilgili bütün ayetleri okuyacağız Allah nasip ederse.
Bu bakımdan, gökler ve yer Rablerini dinledi diyor. Allah’ı dinledi. Ve de haklı çıkarıldı. Çünkü Allah’ın emrine uydu. Ama göklerin görevi bitti. Çatladı, görevini tamamladı. Yerin de görevi bitmiş oluyor. Yani yaratıldığı zaman ki biçimi bitmiş, artık yeni bir dönem başlamış oluyor. Öncekinden kalan hiçbir artık şey yok. Dağlar yok, çukur yerler dolmuş, denizlerin şekli değişmiş.
Şimdi, ayeti kerimede “kullu şey’in hâlikun illâ vecheh” buyuruluyor. (Kasas 88). “Her şey helâk olacak Allah-u Teâlâ’nın vechi başka.” Yani Allah hariç her şey helâk olacaktır.
Şimdi, insanların tamamının öleceğini biliyoruz. Tabiatın da zaman zaman ölüp dirildiğini de görüyoruz. Demek ki yer ve gök görevini tamamlamış hale gelecek bir gün. Artık ondan sonra yeniden yer gök olacak ama mevcudu değil. Bu, bir ayet vardı hatırlıyor musun? “Yevme tubeddelul ardu gayrel ardı ves semâvâtu” “O gün yer bugünkü şekilden başkasına dönüşecek…” İbrahim suresi 48. ayet. Bugünkü şeklinden başkasına dönüşecek. “… Gökler de dürülmüş vaziyette olacaklar.” Allah’ın gücüyle.
Şimdi, işte bu onların helaki oluyor. İnsanın helaki dediğimiz şey nedir? Ruhun bedenden ayrılması ve bedenin ölmesi değil mi? Helak dediğimiz bu. Ölen bedeni oluşturan maddeler kayboluyor mu? Kayboluyor mu? Kaybolmuyor. Kaybolmuyor. Yine bu toprakta kalıyor. Ama sonra yine bu topraktan tekrar bu maddeler oluşuyor ve o insanlar artık… O maddeler yeniden insan vücudu haline dönüşüyor ve insanlar dışarı çıkıyor. “Ve elkat mâ fîhâ ve tehallet” (İnşikak 4). Çünkü ölen herkes toprağın içine giriyor. Bir insan denizde de boğulsa, onun parçacıkları denizin içinde mi kalıyor yoksa toprağa mı?.. Yani onu bir balık da yemiş olsa, o balık da yarın toprak oluyor.
İşte o toprak kendi içerisinde bulunan insan parçacıklarını dışarı atmış oluyor. O insan parçacıkları yeniden bir oluşum meydana getiriyor. Şöyle düşünün; bir bahçedeki ağaç parçaları, yapraklar toprakla karışınca toprakta gübre görevi görüyorlar. Ve sonra da yeniden oluşumu neyi oluyor? Muharriki oluyor. Sebebi oluyor.
İşte yani göklerin ve yerin ölmesi, göğün ve yerin yok olması değil. Şimdi, Müslümanlar Kur’an ayetleri üzerinde yeteri kadar düşünmedikleri için ayetlere anlam verirken de yanlış anlamlar veriliyor. Mesela: “Bedîus semâvâti vel ard” (Bakara 117) ayeti kerimesi, “Gökleri (ve) yeri yoktan var eden” şeklinde tercüme ediliyor. Hâlbuki “Bedîus semâvâti vel ard” “Gökleri ve yeri örneği olmayan şekilde yaratan” demektir. Çünkü biz bir şeyi yaparken bir yerden örnek alır yaparız değil mi? Ama Allah-u Teâlâ örneksiz yaratmıştır.
Geçen hafta okuduğumuz ayetlerde göklerle yerin bitişik olduğu, sonra Allah-u Teâlâ’nın bunu parçaladığı, toz bulutu haline getirdiği, önce yeri yarattığı, sonra gökleri yarattığı belirtiliyordu. Ama şu andaki, işte Astronomi bilimi Dünyayı Güneşten kopmuş parçacık olarak düşünüyor. Böyle bir olay yok. Böyle bir olay yok.
Hem Müslümanlar yanlış düşünüyorlar, hem gayri müslimler yanlış düşünüyorlar. Şimdi, Müslümanlar diyor ki, hiçbir şey yoktu yoktan var edildi. Öyle değil işte. Mesela Büyük Patlama’yı gayri müslimler tespit etmişler ama Kur’an-ı Kerim bunu detaylı olarak anlatıyor zaten. Zaten anlatıyor Kur’an-ı Kerim.
Bu sebeple, biz eğer inşallah büyük ekipler halinde, böyle ufak tefek çalışmalarla değil, büyük ekipler halinde Kur’an-ı Kerim’e yönelebilirsek yapmamız gereken asıl iş bütün üniversiteleri Kur’anla meşgul etmek. Bütün üniversiteleri derken, Müslümanları değil dünyada ne kadar üniversite varsa. Çünkü Kur’an-ı Kerim kâinattaki her şeyi en ince teferruatına kadar açıklayan kitaptır. Onun usulünü kavrayabilmek gerekiyor. Ona göre hareket etmek lazım. İnsan inansın ya da inanmasın ilimle meşgul olup da Kur’an’a muhtaç olmayacak hiç kimse yoktur. Bunu bizim göstermemiz lazım.
İşte, gökleri ve yeri Allah yoktan var etmiş değil. Bitişikken parçaladığını kendisi bildiriyor. Önce yeri yarattığını, sonra gökleri yarattığını ve bunların içerisine bir enerji yerleştirdiğini de Kur’an-ı Kerimde bildiriyor. Bir güç verdiğini ifade ediyor. Bu güçle bunların tespih ettiğini, bir kısmının namaz da kıldığını, yani dua da ettiğini ortaya koyuyor. İnşallah o detayları daha sonra anlatacağız Allah nasip ederse.
Ben şimdi yavaş yavaş zihinlerinizi hazırlıyorum. Çünkü bu konu, ben yani Kur’an-ı Kerimde falan gördükten sonra hayret ettim. Mesela bir hadisi şerif okumuştum. Peygamber (S.A.V) diyor ki: “Uhud dağı bizi sever biz de onu severiz” diyor. Şimdi, onun üzerinde hiç düşünmemiştim doğrusu. Sonra ilgili ayetleri görünce bunun gerçekten olacağı ortaya çıktı.
Şimdi, sonra Allah-u Teâlâ diyor ki; Ey İnsan! Sen sürekli didinip duruyorsun ama yaptığın her hareketle biraz daha Allah’ın huzuruna yaklaşıyorsun. İster yat, ister yatma, ister çalış, ister çalışma, geçen her an seni biraz daha o Kıyamete yaklaştırıyor. Burada yaptığımıza göre Ahirette karşılığımızı alacağız.
Cenab-ı Hak bütün varlıklar için kader belirlemiş. Kaderi belirlenmemiş bir tek varlık yok. Kader demek ölçü demektir. Ölçü. Her varlığın bir ölçüsü var ve her varlığı o ölçüye göre yaratmış. İnsanlardan her birinin ölçüsü diğerinde yok. Onun için her insan diğerinden farklıdır. Yani herkesin farklı bir kaderi var. Karakteri farklı, vücut yapısı farklı, davranışları farklı, algılaması farklı böyle.
İnsan… İşte kâinattaki, işte göklerin, yerin ve hayvanların kaderi zorunlu kulluk üzerine kurulmuştur. İşte, göklere ve yere diyor ki, isteyerek ya da istemeyerek benim emrime gelin. İstemeseler de Allah’ın emrini tutacaklar, isteseler de tutacaklar ama onlar biz isteyerek tutuyoruz demişlerdir. Ama Allah-u Teâlâ insanlara öyle bir ölçü koymuş ki… Şimdi, bu kader kelimesini bundan sonra inşallah sık sık kullanacağız. Yanlış anlayışları engellemek için.
Allah-u Teâlâ’nın insanlar için oluşturduğu kader hürriyet temeli üzerine kurulmuş. Yani insanlar için bir temel ölçüleri koymuş, sonra serbest bırakmış. “İnnâ hedeynâhus sebîle” İnsân suresinde söylüyor (3. ayet). “Biz insana o yolu gösterdik”, “immâ şâkiren ve immâ kefûrâ” “İster şükreder, ister nankörlük eder.” Nankörlük ederse cezasını çeker, şükrederse mükâfatını görür. Yani kişi yaptığının farkında olarak davranışlarını kendisi belirler. İnsanın kaderi bu. Yani onun için Allah’ın koyduğu ölçü bu.
Sonra işte, ezelden bu takdir edilmiş falan diye bir şey de yok. Çünkü Allah-u Teâlâ, “Hel etâ alel insâni hînun mined dehri lem yekun şey’en mezkûrâ” (İnsan 1). “İnsan mezkûr bir şey olmadan önce uzunca bir süre geçmiştir” diyor. Mezkûr şey, yani hakkında bilgi üretilmiş şey demektir. O kaderin oluşmasının safhalarını zaten ayeti kerime açık bir şekilde gösteriyor. Onu zaman zaman okuduk.
Şimdi, bir anne ile bir baba… Bir kadınla bir erkek evlenmezse bunların ikisinin de çocuğu olmaz. Evlenip evlenmemek tamamen onların ihtiyarına kalmış bir olaydır. İster evlenirler, ister evlenmezler. Evlenirlerse çocuk olmak için gereken ilk çalışmayı yapmış olurlar. Bundan sonra da onların davranışlarına göre… Bunlar gereken gayreti gösterdiği andan itibaren Cenab-ı Hak onlar için bir çocuğun ölçüsünü belirler. Sonra o çocuk o ölçüye göre yaratılır. O zamana kadar bununla ilgili bir şeyin olmadığını Allah-u Teâlâ bize söylüyor.
Dolayısıyla, ayetlere göre hareket ettiğimiz zaman bizim geleneksel anlayışımız tümüyle değiştiği gibi, insanların ancak kendi elleriyle yaptıklarının kendilerinin olabileceği, bu sebeple insanın son derece önemli bir konumda olduğu, çalışırsa başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığı ortaya çıkar. O zaman her Müslüman herkesten daha çok çalışmalıdır.
Şimdi, bakıyoruz ki, mesela Batı’da Kilise’nin ağır baskısı ortadan kalkmış; çünkü Kilise her şeyin üzerine hâkimiyeti kuran bir yapı. Kilise’nin dışında olanlara laik deniyor Batı’da. İşte, laiklik mücadelesi ortaya çıkmış. Yani insanlar Kilise’nin baskısına karşı mücadele vermişler. Kilise’nin hâkimiyeti dışına çıkarak, öf be deyip hürriyetlerin kavuşmuşlar. Kilise’nin karışmadığı hiçbir şey yok. Çünkü Kilise isterse insanı dine alıyor, isterse çıkarıyor. İsterse ona ceza veriyor, isterse mükâfat veriyor, isterse günahını bağışlıyor, isterse bağışlamıyor. Artık insanları sömürmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Ve insanlar Kilise’nin kölesi. Devletler de Kilise’nin kölesi. Bir devlet başkanı göreve başladığı zaman mutlaka bir papaz ona yemin ettiriyor İncil üzerine. Yoksa yok. Onu takdis ediyor, bir şeyler yapıyor.
Şimdi, Kilise’nin bu baskısı altında Batı’nın kıpırdama imkânı yok. Batı Kilise’den kurtuluyor. O uzun laiklik mücadelesinden sonra Kilise’den kurtuluyor. Kilise’den kurtulunca meydanda kalıyor tabi, ne yapacağız?..
Bu defa tabiatı keşfediyorlar. Allah-u Teâlâ’nın tabiattaki ayetlerini okumaya başlıyorlar. Dikkat ederseniz, belgesellerin hemen tamamına yakını Batılılar tarafından çekilmiştir. Yıllarca gözlem yapıyorlar. Karınca üzerinde yapıyor, işte aslanlar üzerinde yapıyor, ne bileyim bitkiler üzerinde, her şey üzerinde yıllarca gözlem yapıyor ve oradan birçok bilgiler alıyor. Kendi fıtratını keşfetmeye başlıyor. Ve müthiş bir ilerleme sağladılar biliyorsunuz. Yani ne kadar çok çalışırsam, o kadar çok başarılı olurum düşüncesiyle müthiş bir ilerleme sağladılar.
Şimdi, bir taraftan ilerlerken, tek kanatlı ilerledikleri için bu defa insanlık taraflarını ihmal ettiler. Dolayısıyla aile bozuldu, insanlar tamamen oyuna eğlenceye düşkün hale geldi. Kimse çocuk sahibi olmak istemeyen bir konuma geldi. Şimdi onun sıkıntısını yaşıyorlar.
Müslümanlara sıra gelince, Müslümanların İslâmi hayatlarının Kur’andan çok uzak olduğunu her defasında görüyoruz. Müslümanlar ne Kur’an ayetlerini okudular, ne kâinat ayetlerini okudular. Şimdi, Kur’an ayetleri için siz anlamazsınız dendi. Ve çok da haklıymışlar bunu söylemekte (!), çünkü insanlar Kur’an ayetlerini anlamaya başladığı zaman, şimdiye kadarki yapının yanlışlığını görüyorlar. E o yapıdan beslenenler insanların Kur’anı anlamasını asla istemezler.
Onun için, Kur’anı anlamak için şu kadar ilim lazım (!); sayarlar sayarlar sayarlar, en sonunda bir tanesini daha sayarlar ki nedir o? İlm-i Ledun. Bunu nerden öğreneceğiz? Cık! Vehbi!.. Ne demek Vehbi? Onu Allah verecek. Hadi oraya kadarını aldık da, peki onu nasıl alacağım kardeşim? Cık! Bunu eskiler almış, sizin alma şansınız yok. Bitmiş artık. Piyasada yok. İthalat da yasak. E o zaman peki, ne yapalım? Siz ne derseniz o olsun, başüstüne. Hah işte böyle adam ol, itiraz etme. Dinle, itaat et, rahat et.
Böylece anormal bir kadercilik içerisine sokulmuştur Müslümanlar. Allah’ın Kur’an-ı Kerimdeki ayetlerinden de uzak, Allahın kâinattaki ayetlerinden de uzak. Allah’ın ayetlerinden tamamen uzak bir din hayatı oluşturuluyor. Dolayısıyla kâinat ayetlerini okuyan insanlar başarıyor.
Biz şimdi hem kâinat ayetlerini Kur’an-ı Kerim ışığında okumak zorundayız, hem Allah’ın Kur’andaki ayetlerini okumak zorundayız. Bu ikisini okuduğumuz zaman, o zaman çok net bir şekilde göreceksiniz ki, Batı’nın şu anda ulaştığı seviye bizim ulaşacağımız seviyenin yanında çok küçük kalacaktır. Ama bunu iyice kafamıza yerleştirmemiz lazım.
“Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.” (Necm 39). “Kişinin kendi gayreti olmadan elde ettiği şey kendinin değildir.” Bazı insanlar var çok rahat yaşıyor. Yaşayabilirler. Rahat yaşayamaz demiyor ki. Onun o yaşamasını temin eden kim? Babasından miras kalmış. O zaman, o onun malı değil babasının malı. Yani evet onun malı, kullanma hakkı ona ait. Babası artık vefat etmiş. Ama o kazanmamış ki. Onun olması için kendinin bir amelinin ona katılması lazım. O malı kullanarak bir takım yeni şeyler elde etmişse o onundur. Kendi ameliyle bir şeyler elde etmesi lazım ki kendinin olsun.
Dolayısıyla, bizim anlayışımızdaki kadercilik, yani bizim geleneğimizdeki kadercilik Allah-u Teâlâ’nın gökler ve yer için oluşturduğu kaderdir. Allah’ın insanlar için oluşturduğu kader bizim anlayışımızda yok. Yani Allah’ın insanlar için oluşturduğu kader, hürriyet üzerine bina edilen kaderdir. Onun için diyor ki: “fe men şâe fel yu’min ve men şâe fel yekfur” (Kehf 29). “İnanmak için kim gayret gösterirse, inansın. Kim de kâfir olmak için gayret gösterirse, o da kâfir olsun.” Gayretini hangi tarafa yönlendirirsen yönlendir. Sana kalmış bir şey. İyi yaparsan güzellikle karşılaşırsın, kötü yaparsan sıkıntıyı çekersin.
Çalışacaksın. Ben neyim ki diyemezsin. Düşün! Sen bu dünyaya Allah-u Teâlâ tarafından getirildin. Annen kim olursa olsun, baban kim olursa olsun, hangi bölgede doğmuş büyümüş olursan ol, çevrende ne bulunursa bulunsun işte sen osun; bunların hiç birisini değiştiremezsin. Bunarlı hazır buldun. Şartlar ne olursa olsun senin yapacağın tek şey var, başarmak. Başarıya kilitleneceksin. Ben kimim ki diyemezsin, buna hakkın yok. Yani kendini küçük göremezsin. Seni Allah-u Teâlâ yaratmış. O imkânlar ölçüsünde başarıya kilitlenmek zorundasın. İşte o zaman Allah katında da adam olursun, insanlar katında da.
Bakın, Cenab-ı Hak Muhammed (S.A.V)i cahil bir topluma peygamber olarak gönderdi. O cahil toplum, hayatında devlet nedir bilmeyen, kabile hayatı yaşayan o toplum kısa süre içinde bin beş yüz yıllık devlet geleneğine, kültüre, eğitime ve siyasi bilgiye sahip olan Sasanileri, onlar kadar eski sayılan Bizanslıları dize getirdi. Onları öyle tarih sahnesinden sildi ki, bir daha gelemeyecek şekilde. Bunların çoğusu okuma yazma bilmiyordu.
İşte, Kur’an-ı Kerim onu gösteriyor, diyor ki; kardeşim buradaki anlayış farklı. İlkokul diploman var mı? Bu sorulmaz. Kimin oğlusun, kızısın? O da sorulmaz. Sen nesin ki falan derse, ben Allah’ın kuluyum kardeşim. Sen nesin ki, sen kimsin ki diye birisi sorarsa, cevabımız şu; ben Allah’ın kuluyum. Bundan daha büyük bir makam var mı? Ben Allah’ın kuluyum. Canım sen kim, o kim? Ben Allah’ın kuluyum. Ben Allah’ın verdiği emri yerine getireceğim. Kâinat da Allah’ın; kararı burada Allah verir, sen değil.
Ayaklarının üzerinde durmasını bileceksin ve başarıya kilitleneceksin. Doğru olmaya, dürüst olmaya çalışacaksın. “En büyük hile dürüstlüktür.” Dürüstlük hilesi… Dürüst olduğun zaman, her zaman kazanırsın. Ama biraz yamuk olduğun zaman, bazen kazanırsın ama çoğu zaman kaybedersin.
“Yâ eyyuhel insânu inneke kâdihun ilâ rabbike kedhan fe mulâkîh” (İnşikak 6). “Ey insan! Sen Rabbine doğru sürekli didinip duruyorsun.” Ne yaparsan her an Rabbine yaklaşıyorsun. Her saniyede biraz daha Cenab-ı Hakka yaklaşıyorsun. Hesabını vereceğin günler geliyor. Yarın Allah’ın huzurunda hesap verirken, sağına soluna bakıp kopya çekemezsin. Ya Rabbi ben kimim ki falan diye sorduğun zaman Cenab-ı Hak der ki, seni Ben yaratmadım mı? Ben sana ne vermişsem onu soruyorum, vermediğimi sormuyorum diyecek. Sen verdiklerimi nasıl kullandın?
“Fe emmâ men ûtiye kitâbehu bi yemînihî.” “Fe sevfe yuhâsebu hısâben yesîrâ.” (İnşikak 7, 8). “Kitabı sağından verilenler kolay bir hesap verecekler.” Allaha şükür çalıştım kazandım. Dürüst davranırsanız dersiniz ki, benim bir endişem yok kardeşim. Yamuk yapmadım ki endişe duyayım dersiniz. İçiniz gayet rahat olur. Bunlar kolayca hesaplarını vereceklerdir.
“Ve yenkalibu ilâ ehlihî mesrûrâ” (İnşikak 9). “Kendi ehline…” Tabi ehil derken ilk akla gelen aile. Eşi, çoluğu çocuğu. Karısı, çocukları eğer müminse, orada hesabını gördükten sonra onların yanına gelecek. Demek onların bir arada olacağı anlaşılıyor Mahşer yerinde. Ama onların içerisinden kâfir olanlar olabilir. O zaman onun ehlinden değil artık. Ayrılır. Efendim, benim bütün ailem yanlış yolda. Olabilir, o zaman senin ailen de senin inancını paylaşan dostların olur, oraya gidersin. “… Onların yanına sevinçle gider.” Hani pekiyi dolu karnesini alan çocuk böyle karneyi sallayarak nasıl giderse, o da almıştır beratını son derece mutlu bir şekilde onların yanına gider.
İşte, “hâumukreû kitâbiyeh.” (Hâkka 19). “Alın da okuyun şu benim kitabımı’ der.” Yani karnesi iyiyse çocuğun, eve her gelene karnesini götürüp okutmak ister. Aldığı aferinlere doymaz ya. Her gelenden bir aferin almak ister. O da öyle o kurtuluş beratını almış ya, okuyun der, okuyun, okuyun.
Şimdi, geçici bir dünya hayatında yaşıyoruz. Hepimiz görüyoruz insanları. Doğru yapanların sürekli iyi olduğunu; sıkıntılar çekseler bile, başları dik, içleri huzurlu olduğunu gayet net bir şekilde görüyoruz. Yanlış davrananların da yamuklarını görüyoruz. Asıl yamukluk ahirette çıkacak onu da biliyoruz.
Ve bunun karşılığında kazanacağımız şey ebedi cennet. Sonsuz mutluluk ve sonsuz zenginlikler. Dolayısıyla “ve fî zâlike fel yetenâfesil mutenâfisûn.” (Mutaffifîn 26). “Yarışacak olanlar bu konuda yarışsınlar.”
Hedefe Cenneti alacaksınız. Hedef o. Allah’ın verdiği bütün imkânları Cenneti kazanmak için kullanacaksınız. Cenneti kazanmak için kullanmak demek gözü yumuk olmak falan değil, gözü açık olmak. Allah nasıl diyorsa öyle Adam gibi adam! Olmak. Hem dünya için, hem ahiret için. Çünkü dünya ve ahiret olayı falan yok. Yani Allah’ın verdiği şu elbiseyi düzgün giyersen, bu elbiseyi verene karşı teşekkür etmiş olursun.
Şimdi, siz birisine bir hediye verseniz; o hediyeyi görseniz ki böyle berbat etmiş. Üzülmez misiniz? O Allah’ın bir kanunudur. Allah sana bir araba vermişse, bu arabayı yıka, tertemiz ol ve temiz bin arabaya. Bu onun şükrüdür. Bu da bir sevaptır. İyi bir elbise vermişse ona göre kullan. İyi bir ev vermişse ona göre kullan. Bunların hepsi birer ibadettir. Çünkü o nimeti veren Kişinin, veren Zatın, O verdiği için kıymetini bilirseniz, Onun emrine uygun davranırsanız O zaten fazlası ile verir. Asıl vereceği şey de ahirette vereceğidir.
Yani eşya ile aramızda bir dostluk oluşması lazım. Eşya ile düşmanlık değil, dostluk. Öyle bir şey oluşması lazım.
Evet, Enes Hoca Ra’d suresi 23. ayeti verdi; bir okuyalım bakalım. 253. sayfa. Hata 22 den başlayalım. “Vellezîne saberûbtigâe vechi rabbihim” “Rablerinin rızasını kazanmak için…” Yani Rablerinin yüzünü. Allah benim yüzüme bakıyor, bakmıyor kelimeleri kullanılır ya. İşte, Allah yüzüme baksın diyenler “…bunun için sabrediyor.” Sabretmek ne demek? Demek ki, bir sürü olumsuzluklarla karşılaşıyorsun. Sabrı Allah için yapıyorsun, başka bir şey için değil. Çok yüksek bir gaye için yapıyorsun.
“ve ekâmûs salâte” “Namazı ayakta tutanlar.” Sürekli kılanlar. “ve enfekû mimmâ rezaknâhum” “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak edenler.” Harcayanlar, azsa az çoksa çok önemli değil; neyse bir şeyler vermek lazım Allah için. “sirren ve alâniyeten” “Gizli ve açık” Açıktan da vermek bir sevaptır, çünkü başkalarına örnek oluyorsunuz açıktan verdiğiniz zaman.
Diyor ki Allah-u Teâlâ: “İn tubdûs sadakâti fe niimmâ hiy” (Bakara 271). Yani “Sadakalarınızı açıkça verirseniz ne kadar güzel.” Ne hoş. “ve in tuhfûhâ ve tu’tûhâl fukarâe fe huve hayrun lekum” “Ama fakirlere verirken gizlerseniz (daha) hayırlı olur.” Sizin için hayırlı olur. Çünkü onları üzmemek… Fukara verirken gizlerseniz daha iyi olur.
“ve enfekû mimmâ rezaknâhum sirren ve alâniyeten ve yedreûne bil hasenetis seyyieh” “Kendilerine karşı gelen kötülükleri de güzellikle savıyorlar.” Karşıdaki kötülük yapıyor sen güzellik yapıyorsun. “ulâike lehum ukbed dâr” “işte o en son yurt onlar için olacak.” Yani son gülen bunlar olacaktır. “Son gülen iyi güler.”
Nedir o? “Cennâtu adnin yedhulûnehâ” (Ra’d 23). “Girecekleri Adn Cennetleri.” Onlar girecekler. Başka? “ve men salaha min âbâihim ve ezvâcihim (ve zurriyyâtihim)” “Eşlerinden ve babalarından (ve çocuklarından) uygun olanlar girecekler.”
Şimdi bu eş dediğimiz zaman hemen hanımlar hatırlanır. Yok… Eş kelimesi, Kur’an-ı Kerimde zevc kelimesi kadın için de erkek için de kullanılır. Yani Türkçedeki eş kelimesinin tam karşılığıdır. Eşleri dediğiniz zaman, eğer üst bir makama gelen hanımsa, alttaki kocası onun sebebine oraya gelir. Yani bir kadın bakan olduğu zaman kocası da bakanın beyi olarak epeyce itibar görür biliyorsunuz. Ankara’ya gider onun gibi yani. Ya da bey bakansa, bakanın hanımı olarak itibar görür. Onun gibi bir şey.
“Eşlerinden ve soylarından uygun olanlar…” Yani demek ki orada da çoluk çocuk bir araya toplaşacak. Cennette de.
“vel melâiketu yedhulûne aleyhim min kulli bâb” “Melekler de her kapıdan onlara gelirler.” Yanlarına gelirler kapılardan. “Selâmun aleykum” (Ra’d 24). “Selam size.” Yani artık esenlik ve güvenlik içerisindesiniz. Karada ölüm yok derler ya. Artık size sıkıntı yok, bitti. Niye selam? “bi mâ sabertum” “Sabrettiğiniz için.”
Bakın, bu dünyadaki sabrın karşılığı, sıkıntıların karşılığı Cennet. O zaman, başımıza gelen sıkıntıları zevkle karşılamamız lazım. Karşılığı Cennet. Çok büyük bir karşılık. “fe ni’me ukbed dâr” “Son yurt ne kadar güzel.” En son elde ettiğiniz şey ne güzel. Bakın, sonunda… Çok çektiniz ama sonunda başardınız. Hepsine değdi.
Bu dünyada en uzun yaşayan kaç yaşında şimdi? Dünya’nın en yaşlısı kaç yaşında biliyor musunuz? Şu anda? Yüz yirmi iki Türkiye’de. Yüz elli, yüz elli beş de var Asya’da Afrika’da tamam. Peki, Cennet kaç sene? Sonsuzun karşısında yüz elli beş senenin değeri ne olur? Efendim? Sıfır olur. Öyleyse bakın, yüz elli beş seneyi… Bir insan Cenneti elde edecekse yüz elli beş seneyi geceli gündüzlü sıkıntıyla geçirse değer mi? Değer.
O zaman, inanıyorsak o sıkıntılar büyük bir zevk olur. Yani yarış için hazırlanan bir koşucuyu düşünün; gece gündüz koşar, koşar, koşar ama hedefinde o şey olduğu için, birinci olmak olduğu için, o sıkıntılı günleri onun için zevke dönüşür. Hele bir de sonunda şampiyon olursa müthiş bir şey. İşte Cennete gidenler için de durum böyle.
Evet, “selâmun aleykum tıbtum” diyor Melekler bir başka ayette. (Zumer 73). “Selam size, ne iyi yaptınız.” Hiç bozulmayacak, sürekli kalmak üzere, ölüm yok, hastalanmak yok, ihtiyarlanmak yok ve en çok hoşunuza giden işleri… Siz neyi yapmayı tasarlıyorsunuz? Şunu. Onu da yapabileceksiniz. Ama büyük bir zevkle, sıkıntıya girmeden. Ya şunları, şunları? Tamam yap. Çok güzel şeyler yapıp dostlarınızı çağırırsınız, gelin bakalım dersiniz. İşte bak! Ben şunları, şunları yaptım. O da ben de şunu yaptım, sen de bize gel der. Ama böyle bu dünyadaki gibi sıkıntılı değil, zevkine.
“Ve emmâ men ûtiye kitâbehu verâe zahrihî. Fe sevfe yed’û subûrâ” “Kitabı sırtının arkasından verilenler…” Ah! Battım, bittim. Ey ölüm! Nerdesin? Ölmek ne güzelmiş. Ah ah! Ölmek varmış diye bağırıp duracak. “Ve yaslâ saîrâ” “O alevli ateşe girecek.” Sokulacak. “İnnehu kâne fî ehlihî mesrûrâ” “O da dünyada kendi ailesi içinde mutluydu.” (İnşikak 10, 11, 12, 13). Yani, bugün seninkilere gene epeyce şey yaptım. Şunu söyledim, bunu söyledim. İşte, yobazlara şunu şey yaptım, bu şekilde yaptım falan diye mutlu mutlu konuşuyordu.
“İnnehu zanne en len yahûra” “O, durumunun hiç değişeceğini düşünmüyordu.” Sürekli böyle olacak zannediyordu. Yok canım, bana hiç bir şey olmaz diye düşünüyordu. “Belâ, inne rabbehu kâne bihî basîrâ” “Hayır, senin Rabbin sürekli seni gözetlemekteydi.” Bütün yaptığın davranışlar hep kontrol altındaydı. Ne yaparsan. Ve kayda da geçiyordu. “Fe lâ uksimu biş şefak” “Şafağa yemin olsun.” (İnşikak 14, 15, 16). Yani akşam karanlığına.
Şimdi, Türkçedeki şafak kelimesi ile Arapçadaki şafak kelimesi birbirinin tam zıddıdır. Türkçede biz şafağı sabah aydınlığı için kullanırız, Araplar akşam aydınlığı için kullanırlar. Yani akşam güneşin batmasından, batı ufkunun tamamen kararmasına kadarki dönem için kullanırlar şafağı.
“Vel leyli” “Geceye de yemin olsun” Şafaktan sonra artık iyice karanlık başlar. “ve mâ vesak” “ve gecenin içinde olanlara.” (İnşikak 17). Demek ki gecenin içinde de birçok şeyler var. Biz Cenab-ı Hakka sığınıyoruz gecenin şerrinden. “Ve min şerri gâsikın izâ vekab” diye, “Kul eûzu bi rabbil felak”da sığınıyoruz. Hani iyice karanlık çöktüğü zaman, çöken karanlığın şerrinden Allah’a sığınırım diye Cenab-ı Hak bizi ondan sığındırıyor. Demek ki bir şeyler var orada.
“Vel kameri” “Aya yemin olsun…”, “izet tesak” “toplaşdığı zaman.” Yani dolunay haline geldiği zaman. Bütün bunlar… Tabi, uzmanları bunlar üzerinde çalışsa çok şeyler bulurlar ama biz ancak bu kadar anlayabiliyoruz. “Le terkebunne tabakan an tabak” “siz mutlaka halden hale geçeceksiniz.” (İnşikak 18, 19).
Yani, dikkat edin; ana rahminde oluyor insan, orada kalmıyor. Zamanı gelince ne yaparsanız yapın mutlaka doğum oluyor. Doğuyor, çocuksunuz, büyüyorsunuz. Büyüdünüz, serpiliyorsunuz güçlü hale geliyorsunuz. İhtiyarlıyorsunuz güçsüz hale geliyorsunuz. Ölüyorsunuz, yeniden diriliyorsunuz. Hep böyle, devre devre. Hiç aynı noktada kalmıyorsunuz. Hastalanıyorsunuz, hastalık devam etmiyor. İyileşiyorsunuz, iyilik devam etmiyor. Yoruluyorsunuz, yorgunluk devam etmiyor. Dinleniyorsunuz, dinlenme devam etmiyor. Sürekli böyle değişik devrelerde oluyoruz.
“Fe mâ lehum lâ yu’minûn” “Bunlara ne oluyor, neden inanmıyorlar?” Neleri var bunların? “Ve izâ kurıe aleyhimul kur’ânu lâ yescudûn” “Onlara Kur’an okunduğu zaman da boyun eğmiyorlar.” (İnşikak 20, 21). Şimdi, secdeye kapanmıyorlar kelimesi her ne kadar kelime manası olarak uygunsa da, Arapçada secde; baş eğme, rükû, bizim bildiğimiz secde, hepsine secde deniyor. Yani şimdi derler ya eyvallah! falan. Hiç eyvallahı yok derler mesela birisi için. O da secde sayılır. Yani bir boyun eğiyorsunuz, karşı tarafın ne dediğini kabul ediyorsunuz.
Şimdi, Kur’an-ı Kerim… Kendilerine Kur’an okunuyor, yine burunlarının doğrultusunda gidiyorlar. Boyun eğmiyorlar.
“Belillezîne keferû yukezzibûn.” Şu görmezlikten gelenler var ya, okunan Kur’anı dinlemiyor. Duymazlıktan, görmezlikten geliyor. Aslında anlıyor ama anlamazlıktan geliyor. Onlar var ya, “Bunlar yalan söylüyorlar.” Yalan. Aslında olayın farkındalar. Olanların farkındalar, yalan söylüyorlar. “Vallâhu a’lemu bimâ yûûn” “Allah onların ezberlerini çok iyi biliyor.” ( İnşikak 22, 23). Bu gerçekleri anladıkları halde ezberleri bozulacak diye korkuyorlar, o ezberlerine yapışıyorlar.
Yani bugün birçok kimse… Siz de her gün görüyorsunuz, ezberi bozulmasın diye birçok kimse… Kur’an ayeti okuyorsunuz; adam abdestli namazlı falan, ayet okuyorsunuz ezberi bozulacağı için kaçıyor sizden. Öyle değil mi? Ezberini bozmamak için. Yahu kardeşim, demek ezberin yanlışmış. Madem ayete ters düşüyor.
“Allah onların ezberlerini çok iyi biliyor.” “Fe beşşirhum bi azâbin elîm” (İnşikak 24). “Onlara acıklı azabı müjdeleyin.” Şimdi; bir arkadaşla, birisiyle, bir tanıdığınızla karşılaşıyorsunuz. Diyorsunuz ki, müjde! Hayırdır, ne var? Baban ölmüş. Cık! Babanın ölmesi müjde olarak verilir mi? Müjde! Ne oldu? Fabrikan yanmış. Cık! Adam der ki, fabrikamın yanmasına çok üzüldüm elbette ama onun müjde demesi beni daha fazla üzdü der. Öyle değil mi? Adam demek ki fabrikamın yanmasını bekliyormuş ya, şuna bak!
İşte burada da, müjde!.. Ne var? Cehenneme gidiyorsun. Ya o ne demek? Ha anlatayım, Cehennemin en kötü yerine. “Acıklı azabı müjdele” o manaya gelmiyor mu? Yani, siz ancak bundan anlarsınız. Bakın, ezberleriniz bozuluyor diye gerçeklerden kaçtınız. Meseleyi kavradığınız halde kaçtınız.
“İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihât” (İnşikak 25). “Ama inanan ve iyi iş yapanlar başka” Bakın, salihat kelimesi… İyi iş yapanlar diyor. Biz ameli salih diye tercüme ederiz. Sadece işte, ibadetler gibi anlaşılır. Yani geleneğimizde öyle. Ameli salih kelimesi yanlış değil ama o bizim zihnimizde yerleşmiş şekli yanlış. İyi iş, uygun iş, her şey. Ne iş yapıyorsan doğru yapacaksın, dürüst yapacaksın, iyisini yapacaksın. Yanlış yapanlara bakmayacaksın. Herkes böyle yapıyor. Yapabilir kardeşim.
Bir televizyon programındaydık. Neyse, adını da söylemeyim. Adam dedi ki; işte, bu başörtüsü tartışılıyordu. Başörtüsünün aleyhinde konuştu, bir şeyler yaptı falan. Dedim, konuşabilirsin dedim. Cehenneme gitme hürriyetini kullanıyorsun dedim. Olur mu öyle şey dedi. Birden hopladı. Allah emrettiği halde sen karşı çıkıyorsun. Yani Allah sana bu hürriyeti vermiş. Cehenneme gitme hürriyetini kullanabilirsin dedim. Adam oturum bitene kadar daha konuşamadı.
Yani şimdi, ne yaparsan yap doğru yapacaksın, dürüst olacaksın. En iyisini yapacaksın. Hangi işi yaparsan yap en iyisini yapacaksın. Tabi ki ibadetini yapacaksın. Tabi ki her şeyi yap… O zaman senin ticaretin de ibadete dönüşür. Hem para kazanırsın, hem ibadet yaparsın. Senin işin de ibadete dönüşür, her şeyin de ibadete dönüşür. Ama bazılarının dediği gibi, efendim çalışmak da ibadettir. E? O zaman namaz kılmayayım. Yo öyle şey yok. Namazını kılacaksın, orucunu tutacaksın, bütün ibadetlerini, Allah’ın bütün emirlerini yerine getireceksin, çalışmayı da ibadete dönüştüreceksin.
İşte bunlar için, “lehum ecrun gayru memnûn.” (İnşikak 25). Bunlar için “Engellenemez, tükenmez bir karşılık vardır.” Sonsuz bir karşılık vardır. Cenab-ı Hak cümlemize bunu nasip eylesin.
Şimdi, bu surede bir secde var. Biraz sonra namazımızı kılacağız. Bir secde yaparsak, yani önce secde sonra namazımızı kılarsak iyi olur. Evet, şimdi ara veriyoruz.