Euzübillahimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim Elhamdülilllahi Rabbilalemin ….lil muttakin esselatü vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain
Kalellahu Teala fi kitabihil kerim Bismillahirrahmanirrahim
“Veylun lilmutaffifiyne. Elleziyne izektalu ‘alennasi yestevfune.” Bu akşam inşallah Mutaffifin Suresini okuyacağız. Bu sure Mekke_i Mükerreme’de inmiş. Otuz altı ayet. Sure başlarındaki Besmelelerin anlamlarını zaman zaman veriyoruz. Epey zamandır vermedik şimdi tekrar verelim. “Bismillahi” Allah’ın adıyla “er-Rahmani” Rahman “er-Rahimi” Rahim. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Genellikle bu şekilde tercüme ediliyor. Tabii Rahman ve Rahim de, bu iki kelime de Arapça olduğu için anlamamız kolay olmuyor. Allah’ın isimleri olarak biliyoruz ama manasını bilemiyoruz. İkisi de rahmet kökündendir. Merhamet kökündendir. Şimdi rahmet ve merhamet dediğimiz şey insanlardaki acıma duygusudur ama arkasından yardım gelen acıma duygusudur. Mesela bir anne çocuğunun ağladığını görünce kendisindeki acıma duygusundan ne yapar? Hemen çocuğuna gider onunla ilgilenir ve problemini gidermeye çalışır. O bakımdan boşuna bir acıma değil arkasından yardım ve destek gelen acımadır. Şimdi çocuğunu gözünden gözüne inanmayan kıymayan anne, altı yedi yaşlarına geldiği zaman sabahın erkeninde kaldırıp çocuğunu okula gönderir. Çocuk ağlamasına rağmen, gitmeyeceğim, bugün oynayacağım, demesine rağmen götürür. Birazcık orada bekler, alışsın falan diye. Ama çocuğu mutlaka okula götürür. Çocuk açısından o çok kötü bir durumdur. O uyumak istiyordur, oynamak istiyordur, yatmak istiyordur. Ama anne götürür onu oraya. Şimdi annedeki acıma duygusu kayboldu mu? Kaybolmadı. Evet, çocuk için bir sıkıntı ama çocuğun geleceği için o acıma duygusu o çocuğu oraya götürmesini gerektiriyor. Şimdi suç işleyen bir çocuğa da yine aynı anne ceza verir. Çocuğu sevmediğinden dolayı mı veriyor? Sevdiği için veriyor. Niye? Çocuk daha iyi olsun diye veriyor. Şimdi anne ne kadar ne yaparsa yapsın çocuğa karşı yapabileceği şeyler sınırlıdır. İşte bazen anne ağlayan çocuğuna acıyor. Daha süt çocuğuysa onu emzirmek için kucağına alıyor. Emziriyor, emzirirken uyuyor, çocuğu nefessiz kalıyor ve ölüyor. Peki, bu annenin suçu var mı? Bir suçu yok. Niye? Annenin gücü ancak o kadarına yetiyor. Eğer kendi elinde olsa öyle bir şey yapması mümkün değil. Anne de olsa yapabileceği şey sınırlıdır. Bir noktaya kadar yapar. Sınırsız olan Allah’ınkisidir. Bir acıma duygusu vardır ki o, yalnız Allah’ta bulunur. Çünkü sınırsızdır. İnsanların o derece bir şeyleri olması mümkün değil. Mesela anne ateşler içerisinde kıvranan çocuğunun titrediğini görünce o ateşin fazlalığından dolayı titrediğini görünce hemen üstünü örtüp çocuğun hastalığını iyice güçlü hale getirir ama bilgisizliğinden yapar bunu. Hani bilse ki orada öyle yapmamak lazım, yapmaz. Ama Allahu Teala’nın acıması hiçbir anneyle karşılaştırılacak gibi değildir. Sonsuzdur. Bu dünyada kullarına bazı sıkıntılar veriyorsa hep onların yetişmesi içindir. Ya da tevbe etmeleri içindir, adam olmaları içindir. İşte Allah’ın sonsuz merhametini gösteren kelime, hangi kelime? Rahman kelimesi… İnsanlarda bu olmaz. Dolayısıyla Allahu Teala’nın iyiliği sonsuzdur. Düşünün, en isyankar insan da Allah’ın yardımı ve desteği olmasa bir saniye yaşayabilir mi? Allah’ın verdiği imkanlar olmasa o isyanı yapabilir mi? Sınırsız bir iyiliği vardır. Allah’ın iyiliği sonsuzdur. İşte bunu Rahman kelimesi ifade ediyor. Bir de Rahim var. Rahim kelimesi anne için kullanılabilir. Herhangi bir insan için de kullanılabilir. Kuran-ı Kerim’de Allahu Teala o kelimeyi mesela Peygamber(sav) için kullanmıştır. “Bil mu’minine Rauf er-Rahim” Tevbe Suresi’nin sonunda Müminlere karşı çok ince, şefkatli ve çok merhametli. Yani çok iyilik yapmaya çalışıyor ve insanlar için, yani mü’minler için Allah o kelimeyi kullanıyor. Rahim kelimesinin çoğulu ruhema. “Ruhemau beynehum” Müminler birbirlerine karşı Rahim’dirler. İyilik yapmaya çalışırlar.(Hoca Arapçasını okuyor 9.40) Bakarsın ki onlar rüku ederler, secde ederler. Rablerinin ikramını araştırırlar. Şimdi o zaman Rahim öyle bir şey ki Allah’ta da olabilen, başkalarında da olabilen bir vasıf. Tabii ki Allah’ta olan ile bizde olan aynı olmaz hiç şüphesiz de . Fakat Rahman, Allah’tan başka hiç kimsede olamayan bir vasıf. O zaman besmeleye o şekilde mana vermek gerekiyor. Biz düşündük taşındık. Dedik ki herhalde bu Rahman’a iyiliği sonsuz anlamı verirsek uygun olur. Çünkü bu özellikte olan hiçbir insan olmaz. Herkesin yapabileceğinin sonu vardır. Kim olursa olsun.
Rahim’e de ikramı bol diyelim. Çünkü ikram kelimesi herkese yapılmaz. Ondan dolayı bize göre besmelenin manasını tamı tamına gösteren bir tercümedir. İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla…
“Veylun lilmutaffifiyne. O mutaffiflerin çekeceği var. Mutaffif ne demek? Tafif, taffe. Mutaffif demek, böyle çok küçük şeyler, kısaltmalar yapan; yani ölçüde, tartıda hafif eksiltmeler yapan kişiler demektir. Yani mesela o sütü şeyle alıyorsunuz. Litreyle satarlar ya hani… Alıyorsunuz. Onun ağzında çok ince bir tabaka var. O ince tabaka kadar eksik. Dışardan bakan göremiyor. Onun için bazıları üzerine süt dökerler ki ölçü tam olsun. Kimsenin göremeyeceği, fark edemeyeceği bir eksiltme… İşte metre kaydırma olur, terazide çok hafif bir şey olur. Çünkü fazla olursa zaten fark ederler. Hiç kimse öyle ölçüde, tartıda eksiklik yapıyor diye tanınmak istemez. Hiçbir tüccar bundan hoşlanmaz. “Veylün lilmutaffifiyn” O küçük eksiltmelerle ölçüyü ve tartıyı eksiltenlerin çekeceği var. O küçük eksiltmelerle çok büyük hırsızlıklar yapılabiliyor. Hele sanayi toplumlarında bu daha büyük yapılır. Mesela bakıyorsunuz işte on tane ilaç olması gerekirken dokuz taneyi koyar. Bin kutu sattıysa dokuz bin tane etti işte. Ya da işte gramajda küçücük bir eksiltme yapar. O Şeyle çarptığınız zaman büyük bir hırsızlık olur. İşte Allahu Teala bu tip şeyler için diyor ki ölçüde , tartıda eksiltme yapanların çekecekleri var.
“Elleziyne izektalu ‘alennasi yestevfune.” Bunlar insanların aleyhine tartarlarsa yani alırlarsa alırken tam alırlar. Niye? Çünkü bunlar üç kağıtçılığın her türünü biliyorlar. Karşı tarafın da bunu kendilerine yapacağını bildikleri için tedbirlerini alıyorlar. Alırken tam alıyor. “Ve iza kaluhum ev vezenuhum” ama insanlara tartar ya da ölçerlerse ölçüp tarttıkları zaman “yuhsirune” azaltırlar. Alırken tam, satarken az. “Ela yezunnu ulaike ennehum meb’usune” Bunlar, yeniden diriltileceklerini hiç hesaba katmıyorlar mı? “Liyevmin ‘azıymin” O büyük gün için. “Yevme yekumunnasu lirabbil’alemiyne” O gün insanlar varlıklarının sahibi için ayağa kalkarlar. Bütün insanlar ayaktadır. O müthiş günde dirilmeyeceklerini mi hesap ediyorlar? Yani bu yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak sanki?
“Kella” Hayır, hayır! “inne kitabelfuccari lefiy sicciynin” Şurası gerçektir ki günahkarların kaydı siccinde tutulur. Yani şu anda bütün insanların kütükleri tutulmuş vaziyette. Herkes bir kütüğe kayıtlıdır. Günahkarların kütüğü siccindedir. “Ve ma edrake ma sicciynun” Tabii bu füccar, fecara, inficar, suyun kaynağından fışkırmasına inficar denir. Niye? Çünkü şeyden çıkıyor, bulunduğu kaynaktan dışarıya çıkıyor. İşte, bir yeri yarmak, taşın yarılması falan. Bunlar da dini yarıyorlar. Füccar, yani dinin prensiplerini yarıyorlar. Onun için onlara facir deniyor. Yani Allah’ın koyduğu kurallar içinde kalmıyor, sınırları aşıyorlar. İşte sınırları aşanların kayıtları siccinde tutulur. “Ve ma edrake ma siccin” Sana siccinin ne olduğunu kim söyledi? Bir yerden duydun mu? “Kitabun merkumun” Mühürlü bir defterdir. Tıpkı noterlerin her sayfasına mühür bastıkları defter gibi. Valla bunlar, Allah’ın koyduğu kurallar. Mühürlü defter. “Veylun yevmeizin lilmukezzibiyne” İşte herkesin ayağa kalktığı alemlerin Rabbi için ayağa kalktığı günde o yalan söyleyenlere yazıklar olsun. Onların çekecekleri var. Nasıl yalan söylüyorlar? “Elleziyne yukezzibune biyevmiddiyni” Onlar o hesap günü karşısında yalan söylüyorlar. Hani geçen hafta anlatmaya çalışmıştık. Din kelimesiyle deyn kelimesi aynı köktendir ve aynı anlamlara gelirler aşağı yukarı. Din, borç demektir. Borç. Bir kimseye borçlandığınız zaman borçlanan kişi, borçlu kişi alacaklısının karşısında hür olabiliyor mu? Hani tarihimizde bir söz var: Borç alan emir de alır. Peki bizim sahip olduğumuz şeyleri kimden aldık? Allah’tan. Her şeyimizi ona borçluyuz. Yani dünyanın en borçlu insanı olsak bile o karşı tarafa olan borcumuz Allah’a olan borcumuz yanında çok küçük kalır. Gözümüzü, kaşımızı, burnumuzu, ağzımızı, yani neye sahipsek hepsini ona borçluyuz. Peki, biz bu borca karşı emir almaz mıyız? İşte din, o. Bu borca karşı aldığımız emir. Ama bu öyle bir borç ki bu borcu veren Allahu Teala dolayısıyla onun verdiği emir de bizi mutlu edecek olan emir. Bizi köle yapacak değil, bizi efendi yapacak olan emirdir. Ve verdikleri karşısında çok az şey istiyor bizden. O istediklerinin tamamı da bizim mutlu olmamızı sağlayan şeylerdir. Bize sıkıntı veren şeyler değil. İşte din, bu. Bu borcun hesabının hesap kesim zamanı var. Hesap kesim zamanı da kıyamet günüdür. Orada gelin bakalım ne kadar alacağımız, borcumuz var, bir görelim. O da kıyamet günü işte. Onun için adına ne deniyor? “Yevmi ddin”. Buna “yevmid deyn” de deseniz doğru olur. Mesela faiz onun için, faizin haram olma sebeplerinden biri de budur. Borç olmadan faiz olmaz. Borçlandığınız zaman emir alırsınız karşı taraftan. Karşı tarafın kölesi haline gelirsiniz. İnsanın olmazsa olmaz haklarından olan hürriyeti burada kaybolmaya yüz tutar. Kendinden başka hiç kimseye köle olmayı istemeyen Allahu Teala, işte onun için bunu yasaklamıştır. Çünkü insanları, toplumları köleleştirir faiz. Üstelik faizde bak, mesela Allah borç veriyor. Verdiği borcun çok cüzi bir kısmını istiyor. İstediği de hep bizim lehimize olan, onun için ona din diyoruz. Ama faizle borç veren kişi, verdiğinden fazlasını istiyor. Diyor ki ben sana yüz lira vereceğim ama sen bana yüz beş lira vereceksin. Peki, içinizde herhangi bir kişinin para üretme yetkisi var mı? Yüz liraya karşılık yüz beş lira değil. Çok küçücük de bir para istese onu üretebilir misiniz? O zaman borcu verdiği andan itibaren sizi imkansızlıkla yüz yüze getirmiş oluyor. Yani yerine getirilmesi imkansız olan bir taahhüt altına girmiş oluyorsunuz. Yüz lira verip, çünkü onu yerine getirebilmek için mutlaka bir yerlerden birilerine zarar vermelisiniz. Oradan, buradan alacaksınız. Ama ticaret öyle değil, o ayrı bir konu. Şimdi mesela düşünün. Kalbiniz vücudunuza kan pompalarken hücrelere diyor ki ben, ihtiyacınız olan kanı vereceğim ama her defasında bana yüzde sıfır virgül sıfır, sıfır, sıfır bilmem şu kadarını fazlasın vereceksiniz. Hücrelerin fazlasını verme imkanı var mı? E, kansız yaşayabilir mi? Mecburen ver diyecek ne yapsın? Şimdi hemen ölmektense biraz sonra ölmek daha faydalı. Şimdi mesela o kanı aldığı zaman kendisinden verme imkanı olmadığı için mecburen komşu hücreden çalacak. Ya o komşu hücre ölecek sonra bir müddet sonra kendisi de ölecek. Sonra bakacaksınız ki artık ayaklara kan gitmemeye başlıyor. Bacaklara gitmiyor, kollara gitmiyor. Kan şurada belli bir yerde dolaşıyor. Kan fazlası var diyorsunuz vücutta. Niye kan fazlası? Organlara kan gitmediği için kan fazlası var. O zaman bunu nerde depolayalım, diyorsunuz. Halbuki kan depolanmaz. Para da depolanmaz. Depolanan paranın kimseye faydası olmaz çünkü. Ne yenir, ne içilir, ne elbise olarak giyilir. Onun için tüm sistemi alt üst eder. Onun için bakıyorsunuz ki dükkanlar teker teker kapanıyor küçük dükkanlar. Büyükler artıyor. Şurada kan belli birkaç damarda dolaşıyor ya… Küçükler teker teker kapanıyor. Nasıl kapanmasın. O hücreler nasıl şey yapmasın. İmkansızla yüz yüze getiriyor. İşte bu, insanı köleleştiriyor. İşin bir başka veçhesi yani ekonomik tarafı üzerinde pek fazla durmak istemiyorum. İşte o zaman Allah’ın yanında bir başkasına da köle oluyorsunuz. Allah bunu asla kabul etmiyor. Dolayısıyla faizciliğe ne diyor? Allah ve resulüne karşı savaş, diyor. Allah’ın koyduğu düzeni bozuyorsunuz. Bugün Türkiye’de Anadolu’nun büyük bir bölümüne oradaki memurlar sebebiyle para gitmese oralar tamamen kapanmak zorunda kalır. O şehirlerin tamamı kapanmak zorunda kalır. Suni teneffüsle yaşatılıyor. Evet, bu konuda daha fazla bilgi edinmek isteyenler “Ticaret ve Faiz” adlı kitabı alabilirler. Bu da bir reklam sayılır mı? Para ödeyeceğim diye korkuyorsun, onun için sayılmaz diyorsun.
Demek ki “yevm’üd-din” aslında “yevm’üd-deyn”dir. Yani Cenab-ı Hakk’a karşı olan borçlarımızın hesap kesim günüdür. Gelin bakalım; karlı mısınız, zararlı mısınız? Orada ortaya konacak.
“Ve ma yukezzibu bihi illa kullu mu’tedin esiymin” O günü, yani o hesap gününü saldırgan ve günaha dalmışlardan hiç başka kimse yalan saymaz. Yani o hesap günü kavramı karşısında yalan söyleyenler sadece saldırganlar ve günaha dalmış kimselerdir. Neden yalan söyleme diyoruz. “Yalanlama” diye geçer sizin tercümelerde. Geçen hafta anlattım onu. Tekrara gerek yok. Bugün de bir başka yanıyla söyleyelim. Şimdi bu insanlar çok iyi biliyorlar ki bir gün bunun hesabını vereceğiz. Ama hesabını vermek istemiyorlar. İnkar edersek kurtuluruz diyerek kendi kendilerini kandırıyorlar. Dolayısıyla yalan söylüyorlar. Yok canım, ne hesabı ya, falan filan. Çünkü bu günahı işlemek istiyorlar ya… Evet, günaha dalmış, saldırgandan başka hiç kimse o hesap gününü yalanlamaz. Şimdi günaha dalmış saldırgan nasıl yalanlamasın? Ya, bir hesap günü olursa yandık vallaha! Şeyde Naziat Suresinde var ya. Diyor ki: “Kalu tilke izen kerretun hasiretun.” (79/12) Öyleyse bu, insanı çok borçlu çıkaracak bir tekrarlamadır. Yani yeniden diriliş mi var? Vallaha yandık ki, ne yandık! O zaman çok borçlu çıkarız Cenab-ı Hakk’a karşı. Ve inkar et, kurtul. Kurtulabiliyorsan inkar et.
“İza tutla aleyhi ayatuna kale esatıyrul’evveliyne” Böylelerine ayetlerimiz okunduğu zaman der ki: Geç ya! Bunlar eskilerin masalları, biz çok duyduk onları, boş ver sen. Yok öyle şey! “Kella bel rane ‘ala kulubihim ma kanu yeksibune” Hayır, hayır aslında o yapıp ettikleri şeyler var ya… Onların kalpleri üzerinde bir pas tabakası oluşturmuştur. Bak bizim vücudumuzda da demir var mı? İşte o kalbi paslandırmış. Tabii o manevi bir pas. Bu bir pas tabakası oluşturmuştur. Çünkü işlenen günahlar peygamber(sav)’den rivayet edilen bir hadise göre bir insan bir günah işlediği zaman kalbine bir kir damlası gibi damlar. Tevbe ederse temizlenir, etmezse ha bire gelir gelir bir müddet sonra kir torbasına dönüşür. Sonra artık işlediği günahın pek farkına varmamaya başlar. Şimdi birisi vardı. Biraz yaşlıca bir de bulunduğu mevki itibariyle daha iyi bir konumda. Memurlar bana dediler ki: Ya! Hocam, dediler. Şu adamla aynı servise binmek istemiyoruz. Niye? Öyle kokuyor ki kendisine de bir şey diyemiyoruz. Herhalde hiç yıkanmıyor. Ben söyleyeyim, dedim. Çünkü benim ast’ım. Ben rahat söyleyebilirim. Çağırdım dedim ki: Ya! Bak sen böyle arada sırada banyo yapsan iyi olur, dedim. İki sene benimle konuşmadı. Ben tertemizim, diyor. Hiçbir şeyim yok. Şimdi, kendi kirliliğinin farkında değil. Memurlar onunla aynı servise binmek istemiyorlar. Ama o, kirli olduğunun farkında değil. İşte bu günahkarlar da günahlarının farkında değil onun için bakarsınız, benim kalbim temiz, derler. Adam şimdi beş vakit namaz kılar, haramdan kaçınır, günahtan kaçınır, küçücük bir şey olduğu zaman Ya Rabbi! Beni affet diye böyle yanar, yakınır. Öbürü ha bire günah işler, onda hiçbir şey yoktur. Ben tertemiz bir adamım, der. İşte bunların yaptıkları kalpleri üzerinde bir pas oluşturur.
“Kella innehum ‘an rabbihim yevmeizin lemahcubune” Hayır, onlar o gün Rablerinin karşısında bir hicap içerisinde olacaklar. Yani bugün nasıl kalplerinin üzerinde bir perde oluşmuşsa, bir pas oluşmuşsa bu defa o zaman Rablerinin rahmetine karşı bir engel oluşacaktır. Ondan istifade edemeyecekler. “Summe innehum lesalulcahıymi” Sonunda onlar elbette ki o cehenneme sokulacaklardır. “Summe yukalu” Sonra şöyle denecek kendilerine “hazelleziy kuntum bihi tukezzibune” İşte buna karşılık yalan söylüyordunuz ya, işte bu, o… Neden ısrarla yalan söylüyordunuz, diyorum; o meallerde olduğu gibi yalanlıyordunuz, demiyorum? Çünkü ayetler arası ilişki, böyle mana vermeyi zorunlu kılıyor. O şeyde zaman zaman tekrarladığımız Mülk Suresindeki ayetler var. Tebareke… 563. sayfanın alt taraflarında. Sekizinci ayet. Şimdi cehennem tasvir ediliyor. Diyor ki “Tekadu temeyyezu minelğayzı” Cehennem kininden sanki ikiye ayrılacak gibi. Hani o eski sac sobalar vardı. İçerisine böyle kuru odun attığın zaman, hele çam odunuysa o odun bir yanar, o bir narlaşır, öyle bir şey yapar ki sanki soba çatlayacak gibi olur. Cehennem de sanki o şekilde olur, diyor burada ayet. “kullema ulkıye fiyha fevcun seelehum hazenetuha” Oraya her bir bölük atıldığı zaman cehennem bekçileri sorar onlara: “elem yet’kum neziyrun” Size bir uyarıcı gelmedi mi? Başınıza bunların geleceğini daha önce öğrenmemiş miydiniz? “Kalu bela kad caena neziyrun” Diyecekler ki: Evet, gerçekten bize bir uyarıcı geldi. “fekezzebna” Ama biz yalana sarıldık. “ve kulna ma nezzelellahü min şey’in” Onlara dedik ki: E canım Allah, bir şey indirmiş değildir. Bak, Allah yoktur falan, demiyorlar. Dikkat edin. Ben sürekli buna dikkatlerinizi çekiyorum. Tekrar edeyim, yeryüzünde ateistlerin kralı dahil, Allah’ı var ve bir, iki değil bir, var ve bir bilmeyen bir tek insan mümkün değildir. Ve bunu çok kesin olarak bilir. Ondan dolayı Allah’ı hep var ve bir kabul ediyor ya… Ondan dolayı der ki: Sen benim kalbime bak, herkesin inancı kendine falan, der. Zanneder ki o, onu kurtaracak. Öyle zanneder. …..var zaten. İşte profesör papaz bana: Sen bize müşrik diyorsun ama biz müşrik değiliz, dedi. Zaten hiç kimse müşrikliği de kabul etmez. Bunu da kafamıza iyice yerleştirelim. Çünkü “Vallahi Rabbina ma künna müşrikin” der. Rabbimiz Allah’a yemin olsun ki biz müşrik değiliz. Sen bize müşrik diyorsun ama biz müşrik değiliz. Öyle bir şey demedim ama hiç. Yani o konuşmamda böyle bir şey geçmedi ama siz müşriksiniz, dedim. Konuşma yapmıştım. Dedi ki: Biz Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyoruz. Dedim: Sen yeryüzünde Allah’ın varlığına ve birliğine inanmayan bir kimsenin olduğunu düşünebiliyor musun? Yok, dedi. E, ne farkın kaldı senin diğerlerinden? Bu önemli değil. Burada zaten herkeste var. Bu elde bir. Peki, İsa’ya ne diyorsunuz, dedim. İsa’ya İlah diyor musunuz? Evet, dedi. Peki İsa’nın İlah olduğunun, Tanrı olduğunun bir delili var mı? Yok, dedi, inanan hisseder. Peki, Allah’ın varlığıyla ilgili delil var mı? Sonsuz, dedi. Hah. Delil olmadan birisini Tanrı olarak ilan ettiğiniz zaman Allah’tan başka birine ilahlık yakıştırmış oluyorsun. İşte bunun adına şirk deniyor. Tevhit inancı Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak değildir. İşte Müslümanların affedilmez hatası budur. Tevhit inancı Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak değildir. Çünkü yeryüzünde bu inanç herkeste vardır. Tevhit inancı Allah’tan başka ilah olmadığına inanmaktır. Onun için “Eşhedü enne Allahu mevcudün ve vahidun” demiyoruz. Yani “Ben şahidim ki Allah vardır ve birdir.” demiyoruz. Ya ne diyoruz? “Eşhedü en la ilahe illallah” diyoruz. Ben şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur, diyoruz. Şahitlik ederim, sözüyle söylüyoruz. Yani elimle tutar gibi, gözümle görmüş gibi, çok kesin biliyorum ki. Ondan dolayı Allahu Teala hep Allah’tan başka ilah iddiasında bulunanlara var mı deliliniz, diyor. Yok. O zaman nasıl şahitlik edeceksiniz? İşte şeytan insanlara hani Allahu Teala diyor ya: “Ve layegurranneküm billahil ğarur” O çok aldatan sizi Allah’la aldatmasın, diyor ya… İşte insanlar hep böyle aldatırlar kendilerini. Ben Allah’ıma inanıyorum. Sen bakma, herkesin inancı kendine, falan. E tabii böyle bir Allah inancına can kurban. Peygamberi reddettin mi yaşadın. Aklına ne geliyorsa yap. Çünkü emir peygamber vasıtasıyla geliyor. Başın sıkıştığı zaman “Ya Rabbi, ver!” Cebine para girdiği zaman, tamam. Hani bir takım insanlar vardır. İşleri kötü gittiği zaman evinizin kapısını aşındırır, hiç yanınızdan ayrılmazlar. Yalvarırlar, yakarırlar falan. İşleri düzelmeye başladı mı telefonunuza da çıkmazlar. Daha önce sizi hiç yalnız bırakmayan, bu defa sizin mahallenizden de başka yere taşınır. Yeni arkadaşlar edinir. İşte müşrikler böyle bir tiptir. Yani her şeyi Allah versin ama emir vermesin. Onların istedikleri odur. Ya da ateistler böyle, bu tiplerdir. Allah bana her şeyi versin ama emir vermesin. Eh, peygamberi inkar ettin mi ondan da kurtuluyorsun zaten. Bunu söyleyenlere de diyeceksin ki yok canım Allah öyle şey dememiştir, diyeceksiniz. İşte, bak onlar öyle diyorlarmış. Ne diyorlarmış? “Ma nezzel Allahu min şey’” Allah böyle bir şey indirmemiştir. Yaa, Allah’ın benim namazıma mı ihtiyacı var kardeşim. Allah’ını seversin ya yapmayın, etmeyin. Allah niye bana bunu emretsin ki? Hem bana bu zevki vermiş, hem de yapma demiş. Olur mu öyle şey tövbe estağfirullah! Yani insanların problemi Allah’ın emirleriyledir. Yoksa Allah’ın kendisiyle kimsenin problemi yok. O olmalı çünkü sığınması lazım, yardım istemesi lazım. O, olması lazım. Ama emir vermemesi lazım. İşte o cehenneme girdikleri zaman böyle bize uyarıcı geldi ama dedik ki Allah bunları indirmez ya kardeşim ya, siz öyle bağnazlık yapıyorsunuz, yapmayın etmeyin. Şimdi bugünler hep başörtüsüne takmış ya millet… Şimdi millet zannediyor ki Firavun tarihte kaldı. Hiç günümüze kimse getiremez. Firavun’un ana görevi nedir? Biz hep bir şeyi böyle efsaneleştiririz ve anlaşılmaz hale getiririz. “Ben sizin en büyük Rabbinizim” derken “Burada benim sözüm geçer Allah’ın değil” demiş oluyor. Ama Allah’ın değil, sözünü kullanmıyor. Bunu hiç kimse kullanmaz. Şimdi siz insanlara diyorsunuz ki “Allah baş örtmeyi emrediyor.” O da diyor ki “Allah niye öyle emretsin kardeşim?” “Ulan işte Kuran-ı Kerim’de bu var.” “Yok yav yoktur!” “İyi, peki…” ve diyor “Burada benim emrim geçer.” diyor. Benim emrim geçer’i de bir laiklik diye bir kelime bulmuşlar. Onun arkasına sığınarak söylüyorlar. Devletin özelliği olan bir kavramı insanın özelliği haline getiriyor. Anayasanın girişinde Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, hukuk devletidir, diyor. Hiç kimse demiyor ki “Ben demokratik’im.” Yani demokrasiyi kabul ederimle onun arasında fark var. Hiç kimse demiyor ki “Ben hukuk devletiyim.” Ama dine saldırmanın meşrulaştırılmış bir kelimesi haline getirilerek, kelimeyi asıl anlamından başka tarafa kaydırarak “Ben laikim.” diyor. İnsan laik olur mu? Bu laiklik devletin vasfıdır, insanın değil ki… İnsan laik olmaz. Bu, devletin vasfıdır. Tabii burada Allah’ın sözü geçmez diyemiyor ya bunu mutlaka bir kalıba sokması lazım. Ondan sonra da din hürriyeti tanıyoruz kardeşim. Peki, senin o din dediğin ne? Senin vicdanın, kalbinde olan. Lan kardeşim, hadi tanıma. Ona senin gücün yetmez ki dünyada hiç kimsenin gücü yetmez, kalbimizdeki imana. Din hürriyeti dediğin ancak dini yaşama hürriyeti olursa vardır yoksa yoktur.
Evet, “Kalu bela………” O cehenneme girenler diyorlar ki “Evet, gerçekten bize bir uyarıcı geldi ama biz yalan söyledik. “Ve kulne ma nezzelallahu min şey’in” Dedi ki Allah böyle bir şey indirmiş değildir ya. “İn entüm illa fiy dalalin kebir” Siz büyük bir sapıklık içerisindesiniz. Bağnazsınız, şöylesiniz, böylesiniz, baskıcısınız falan. “Ve kalu” ve şunu söyleyeceklerdir “levkunna nesmeu evnak” Keşke söz dinleseydik. Bırak söz dinlemeyi ah, hiç olmazsa aklımızı çalıştırsaydık. “Ma kunna fi ashabi’s sair” O zaman bu cehennemdekilerin, bu alev içerisine girenlerin içinde biz olmayacaktık. “Fa’terafu bi zenbihim” ve suçlarını itiraf ettiler. Şimdi bunlar siz yalan söylüyorsunuz, derken asıl yalan söyleyen kimmiş? Kendileriymiş. “Yahu” diyorlar. “Hocam, bunlar bile bile yapıyor.” Yav, bile bile yaparlar zaten. Bunların karakteri budur. Bunların karakteri budur zaten. “Fe suhkanli ashabi’s sair” Bu cehennemlikler defolup gitsinler. Çekilin, kahrolun.
Evet, işte onun için burada diyoruz ki bunlar yalan söylüyorlar. Yalan!… Çünkü Allah’ın dininde eğer bu din Kuran’daki dinse tabii bu da çok önemli. Evvelki hafta söyledik, geçen hafta söyledik, bu hafta da tekrarlayalım. Kuran’daki din fıtratla, gerçek hayatla, hayatın gerçekliğiyle, insanın ihtiyaçlarıyla bire bir örtüşür. Ama bir de oluşturulmuş bir din vardır. Oluşturulmuş dinin hayatın gerçekleriyle bir alakası yoktur. Kuran-ı Kerim’deki dini Peygamber Efendimizin uygulayarak, örnek olarak bize gösterdiği dini bir kenara koyarsanız, onun dışında ne kadar din anlayışı varsa tamamı yanlıştır. Kuran-ı Kerim’deki din bilimseldir. Hayatın gerçekleriyle örtüşür. İnsanı dünyada da, ahirette de mutlu eder. İnsanın bütün ihtiyaçlarını en güzel şekilde karşılar. Ama öbür tarafa geçtin mi orada felaket var ve bu maalesef işte az önce bizim en temel inancımız olan “la ilahe illallah” kelimesini bile ne hale getirdiğimizi anlatmaya çalıştık. Ve maalesef yine bizdeki Tanrı anlayışı, yani Cenab-ı Hakk’a biçilen rol bu kelimeyi bilenler için söyleyeyim: “teist” bir Tanrı anlayışıdır. Yani kilisenin anladığı manada bir Tanrı anlayışıdır. Yerleşen o. Kuran-ı Kerim’in gösterdiği anlamda bir Tanrı anlayışı çok azdır. Yani akideyi yansıtan kitapları kastederek söylüyorum. Ondan dolayı Müslümanların dini hayatlarında ciddi sakatlıklar vardır. Yapmamız gereken o kadar çok şey var ki… İnşallah Cenab-ı Hak lütfeder yaparız.
Şimdi bu birinci bölümü burada bitirmiş olalım. 45 dakikadan fazla sürdü. İkinci bölümde soru-cevap faslı var, biliyorsunuz. Saat 8’de inşallah başlarız.
17. Summe yukalu hazelleziy kuntum bihi tukezzibune.
18. Kella inne kitabel’ebrari lefiy ‘ılliyyiyne.
19. Ve ma edrake ma ‘ılliyyune.
20. Kitabun merkumun.
21. Yeşheduhulmukarrebune.
22. İnnelebrare. Lefiy na’ıymin.
23. ‘Alel’eraiki yenzurune.
24. Ta’rifu fiy vucuhihim nadretenna’ıymi.
25. Yuskavne min rahıykın mahtumin.
26. Hıtamuhu miskun ve fiy zalike felyetenafesilmutenasifune.
27. Ve mizacuhu min tesniymin.
28. Aynen yeşrebu bihelmukarrebune.
29. İnnelleziyne ecremu kanu minelleziyne amenu yadhakune.
30. Ve iza merru bihim yeteğamezune.
31. Ve izenkalebu ila ehlihimunkalebu fekihiyne.
32. Ve iza reevhum kalu inne haulai ledallune.
33. Ve ma ursilu ‘aleyhim hafizıyne.
34. Felyevmelleziyne amenu minelkuffari yadhakune.
35. ‘Alel’eraiki yenzurune.
36. Hel suvvibelkuffaru ma kanu yef’alune.