Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Vel âkibetu lil muttakîn. Vessalâtu vessalâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Geçen hafta İsa’nın (a.s) yeniden dünyaya gelip gelmeyeceği sorusuna Kur’an-ı Kerimden cevap aramış ve tekrar gelmesinin mümkün olmadığını görmüştük. Ancak arkadaşlarım bana şunu söyledi; dediler ki, mesele çok detaylı çok genişlemesine anlatıldı bazı şeyler kaçırılmış oldu. Bu sebeple bu hafta konuyu tekrar özetleyerek Saff suresinden kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Âli İmrân suresinin, 3. surenin 55. ayetini tekrar okuyalım. Bir de bir haftadır siz zihninizde bunu aşağı yukarı biraz olgunlaştırmaya çalışmışsınızdır. Yerine tam yerleşmesi için de buna ihtiyaç olur. Âli İmrân 55, 58. sayfa. Burada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “İz kâlellâhu yâ îsâ innî muteveffîke ve râfiuke ileyye ve mutahhiruke minellezîne keferû” “Bir gün Allah İsa’ya (a.s) şöyle dedi: ‘İsa seni vefat ettireceğim ve kendime yükselteceğim.”
İyi insanların ruhları vefattan sonra göklere yükselir. (Yahya Şenol’a) la tufettehu lehum ebvabus semavat diye bir ayeti kerime var. Onu şey yapar mısın?
Yahya Şenol: A’râf 40.
Evet, A’râf suresinin 40. ayetini bakarsak. 156. sayfa. Burada bakın Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ” “Ayetlerimiz karşısında yalan söyleyen, kendilerini ayetlerden üstün gören.” Çünkü böyle insanlar vardır. Allah-u Teâlâ mesela bir ayet indirmiştir. Dersiniz ki Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor. E kurban olayım doğru ama… Ama der, kendi kafasına göre bir şeyler söyler. Kendi söylediğini esas alır. Bu ne demektir? Allahın ayetini hafif görüyor demektir. Değil mi? Böyle insanlar çoktur.
“İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ” “Ayetlerimize karşı yalan söyleyen” “vestekberû anhâ” “Kendisini ondan büyük göstermeye çalışanlar.” “lâ tufettehu lehum ebvâbus semâ” “Onlar için göklerin kapısı açılmayacaktır.” Ne zaman? Öldüğü zaman. Yani ruhu göklere yükselmeyecek. Bir hadisi şerif var. Şimdi hadisi şu anda net olarak hatırlamıyorum ama mana olarak söyleyeyim.
Vefat eden bir kişinin ruhunu melekler önce göklere çıkarır. Eğer iyi insansa kapılar açılır ve yaptığı amellere göre yedinci kat semaya kadar çıkabilir. Ama inançlı bir kişi değilse hemen oradan içeriye sokulmaz, orada melek onun ruhunu bırakır, o da sanki rüzgâr önünde savrulan bir gazel gibi böyle aşağılara doğru gider. Tabi sonra da elbette o hesap vermek için bir yerde alıkonur.
Şimdi bu ayeti kerimeyi dikkatle dinlersek, “İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehum ebvâbus semâ” “… gök kapıları onlar için açılmayacaktır.” “ve lâ yedhulûnel cennete hattâ yelicel cemelu fî semmil hiyât” “Deve iğne deliğinden geçinceye kadar da cennete giremeyeceklerdir.” Deve hiçbir zaman iğne deliğinden geçemez, bunlar da cennete giremezler. “ve kezâlike neczîl mucrimîn.” “Günahkârları böyle cezalandırırız.”
O zaman, vefat eden iyi kişilerin ruhu için demek ki göklerin kapıları açılır. Bu anlaşılıyor değil mi buradan? O zaman şu ayeti tekrar… Niye bu ses bir gidip geliyor? İyi mi? Peki, iyiyse tamam.
“İz kâlellâhu yâ îsâ innî muteveffîk” “İsa seni vefat ettireceğim.” Vefat ettirince İsa’nın (a.s) ruhu nereye çıkacaktır? Göklere çıkacaktır değil mi? O zaman gayet normal olarak ne diyor Allah-u Teâlâ: “ve râfiuke” “Seni yükselteceğim.” “ileyye” “Bana” (Âli İmrân 55). Tabi her taraf Allahın, gökler de yer de. Ama bu bana yükselteceğimden maksat, yani seni daha değerli bir yere alacağım demektir.
Miraçla ilgili hadisi şerifte İsa’ya (a.s) Peygamber efendimiz kaçıncı kat semada karşılaşmıştı Yahya? İkinci kat semada olması lazım evet. İki olacak.
“ve mutahhiruke minellezîne keferû” “Seni şu kâfirlerden kurtaracağım.” (Âli İmrân 55). Kimdi o kâfirler? Yahudiler. İsa’yı (a.s) öldürmek için abluka altına almışlar ve gereken her şeyi yapmışlardı.
Öyle bir zamanda insan ne der? Kâfirler sizin etrafınızı sarmış olsun, şöyle bir düşünün kendi kendinize ve sizi öldürmek istiyorlar. Allaha nasıl dua edersiniz? Beni al diye mi dua edersiniz? Beni bunların eline bırakma dersiniz değil mi? Tabi, beni bunların eline bırakma Yarabbi dersiniz. Yani ölsem bile cesedim bunların eline geçmesin demez misiniz? Tamam. Çünkü bu defa cesede bir kötülük yaparlar değil mi? Gayet normaldir? Çünkü o hırslı kalabalık öldürmekle tatmin olmaz ki. Her şeyi yaparlar.
“ve mutahhiruke minellezîne keferû” Allah-u Teâlâ İsa’ya (a.s) diyor ki: “Seni bu kâfirlerden kurtaracağım.” E şimdi, seni vefat ettireceğim kendime yükselteceğim ve bu kâfirlerden kurtaracağım. Neyi kurtaracak o kâfirlerden. Cesedini kurtaracak. Yani vefat ettikten sonra bile cesedini onlara vermeyecek.
Sahabeden bir zat da aynı şekilde, yani buna benzer bir şekilde… Birçok Müslümanı öldürüyorlar, o da çarpışıyor ve Allaha dua ediyor. Yarabbi diyor benim cesedimi bunlara bırakma. Allah da o zatın duasını kabul ediyor. Şimdi ismi aklıma gelmedi. O zatın duasını kabul ediyor. Şehit ediyorlar, cesedinin etrafını sinekler sarıyor ve cesede yaklaşamıyorlar. Sonra hava kararıyor, müthiş bir yağmur, sabahleyin geliyorlar ki ceset yok. Sel almış götürmüş cesedi bir yere gömmüş.
Ne oldu şimdi? Allah o sahabinin cesedini onlara bırakmadı. E, İsa’nın (a.s) cesedini de o kâfirlere bırakmamıştır. Melekler alıp bir başka yere nakletmiş olabilirler.
“ve câilullezînettebeûke fevkallezîne keferû ilâ yevmil kıyâmeh” “Kıyamet gününe kadar sana uyacak olanları bu kâfirlerden üstün kılacağım.” (Âli İmrân 55). İsa’ya (a.s) bugün uyanlar kimler? Müslümanlar değil mi? Peki gerçekten Müslümanlar İsa’ya (a.s) uyuyorlar mı? İsa’ya (a.s) gerçekten uyan Müslüman Kur’an-ı Kerime uyar. Kur’an-ı Kerimde de son peygamber gelmiştir. Değil mi? Daha ne beklentisi içerisindesiniz? Neyi bekliyorsunuz? İsa tekrar gelecekmiş. Gelip ne yapacak? Kur’an-ı Kerimi tatbik edecek. E tamam, Kur’an-ı Kerim elimizde zaten. E kurtaracak diyorlar. Kimi kimden?.. Kimi kimden kurtaracak?
Şimdi Kutlu Doğum Haftası’ndayız. Birçok kimseyi görüyoruz, Allahı Peygamberimize şikâyet ediyorlar. Sen gittin gideli kimse yüzümüze bakmaz oldu ya Resulallah diyorlar. Tövbe estağfurullah. Gel bilmem neredesin falan filan. Yahu gelip ne yapacak? Gelse sana diyecek ki Kur’an-ı Kerime uy. Kur’an da senin elinde uysana. Peygamberimiz geldi, yaşadı; kendi en yakını amcası inanmadı. Ebu Leheb de amcasıydı onunla ilgili bir sure indi. Yaptığı kötülükleri bize anlatan.
Sen ona uyduktan sonra, onun getirdiği kitaba uyduktan sonra tamam işte peygamberin yolundasın. Daha ne bekliyorsun? Eğer istiyorsan ki her türlü kötülüğü yapayım ondan sonra da ahirete de cennette olayım diyorsan böyle bir bolluk yok. Kimden kurtaracak? Hâşâ Allah-u Teâlâ’dan güçlü birisi mi gelecek? Ya da böyle bir zat geldiği zaman Allah imtihanı mı kesecek? Kanunlarını mı değiştirecek?
Peki o zaman kadar yaşamış olanların suçu ne? O geldiği zaman kurtaracak. O zamana kadar yaşayanları kim kurtaracak? Demezler mi, Yarabbi bizi de onun geldiği zamanda yaşatsaydın, bizi de kurtarırdı.
Yani o kadar mantıksız, akılsızca şeyler ki. Yahu ne işiniz var kardeşim. Hadi Hıristiyan’ı anlarım. Kendi kitaplarında bir peygamber beklentisi var. İşte burada okumuştuk ilgili ifadeleri. Muhammed’e (a.s) inanma mecburiyetleri var. Ona inanmayınca İsa’yı tekrar getirerek, İsa tekrar gelecek diyerek Hıristiyanları kandırıyor Kilise. Bunu çok iyi biliyor ki, çok çok iyi biliyor Muhammed (a.s) beklenen peygamberdir. Kilise bunu çok iyi biliyor. Ama Hıristiyan vatandaşları bilmiyorlar. E onlar da bir peygamber geleceğini şey yapıyorlar. O zaman gelecek olan İsadır diyor.
Hadi onu anladık, Yahudi için de aynı şey söz konusu. Onlar da gelecek peygambere inanmak zorundalar. İkisi de gelecek peygambere Mesih diyor. Hıristiyanlar da Mesih diyor Yahudiler de Mesih diyor. Yani Allahın desteğini almış bir zat manasına. E gelmiş peygamber inanmıyorlar, anladık. Peki senin neyin var? Senin kitabında böyle bir şey yok. Nasıl oluyor ki, Tevrat’ta ve İncil’de gelecek olan peygamberin adı bile yazılıyken senin Kur’anında bundan hiç bahsedilmiyor? Eğer bir peygamber gelecek olsaydı Kur’an-ı Kerim kesinlikle bahsetmez miydi?
Yok efendim, o peygamber olarak gelmeyecek. Ya ne olacak? Peygamberimize ümmet olacak. Niye tenzili rütbe yaptırıyorsun ki? Apoletleri sökülmüş olarak gelmiş olacak. Allah Allah! Ya sen her yatsıdan sonra boşuna mı “Âmener resûlu”yü okuyorsun. Orada demiyor musun, yani o ayeti okumuyor musun, “Allahın peygamberlerinden birini diğerinden ayırmayız” demiyor musun? Daha bu ayrımcılık nerden? Neden bir peygamber gelsin de öbür peygambere ümmet olsun?
Şimdi, burada “vefat ettireceğim” diyor. Hani Kur’an-ı Kerimde ikili sistem var diyoruz ya devamlı, mesani ve müteşabih. Burada “muteveffîke”… Geçen hafta da söylemiştim, tekrar bu hafta şey yapayım. Mâide suresinin son sayfasını lütfen açın. 128. sayfa. 116’dan itibaren okuyacağız.
“Ve iz kâlellâhu yâ îsebne meryem” “Bir gün Allah-u Teâlâ şöyle demişti, Meryem oğlu İsa” “e ente kulte lin nâsittehizûnî ve ummiye ilâheyni min dûnillâh” “İnsanlara sen mi dedin beni ve annemi Allah ile kendi aranıza aracı tanrılar olarak koyun diye?” Meryem’i aracı tanrı olarak kabul eden hangi Kilise biliyor musunuz? Katolikler. Katoliklerdir. Mustafa Bey! Katolikler, o şey son kitabı getirir misin buraya. Katoliklerin Meryem validemizle ilgili söylediklerini bir okuyalım görürsünüz şimdi.
Katolikler ne diyor bir bakın. “Meryem Ana gerçek anlamda Tanrı’nın anasıdır…” (gülerek) Duyuyor musunuz? Tanrı’nın anası ne olur? Tanrı olur başka ne olacak? “… Onun analığı bitmemiştir. Yinelenen arabuluculuğu ile ebedi esenlikler sağlayan armağanları garanti altına almaya devam etmektedir.”
Arabuluculuk. Nerede arabuluculuk yapıyor? Allahla insanlar arasında. Bu ne demek? Şimdi, iki kişi arasında arabuluculuk yaptığınızı düşünün, bir ona gidersiniz onu ikna etmeye çalışırsınız değil mi? Bir buna gelirsiniz bunu ikna etmeye çalışırsınız, ikisinin arasını bulursunuz. Bu ne deme ya? Bu ne demek? İki tarafın yanında da çok itibarlı olması lazım değil mi? İşte “ilâheyni min dûnillâh” bu. Allahla insanlar arasına giren tanrı.
Niye? Çünkü bir tarafı insan olacak ki insanlarla görüşsün, bir tarafı tanrı olacak ki tanrılarla görüşsün. Yarı insan yarı tanrı.
Meryem Ana’ya Kilise’de avukat… Kime karşı avukatlık yapıyor? Allaha karşı. Yani Allah bir yanlışlık yaparsa uyaracak. Ve beri tarafı da savunacak, Yarabbi sen bilmezsin, aslında bu şöyle böyle iyidir diye. … avukat, yardımcı, yardıma koşan, arabuluculuk yapan derler.
İşte Allah-u Teâlâ burada diyor: “İsa sen mi dedin bu insanlara beni ve anamı Allah ile kendi aranıza tanrı olarak yerleştirin?” Şimdi İsa (a.s) cevap verecek. “kâle subhânek”…
Şimdi Meryem Ana’nın gerçek anlamda tanrı olduğunu ne zaman kararlaştırmışlar onu da buradan okuyayım. 431’de, Üçüncü Ekümenik Efes Konsili. Efes’te bu kararı almışlar. Şimdi orayı şey yapıyorlar ya. Hac yapıyorlar biliyorsunuz Meryem Ana’yı. Çünkü orada tanrının anası ilan etmişler Meryem Ana’yı. İsa’nın (a.s) doğumu kaç? Sıfır kabul ediliyor. 431, kaç sene sonra? Kim kabul etmiş? Kendileri. Yahu bugünkü Hıristiyanların hiç iler tutar tarafları yok. Müslümanlar dinlerinin farkında olmadıkları için onun keyfini sürdürüyorlar.
Şöyle bir karar almışlar Efes’te. Katoliklerin kitabından oku… Yani Katoliklerin kitabından alıntı bu. Geçen hafta da söylemiştim, bugün görevde olan Papa Ratzinger’in başkanlığındaki on iki kişilik bir kardinaller grubunun altı yıllık çalışması ile yazılmış bir kitap bu. Onların resmi kitapları. Yani falanca kişinin yazdığı kitap değil.
“İsa kendi kişiliğini akıllı ruhla canlandırmış, bir bedenle birleştirerek insan olmuştur…” Kendi kendini kendisi insan yapmış. “… Meryem Ana ise gerçek anlamda Tanrı’nın anasıdır.” O zaman almışlar bu kararı.
Peki, şimdi bu ayeti okuyorum ya az önce, bak, birisi kalkıp der ki, bu sözü Allah İsa (a.s) vefat etmeden söylemişti diyebilir. Ama İsa (a.s) vefat etmeden kimse Meryem’e tanrı demiyordu ki. Değil mi? Ona tanrı sözünü dört yüz otuz bir sene sonra söylemişler. Dolayısıyla bu mecburen ahirette olacak bir konuşmadır. Bir başka yolu yok.
Bir Katılımcı: Hocam burada karar almış olabilirler belki. 0 tarihinden 431’e kadar böyle şeyler yavaş yavaş yavaş yavaş hayatlarına girmiş olabilir. Karar olarak o tarih vardır belki.
Yok, 0 tarihinden itibaren hayatlarına giren bir şey yok. Yavaş yavaş Pavlus zamanında başlamış. Pavlus başlangıçta çok ciddi tepkilerle karşılaşmış. Yöneticiler ona destek vermişler. Daha sonra Pavlus’un düşünceleri yavaş yavaş resmi baskılarla kabul ettirilmiş. Yoksa İsa (a.s) hayattayken… Zaten kendileri de burada söylüyorlar. Havariler zamanında İsa gerçek insan ve gerçek peygamber kabul edilirdi diyorlar, tanrı sayılmazdı. Onu da kabul ediyorlar. Kendi sözleri o da.
“Bir gün Allah-u Teâlâ şöyle diyecektir. Meryem oğlu İsa bu insanlara sen mi dedin ki beni ve anamı Allahla kendi aranıza tanrı olarak yerleştirin?” (Mâide 116). Bu dûn kelimesine o şekilde mana veriyoruz. Çünkü doğru anlam odur. Dûn demek bir şeyin aşağısında demektir. Allahın dûnunda da, Allahın aşağısında. Çünkü bu tip yanlış inanca sahip olanlar Allahı insanlardan çok uzak kabul ederler.
Allah sizden uzak (!). E ne olacak? E biz sizi Ona yaklaştıracağız (!). Ve kendilerini de Allahla insanlar arasında aracı kabul ederler ve tanrılaştırırlar. Onun için, Allahın dûnunda insanların fevkinde, üzerinde oluyor. Allahtan aşağı insanlardan yüksek. Aracılık yapıyor ve insanları Allaha ulaştırıyorlar (!) ve o arada da avantalarını alıyorlar. Yani insanları kendilerine kul yapıyorlar.
İsa (a.s) şöyle cevap verecek: “kâle subhânek” “Yarabbi Senin bununla ne alakan olur. Sen bunlardan uzaksın. Ben Seni tenzih ederim böyle şeylerden.” “mâ yekûnu lî en ekûle mâ leyse lî bi hakk” “Ben hakkım olmayan bir şeyi söyleyemem ki.” Böyle şeyler söylemek bana yakışmaz. Bu yanlış, bu haksız bir söz olur. “in kuntu kultuhu fe kad alimteh” “Eğer ben böyle şey dediysem kesinlikle Sen bilirsin.” “ta’lemû mâ fî nefsî ve lâ a’lemu mâ fî nefsik” “Sen benim içimde olanı bilirsin ama ben Sende olanı bilemem.”
“Allahın bilgisinden insanlar ancak Allahın istediği kadarını kavrarlar.” (Bakara 255). Yani Allah kendi bilgisinden ne kadarını İsa’ya (a.s) vermişse o kadarını, bize de ne kadarını vermişse o kadarını kavrarız. İşte okuduğumuz Kur’an Allahın bilgisinden olan şeylerdir. Onun için, “Ben Sende olanı bilemem ama Sen bende olanı bilirsin.” “inneke ente allemul guyûb.” “Çünkü gayıbları bilen sensin.” (Mâide 116).
Bir Katılımcı: Hocam bu “Senin zatındakini bilmem” karşılığı fenafillâh’ı savunanlara karşı da bir cevap olabilir değil mi?
E fenafillâh’ı savunanlara karşı elbette bir cevap olur “Senin zatında olanı bilmem” diye. Çünkü fenafillâh’ı savunanlar insanları da Allahlaştırıyorlar. Yani her şeyi Allahın bir parçası kabul ediyorlar. Bu şeyden, daha çok Hint kaynaklı bir inançtır bu. Felsefedir evet.
“Mâ kultu lehum illâ mâ emertenî” “Sen bana neyi emretmişsen onlara yalnızca onu söyledim.” “eni’budûllâhe rabbî ve rabbekum” “Benim ve sizin Rabbiniz olan Allaha kul olun dedim.” “ve kuntu aleyhim şehîden mâ dumtu fîhim” “İçlerinde kaldığım sürece onların şahidiydim.” Yani, ne yaptıklarını görüyordum içlerinde yaşadığım zaman. (Mâide 117).
“fe lemmâ teveffeytenî” “Ne zaman ki beni vefat ettirdin.” Şimdi “vefat ettirme” kelimesi Âli İmrân’da geçen kelime değil mi? “innî muteveffîke” “Seni vefat ettireceğim.” “fe lemmâ teveffeytenî” “Ne zaman ki beni vefat ettirdin.” “kunte enter rakîbe aleyhim” “Onların üzerinde gözetleyici sadece Sen oldun.” Yani, ne olup bittiğinden benim haberim yok. Benden sonra ne yaptılar ne ettiler bilmiyorum.
Peygamberimiz de (s.a.v) benzeri bir şey söyleyecek ahirette.
Bu ayeti tamamlayım da… “ve ente alâ kulli şey’in şehîd.” “Sen her şey üzerinde şahitsin.” (Mâide 117). Yani, ne olup bittiğini Sen çok iyi bilirsin. Yani, Sen öyle dediysen tamamdır Yarabbi demiş oluyor.
Şimdi gördünüz mü? Beni vefat ettirdikten sonra onlarla ilgili ne olup bittiğini Sen bilirsin diyor. Bu nedir? Nasıl?.. Bak ahirette konuşuyor, o zamana kadar bir şey yok. Tekrar dünyaya gelecek olan bir kişi böyle mi konuşur?
Peygamberimiz de (s.a.v) benzer şeyi söyleyecektir ahirette. Onun için de Furkan suresini bir açın lütfen. 25. sure. 25. surenin 27. ayetinden itibaren okuyacağız. Hatta oradan değil, 30. ayetini okuyalım sonra yukarıya çıkarız.
“Ve kâler resûl” “Resul şöyle diyecektir.” Peygamber (s.a.v). Ahirette. “yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzel kur’âne mehcûrâ.” “Benim kavmim bu Kur’anı kendilerinden uzak tuttular.” Benim kavmim bu Kur’anı kendilerinden uzak tuttular. Benim kavmim dediği kimdir Peygamberimizin?
Katılımcılar: Bizler
Sizler mi? Sizler Peygamberin kavminden misiniz? Size ne kavmi derler? Türk kavmi derler. Benim ümmetim demiyor dikkat edin!
Tabi, içinde yaşadığı kavim. Yani ashap, doğru tabi ashap.
Bir Katılımcı: İnanmayanlar.
İnanmayanlar değil. İnanmayanlar olsa Kur’anı tuttular demez. Kur’anı tuttular, tamam Kur’an ellerinde. Ama içini açmıyorlar, bakmıyorlar. Baksalar bile birçok ayeti görmüyorlar. Bu Kur’anı kendilerinden uzak tuttular.
Enes Hoca: (Konuyla ilgili bir hadisi şerif hatırlatıyor)
Evet, Tirmizi’deydi değil mi? Buharide miydi? Buharide mi?
Peygamberimiz de öyle diyecek. Diyecek ki, “yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzel kur’âne mehcûrâ.” “Benim kavmim…” Yani soydaşı, yani Araplar. Ve içinde yaşadıkları. Ona ashaplık yapmış olan kişilerin bir kısmı. Mehmet Bey! Ayetler üzerinde çok dikkatli bir şekilde düşünmek lazım. Hamasi yaklaşmamak lazım. Şimdi, bunlar kim? Yukarıya doğru bakalım kim olduğu anlaşılır.
“Ve yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyhi” “Ve O gün zalim kişi tırnaklarını yiyecek” böyle. Ben ne yaptım diye. Hani böyle yani şaşırır ya kötü bir şey yapmış, kendini savunacak durumda değil; artık tırnaklarını yer, ne yapacağını şaşırır …, içi burkulmuş, çok zor durumda. “yevme yeadduz zâlimu alâ yedeyh” “O zalim işte O gün ellerini ısırır.” “yekûlu” “Şöyle der” “yâ leytenî” “Ah! Keşke ben” “îttehaztu mear resûli sebîlâ.” “Peygamberle birlikte bir yol edinseydim.” Bir yol tuttursaydım. (Furkan 27).
“Yâ veyletâ leytenî lem ettehız fulânen halîlâ” “Eyvah! Keşke ben şu adamı kendime dost edinmeseydim.” (Furkan 28). “Lekad edallenî aniz zikri” “Beni Kur’andan uzaklaştırdı.” … “dallean”, yani Kur’anın yolundan çıkardı. (Furkan 29).
Şimdi burada aklınıza gelebilir, bunlar hiç Müslüman olmamış kimseler diyebilirsiniz. Değil mi? Akla gelmez mi? Yani Peygamberimiz zamanında yaşayan ve Müslüman olmayan Araplardır diyebiliriz. Ama öyle dememizi engelleyen ayetler var, geçen okumuştuk. Âli İmrân suresindeydi. 4. cüzde olacak. 106. ayetmiş. Ayeti dikkatle okuduğumuz zaman anlarız.
“Yevme tebyaddu vucûhun ve tesveddu vucûh” “O gün bazı yüzler ak olacak bazı yüzle kararacak.” Kararacak olanlar hangileri? İşte bu …, parmaklarını, elini ısıranlar değil mi? Paki bunlar kim? “e kefertum ba’de îmânikum” “İnandıktan sonra kâfir mi oldunuz?” Demek ki bunlar inanmış değil mi? … Bazı ayetleri duymamaya başlamışlar, görmemeye başlamışlar.
Öyle olur zaten. Adam fakir … bazı kimseler. Sonra eline imkânlar geçer, daha önce işleyemediği günahları … Çünkü bazı günahlar parasız işlenmez. Bazı günahlar da az parayla işlenmez. Cebine para geçti mi yavaş yavaş kendine fetvalar bulmaya başlarsın. Önce, Allah nasıl olsa affeder dersin, günahı şey yaparsın. Arkasından hoşuna gider. Sonra yavaş yavaş, canım ya Cenab-ı Hakkın buna ne ihtiyacı var demeye başlarsın. Sonra da, ya kardeşim işte falan, bir sürü kendine göre mantıklı gerekçeler bulursun.
İlgili ayetleri hiç duymak istemezsin. Seni çok rahatsız eder. Onun için en iyisi Kur’an-ı Kerimden uzak kalmaktır. İşte hepiniz de çok iyi biliyorsunuz ki, bugünkü Müslümanı en fazla rahatsız eden şey Kur’an-ı Kerimdir. Bunu gayet iyi biliyorsunuz. Lafta rahatsız etmez, önemli değil. Kur’anı ezberlemek hiç rahatsız etmez. Güzel hafızların ağzından dinleyebilir. Ondan da büyük zevk alır. Ama Kur’anın içindeki ayetleri okuyup anlamaya başladığınız zaman kendi hayatıyla çeliştiğini görünce kıvranmaya başlar, bakarsınız ki sıvışmış gitmiş.
İşte buradan bakın. “Lekad edallenî aniz zikri ba’de iz câenî” “Bana geldikten sonra Kur’andan beni uzaklaştırdı.” Demek ki bu önce ne olmuş? Müslüman olmuş. İnanmış, Peygambere sahabi olmuş. ve kâneş şeytânu lil insâni hazûlâ” “Şeytan insanı böyle yalnız bırakır.” (Furkân 29).
“Ve kâler resûl” Orada Peygamber de şöyle diyecektir ahirette, “yâ rabbi inne kavmîttehazû hâzel kur’âne mehcûrâ” “Benim kavmim bu Kur’anı kendilerinden uzak tuttular. Çünkü esas olan Kur’an-ı Kerime uymaktır. Esas olan o. Bunu söyledik mi birileri hop oturup hop kalkıyor, ya Peygamberin sünneti ne olacak? Ya Peygamber Allahın ortağı mı? Allahın elçisiyse elçi Allahın kitabına uyar. Allahın kitabı elçiye nasıl davranılması gerektiğini, elçinin sözlerinin nereye konması gerektiğini de söyler.
Dolayısıyla elçiye uymak için gerekli emirler Kur’anda zaten vardır. Kur’anın o emirlerine uydun mu, elçinin yerini de Kur’an-ı Kerim tayin etmiştir; ona göre hareket edersin. Sen kendi kafandan mı tayin edeceksin yerini?
Ve Buhari’de geçen, birçok hadis kitabında geçen şu hadisi şerif de var, gittiğiniz zaman kendi şeylerinize bakın; kıyamet günü Peygamberimizin ashabının bir kısmı amel defterleri solundan verilerek sol tarafa alınacak. Ve Peygamberimiz diyecek ki, “yâ rabbi hâ ulâi ashabi.”…
Enes Hoca: Onlar beni tanıyacak, onları ben tanıyorum.
Evet, ben onları tanırım, onlar beni tanır diyecek Peygamber efendimiz. Ama Allah-u Teâlâ diyecek ki, “Senden sonra…”
Enes Hoca: (Arapçasını hatırlatıyor)
Evet, “inneke lâ ta’lemu ma ahtesu ba’dek” “Senden sonra neler ortaya çıkardılar sen bilmiyorsun ki.” Neler ortaya çıkardılar.
Enes Hoca: O zaman şu ayeti okuyacağım diyor hadiste.
Ondan sonra, o zaman da Peygamber efendimiz hadiste diyor, “Ben de bu ayeti okurum” diyor. Ve şöyle diyor, “Defolsun onlar, gözüme gözükmesinler”
Yahya Şenol: … İsa’nın (a.s) söylediği…
Ha, bu ayeti değil, İsa’nın (a.s) söylediği ayeti okuyor. Ha İsa (a.s), İsa’nın (a.s) söylediği ayeti okuyor. Tamam. (Mâide 117. ayet)
Şimdi, demek ki bizim uyacağımız kitap burada. Ya bu kitapta herhangi bir kişinin tekrar geleceğine dair en küçük bir ifade yok. Yahudilerin ve Hıristiyanların oyununa gelerek, onların sözlerini hadis haline getirip hadis kitaplarına yerleştiren insanlar bugün kalkmışlar İsa (a.s) gelecek diyorlar. E gelip ne yapacak?..
Geçen hafta okumuştuk en sahih gördükleri hadisi. Haçı kıracak diyor. E kırılsa ne olur kırılmasa ne olur? Ne olur ki? Domuzu öldürecekmiş. E domuzun yaşaması kötüyse zaten Allah hiç yaşatmaz olur biter. Allah yaşatıyorsa öldürmekle bitmez ki. Bir kişi onu öldüremez. Cizyeyi kaldıracakmış. E hani siz diyordunuz ki Muhammed’e (a.s) ümmet olacak. Cizye Kur’an-ı Kerimin bir emridir. Yani Gayri Müslimlerden alınan vergi. Nasıl kaldıracak. O zaman bunun yeni bir peygamber olması lazım.
Dolayısıyla bu tip şeyler gerçekten çok büyük fitne vesilesi oluyor. Her zaman birileri hazırlanıyor İsa oluyor ya da Mehdi oluyor. Ve Müslümanlar, akıllarını kullanmayan Müslümanlar o pislikten o pisliğe dalıp çıkıyorlar. Bizim uymamız gereken Kur’an-ı Kerimdir.
Peki namazdan sonra inşallah devam ederiz.
Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Dersimizin ikinci bölümüne başlıyoruz. Zannedersem İsa’yla (a.s) ilgili olarak söylediklerimi yeter. Değil mi? Anlaşılmayan taraf kaldı mı? Zaman zaman yeri gelirse tekrar bahsedilir. Sorular olursa bahsedilir.
Şimdi dersimizin kalan yerinden devam ediyoruz. Saff suresindeydik. 553. sayfa. Saff suresinin 6. ayetinden itibaren okuyalım. “Ve iz kâle îsebnu meryeme yâ benî isrâîle innî resûlullâhi ileykum musaddikan li mâ beyne yedeyye minet tevrâti ve mubeşşiren bi resûlin ye’tî min bagdîsmuhû ahmed” “Meryem oğlu İsa İsrail Oğullarına şunu söylemişti: ‘Ben Allahın size gönderdiği elçiyim. Önümde bulunan Tevrat’ı tasdik eden ve benden sonra gelecek olan peygamberi müjdeleyen bir elçiyim. Onun adı Ahmet’tir.”
“fe lemmâ câehum bil beyyinâti kâlû hâzâ sihrun mubîn.” “Onlara açık belgelerle geldiği zaman…” Muhammed (a.s) “… bu açıkça bir büyüdür dediler.”
Peygamber efendimizin geleceği ile ilgili Tevrat’ın ifadelerini daha önce okumuştuk. Şey Tevrat’ın da okumuştuk İncil’in de okumuştuk. Tevrat’ın ifadeleri iyi anlaşılmamış galiba. Bir arkadaşımız söyledi. Hatta iki kişi söyledi. Onu ben tekrar hazırladım, masanın üzerinde Tevrat’ı unutmuş gelmişim. Ama özet olarak şunu söyleyeyim, Tevrat’ı okumuş olanlar hatırlayabilirler; orada Musa’ya (a.s) senden sonra senin gibi bir resul gelecektir, işte ona uyun diye ifade ediliyor.
Musa’nın (a.s) biliyorsunuz ayrı bir şeriatı vardır. Ayrı bir kitabı vardır. Ondan sonra gelen İsa’nın (a.s) ayrı bir şeriatı yoktur. İsa (a.s), Musa’nın (a.s) şeriatını tamamlamak üzere gelmiştir. Bu hem Kur’an-ı Kerimde öyle yazılı hem İncil’de öyle yazılı. Musa’dan (a.s) sonra ayrı bir şeriatı olan tek peygamber Muhammed’dir (a.s).
Yahudilerin bazı tavırları var, davranışları var; bazı kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Başka taraflara çekiyorlar. Dolayısıyla bazı şeyler yanlış anlaşılıyor.
Şimdi bizim Vakfımızda çok güzel bir çalışma yapılıyor. O çalışma belli bir noktaya geldi. Ama ne zaman biter, ne zaman size sunulacak hale gelir onu bilemiyorum. Tıpkı Kur’an-ı Kerimde yaptığımız gibi bugünkü Tevrat’ta da değişik yerlerdeki ifadeleri birleştiriyoruz. Bir arkadaşımız konuyla ilgili detaylı araştırmalar yapıyor. Biz de iki haftada bir onun araştırmalarını kontrolden geçiriyoruz bütün arkadaşlar. Hayal edemeyeceğimiz kadar çok bilgi çıktı Peygamber efendimiz ile ilgili olmak üzere. İnşallah onları bir araya getirdiğimiz zaman bir gün burada sizlere sunacağız Allah nasip ederse.
O zaman şunu çok net olarak göreceksiniz ki, Peygamber efendimiz ile ilgili çok geniş bilgiler var. Müslümanlarla ilgili geniş bilgiler var. Kâbe ile ilgili, Mekke ile ilgili, Zemzem ile ilgili, Peygamber efendimizin tebliği ile ilgili, ona uyacak olanlarla ilgili, hatta Musa (a.s) ve İsrail Oğullarının Mekke bölgesine gelip yerleştikleri ile ilgili de ifadeler var. Ama bunlar üzeri karartılmış ifadeler gizi gözüküyor.
İnşallah çalışmalarımız tamamlandığı zaman… Arkadaşımız bir harita üzerinde de çalışıyor. Çalışmalar tamamlandığı zaman sizlere sunacağız Allah nasip ederse. Ama bu tür çalışmalar kısa sürede tamamlanmaz tabiatı gereği. Epeyce bir zaman gerekir. Artık ne zaman tamamlanırsa onu size sunarız.
“Ve men azlemu mimmenifterâ alallâhil kezibe ve huve yud’â ilel islâm” “İslam’a çağrıldığı halde Allaha karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?” (Saff 7). Allaha teslim olmaya çağrılıyor o da yalanlar uyduruyor. Çünkü çok iyi biliyorlar ki Muhammed (a.s) Allahın peygamberidir.
Bugün bir arkadaş diyor ki; bir papaza sordum, İsa’nın Allahın oğlu olduğunu aklın kabul ediyor mu? Hayır, kabul etmiyor ama içim kabul etmek zorunda.
Bir Katılımcı: Cüzdanım demek istemiştir Hocam.
(gülerek) Ha, cüzdanım demek istemiştir ama vicdanım diyor. İçim onu kabul etmek zorunda demiş. İçi de kabul etmiyor çünkü. Onun için Allah-u Teâlâ burada ne diyor, “Allaha karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir.” Sanki Allah insanlardan böyle bir şey istemiş. Ve İslam’a çağrıldığı halde böyle yapıyor.
“vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn.” “Allah zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Saff 7).
İslamiyet öyle bir din ki, bugünün insanlığına Müslümanlığı takdim etme fırsatı bulsak, eminim ki insanlar kitleler halinde Müslüman olacaklar. Zaten dünyanın büyük bir bölümünde bu şekilde Müslümanlaşmaların başladığını duyuyoruz. Bir çol ülkede insanlar grup grup Müslüman olmaya başlamışlar. İslamiyeti düzgün anlatırsanız, aklı başında olan herkes bunu kabul eder. Ama Kur’an-ı Kerime göre anlatmak lazım.
Çünkü İslam’ın söylediği her şeyi rahatlıkla tartışabilirsiniz. Ama Kilise diyor ki, sizin diyor imanınızı ben korurum, siz anlamazsınız. Siz bana güvenin gerisini merak etmeyin diyor. Siz imanınızı bana emanet edin, karışmayın diyor. Ama İslamiyet’te öyle bir şey yok. Yok kardeşim, herkes kendisi inanacak; içten inanacak, kalpten inanacak diyor. Dolayısıyla Müslümanlık son derece rahat, son derece doğru, ispatlanabilir; herkesin aklına, fıtratına, duygularına tamı tamına uygun olan bir dindir. Bu dini insanlara bir anlatabilsek…
Bugün Süleyman Ateş Hoca fakülteye gelmişti. Bir seminer verdi. Avrupa’da bulunduğu sırada bir hanımım evinde kalmış. Yani öyle evlerini kiraya verenler var ya orada. Diyor ki, bana sordu, siz Allaha inanıyor musunuz?
Şimdi, öyle anlatmışlar ki, Türkler Allaha inanmaz. Çünkü müthiş bir propaganda altında yaşıyorlar. Şartlandırılıyorlar. E bizim işçilerimiz sayesinde onlar öğrendiler. Evet, içlerinde yaramaz olanlar da vardı ama doğru olanlar da çıktı. O doğru olanlar sayesinde bugün onların büyük bir bölümü Müslümanlıktan haberdar olmuş oldu. Onun için de İslamiyet’in yayılmasını bir türlü engelleyemiyorlar. Zaten bütün hırçınlıkların temelinde yatan bu.
“vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn.” “Allah zalimler topluluğuna yol göstermez.” (Saff 7). Yanlış yapanları Allah yola getirmez. Yanlışlığını giderirsin, tövbe edersin, ondan sonra Allah seni yola getirir.
“Yurîdûne li yutfiû nûrallâhi bi efvâhihim” “Onlar istiyorlar ki Allahın nurunu ağızlarıyla söndürsünler.” Nasıl söndürürler ağızlarıyla? Yalan uydurarak, yalan propaganda yaparak, insanları değişik şekillerde şartlandırarak söndürmeye çalışıyorlar. Bir takım yalan yanlış şeyleri din diye insanların arasına sokuşturarak. “vallâhu mutimmu nûrihî” “Hâlbuki Allah nurunu tamamlayacaktır.” “ve lev kerihel kâfirûn” “İsterse bu kâfirlerin hoşlarına gitmesin.” (Saff 8).
Kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır. Nasıl tamamlayacak? “Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ” “Elçisini doğruyu gösteren Kur’anla gönderen odur.” (Saff 9). Bu Kur’an Allahın kitabı, insanlar da Allahın kulu. Kur’anı getiren de Allahın elçisi. İnsanlara Kur’an-ı Kerimi gösterirsek, Kur’anla yol gösterirsek işte o zaman görürsünüz neticeyi demiş oluyor Allah-u Teâlâ.
“ve dînil hakk” “Hakkın diniyle” Allahın diniyle gönderen odur. Niçin göndermiştir? “li yuzhirehu aled dîni kullihî” “Din cinsinden olan her şeyin üstüne hâkimiyet kursun diye.” Yani insanların din diye algıladıkları ne varsa hepsinin üstüne çıksın, hâkimiyet kursun.
Şimdi, Osmanlılar Viyana kapılarına kadar dayandılar. Ama Viyana’ya giremediler. Peki şimdi, sonra ne oldu? Avrupalılar sekülerizm ya da laisizm dedikleri bir şeyle, yani laiklik diye bize geliyor, bir sistem oluşturdular, dini hayatlarından dışladılar. Batılılara göre din denince Kilise akla gelir. Dini Kilise sınırları içerisine soktular. Kilisenin dışına dini taşımadılar. Böyle olmasaydı Batı’ya herhangi bir Müslümanın gitmesi mümkün değildi.
Dini hayatlarından dışlayınca tamamen dünyaya yöneldiler. Onların bu yönelişlerinden istifadeyle Müslümanlar da Batı’ya gitti. Hatta gidenlerin çoğusunun belki Müslümanlıktan haberleri yoktu. Gidenlerin içerisinde Müslümanlığı yayayım diye gidenler olabilir nadiren de olsa. Ama çoğusu para kazanmak için gitti, hepimiz biliyoruz değil mi? Gitti ama orada dininin farkına vardı. Nasıl farkına vardı? E misyonerler bunları Hıristiyan yapmaya gelince, e bunlar bizi kâfir yapacak (gülüşmeler)… O zaman dinlerine sarıldılar.
Kore ile ilgili birisinden bir şey dinlemiştim. Kore’ye giden bir hacım vardı. Ama tabi ben duyduğumu söylüyorum. Ne derece olmuştur bilemiyorum ama mantıken çok doğru. Doğru geliyor en azından yani. Mantığı doğru geliyor. Kore’ye biliyorsunuz Türk askeri gitti. Orada da komutan oranın stresinden kendini içkiye vermiş. Amerikalıların din subayları bakmış ki bunların Müslümanlıkla alakaları yok. Gelmiş, bunlara Hıristiyanlığı telkin etmeye başlamışlar.
Komutan da uzun süre Samsun Müftülüğü yapmıştı. Zübeyir Hoca, soyadı neydi hatırlayan var mı? Daha yeni emekli olmuştur. Yani birkaç sene içinde emekli oldu. Yani birkaç sene önce gene görevdeydi. Bu da asker içerisinde bulunuyor, yedek subay. Komutan diyor ki, ya şunlara bak bunlar bizi gâvur yapmaya çalışıyorlar diyor. Hemen askere bir haber salıyor, içinizde hoca var mı? İşte Zübeyir Hoca çıkıyor. Tamam hoca diyor, en büyük çadırı ayırıyor, burada sen günde beş vakit ezan okuyacaksın, burada namaz kılacağız, ben de camiye geleceğim diyor (gülüşmeler).
Görüyor musunuz? Aslında… Şimdi diyorlar ki, efendim Türkiye’de şey faaliyetleri alabildiğine gidiyor. Gitsin ne olacak? Millete Müslümanlığını hatırlatır neticede, başka bir şey olmaz. Ya bu adamlar bizi gâvur yapacak der Müslümanlığı hatırlar. Önemli olan biz ne yapıyoruz? Asıl olan o. Yoksa ha misyoner gelmiş ha başka şey … şeytan gelmiş hiç önemli değil. Önemli olan biz ne yapıyoruz?
Sonra onlar orada ciddi faaliyetler yapmışlar. Türk askeri oraya gittikten sonra Güney Korelilerden Müslüman olanlar olmuş. Çünkü biliyorsunuz, yani hakikaten Cenab-ı Hak bu millete verdiği bir şey var, bir üstünlük var. Başkasını kendinden çok düşünen bir yapısı vardır bizim Türk milletinin. Bu da bulunduğu her yerde (yönetimde) olmasına sebep oluyor.
Çünkü sadece kendinizi düşünürseniz kimse sizi başına geçirmez. Ama başkasını düşünürseniz, o zaman herkes sizin (yönetimde) olmanızı ister.
Orada bir Müslüman cemaat oluşmuş. Bir zamanlar Müslümanların sayısının iki yüzü geçtiğini duymuştum ki bu en az on beş yirmi sene önceki şeydi. Şu anda ne kadar bilmiyorum. Ama oradan bize gelen bir talebe vardı. Bizim okuldan mezun oldu. Birkaç sene… Belki Yahya’nın arkadaşı mıydı? Sizden önce miydi? Hı, bunlardan iki sene önceymiş. Sen kaç sene oldu mezun olalı?
Yahya Şenol: Üç sene…
O zaman beş sene önce olmuş o Güney Koreli olan.
İşte böyle, yani İslamiyet öyle şey ki, tabii ki, bir … konuştuğunuz zaman herkes şey yapar, kabul eder. Herkes kabul eder. Size anlatmıştım, Moskova’da, Moskova Devlet Üniversitesi’nde konuşma yaptık. Anlattığımız Kur’an. Ve o insanlar, ki orada dinleyenler içerisinde hiç Müslüman olmayan bir çok kimse vardı. Hepsi profesör olan insanlardı. Hem de en üst seviyedeki ilim adamlarıydı.
Adamlar hayranlıkla, söylediğimiz her şeye son derece değer vererek dinlediler. Yani, ya hiçbir itirazları olmadı. Sonra kalkıp çok büyük takdirlerde bulundular. Çünkü kendi yerlerindeyiz. Yani tenkit etmemeleri için hiçbir sebep yok. Ama İslamı Kur’andan anlattığınız zaman hiç kimse karşı çıkmıyor. Çünkü kendi fıtratına tamamen uyan bir şeyi dinlemiş oluyor.
İşte biz bunu anlattığımız zaman, “Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ” “Elçisini gerçeği gösteren kitapla gönderen odur.” Niçin? “yuzhirehu”… “ve dînil hakk” “Hakkın diniyle gönderen” “li yuzhirehu aled dîni kullihî” “Adına din denen şeylerin tamamının üzerine hâkimiyet kursun diye.” (Saff 9).
İşte şimdi onun zamanıdır. İşte şimdi şurada internetten konuşuyoruz, dünyanın birçok ülkesinden dinleniyoruz. Toplam otuz ülkeden fazla değil mi şey dinlenen? Otuzu geçiyor galiba. Otuz beş civarında. Yok, sayı önemli değil yani, dinleniyor. Yani bir kişi önemli değil. O bir kişi bazen çok iş görür. Dinleniyor. Sayıları şu kadardır bu kadardır ayrı. Bu ne büyük bir nimettir. Sonra bu öyle bir nimet ki, dünyanın neresinde isteseler indirebiliyorlar, çoğaltabiliyorlar, dağıtabiliyorlar. Şu anda artık sınır mınır yok.
Ben İstanbul Müftülüğü’nde iken gümrüğe kitaplar gelirdi. Dini kitapların ülkeye sokulması için bizden rapor isterlerdi. E o yurtdışında okuyan öğrenciler… Bizi alırlar götürürler hava alanına, bakarız bir rapor veririz. Ya da oradan kitapları getirirler, bakar rapor veririz. E yurtdışına dini kitap ihraç edilenlere bakar rapor veririz. Bazılarını uygun görmeyiz, ihracına müsaade etmeyiz. Çok oldu böyle.
Ha bu arada şunu da söyleyeyim, bak ben bu işi yıllarca yaptım, bana her hangi bir makamdan şu kitabı içeriye sokun şunu sokmayın diye bir telkin olmamıştır. Ha dışarıdan sanki insanlar değişik şekilde yorumlayabilirler. Tamamen bize güvenmişler ve bizim uygun gördüğümüzü ülkeye sokmuşlardır görmediğimizi sokmamıştır. Ya da uygun gördüğümüzün ihracına müsaade etmişlerdir görmediğimizi etmemişlerdir.
Şimdi, evet… Şimdi artık sınırlarda bir şey yok. Yani sınır mınır… (gülerek) İnternet sınır falan tanımıyor. Ne gümrük memuru, ne şu, ne bu. Hiç kimsenin okeyi falan yok. Hem doğruyu götürüyor, hem yanlışı götürüyor, her şeyi götürüyor. Ha, isteyen doğruyu kabul eder isteyen etmez. Ama gitme fırsatı şimdi daha fazla. Dolayısıyla bu fırsattan, bu imkânlardan istifadeyle, inanıyorum ki yakında İslamiyet bütün dünyada hızla yayılacaktır. Zaten yayılıyor. Yayılıyor.
Bir zamanlar burada Şinasi Gündüz diye bir arkadaşımızın sohbetini, dinlerle ilgili iki sohbetini dinlemiştik, hatırlarsınız. Profesör Şinasi Gündüz. İki hafta önce ya da on gün önce neyse Amerika’daydı, bir toplantı için gitmişti. Çok hızlı bir İslamlaşma başlamış diyor 11 Eylül’den sonra. Ve Venezuela ile Arjantin’de millet kitleler halinde Müslüman olmaya başlamış. Onun duyduğuna göre tabi. Gördüğü değil, orada duymuş.
Şimdi, işte Allah-u Teâlâ böyle diyor. “İsterse müşrikler bundan hoşlanmasın.” (Saff 9). Paşa keyifleri bilir. Ama İslamiyet her tarafa hâkim olacaktır. Bu konuda hadisi şerifler de var. Yani insanın bulunduğu her yerde Müslümanlığın hâkimiyeti söz konusu. Herkes Müslüman olacaktır değil bakın, onu yanlış anlamayalım. Müslüman olma işi başka, Müslümanlığın hâkimiyeti başka şeydir.
Mesela Müslümanlar bu topraklarda asırlarca hâkim olmuştur. Ama bu topraklarda her zaman Hıristiyan da yaşamış, Yahudi de yaşamış, başka inanç mensupları da yaşamıştır. Bu ayette hâkimiyetten bahsediliyor. Yoksa herkes Müslüman olacaktır demiyor.
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû” “Ey Müminler” “hel edullukum alâ ticâretin tuncîkum min azâbin elîm.” “Sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti göstereyim mi size?” (Saff 10). Kazanç sağlayacak bir şey. Öyle bir kazanç ki, azaptan da sizi kurtaracak.
“Tû’minûne billâhi ve resûlihî” “Allaha ve elçisine inanırsanız.” “ve tucâhidûne fî sebîlillâhi” “Allahın yolunda cihat ederseniz” Yani her türlü zorluğa göğüs gererseniz ve mücadele ederseniz. Nasıl mücadele ederseniz? “bi emvâlikum ve enfusikum” “Mallarınızla ve canlarınızla” Önce mal, bak mal önce. Çünkü insanlar… Malı vermek insanlara çok zor gelir. Yaratılışta bu var. Malınızla ve canınızla. “zâlikum hayrun lekum in kuntum ta’lemûn.” “Bilseniz bu sizin için çok hayırlıdır.” (Saff 11).
“Yagfir lekum zunûbekum” Böyle yaparsanız Allah “sizin günahlarınızı örter.” Bağışlar. “ve yudhılkum cennâtin tecrî min tahtihel enhâr” “İçinden ırmaklar akan cennetlere sokar.” “ve mesâkine tayyibeten” “temiz meskenlere” “fî cennâti ad” “Adn cennetlerinde temiz meskenlere, oturma yerlerine sizi yerleştirir.” “zâlikel fevzul azîm.” “Bu büyük bir kurtuluştur.” (Saff 12).
Bu ahiretle ilgili. Peki ticaret diyince bu dünya anlaşılır. “Ve uhrâ tuhıbbûnehâ” “İstediğiniz bir başka şeyi de size verecektir.” Dünyalık da verecektir. “nasrun minallâh” “Allahtan bir yardım” “ve fethun karîb” “ve yakın bir fetih” “ve beşşiril mû’minîn.” “Müminlere müjde ver.” (Saff 13).
Şimdi, Peygamber’i (s.a.v) ve ashabını bir düşünün; buradaki gibi çalışmışlar, inanmışlar Allaha; mallarıyla canlarıyla her türlü zorluklara göğüs germiş, Allahın yolunda hizmet etmişler, sonra öyle bir zenginlik elde etmişler ki, dünyada hiç kimsenin o şekildeki zenginliği hayal etmesi mümkün değil. Yani dünyalık.
Sık sık tekrarlıyoruz, Mekke’de yaşama imkânlarını kaybettikleri için fırsat bulup kaçtıkları Medine’de hâkimiyet kurmuşlardır. Peygamberimiz Medine’ye gelmiş, bir buçuk sene sonra Mekke ordusunu yenmiştir. Bu akıl alacak bir olay değildir. Siz Mekke’de sizi öldürmeye karar verdikleri için Medine’ye kaçacaksınız, bir buçuk senede insan sağındaki solundaki kişilerle selamlaşacak şey bile kazanamaz. Yabancıdır. Kimse onu adam yerine bile koymak istemez. Ama Allah öyle bir hâkimiyet verdi ki onlara orada, şehre hâkim oldular. Ve bir buçuk sene gibi kısa bir süre sonra Bedir’de Mekkelileri perişan ettiler.
Sonra Uhud’da, önce zafer kazandılar sonra kaybettiler sonra tekrar düşmanı püskürttüler. Sonra Hendek’te. Uhudla Hendek arasında üç tane Yahudi kabilesini Medine’den sürdüler yaptıkları yaramazlıklar sebebiyle. Sonra Hayber’i aldılar. Sonra Mekke’yi aldılar. Sekiz sene sonra Mekke’ye muzaffer bir ordu olarak girdiler. Hiç olacak şey değil.
Oturduğunuz bir evi düşünün, sekiz sene içerisinde daha bakkalla ahbaplık yapamazsınız. Sekiz sene sonra, kaçmak zorunda oldukları Mekke’ye hâkimiyet kurdular. Sonra devrin en büyük devleti olan Bizans’ın karşısına çıktılar. Bizans korkusundan savaşa gelemedi. Onun için bu Ürdün bölgesini ele geçirdiler. Peygamberimizin vefatı sırasında üç milyon kilometre karelik bir yere hâkimiyet kurmuştu. Türkiye’nin tam dört katı.
Bir insanın dünyada bu kadar başarılı olabileceğini hayal edebilir misiniz? Dünyalık açısından. İşte dünyalık. Bu bir şey değil ki. Allah en büyük mükâfatı ahirette verecek. Ve Peygamber’in (s.a.v) yetiştirdiği sahabiler kısa süre sonra işte İran’ı, Azerbaycan’ı, Orta Asya’ya kadar, işte Doğu Türkistan’a kadar olan bölgeleri, Kuzey Afrika’yı ve Doğu Anadolu’yu Kayseri’den öbür tarafını İslam hâkimiyeti altına soktular.
Hz. Ömer’e birisi sorsaydı, şey birisi deseydi, Hz. Ömer olmadan önce Ömerken deseydi ki, Ömer, gün gelecek sen İran Kisrasını dize getireceksin deseydi. Dalga geçecek başka adam bulamadın mı diye adamı öldürmeye kalkardı. Sen deli misin derdi. Hayal bile etmesi mümkün olmayan dünyalıları Cenab-ı Hak verdi onlara. Ama ahireti de verdi.
İşte zengin olmak istiyorsanız yolu bu. Öyle bir ticaret ki, zarar etmeyen, hem dünyada hem ahirette kazandıran ticaret.
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû kûnû ensârallâh” “Ey müminler! Allahın yardımcıları olun.” Yani Allahın dinine yardım edin. Yapacağınız asıl iş bu olsun. Asıl hedef bu olsun. “kemâ kâle îsebnu meryeme lil havâriyyîn” “Meryem oğlu İsa havarilere şöyle demişti nitekim” Demişti ki, “men ensârî ilâllâh” “Allaha giden yolda bana kim yardım edecek?” Benim yardımcılarım kimlerdir? (Saff 14).
“kâlel havâriyûn” “Havariler şöyle dedi”… Havariler kimlerdi Enes Hoca?
Enes Hoca: … (anlaşılmadı)
Ne iş yapıyorlardı?
Enes Hoca: … (anlaşılmadı)
Balıkçılık. Şimdi balıkçı… Şu şeylerde balık tutmakla meşgul olan kişiler halk arasında nasıl karşılanır balıkçı esnafı? Balık tutup da ondan geçinenleri nasıl karşılarlar halk? Siz daha iyi bilirsiniz Mecit Bey. Fakir fukara gibi kabul edilir değil mi? Yani işte zavallı balıkçı ne yapsın? Şey değil, bugünkü gibi böyle teknelerle açılmıyorlar ki, olta balıkçılığı yapıyorlar. Ya da belki işte küçük çapta bir şeyler yapıyorlar. Yani insanların pek önem vermediği kişilerdir genellikle.
Ama bakın Beyt-i Makdis’in o görkemli giysilerle kendisini büyük âlim kabul eden imamlarından bir tanesi yok. Ama değer vermedikleri balıkçı esnafı, işte Allah onları bak zikrediyor. Ya da çamaşırcı esnafı deniyor. Yani çamaşır yıkayanlar. Düşük meslekler. Mesleğine bakılmıyor. İmanına bakılıyor. İslam insanı öylesine yükseltiyor ki en üste çıkarıyor.
“Havariler dediler ki”, “nahnu ensârullâh” “Allahın dininin yardımcıları biziz” dediler. “fe âmenet tâifetun min benî isrâîl” “Bundan sonra İsrail Oğullarından bir grup İsa’ya (a.s) inandı.” “ve keferet tâifeh” “Bir grup da inanmadı.” Tanımazlık etti. “fe eyyednellezîne âmenû” “İnananlara destek verdik.” “alâ aduvvihim” “Düşmanlarına karşı.” “fe asbehû zâhirîn.” “Ve bunlar hâkimiyet kuran kişiler oldular.” (Saff 14).
Yani o İsa’yı (a.s) öldürmeye kalkışan Yahudiler, İsa’ya (a.s) uyanların emirleri altına girdiler. Hâkimiyet onların eline geçti.
Onun için hâkimiyet kurabilmenin de yolu, dünyalık elde etmenin de yolu, ahireti elde etmenin de yolu; Allaha inanmak, malımızla canımızla Allahın yolunda cihat etmektir.
Şimdi buraya bir yazı geldi. “Galatasaray Kulübü’ne gelen misyoner sayesinde İslamiyet’le ilgisi olmayan futbolcular da sporcular da Müslüman oldular.” Öyle değil mi? Yanlış okumadım…
Şimdi, bir misyoner, geçen hafta anlatıyordunuz, uzunca zaman futbolcularla… Şey antrenör olarak mı gelmişti?
Katılımcı: Atletlerle … (anlaşılmadı)
Ha atletler. Futbolcular değil, atletlerle. Uzun süre onlarla çok iyi geçiniyor. Sonra yavaş yavaş onlara misyonerlik faaliyeti yapmaya başlıyor. İşte İncil’i anlatıyor, bir takım şeyleri anlatıyor. Sonra bakıyorlar ki, ya bu adam bizi kâfir yapacak (gülüşmeler) ondan sonra Müslümanlığa yöneliyorlar ve sağlam Müslüman oluyorlar. Yani her şey zıttıyla kaim. Yani hava soğuk olduğu zaman tedbirinizi alırsınız, üşümemeye çalışırsınız. Etki tepki meselesi.
Evet, böylece bugünkü dersimizin sonuna gelmiş olduk.