Abdülaziz Bayındır:
Hucurat Suresi’ni okumaya devam ediyoruz. Geçen hafta iki ayet okumuştuk. Yine tekrar baştan alalım konu bütünlüğü açısından daha iyi olur. “Müminler Allah’ın ve Elçisi’nin önüne geçmeyin. Allahtan korkun. Allah işitir ve bilir. (Hucurat 49/1)” Yani bir konuda Allahütealâ bir şey söylemişse, Peygamber (sav) bir şey söylemişse artık onun önüne geçilmez. Durum böyle olmakla birlikte maalesef geçen hafta İslam tarihindeki durumu anlatmaya çalışmıştık. İslam tarihinde Allahın ve Resulünün önüne geçen nice İslam âlimi olarak tanıdığımız bugün hala saygı duyduğumuz insanlar var. Bugün de İslami ilimler sahasında uzman olarak bildiğimiz nice kişiler var ki onlar da Allahın ve resulünün önüne geçiyorlar. Yani şurada Kuranı Kerim’in ayeti varken o ayete aykırı başka şeyler söylüyorlar. İşte kimisi diyor ki “İslam’ın değişmez hükümleri vardır değişebilen hükümleri vardır. Değişmez hükümleri inançla ilgili kısımlardır değişebilen hükümleri diğer kısımlardır” diyerek Kuranı Kerim’de bulunan emirleri kendi keyiflerine göre değiştirebileceklerine inananlar var.
Mesela bugün Türkiye’de azımsanmayacak sayıda İslami ilimler sahasında yetişmiş profesör olmuş insanlar var. Epey de bir de sayıları var oldukça etkin yerlerde bulunan insanlar. Bunlar İslam hukuku diye bir hukukun olmayacağını düşünüyorlar. Öyle bir şey olamaz diyorlar. Yani herhangi bir ülkenin parlamentosunda çıkan kanunları işte İslam hukuku budur şeklinde kabul edenler var. Peki, Kuranı Kerim’deki bu ayetleri ne yapacağız diye soruduğumuz zaman “bu ayetler var Allahın ayetleri doğru. Bu o zamanmış o çağın yedinci asrın hicaz bölgesinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere gelmiş zamanımızın ihtiyaçlarını karşılamaz” diyorlar. Demek ki Allahın ve Resulünün önüne geçmeme meselesi çok önemliymiş.
Diğer taraftan sizin hepinizin de karşı karşıya kaldığınız yani sokaktaki müslüman diyelim. Sokaktaki müslümanın da Allahın ve resulünün önüne geçtiğini hep görüyoruz. Sokaktaki müslüman derken beş vakit namazını kılanı kastediyorum ve toplunda dindar olarak tanınan kişileri kastediyorum. Şimdi onlara ayetleri okuyorsunuz: “E bunlar müşriklerle ilgili benimle ilgili değil niye sen müşrikleri ilgili ayetleri bana okuyorsun!” Müşriklerle ilgili ise ve senin tavrın da buna uyuyorsa sen ne olursun? Değil mi yani? Müşriklik bir adamın erkekliği birinin hanımlığı gibi doğuştan gelen bir olay değildir ki. Her gün her an insan şirke düşebilir. İbrahim (as) ile ilgili ayeti kerimeler nasıl bitiyor? Ben müşrik değilim, o müşriklerden değil şeklinde. İbrahim (as) bunu niye söylüyor peki? Ve Allahütealâ bütün peygamberlere ne diyor: “Hele bir şirke düş bütün yaptığın yok olur ve kaybedersin. (Zümer 39/65)” Şimdi bu ayetleri o peygamberler müşriklerle ilgili mi diyecekler.
Şimdi gerçekten nasıl olsa ahreti göreceğiz ama galiba çok neşeli olacak hesap sırası. Dünyadayken çok dindar gibi gözüken insanlar orada nasıl iflas etmiş olacaklar göreceğiz eğer tövbe etmezlerse ölmeden önce. Allahın ayetlerini kendi emirleri altında zannediyorlar. İşte Allahütealâ: “Allahın ve elçisinin önüne geçmeyin.” diyor. Allahın elçisini de (sav) işte hicri yedinci asırda Mekke’de yaşamış bir adam, Medine’de yaşamış bir adam kabul ediyorlar. E akıllıymış güzel tamam. Söylediği şeyleri o günün şartlarına göre söylemiş bugün başka bir şey söyleriz. İyi peki söyle. Sen de Allahın elçisi misin? Bir adam köpeğini çok seviyormuş. Köpeğine bir koyun vermiş. Sonra bu koyun doğurmuş. Çoğalmış. Arada sırada da onun yavrularından kesip kesip yediriyormuş. Ama epey bir koyun olmuş. Sürü edecek kadar çoğalmış. Sonra köpek ölmüş. Şimdi adam düşünüyor bunun mirası kime kalacak! Gidiyor kadıya kadı şöyle kitapları karıştırıyor hesap yapıyor ha diyor o şeyler kadıya kalır. Hay Allah razı olsun beni dedi sıkıntıdan kurtardın sağ ol kadı efendi ben bütün koyunları alıp getireceğim sana diyor. Kadı da son derece memnun tabi… Kapıdan dışarı çıkıyor çıktıktan sonra tekrar geri içeri giriyor. Diyor ki affedersiniz siz köpeğin neyi oluyordunuz? Yani şimdi insanlar kendilerini çok acayip noktalar koyuyorlar.
“Müminler sesinizi Peygamberinizin sesi üzerine çıkarmayın. (Hucurat 49/2)” Yani peygamber (sav) bir şey söylemişse bu Allahın elçisidir bu sıradan bir insan değildir. Şimdi bazı kimseler var ki hadisi şerifleri toptan reddediyorlar. Evet, şurası açık bir gerçektir Peygamber (sav) hadisleri yazarak tespit etmemiştir Kuranı Kerim’e karışmasın diye. İnsanlar zihinlerinde ezberlerinden nakletmişlerdir. Dolayısıyla çok sayıda uydurma hadis kitaplarda yer almıştır. İnsanların en güvenilir diye takdir ettiği hadis kitaplarında bir sürü zayıf, Kuran’a ters düşen, uydurma denebilecek hadisler vardır. Bunlar bir gerçektir. Ama bu bütün hadisleri reddetmeyi, hadis meselesine kökten reddedici şeklinde yaklaşmayı meşru kılacak bir durum değildir çünkü Allahütealâ şöyle buyuruyor: “Allahın elçisinde sizin için güzel bir örnek vardır. (Ahzab 33/21)” diyor. Bu örneği nasıl alırız? Örnek nedir? Şimdi bir insanı görürsünüz değil mi? Oturmasına, kalkmasına, davranışlarına, iş yapmasına, konuşmasına şusuna busuna bakarsınız ondan örnek alırsınız.
Mesela şimdi ortada bir Kuranı Kerim var güzel. Kuran ne yapar insana yol gösterir. Örneklik nasıl olur? Bu ayetleri nasıl uygulayacak? Uygulamayı ortaya koyarsınız örnek o şekilde ortaya çıkar değil mi? O uygulamayı ilk ortaya koyan kimdir? Peygamber’dir (sav). Peki, Peygamberimiz şu anda yaşamıyor. O zaman Peygamberimizin bizim için örnekliği nasıl olur? Ancak onunla ilgili haberlerden alabiliriz başka bir şekilde alabilir miyiz? E Allahütealâ madem “sizin için Allahın elçisinde güzel bir örnek vardır “dediğine göre bu örneğin kıyamete kadar devam etmesi gerekmez mi? Yani bu ayetin uygulanabilmesi için. Öyleyse hadisi şerifleri kabul etmemek karşı çıkmak diye bir şey asla olamaz ama hadislerle ayetleri birlikte ele alarak birini diğerinden ayırmamak suretiyle uydurmalara karşı çıkmak ve hadisleri doğru anlamak mümkündür. Onları ayırmak yanlış olur. Geçen hafta da kısmen bu konuya temas ettik. Peygamber’e (sav) verilen emir neydi? “Rabbinden sana ne vahyedilmişse ona tabi ol. (Ahzab 33/2)” Vahyedilen ne? Kuranı Kerim. Ona tabi ol, ona uy. Peki, bu uyma Peygamberin sözlerini de içerir mi? Tabi. Öyleyse peygamberin sözü neye tabi olur? Kurana tabiidir. Kurana tabiidir demek Kuranla birlikte değerlendirilmesi gerekir demektir. Kuranla birlikte değerlendirdiğiniz zaman bu yanlışlar kendiliğinden ortaya çıkar. Ama Peygamberin sözünü Kuran’dan ayırdığınız zaman yanlışları ortaya koyacak kriter elinizden kaybolur. Ona da dikkat etmek lazım.
“Ve peygambere karşı sesinizi yükseltmeyin, birinizin diğerine karşı sesini yükselttiği gibi… Sonra amelleriniz yok olur gider siz de bunun farkına varamazsınız. (Hucurat 49/2)” Şimdi elimizde meallerde tefsirlerde şöyle söylemişler. İşte “peygamberin yanında yüksek sesle konuşmayın.” Sizdeki mealler öyle mi bakar mısınız? O zaman bu ayet bizimle ilgili değil, değil mi? Çünkü Peygamber burada olmadığına göre artık onun yanında… Hep öyle yazmış. Açıklama da öyle. Şimdi mesela sahabe arasında da bunu bu şekilde anlayan var. Sabit bin Kays var sahabeden. Bu ayet indikten sonra o ortada görünmez olmuş. Peygamber (sav) sormuş Sabit nerede? Sahabeden birisi demiş ki ya Resulullah onun yerini ben sana bildirebilirim demiş. Gitmiş evine bakmış ki evde oturmuş kafayı öne eğmiş çok üzgün bir vaziyette oturuyor. Sabit ne yapıyorsun Peygamberimiz seni arıyor. Ben cehennemlik oldum. O ayet benim için inmiştir çünkü ben Peygamberimizin yanında yüksek sesle konuşuyordum. Sesi dolgunmuş. Yüksek sesle konuşuyormuş. Tamam, bu emir benim için geldi ben cehennemlik oldum benim yaptığım şeyler yok oldu gitti. Peygamber (sav) ona demiş ki Sabit ben sana seni sevindirecek bir şey söyleyeyim mi sen cennetliklerdensin demiş. Sonra da Yermuk Savaşı’nda galiba şehit olmuş.
Şimdi yani bunun böyle olmadığı bu rivayetten de anlaşılıyor. Şöyle bir düşünün bakın ayetleri anlayabilmek için bir senaryo yapmak lazım. Ayet ne diyor “birinizin diğerine yükselttiği gibi sesinizi yükselmeyin.” Biz şu anda sohbet yapıyoruz siz de katılıyorsunuz, karşılıklı konuşuyoruz. Birbirimize sesimizi nasıl yükseltiriz? (Sesini yükselterek: ) “Ataullah ne yapıyorsun orada!” Sen de bana böyle cevap verirsen dışarıdakiler ne der? Kavga ediyorlar galiba. Sen de benden daha fazla yükseltmeye çalışırsın değil mi? Ben yükseltirim sen yükseltirsin ne olur bu? Karşıdaki mesela Ataullah bana karşı sesini yükseltirse buradakiler der ki “Ataullah hocaya karşı saygısızlık etti derler” değil mi anlayış öyledir. Ama birbirini aynı seviyede kabul eden iki kişi, birisi aynı anda ondan daha fazla yükseltir ki hâkimiyeti o elde etsin değil mi? Biri der mesela aile kavgalarını bazen televizyonda görürüz. Kadın kocasına der ki” bağırmasana!”. Ondan daha yüksek sesle: “ben bağırmıyorum sakin konuşuyorum” o da ondan daha yüksek sesle. Niye böyle yapılır? Çünkü sen öyle diyorsan ben de böyle diyorum. İki taraf da kendi sözünü aynı seviyede görür hatta kendi sözünü daha önemli görüyor değil mi? Peki siz Peygambere karşı bu şekilde tavır gösterirseniz artık onun Peygamberliği kalır mı ortada? Hatta sizin kendi iş yerinizde yanınızda çalışan birine işle ilgili bir emirde bulunsanız o da size sizin tonunuzda cevap verse ne olur? O işte düzen kalmaz değil mi?
Dolayısıyla bir de ilerisi var. “Sonra sizin amelleriniz yok olur gider. (Hucurat 49/2)” Amelin yok olup gitmesi nedir ne zaman olur? Ayeti kerime var. Neyin devamı oluyor? “Sizden kim dininden döner ve o şekilde ölürse işte onların amelleri yok olmuştur. (Bakara 2/217)” O zaman amelin yok olması peygamberin yanında yüksek sesle konuşmakla olmuyor. Çünkü ceza çok ağır… Şimdi peygamberi siz kendi seviyenizde kabul eder de o, o zaman öyle düşünüyormuş ben de şimdi böyle düşünüyorum diye kendinizi yükseltirseniz Peygamberden, o zaman onun peygamberliği kalır mı? İtirazı olmasa zaten ses yükseltme olmaz değil mi? Peygambere itiraz etmek peygamberi kendi seviyende görmektir. Hatta senden daha düşük seviyede görmektir, sen daha iyi düşünüyorsun diye. Hâlbuki o Allahın elçisi. Elçi kendi bir şey söylemez ki, onu kim göndermişse onun sözünü söyler. Onu siz kendi seviyenizde, kendinizden düşük seviyede görürseniz o zaman onu elçi olarak saymamış olursunuz bu da imansızlıktır. O zaman işte amel yok olur öyle değil mi? Yoksa bu ayeti kerimeyi yok peygamber efendimizin anında yüksek sesle konuştun… Yüksek sesle konuşmak evet ayıptır şudur budur ama amelleri yok edecek bir etkisi yok. O yüzden ayetleri doğru anlamak lazım. Bir de ondan sonraki şimdi şu ayeti okuyalım. Anlaşılması için dördüncü ayete geçersek daha kolay anlarız. Üçüncü ayeti daha sonra okuruz.
Bakın burada diyor ki Allahütealâ: “Odaların arkasında sana bağıranlar…” Şimdi bağırmayla sesi yükseltmeyi karşılaştırın ses hangisinde daha yüksektir? Bağırmada daha yüksektir. Bağırıyor. “…çoğu aklını kullanmıyor onların. Sen onların yanına çıkıncaya kadar onlar sabırlı olsalardı elbette ki onlar için daha hayırlı olurdu. Allah gafur ve rahimdir. (Hucurat 49/4-5)” Yani Allah bağışlar. Şimdi bu ayet nasıl bitiyor? Allah bağışlar ve merhamet eder ve ikramda bulunur diye bitiyor. Kim için? Bağıran için. E bağıran için gafur rahim olan Allah sesini yükselten için amelini yok eder mi? “Allahın ayetlerini görmezlikten gelen, haksız yere peygamberleri öldüren, herkesin haklarını verin diyen insanları da öldüren, onları acıklı bir azapla müjdele. Amelleri bu dünyada da ahirette de yok olanlar onlardır. (Ali-İmran 3/21-22)” Bakın bunlar hep kâfir.
Onun için şimdi tekrar şu ikinci ayete geçiyoruz. Ayetleri doğru anlamamız lazım. Mesela Medine’ye giderseniz Peygamber’in (sav) mescidinde Peygamberimizin kabrinin duvarına bu ayeti (Hucurat 49/2) yazmışlardır. Ondan sonra da “burada Peygamberin kabri var sessiz konuşun” derler. Peki, sesli konuşsak ne olur? Ameliniz yok olur gider! Yahu bu iş bu kadar basit mi? O zaman Peygamber’e isyandır esas insanların amelini asıl götürecek olan. Kitaplarda var bu. Peygamber ölümünden sonra da kabrinin yanında ses yükseltilmez. Sizin elinizdeki meallerde ne yazıyor bu ayetle ilgili? Sesinizi Peygamberin sesinin üzerine çıkarmayın yani yükseltmeyin. Öyle değil. Burada asıl konu tekrar ediyorum doğru anlaşılsın diye. Önce ayet ne diyor: “biriniz diğerine karşı sesini yükselttiği gibi yükseltmeyin.” İnsanlar birbirlerine karşı seslerini niçin yükseltirler? Senin dediğin olmasın benim dediğim olsun diye. Haklı çıkmak için yükseltirler. Önce bunu bir anla. Bak Allah örnek vermiş. Haklı çıkmak için yükseltiyorlarsa o zaman peygambere karşı haklı çıkmak için sesini yükselten kişi ne olur? İmanı gider. Peygamberi artık kendisi gibi hatta kendinden daha düşük seviyede bir insan saymış olur. O zaman da imanı gider. Böyle bir adamın da amelleri ne olur? Boşa gider yok olur gider. Dolayısıyla o zaman bizi de ilgilendirir bu değil mi şimdi? Yani bir konuda Peygamber’in (sav) bir yorumu, sözü, açıklaması varsa artık orada bize ona itaat etmek düşer. Adeta onunla didişir gibi: “Peygamber böyle demişse ben böyle derim, o, o zamanmış şimdi devir değişti (!)”
Şimdi geçen de bir yerdeyiz. Bir toplantı konusu tespit ediliyor. Efendim işte zamanımızda yaşadığımız Türkiye’de aile problemleri yaşanıyor. Çoluk çocuk, karı koca ve ailenin komşularla ilişkileri falan problemli. Bu konuda bir toplantı yapalım. Zamanımızın en önemli problemi budur diye konuşuluyor. Ben de orada bunu teklif eden kişiye dedim ki: “Peygamber (sav) geldiği zaman sizin bu bahsettiğiniz aile problemler yok muydu? Buna benzer problemler o zaman da vardı. O aile problemlerini çözmekten mi başladı işe?” O ailede gördüğünüz problemlerin her birinin bir sürü sosyal uzantıları vardır. Onların köküne inmeden onları çözmeden başarılı olamazınız. Siz meyvenin kurduyla uğraşıyorsunuz. Hâlbuki onun kurtlanmasına sebep olan bir takım şeyler var. Önce onları halletmemiz lazım. Ne dedi hemen benim sözümü bitirmeme fırsat vermeden “geç efendim geç” dedi “Devir o devir değil.” Şimdi “devir o devir değil” sözünün altında ne var? “Peygamberin zamanı bize örnek değildir” var. Şimdi biz efendim geç diye benim teklif ettiğim ne? Peygamberimizin zamanına bir bakalım oradan örnek alalım derken geç efendim geç demekle bizim o teklifimizin üzerinde bir hâkimiyet kurma gayreti var. İşte bu tip şeylerdir. Bugün de her yerde var. Peygamberi (sav) sıradan bir insan gibi kabul edip işte “yedinci yaşamış akıllı bir adammış bazı tavırlarından istifade edebiliriz ama o bizim için fazla bir şey ifade etmez” diyen yığınla insan var. İşte o Allahın peygamberidir onunla iki kişi birbiriyle didiştiği gibi didişilmez. O elçilik gereği ne söylemişse… Çünkü kendi adına söylemiyor Allahın verdiği göreve uygun olarak söylüyor. Ona itaat edilir, boyun eğilir onun dediği kabul edilir.
Elçilik gereği söylediği sözlere itaat nedir? Allaha itaattir. Ne diyor Allahütealâ: “Kim o peygambere itaat ederse aslında Allaha itaat etmiş olur. (Nisa 4/80)” Çünkü o elçilik görevi gereği o sözleri söylüyor. Elçi olmasa onları söylemeyecek. Elçi de kendisini elçi gönderenin sözünü söyler. Ondan dolayı hep şöyle bir söz vardır aramızda “elçiye zeval yoktur” diye. Neden? Çünkü kendisi söylemiyor ki birisinin sözünü size havale ediyor. O birisi de Allahütealâ olduğu için bu olayda Allahın resulü ile ilgili olarak o zaman Allahın elçisinin sözüne itaat onu gönderene itaat olur.
“Allahın elçisinin yanında seslerini alçaltanlar…” Yani “tamam ya resulullah madem sen öyle söylüyorsun tamam” diyenler. “İşte onlar Allahın kalplerini takva için imtihan ettiği kimselerdir. (Hucurat 49/3)” Şimdi önce kalplerini cenabı hak bir yokluyor. Uygun ve kalplerinde takva o imtihanı kazanmış ve kalplerini takva ile doldurmuş kimselerdir. Asıl takva neye karşı takva? Asıl takva şirke karşıdır. Takva korunma demektir. Bikaye kelimesi de eski Türkçede kullanılır. Bikaye koruma, takva korunma demektir. Asıl korunma şirkten korunmadır. Peygambere karşı sesini alçaltan bir insan yani peygamberin dediği doğrudur diyen bir insan o takvadaki ana imtihanı kazanmış sayılır. “Bunlar için bağışlanma vardır ve büyük de bir ücret vardır. (Hucurat 49/3)”
“O hücrelerin arkasından seslenenler var ya…” Peygamber’in (sav) mescidin hemen bitişiğinde odaları vardı. Şu anda kabrinin bulunduğu yer de Hz. Aişe’nin odasıydı. Eşlerinin her birinin odası var. Her birinin nöbetinde onun yanında geceliyor. Temim’den bir heyet geliyor Medine’ye. Ve bunlar çöl Arapları. Kaba saba bağırıyorlar çağırıyorlar. Bazen buraya da geliyor. Mesela bakıyorsun ki köyden gelmiş ya da dağdan gelmiş bir adam. E orada hep yüksek sesle konuşuyorlar. Burada konuştular mı bina yıkılacak sanki! Adamların içlerinde bir şey yok ama. Yapısı öyle, alışkanlıkları öyle… Bunlar da geliyor sanki arkadaşlarına bağır gibi “Ya Muhammet çık dışarı görüşelim!” falan. E beş dakika bekle şurada oradaysa elbette bir işi vardır. Yok.
“Hücrelerin arkasından sana seslenenler bunların çoğu bu şeyi bilmezler. (Hucurat 49/4)” akletmezler kelimesi aslında bilgi anlamındadır. Çünkü akıl men etme manasına gelir. Engelleme manasına gelir. Neyi engeller akıl? Yanlış davranışları engeller. Neyin yanlış neyin doğru olduğunu bileceksiniz ki oraya engel koyasınız. O davranışın yanlış olduğunu bilmezseniz yaparsınız öyle değil mi? Dolayısıyla akıl, bilgi manasına kullanılır Arapçada. Bilgi anlamında. Onların çoğu bilmezler. Bu şekilde tercüme eden var mı mealler içerisinde? Aklı ermeyen dediği zaman ne anlarsınız Türkçede akli dengesi zayıf demek. Olmaz öyle şey. Kafası çalışmıyor değil. O konuda aklı ermiyor. İşte öyle bir yorum yapacaksın.
Şimdi esasen bunlar bilmeyen insanlardır. Mesela bu kadınların hani iki kadının bir erkek yerine şahitliğiyle ilgili ayeti kerime var ya. “Onlardan birisi şaşırırsa diğeri hatırlatır” diye. Bunu açıklayan hadisi şerifte onların akıllarının noksanlığı diye bir ifade geçer. Şimdi akıllarının noksanlığı anlamını bizim Türkçedeki akıl noksanlığı gibi algılarlar. Ondan sonra da derler ki kadınların aklı noksandır. Peygamberimiz öyle demiş aksini söylersen kâfir olursun! E kardeşim Arapçada akıl bilgi anlamındadır. Esas aklı çalıştırmak o bilgiyi doğru kullanmak demektir. Akıl noksanlığı bilgi noksanlığıdır. O da neden? Mesela iki kadının bir erkek yerine şahitliğiyle ilgili ayeti kerime ticari işlerle alakalı ayettir. Şimdi ticari işlemlerin muhasebesiyle kadınlar fazla ilgilenmezler. Yani onun şekilleriyle fazla ilgilenmezler. Oradaki şekil şartlarıyla fazla ilgilenmezler. Evet, alım satım yaparlar aldıkları malın kalitesini bilir onu bilir şunu bilirler de o aradaki hukuki sorumluluk doğuracak ilişkilere fazla itibar etmezler. E mahkemede de hukuki sorumluluk doğuracak kısımlar önemlidir. Ondan dolayı o ayeti kerimede onların bu çarşı pazarla fazla ilgisi olmadığı için bir erkek iki kadın. Biri unutursa diğeri hatırlatır diye geçiyor. Arkasından da şu geliyor: “Bu Allah yanında hakkaniyete daha uygun ve şahitlik için daha sağlamdır.”Şimdi daha sağlamın zıddı nedir? Sağlam. Ne dersiniz güzel bu daha güzel. Şimdi bu çirkin, bu daha güzel der misiniz? Bu yanlış, bu daha doğru der misiniz? Hiçbir dilde bu söylenmez. Bu doğru ama bu daha doğru… O zaman daha sağlam Allah kartında daha sağlamın zıddı ne olur? Yani iki kadın yerine bir kadın şahit olursa o da sağlam olur. Ama iki kadın şahit olursa ne olur daha sağlam olur tamam mı? Ayet öyle diyor. Ondan sonra: “Allah katında hakların tam yerine oturması için daha uygundur. (Bakara 2/282)” Öbürü uygunsuzdur manasına gelmez ki? Şu yanlış bu daha doğru böyle bir cümle olmaz hiçbir dilde. Bu sağlam bu daha sağlam… Bu hakkaniyete uygun bu daha uygun… Dolayısıyla iki kadın bir erkeğin şahitliğinde bir erkek bir kadın olduğunda o caiz olmaz manası yok o ayette. Fıkıhta uygulamada var ama ayette yok. Peygamberimizin hadisinde de yok. İşte hadiste diyor ki “aklının noksanlığından…” Ne demek o? Bu konudaki bilgilerinin eksikliğinden çünkü bu konudaki bilgilerine fazla güven olmaz. Fazla güven olmayınca karşı tarafta şüphe doğar. Onun için iki tane olursa birinin eksik bıraktığını diğeri tamamlar. Şahitlik de tamı tamına kimsenin şüphe etmeyeceği bir şekilde yerine oturur. Günümüzle ilgisi yok Ahmet Bey. Peygamber’in zamanında ve Kuranı Kerimde de var. Ayeti kerimede de var. Peygamberimiz bir tek kadının şahitliğini de yeterli görmüş. Maide Suresi’nde var. İki tane şahit var kadın erkek ayrımı olmaksızın. İkisi de kadın olabilir, ikisi de erkek olabilir. Biri kadın biri erkek olabilir. Sadece iki kadın bir erkek bu ayette geçiyor. Oradaki ifade de daha sağlam diye geçiyor. Sen o Maide’nin ayetini açtın mı?
Şimdi orada diyor ki Maide 108. ayette. Madem bu konuya girdik onu eksik bırakmayalım tamamlayalım gerçi kadınların şahitliği konusunu merak eden varsa bizim internet sitesinde bütün delilleri içerin bir yazı vardır. Orada hadisler var diğer ayetler var kaynaklar bütünüyle var onu net bir şekilde okumanız mümkün. Ama burada bu akşam sadece zihinlerdeki tereddütler gitsin diye okuyayım.
Şimdi bu ayeti kerimeleri okumadan önce orayı bir anlatıyım da. Ayetler üzerinde fazla duramayacağımız için önce zihinleri bir hazırlayalım. Şimdi bir insan yolculuk sırasında vefat edebilir. Yanında onun tanıyanlar olur olmaz çünkü yolculuk esnası normal durum gibi değildir ki? Bu adam hastalanmış aman Ahmet Efendi, komşulara haber verin, oğluna kızına haber verin denir ama yolculukta bunların hiçbirisini bulabilirsiniz. E böyle bir durumda adam vasiyette bulunacaksa bunun bir tespiti lazım. İşte bu tespitin nasıl olacağına dair bu ayeti kerimeler onu bildiriyor: “Müminler sizden biri birine ölüm gelip çattığı zaman vasiyeti sırasında güvenilir iki kişi bulunsun, ya da sizden olmayan başka iki kişi.” Yani müslüman olmayan iki kişi. Çünkü yolculukta müslüman şahidi nereden bulacaksın öyle her zaman bulamazsın ki? İşte yolculuk burada belirtiliyor. “Eğer yol tepiyorsanız ve başınıza da ölüm musibeti gelmişse.” Artık bakıyor ki ölüyorum falancaya şu kadar borcum var falan şunu söyleyin falana bunu söyleyin. Şimdi o iki kişi şahit oldu. Yolculuktan dönüyorlar. Gelip mirasçılarına diyorlar ki şu mal filancanın şu mal falancanın. E bakalım bunların şahitliğini dinlemek lazım. “Namazdan sonra onları alıkorsunuz…” ikindi namazından sonra diye anlaşılır bu. “…Durumlarından şüpheleniyorsanız Allah adına yemin ederler. Bundan dolayı herhangi maddi bir geliriniz yok. İsterse bize en yakın birisi olsun lehine şahitlik ettiğimiz. Allahın şahitliğini de gizlemiyoruz. O takdirde biz günah işlemiş oluruz. (Maide 5/105-106)” Neyse ben ayeti hızla okuyum çünkü diğer ayetlere yer kalmayacak. Bu konuda detaylı bilgi edinme isteyenler süleymaniyevakfi.org sitesinde konunun bütün detaylarını bulmanız mümkündür. Orada şunu çok net bir şekilde göreceksiniz ki Kuran ve Sünnet şahitlik konusunda kadın erkek ayrımı yapmıyor. Kuranı Kerim de yapmıyor Peygamberimiz de yapmıyor. Sadece alışveriş ile ilgili ayeti kerimeler var ayetin şekli belirttiğimiz gibi Peygamberimiz o konuda açıklama yapıyor.
“Onların bir oyun çevirdikleri kanaati hâsıl olursa…” Yani nasılsa orada kimse yoktu şimdi geliyorlar şahitlikle mirasçıların mallarını başka tarafa kaydırıyorlar diye bir endişe hâsıl olursa “…mirasçılardan ikisi onların karşısına çıkar. Miras hakkına sahip olanlar Allah yemin ederler şöyle derle bizim şahitliğimiz bu ikisinin şahitliğinden daha doğrudur. Biz kimsenin hakkına tecavüz etmiyoruz kendi hakkımızı koruyoruz. O zaman zalimlerden olmuş oluruz. (Maide 5/107)” İki kişi kalkar diyor. İki kişi şahitlik eder dediği vasiyet sırasında. Burada kadın erkek geçti mi? İki kişi. İkisi kadın da olabilir. İkisi erkek de olabilir. Bir erkek bir kadın da olabilir iki kişi. Sonra bu kişinin ailesinden iki kişi mirastan hak kazananlar. Adamın sadece iki kızı olabilir hiç erkek olmayabilir değil mi? Kalkar şahitlik ederler. Bakın burada da kadın erkek yok. Ya da bir oğlu bir kızı olabilir. Burada da gene iki kişi… Ondan sonra bakın ayet diyor ki: “Şahitliği usulüne uygun olarak yapmanızın en alt seviyesi budur. (Maide 5/108)” Herhangi iki kişi… O zaman öbürü bir erkek iki kadın ne oluyor bir üst seviye oluyor değil mi? O da bu kadınların bu konulara fazla ilgi duymamaları sebebiyle bu hukuki meselelere bilgi eksikliğinden olduğunu Peygamberimiz bildiriyor.
Şimdi buraya şuradan geldik. “Bunların çoğu aklını kullanmaz” diye bir mana veriyoruz, değil. Onların çoğu bunu bilmez. Tekrar ediyorum akıl engelleme manasına gelir. Sözlük manası öyledir değil mi? Men’a manasındadır. Akıllı insan kendini yanlış davranışlardan engelleyen insandır. Onun için çocuğa derler ki ya bu çocuk bilmez şimdi elini sobaya yapıştırır aman! Çocuğa mani olun denir. Ama biliyorsa bir kere elini yapıştırmışa artık öğrenmiştir daha da yanına yaklaşmaz zaten. Yani akıl bilgiyle birlikte bir işe yarar. Yani engelleyeceksiniz, neden? Yanlış davranıştan. O zaman önce o davranışın yanlışlığını bilmeniz lazım. Bilmeden nasıl engellersiniz? Onun için akıl kerimesi bilgi manasında kullanılır Arapçada.
“Onların çoğu bunu bilmezler. (Hucurat 49/4)” Niye? Çünkü adam çölden gelmiş. Orada herkes birbirine bağırıyor. Şehirdeki medeni yaşayışı bilmiyor ki. Geçmiş arkasına bağırıyor: “Ya Muhammet gelsene buraya konuşacağız işimiz gücümüz var!” falan. Kabalık deriz biz değil mi? “Eğer sen onların yanına çıkıncaya kadar şurada sabırlı şekilde otursalardı kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah bağışlar ve ikramda bulunurdu. (Hucurat 49/5)” Biz de kendi aramızda böyle insanlara “bunlar bilmiyor kardeşim adam dağda yaşamış nereden bilsin şehirdeki şeyi” dersiniz.
“Müminler eğer bir fasık bir haber getirirse size onun doğruluğunu araştırın.” Yani birisi bir başkası aleyhine bir haber getirdiği zaman hemen kabul etmeyin. Araştırın. “Sonra bilmeden bir topluluğa çatarsınız. Yaptıklarınıza pişman olursunuz. (Hucurat 49/6)” Peygamber (sav) bir sahabeyi Beni Müstarik kabilesinin zekâtını toplamakla görevlendirmiş. O da diyor ki “ya Resulullah ben oraya giderim eğer onlar Müslümanlığa devam ediyorlarsa (çünkü Müslümanlıktan çıkmış da olabilirler) zekâtlarını toplarım. Falan tarihte de bana birisini gönder. Topladığım zekâtları ona teslim edeyim. Ondan sonra ben de diğer işlerime bakarım.” Bu zat gidiyor. Zekâtı topluyor orada. Beni Müstarik kabilesi müslüman. Topluyor zekâtı. Sonra bakıyor ki Peygamberimizin elçisi gelmedi yani göndereceği kişi gelmedi. Anlaştıkları zaman da geçti. Diyor ki “Peygamber verdiği sözden caymaz. Mutlaka bana bir kızgınlığı söz konusudur. Bir yanlış vardır diyor.” Şimdi Peygamberimizin gönderdiği kişi yola çıkmış. Yolda korkmuş gitmekten geri dönmüş. Peygamberimize demiş ki: “Ya Resulullah gittim o kişi beni öldürmeye kalktı ben de kaçtım zor canımı kurtardım” demiş. Peygamber Efendimiz de (sav) buna fena halde üzülüyor. Değişik rivayetler var o rivayetlerden birini ben size anlatmış olayım. Halid bin Velid’i görevlendiriyor diyor ki oraya git. Asker gönderiyor onların üzerine. Ama diyor sakın durumu iyice tetkik etmeden hiçbir askeri hareket yapma diyor. Orada kabilenin durumunu iyice araştır incele ondan sonra ne yapacaksan yap. Halid bin Velid adamlarını gönderiyor. Geri gelip diyorlar ki ya bunlar dört dörtlük müslüman kimseler. Gayet güzel bizi iyi karşıladılar. Halid bin Velid memnun oluyor kendisi gidiyor bu defa bakıyor ki gerçekten adamlar çok iyi. Bir de niye gelip zekâtları almadınız diye de şikayet ediyorlar!Ya biz zekatı hazırladık malları niye gelip almadınız diyorlar. Sonra bu haber Medine’ye gidiyor tabi. O sıra bu ayeti kerime iniyor. Müminler bir fasık bir haber getirdiği zaman araştırın. Sonra bilgisizce bir topluma çatarsınız. Yani yanlış bir iş yaparsınız. Yaptıklarınıza pişman olursunuz. Fasık yoldan çıkmış demek yanlış iş yapan insan demektir. Fısk o manaya gelir. Yoldan çıkma. Mesela bu şahıs vazifesini yapmamış. Kendi korkaklığını gelip söylese Peygamberimize dese ki: “Ya Resulullah ben korktum gidemedim” bir problem yok. Ama öyle demiyor yalan söylüyor. Yalan söylediği zaman ne yapmış oluyor yoldan çıkıyor. İşte onun için fasık oluyor. Velid bin Ukbe bu yalanı söyleyen şahıs değil. Velid bin Ukbe zekâtı toplamak için giden şahıs. Yalanı söyleyen başkası…
Şimdi bize düşen şu: birisi gelip de bir konuda bize haber verdiği zaman “haa demek öyleymiş” demek değil kardeşim. Dinleyeceksin. Tabi adamı da yalancılıkla suçlamanın bir âlemi yok. Çünkü bakıyorsunuz ki verdiği haber sizin bildiğiniz gerçeklerle uyuşmuyor. Farklı bir şey söylüyor. O zaman bu kişini yoldan çıkmış olma ihtimali var. Mesela Peygamberimiz o sahabeyi zekâtı almak için göndermiş. Normal olan arkasından giden kişiye malı teslim etmesidir. Öbürü anormal bir durum. Öyleyse durun bakalım bir inceleyelim demek lazım. Hemen inanmamak lazım, hemen kabul etmemek lazım… Siz kendi günlük hayatınızda bakın bu şekilde birilerinin verdiği için kötü duruma düşen nice insanları göreceksiniz etrafınızda. Ve insanları birbirlerine düşürürler. Gelir ona bir şey der öbürüne başka bir şey der. Ondan ona ondan ona, bakarsınız ki iki grup birbirine düşmüştür.
(Fısk kelimesi ile ilgili bir katkı geliyor tam duyulmuyor) Olması gereken şekilde bir haber getirmiyor. Yanlış bir şey getiriyor. Haberi saptıran sen öyle düşünüyorsun yani olabilir beklenen şekilde haberi getirmediği zaman de bu şahsın fasık olma ihtimali de çıkıyor. Daha sonra o kişinin fasıklığı anlaşılıyor. Şimdi bu söylediğiniz husus oldukça önemli… Bu haberi vahit dediğimiz Peygamber’den (sav) gelen hadisler var. Peygamberimizden (sav) bir kişi duymuş. Ya da Peygamberimizden sekiz on kişi duymuş ama onların hepsinden bir kişi duyarak bize nakletmiş. Ya da onlardan da birkaç kişi duymuş o halka halka gelir o sahabeye söylemiş, sahabe tabiyine söylemiş o ona, o ona, o ona halka halka bize kadar geliyor. O halkalardan herhangi bir halkada tek bir kişi bulunursa iki de olsa üç de olsan bunlara ne diyoruz? Haberi vahit diyoruz. Ama bir tek kişi olduğu zaman tabi ikinci kanaldan üçüncü kanaldan kuvvetlendirmeler var da şimdi bu ayeti kerime açısından. Bir tek kişi kanalıyla bize bir haber geldiği zaman o zaman bakarız. Şimdi Kuranı Kerimde belirli şeyler var. Yani o Peygamberimizden gelen o haberin şu şekilde olması gerektiğini anlıyorsunuz. Ona ters ise o zaman ciddi bir araştırma yapmak gerekir. Neden ciddi araştırma yapmak gerekir çünkü Kuranı Kerimin bir hükmüne ters bir haber olabilir. Ama sizin o ters gördüğünüz haber bir başka ayete uygun olabilir. Orada da aceleci davranmamak lazım Yani Peygamberimizden bir hadis görürsünüz okuduğunuz bir ayete ters gelir. Ama her kaidenin istisnasının da olduğunu da unutmamak gerekir. Her şeyde istisnai durumlar vardır. Belki Peygamberimizin o sözü istisnai durumlar için olabilir. Hemen reddetmemek lazım… Fakat onu ciddi şekilde araştırmaya tabi tutmak lazım.
Mesela buna şunu örnek verelim. Bizim talebelere hep onu örnek veriyorum akılda iyi kalsın diye. Bugün şufa hakkı diye bir hak vardır. Bugünkü kanunlarda “ön alım hakkı” deniyor. Yani bir taşınmazda iki kişi ortaksa ortaklardan bir tanesi diğerine haber vermeden kendi payını başkasına satarsa o ortak o satın alan kişiden onun ödediği parayı ödemek suretiyle o malı geri alabilir. Bundan dolayı da çok mağdur olanlar var. Bugün taşınmazların tapu kayıtlarındaki fiyatlar vergiden dolayı çok düşük gösterilir. O ortak da almak için hemen harekete geçince tapuya kayıtlı olan parayı verir. Bundan dolayı birçok haksızlıklar da oluyor. O işin bir tarafı. Şimdi bu ön alım hakkı şufa hakkı Peygamber (sav) tarafından ortaya konmuş bir haktır. 19. asra kadar batı hukuku böyle bir şey bilmiyorlardı. Batılılar daha yeni öğrendiler ve yaygınlaştı her tarafta. Şimdi şufa hakkıyla birisi yani şurada bir tarlamız var. Ya da müşterek bir apartman dairesi var iki kişiyle. Ben kendi payımı bir başkasına sattım. Bir başkasına sattığım zaman o apartman dairesinin yarısı kime ait oluyor? Bir başkasının. Sattığım andan itibaren o onun malıdır. Şimdi ayeti kerimede Allahütealâ diyor ki: “Müminler mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyiniz. Karşılıklı rıza ile yapacağınız ticaret şeklinde olursa o başka. (Nisa 4/29)” Şimdi benim ortak olduğum apartmanın ortağı kendi payını başkasına sattığı için o pay onun malıdır. O zaman onun rızası olmadan bu ayete göre ben o payı alabilir miyim? Çünkü Allah diyor ki karşılıklı rızayla ancak onu alabilirsin. O zaman şufa hakkı bu ayete ne oluyor? Ters düşüyor. Öyleyse ne yapalım? Şufa ile ilgili hadisi reddedelim! Yo öyle değil! Çok dikkatli bir şekilde düşünmek lazım… Zaten âlim böyle yerde işe yarar. Çünkü o incelikleri bilendir. Böyle kaba şeyleri hemen herkes bilir ama ince işleri herkes bilemez. Şimdi bir ayeti kerimede de Allahütealâ şöyle buyuruyor: “Allah size neyi haram kılmışsa açık açık bildirmiştir. Zorunlu durumda kaldığınız hal müstesnadır. (En’am 6/119)” Yani zorunlu durumda kalırsanız o başka. Ne demektir bu ayet? Yani Allah size haram kıldığı şeyleri açık açık bildirmiştir. Zor durumda kalırsanız o başka. Zor durumda kaldığımızda ne yapacağımızı açık açık bildirmiş oluyor mu bu ayeti kerimede. Bak bir daha söylüyorum dikkatle dinleyin. Diyor ki “Allah size neyi haram kılmışsa açık açık bildirmiştir. Açık açık bildirdiği ne? Haramlar. Zor durumda kalırsanız o başka. Onu bildirmiş oluyor? O zaman orası ne oluyor Peygamberimizin açıklayacağı bir saha, bir istisna olmuş oluyor. İşte Peygamber (sav): “Her müşterek malda şufa vardır” buyurmakla bu zor durumda kalmayı açıklamış oluyor.
Şimdi düşünün birisiyle ortak bir daireniz var. Onunla anlaşıyorsunuz. Bir sene o oturuyor bir sene siz oturuyorsunuz. Kira ödüyorsunuz. Ama o payını başkasına sattı ne hale gelirsiniz? Zor duruma düşmez misiniz? Ha işte Peygamberimiz açıklamış. Hemen acelecilik ederek yok efendim böyle hadis olmaz! Niye? Olur mu? Adamın malını haksız yere yiyemezsin şu ayete aykırı. Doğru o ayete aykırı. Şimdi “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin karşılıklı rıza yaptığınız ticaret şeklinde olursa başka” ayetine aykırı. Çünkü adamın aldığı payı adam bağırsa da çağırsa da aldığı parayı veriyorsunuz geri alıyorsunuz. Kaç liraya almışsa o parayı ona veriyorsunuz onun rızasına bakmadan geri alıyorsunuz. Farkı bu. Bu öbür ayete aykırı ama istisnalara giriyor. Dolayısıyla yani bir haberi vahitle bir hadisi şerif bize gelmişse o da yerleşik kaidelere aykırı demek de o kadar kolay değil. O konuda da çok dikkatli olmak lazım. Yani siz şu anda mesela şu farkını gördünüz ama az önce okuduğum ayeti hiç düşünmemiş olabilirsiniz. O zaman ne yaparsınız şu bir kenarda dursun. Bir araştırıyım bakayım dersiniz. Reddetmezsiniz burada bir dursun bakayım dersiniz. Şöyle Kuranı Kerim üzerinde bir çalışıyım herhalde ilgili bir ayet bulurum dersiniz. O bakımdan da az önce söylediğim gibi ilim adamları bu tip şeyler için lazımdır. Yoksa Kuranın mealini okuyan insanlar birçok konuyu görürler. Ama detayları görmek her zaman uzmanlık ister değil mi her konuda uzmanlık ister.
(Şufa hakkının kapsamı soruluyor) Şufa hakkının kapsamı konusunda bizim mezheplerin çok farklı görüşleri vardır. Mesela Hanefi mezhebi o kadar genişletmiştir ki şufa hakkını… Mesela bir kapalı sokak… O kapalı sokağa kapısı açılan bütün evlerde orada oturan diğerlerinin şufa hakkı vardır derler. O kadar genişletmişlerdir. Ama şafiler öyle değil. Şafiler paylaşılmamış ki hadisi şerife uygun olan o paylaşılmamış taşınmazlarda şufa hakkı tanırlar. Ulemanın büyük bir kısmı da gemileri taşınmaz sayar. Sen şimdi denizde yüzdüğünü görerek taşınır diyorsun. Taşınmaz maldır. Onda da şufa hakkı vardır. Şafilerin görüşü hadisi şerife daha uygun bu konuda…
Ben burada şufayı örnek veriyorum şundan dolayı çünkü şufa hakkı bugün bütün dünyada kabul edildiği için bir sivri zekâlı çıkıp da şufaya karşı çıkamaz ya. Bugün birçok kimse tribünlere oynayarak ayete hadise karşı çıkıyor. Tribünlere de oynayacak hali kalmaz burada ondan dolayı örnek veriyorum.
“Şunu bilin ki Allahın elçisi sizin içinizdedir. Eğer birçok konuda size itaat etse elbette ki sizi sıkıntıya sokar. (Hucurat 49/7)” Yani sizin her istediğinize göre Allahın Peygamberi davranacak olsa sizin de öyle davranmanız gerekir. O zaman sıkıntıya girersiniz. Şimdi mesela Peygamberimiz (sav) biliyorsunuz yaz kış on bir rekât gece namaz kılar. Hadisi Şeriflerde böyle… Zaten kendisini verilen de bir emir var. “Sana ilave bir görev olmak üzere gece kalk teheccüdde bulun. (İsra 17/79)” diye Allahın verdiği bir emir. Ona farz. Ümmet için öyle değil. Şimdi yaz kış gece kıldığı 11 rekât bir namaz var. Ramazanın son 10 gününde de yapıyordu Peygamberimiz? İtikâfta bulunuyordu. Yani mescitte kalıyordu. E bu namazı nerede kılacak o zaman? Mescitte kılacak, 11 rekât. Şimdi gece namazını kılarken evinde sesli okuyordu. Yani nafile namazda da gece evde kılarken sesli okursunuz Peygamberimizin sünneti öyleydi. Sesli okuyordu. Mescidin içinde de şöyle kilimle küçük bir hücre yapmış orada gece namazını kılıyor. Kılarken âdeti üzerine sesli okuyor. Ne oldu ondan sonra? Teravih namazı çıktı! Şimdi arkasından kendi farkında değil arkasından ona uyanlar olmuş. Bir iki üçüncü gün fark etmiş bakmış ki cami dolmuş. Allah Allah ne oluyor ben namaz kılıyorum onlar da bana uyuyorlar. Ondan sonra artık sesli okumamış. Şimdi bu rivayete dayanarak bugün bize her ramazanda 20 rekât namaz kıldırıyorlar. Orada Peygamberimiz, yani sekiz rekât bir de üç rekât da vitir kılınır biliyorsunuz 11 ediyor değil mi? Şimdi hani teravihle ilgili işte sekiz rekâttır, on rekâttır yirmi rekâttır bir takım rivayetler var ya. Peygamberimizden gelen sadece bu rivayettir. Peygamberimizin teravih olarak kıldığı söylenen sadece budur. Başka yok hiçbir kaynakta bulamazsınız başkasını. Yahu onu Peygamberimiz ramazana mahsus değil senenin her günü kılıyordu. Ama ramazanda sadece itikâfta bulunduğu için ramazanın son on günü evinde kıldığı namazı mescitte kıldı arkasında birkaç kişi uydu. Sonra Peygamberimiz vazgeçti bundan. Şimdi burada millet namaz kılmak istiyor hadi devam edelim deseydi ne olacaktı halimiz? Yani devam etmediği halde bakın ramazanlarda bütün İslam âleminde teravih diye bir namaz icat edilmiştir.
Şimdi Hz. Ömer devrinde 20 rekâta çıkarılmış ama Hz. Ömer kendi kılmamış. Şimdi millet kılmak istiyor. Hz. Ömer Peygamberimiz gibi değil ki? Belki onu bugün Peygamberimiz gibi algılıyorlar şu anda. Ama o zaman hiç kimse öyle algılamıyor. Tamam, madem kılmak istiyorsunuz demiş geçin şu camide kılın. Ama ondan sonra şunu söylemiş Buhari’de galiba, yani sahih kitaplarda. “Şimdi evine gidip yatanlar bunlardan daha hayırlıdır” demiş. Çünkü Peygamberimiz böyle bir namaz kılmamıştı bunlar kılıyor. Bugün onu nasıl yorumluyorlar? Evine gidip yatanlar gece kalkıp kılacakları için daha hayırlıdır. Yahu bırak Allahını seversen Hz. Ömer kılmamış. Gece kalkıp kıldığına dair bir rivayet de yok. Böyle yorumluyorlar. Böyle demiştir diyorlar. E ne olacak yani. Dilin kemiği yok istediğin tarafa çevirebilirsin.
Bakın diyor ki işte: “Eğer birçok konuda sizin istediğiniz gibi davransaydı siz sıkıntıya girerdiniz. (Hucurat 49/7)” Onun için bakın Peygamberimiz (sav) hiçbir namazın sünnetini mescitte kılmamıştır. Sadece farzlarını kılmıştır mescitte. Çünkü sünnetini de mescitte kılmaya kalkışsaydı herkes sünnetle farzı karıştıracaktı. Ama peki mescitte kılmamış da evinde kılmışsa… Ama bugün Türkiye’sine bakın öğlen namazı kaç rekâttır? (Cevap: On). Bak, on değil dört rekâttır! Okulda öğretmen talebesine öğlen namazı kaç rekâttır diye sorsa talebe dört rekâttır derse ne yapar? Not alır mı? Zayıf alır. Hâlbuki dört rekâttır. Çünkü niye biliyor musunuz? Çünkü farzla sünnet birbirine karıştırıldı, karıştırılıyor. Şimdi insanlar neyin farz neyin sünnet olduğunu bilirlerse ona göre davranırlar. Şimdi bakıyorsunuz ki adamın işi sıkışık öğlen namazını kılacak diyor ki ben şimdi yetiştiremem. 5 dakikada nasıl yetiştireyim. Ya dört rekât kılsana! Ha o zaman olur diyor. Başkası “Ama olur mu!” diyor. Ya peki kazaya bıraksan kaç rekât kılacaksın? Dört kılacaksın. Bari onu şimdi kıl! O zaman adam uyanıyor. Onun için bakın öyle yapmasına rağmen bugün yatsı namazı on üç rekât diyoruz. Hâlbuki dört rekâttır. Şimdi siz bir gence deseniz ki oğlum kızım. Bir dört rekât kıl da yatıver. Ağır gelir mi ona? On üç rekât dersen öff yani biraz böyle üşenir. Hani Peygamberimiz öyle emretmiş olsa tamam biz onun gönlü olsun diye değil. Peygamber öyle emretmiş olsa sabaha kadar da dese yeter ki Peygamberimizin emri diye her şeyimizi yaparız. Çünkü bu din peygamberimizin dediği gibi yaşanacak bir dindir öyle değil mi? Ama öyle yapmamış sen nereden çıkarıyorsun onu? “Allah ve resulünün önüne geçmeyin”e bu da uyar. Peygamberden daha dindar olmaya kalkışmayın!
(Vitir namazı soruluyor) İşte o vitir namazı Peygamberimizin (sav) kıldığı 11 rekâtlık namazın 11. rekâtıdır. Vitir tek demektir. Onun arkasından iki rekât daha kılınır. Vitir namazını Ebu Hanife vacip der onun dışındakiler sünnet der. Vitir namazının önemine dair çok sayıda hadisi şerif vardır önemlidir, güzeldir ama farz falan değildir. Ebu Hanife’nin değerlendirmesidir o. Bakın ben burada ne dedim? Peygamberimiz sünneti mescitte kılmamış ama insanların da mescitte sünnet kılmasını da yasaklamamış. O taraf başka bu taraf başka. Bizim örneğimiz o. Kılmamış olması ne demektir? Ben sadece farzı kılarsam bana yeter demektir. Mesela bizim namazın arkasından bir de ikinci bir fasıl başlar. Tesbih, ayetel kürsi ve dua. Namazın kendisi zaten duadır. Namazın dışında duaya gerek yok ki. Ne yapacaksan namazın içerisinde yapacaksın. Çünkü orada sen Cenabıhak ile tam kendin konsantre olarak yüz yüzesin. Allahtan ne isteyeceksen orada isteyeceksin. Ondan sonra yaparsam olur mu? Yaparsan olur tabi niye olmasın. Ama böyle bir görevin yok. Bunu bil. Selam verdin namaz bitti. Şimdi camide namazdan sonra farzı kıldıktan sonra çıkan insanlara şöyle ters ters bakılıyor. Sonra sünneti de kılıp çıksa gene ters ters bakılıyor. Niye biliyor musunuz? Orada bulunanlar kıskanıyorlar. Ben gitmiyorum da sen niye gidiyorsun diye!
(Gemilerin taşınmaz mal olup olmadığıyla ilgili yeni bir bilgi geliyor) 9 grostondan ağır gemiler limana kayıtlı olduğu için bütün dünyada taşınmaz kabul ediliyormuş. Dolayısıyla onlarda da şufa hakkı geçerli oluyor.
Evet, burada Yahya’nın epey zamandır cevaplamamı istediği bir sorusu var şimdi ona sıra geldi. Şimdi bazıları zannediyor ki sünnet namazı Peygamberimizin rızası için kılıyoruz. Böyle bir şey küfürdür bir kere çok açık. Sünnet namaz peygamber için kılınmaz. Bunu bu şekilde birisi internetten sormuş. Biz sünneti peygamber için kılıyoruz böyle şey olmaz falan gibi değil mi? Onun için mi kılıyoruz diye sormuş. Böyle bir şey olmaz. Namaz ister sünnet olsun ister ne olursa olsun yalnız Allah için kılınır. Ona sünnet denmesi Peygamberimiz böyle yaptığı için deniyor. Yoksa Peygamberimiz de Allah için kılıyor. Bütün ibadetleri yalnız Allah’ yaparız. Allahtan başkasına ibadet yapmak küfürdür, şirktir. Sünnet de olsa sünnet namaz hiçbir şekilde peygamber için kılınmaz Allah için kılınır. Neyse madem insanların aklına bu sorular geliyor cevaplarını vermek lazım.
Şimdi “peygamber bana şefaat edecek, bana şefaat et ya Resulullah” diye söyleyenler var ya. Peygamberden şefaat istiyorlar ya. Peygamberden şefaat isteyen ona bir şeyler de vermesi lazım. O zaman bunu hayalinde oluşturur. Hayalinde böyle bir şeyler oluşturur. Peygamberden şefaat istenmez. Yalnız Allahtan istenir. “Ya rabbi peygamberini bana şefaatçi kıl” denir. Allahtan istersin yarabbi bana peygamberini şefaatçi kıl dersin ne güzel. Ama “ya Resulullah bana şefaat et” diyemezsin çünkü peygamberin böyle bir yetkisi yok. Gücü de yok yetkisi de yok. Şefaat ya Resulullah diyerek peygamberden şefaat istiyorlar. Bu olmaz. Minarelerin arasına yazılıyor. Şimdi bizim bir arkadaş var bugünlerde yurtdışında da. Onun babasının arkadaşı bir ermeni varmış ondan bahsediyor zaman zaman. Saki adı sen tanıyorsun onu. Şimdi ona Hıristiyanlığın yanlışlarından falan bahsetmiş arkadaş. O da demiş ki yahu demiş sen ne uğraşıyorsun kardeşim sizinle bizim aramızda ne fark var ki demiş. Arkadaş demiş ki yahu İsa’dan yardım istiyorsunuz olmaz Allahtan istemeniz lazım. Demiş ki minarelerin arasındaki şefaat ya Resulullahı görmüyor musun aynı değil mi? Doğru gerçekten.
Şimdi bugün Hıristiyan olan gençlerden bahsediliyor tabi çok üzücü bir şey. Peki, bizimle Hıristiyanlar arasındaki fark ne? Allah’la kendileri aralarına İsa’yı (as) vekil koyuyorlar. Şimdi Hıristiyanlar Allah’la kendileri arasına İsa’yı (as), kutsal ruhu ve kiliseyi koyuyorlar. E bizim bazı gruplar da bazı kimseleri koyuyorlar. Sadece isimlendirme farkı var, şekil aynı. Geçen de iki gün önce bu Cumartesi günü üç gün önce bir yerdeydik. Böyle kalburüstü, epeyce hemen belki çoğunuzun tanıdığı kişiler vardı. Orada birisi onlardan Ankara’da Hıristiyan olan birkaç gençle görüştüm şöyle şöyle yapıyorlar çok üzüldüm. İşte İstanbul’da bir kadın geldi işte Hıristiyan olan evladından bahsetti üzüldüm falan dedi. Ben de şöyle dedim orada: Peygamber (sav) buyuruyor ki: “Siz kendinizden önceki ümmetleri adım adım takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler siz de gireceksiniz. Yahudi ve Hıristiyanlar mı ya Resulullah diye soruyorlar. Ya kim olacak! diyor.” Şimdi dikkat ederseniz onlara ciddi bir benzeme hareketi vardır. Şimdi ben o zata dedim ki bak Peygamberimiz böyle buyuruyor. Sen şimdi açıkça Hıristiyan olanları bırak da inancı onlar gibi nice saygıdeğer din büyüğü gibi kabul edilen insanlar var. Asıl problem o. Ondan sonrası kolay.
Şimdi Koreli bir öğrencim vardı ilahiyat fakültesinden mezun oldu gitti çok zeki bir çocuk. Güney Kore’de çok Hıristiyanlaşma var. Yüzde 40’ı mı ne falan diyorlar epeyce bir Hıristiyanlaşma var. Çok sayıda kilise yapılmış falan. Ona dedim ki Ya niye bu kadar hızlı bir şekilde yayılıyor Hıristiyanlık? Hocam dedi problem yok ki Budizm’de esas olan Allahla sizin aranıza aracı koymaktır. Aracının kimliği hiç önemli değil. Ona kimse önem vermez dedi bizde o bakımdan son derece hoşgörülüdür. O adam fareyi koyar, öbürüsü aslanı koyar, öbürü başkasını koyar pek bir fark eden bir şey yok. Onlar da gelip diyorlar ki İsa’yı koyun araya. Olur, hay hay buyurun. Olsun. Bunların zaten yapısına uygun… Sonra da şunu söyledi o çocuk hocam dedi Türkiye’deki tarikatları Güney Kore’ye götürün kısa sürede her tarafa yayılır dedi. Çünkü son derece uygun düşüyor onların yapısına. Yani Allah’la kendi arana aracı koy bitti isim önemli değil, hangi ismi verirsen ver. Onun için bunlar çok önemli.
(Soru geliyor, duyulmuyor.) Şimdi tamam bu soru çok güzel bir soru bunu iyi anlamak lazım. Mecit beye müracaat edeceksin o konuda. Şimdi Kuranı Kerim’de şefaatle ilgili olarak: “O şefaat edecek durumda olanlar şefaate güç yetiremezler. Sadece Allahın razı olduğu kişiler şefaat edebilir. Sadece Allahın razı olduğu kişilere edebilir. (Taha 20/109)” Şimdi diyelim Peygamberimiz şefaat edecek hadislerde var. Kime şefaat edecek? Ya rabbi ben şuna şefaat edeceğim diyemeyecek Peygamberimiz. Allah Peygamberimize sen şefaat et ya Muhammet diyecek. Kime şuna. Şunu da belirleyen Allahütealâ şefaat edeceği de belirleyen o. Şimdi bu cümle burada dursun. Ondan sonra bir ayeti kerimede diyor ki Allahütealâ: “Müminler size rızık olarak ne vermişsek ondan harcayın. Bir gün gelmeden önce ki o günde alışveriş yok.” Ahirette alışveriş olacağını iddia eden var mı? “Dostluğun da bir faydası olmayacak. Şefaat de yok. (Bakara 2/254)” Bizim anladığımız manada şefaat yok. Kimse kimseyi, bir şeyden kurtaramayacaktır. Ondan sonra: “O gün hiç kimse hiç kimseye hiçbir konuda yardıma güç yetiremeyecektir. O gün bütün emir ve irade Allahın emrinde olacaktır. (İnfitar 82/19)” Şimdi o zaman bu durumda şefaatin anlamı ne olur? Zaten Allah affetmiş olur bir insanı, “gel ya Muhammed affettiğimi sen bildir” demiş oluyor o kadar. Onurlandırmadır bu. Takdir belgesi. Bir okulda öğrenciler zaten mezun olmuşlardır. Diplomaları zaten düzenlenmiştir. E Mustafa Bey gel şu birincinin diplomasını sen ver. Sen vermesen de o birincilik diplomasını alacak. Ama bu nedir hem Mustafa beyi onurlandırmaktır buradaki gelen insanların içerisinde hem de o diploma alan kişiyi onurlandırmaktır tamam mı? O kadar yani. Bir ayeti kerime daha veriyor Yahya: “Bir güne karşı kendinizi koruyun ki hiçbir kimse için hiçbir konuda karşılık ödemeyecektir.” Yani, hiç kimsenin hiç kimseye hiçbir konuda yardımı olmayacak bu kadar net görüyor musunuz? O kişiden yana şefaat de kabul edilmeyecektir. Onun yerine bir başkası da alınmayacak” Yani şunun yerine şu ya da bir bedel ödeyip kurtaralım o da olmayacak. “Onlar yardım da görmeyecekler sen şimdiden tedbirini al. (Bakara 2/48)”
Şimdi geçen de Hz. Ömer’le ilgili bir yazı gördüm bir yerde. Ahiret aklına geldiği zaman çok heyecanlanıyor üzülüyormuş. Birisi demiş ki yahu sen niye üzülüyorsun Peygamber (sav) seni cennetle müjdeledi. O da demiş ki güzel bir cevap vermiş: “Eğer bir tek kişinin cehenneme gideceğini bilsem acaba o ben miyim diye bunun endişesini duyardım” diyor. Hakikaten böyle bir endişe duymak lazım… Bu işi bu dünyada halletmemek lazım ahirete bir şey bırakmak lazım. Haftaya devam ederiz inşallah dersimize, Allah hepinizden razı olsun.
(Yazıya geçiren: Efe Mısırlı – [email protected])