Abdülaziz Bayındır:
Hucurat Suresi’nin, Kuranı Kerim’in 49. Suresi, 7. Ayetinden başlıyoruz. “Şunu bilin ki Allah’ın elçisi sizin içinizdedir. (Hucurat 49/7)” Şimdi bizim içimizde mi? Nasıl içimizde? Vefat etmedi mi Peygamberimiz? Peygamberimiz vefat etti. Allah’ın elçisinin… Yani şu anda yaşamış olsaydı Peygamber (sav) bizim için ne anlam ifade edecekti onun yaşaması? Yani onun döneminde yaşasaydık. Allahtan getirdiklerini bizim kabul etmemiz gerekecekti değil mi? Yani onu Allahın elçisi olarak saymamız gerekecekti. Allahın elçisi saymak demek “işte su sözü Allah söylemiştir” dediği zaman onu doğru kabul etmek demektir. O anlamda onun Allah’ın elçisi sıfatıyla getirdiği Kuranı Kerim bizim elimizde. Şimdi biz bu Kuran’ı Allahın kitabı olarak kabul ediyor muyuz? Bunu bize Allah vermedi. Yani Cenabıhak’la birebir muhatap olup da onun elinden almadık. Peygamber’i (sav) de görmedik. Ama sanki onun elinden almış gibi kesin bir inancımız yok mu ona? Çünkü bunu okuduğumuz zaman bakıyoruz ki bunu bir insanın söylemesi mümkün değil. O zaman onu getiren de Allahın elçisi olur.
Allahın elçisinin tebliğ görevi var tamam. Bu tebliği kabul etmiş vaziyetteyiz. Başka ne görevi vardı? Müjdeleme görevi var o müjdeler bu Kuran içerisinde var. Başka? Örnek olma durumu söz konusu. Cenabıhak ne diyor: “Sizin için Allahın elçisinde güzel bir örnek vardır. (Ahzab 33/21)” Şimdi Allahın elçisinin yaşadığı dönemde yaşayan ve onu gören insanlar ondan örnek alırlar. Peki, bizim için örnekliği var mı bunun? Nasıl var? Peygamberimizin örnek davranışları bize kadar ulaşmadı mı? Ve biz yazılarımızda, konuşmalarımızda, davranışlarımızda, hareketlerimizde Peygamberimiz böyle yapmış biz de onun gibi yapalım demiyor muyuz? Tamam. Ha onunla birlikte yaşasaydık tabi bu konuda çok daha rahat olurduk. Şu anda o kadar rahat değiliz. Şu bakımdan rahat değiliz. Bu söz peygamberimize aittir peygamberimiz şöyle yapmıştır diye bize gelenler acaba doğru mu gelmiştir diye bir soru işareti var değil mi zihnimizde. Çünkü Kuranı Kerim’e herhangi bir kişinin bir yalan katması mümkün değil ama Peygamberimizden nakledilen sözler arasında yalanlar, iftiralar pekâlâ katılmış. Bunu herkes biliyor. Bir sürü uydurma hadisler var. Öyle uydurma hadisler vardır ki siz uydurma olduğunu anlayamazsınız. Ama uydurma hadisler var diye herhalde Peygamber’den (sav) gelen hadislerin hepsini reddedecek değiliz.
Şimdi siz şöyle düşünün. Şu anda 15 Şubat 2005. Saat 7. Sizin Kuran dışında bildiğiniz bütün bilgiler neye dayanıyor? Rivayetlere dayanmıyor mu? Yani falancanın kitabını okudum diyorsunuz. İşte coğrafyada, fizikte, kimyada, tarihte, şu şu bilim dallarından, eğitimden falan… Şu adamın kitabını okudum şöyle yazıyordu falan demiyor muyuz? O kitabın o adama ait olduğunu belgeleyen bir şey var mı elinizde? Sadece onun üzerinde bu kitap falanca adama aittir diye yazıyor. Ama Peygamberimizden gelen her bir sözün ayrı ayrı belgeleri var. Senetleri var. “Peygamberimiz bir gün şöyle dedi ameller niyetlere göredir.” Peki, bu sözü peygamberimizden kim duymuş? Hemen onun adı var orada. Ondan kim duymuş onun da adı var. Her bir insanın hayat hikâyeleri de var. İnsanlar birbirleriyle görüşebilmiş midir görüşmemiş midir o konuda da çalışmalar var. Yani Peygamberimizin ağzından çıkan her cümlenin ayrı bir senedi var, belgesi var. Ona isnat deniyor. Yani peygambere dayandırma belgesi.
Şimdi bizim hayatımızı düzenlediğimiz, ne bileyim çalışmalarımızı düzenlediğimiz bir sürü ilim dalı var. Onların hiç birinde bu kadar sağlam bir hareket tarzı yoktur. İşte “falanca âlime ait şu kitap” deniyor. Birisi öyle yazmış üzerine hiç o adamın bu kitapla alakası olmayabilir, üzerinde onun adı yazılı olduğu için bu kitap onundur demişsinizdir. Hatta adam birisinin kitabını almıştır hani eskiden hep el yazmaydı ya, üzerine kendi adını yazmıştır bu kitap benimdir diye, sonra gelenler bu kitabı şu adam yazmıştır diye pekâlâ bize kadar intikal ettirebilirler.
Ama Peygamberimizden gelen öyle değil. Şimdi ağzından çıkan her bir sözün bize senedi ulaşmış. Teker teker. Burada şu var. Uydurma senetler olabilir. Değil mi? Olmaz mı? Olabilir. Bu uydurma senetlerle Müslümanlar yanıltılabilirler. Çünkü yanıltmanın en kolay yolu “bunu Peygamberimiz söyledi” demektir. Öyle dediğiniz zaman karşı taraf susacak. “Ya öyle mi?” Bu pekâlâ olur ve olmuştur da bunu biliyoruz. Çok güvenilir kitaplarda da vardır bu tip şeyler. Kitapların güvenilirliği… Yani diyelim siz bir hadis âlimisiniz. Siz gelen her bir sözün senedine bakarsınız. Senet sağlamsa onu yazarsınız kitabınıza. Ama senedin sağlamlığını tespit etmeniz o kadar kolay değil. Çünkü siz en son kişiyle muhatapsınız, ondan öncekilerle siz görüşmüş değilsiniz. Hadis yazanlar böyle sadece senedine bakarlar. Sözün anlamına bakmazlar. Yani bir çeşit malzemeci gibidirler. Hammadde satan dükkânlar gibidirler. Malları oraya doldurur ama hangi mal üretimde nerede kullanılacak onu ustası bilir. İşte bu hadisler geldikten sonra fıkıh âlimi, kelam âlimi ya da diğer ilimlerin âlimleri alır bakar “ha anlam bakımından der ki bu hadis senet bakımından sağlam gözüküyorsa da anlam bakımından yanlıştır” der. Yanlıştır demesinin sebebi de Kuranı Kerim’le karşılaştırmasıdır. Çünkü Kuranı Kerim’de Allahütealâ Peygamberimize diyor ki: “Rabbinden sana vahyedilen neyse sen ona uy. (En’am 6/106) ” Peygamberimiz neye uyuyormuş? Vahyedilene. Vahyedilen nedir Kuranı Kerimdir. O Kuran elimizde ve bunda en küçük şüphe yok. Bunun doğruluğundan kimsenin şüphesi yok. Kesin bir belgemiz var.
O zaman Peygamberimiz söylediğinden emin olsak, doğruluğunu asla tartışmayacağımız sözler var. Birilerinin Peygamberimize iftira ederek bizi kandırmasına fırsat vermemenin en kestirme yolu ne olur? Kuranı Kerim’le karşılaştırmak olur değil mi? O zaman Kuran önde sünnet onun arkasından. Sünnet Kuran’ın yanında ikinci bir kaynak olamaz.
Şimdi bakın mesela ailede karı koca vardır. Koca önde kadın arkasında birbirine tabidir. Bunlar kadın bir aile koca ayrı bir aile mi oluşturur yoksa ikisi toplam birleşerek bir tek aile mi oluştururlar. Ve mesela bugün Türkiye’de kocanın soyadıyla anılıyor. Gerçi o İslami bir tarafı olan bir şey değil de sadece konu anlaşılsın diye söylüyorum. Yani tabi olana ayrı bir hüküm verilemez. Sünnet Kuranı Kerime tabi ise sünneti ikinci bir kaynak sayamazsınız. Tek bir kaynağımız vardır o da Kuranı Kerim’dir.
Sünnet ne yapıyor? Sünnet Kuran’ın açıklamasını yapıyor. Örnek oluyor Peygamberimiz (sav) Kuranı uygulamakla. Nasıl uygulanacağını bize gösteriyor. İşte bu açıdan baktığımız zaman sünnette bir takım problemli noktaları olmakla birlikte… Problemli nokta şu peygamberimize yalan isnat edip bizleri kandırabilirler. Ha biz bunlardan yüzde yüz kurtulamayız. Kuranı Kerim’i esas aldığımız zaman o söz kime ait olursa olsun fark etmez Kuran’a uygunsa kabul ederiz. Nitekim ilim adamlarının Kuranı Kerim’le ilgili bazı açıklamalarını kabul ediyoruz. Çünkü bizim orada asıl kabul ettiğimiz Kuranı Kerim’dir. Kuranı anlamamıza yarıyorsa Peygamberimize ait olmasa bile bizim için makbul bir sözdür değil mi? Hele Peygamberimize ait bir sözse başımızın üstünde yeri var. İsterse iftira etmiş olsunlar aykırılık olmadıktan sonra. Yani o sözü aslında Peygamberimiz söylememiş ama söyletmiş olsalar bile madem bir aykırılık yok orada bir problem olmaz.
Yani Kuranı Kerim’e uyduğumuz zaman Peygamberimizin veda hutbesinde söylediği gibi asla yolumuz şaşırmayız ama siz işi tersine çevirirseniz sünneti öne koyar Kuranı onun arkasına alırsanız ne olur? O zaman işler tersine döner. Bu konularda son derece dikkatli olmak lazım… Sünneti ayrı Kuran’ı ayrı delil haline getirirseniz o zaman da çok kötü bir durum ortaya çıkar. “Allah böyle diyor ama peygamber de böyle diyor” şeklinde diye hâşâ iki ayrı kutup oluşmaya başlar.
Şimdi Peygamberimiz bu anlamda bizim içimizdedir. Yani biz şimdi bir ayeti kerime okuyoruz bu ayeti tebliğ eden o, getiren o. Onun peygamberliğini kabul ettiğimiz için bu ayetin Allahın ayeti olduğunu kabul ediyoruz çünkü getiren o. Ya da bu ayeti Allah’ın ayeti kabul etmek onun peygamberliğini kabul etmektir. İşte tavuk yumurta hesabı bu onun o bunun delilidir. İkincisi de Peygamber’in (sav) örnekliği bizim için çok önemlidir.
Şimdi şu makul bir şey mi? İnsanoğlu hayatını dayandırdığı her türlü ilim, her türlü sanat, her türlü gelenek ağızdan ağza geliyor bunu kabul ediyoruz ama sadece peygambere ait olursa kabul etmiyoruz. Akıllı bir insan bunu yapar mı? İşte bazı kimseler çıkıyor Peygamberimizle gelen her şeyi silip atıyor. “Böyle bir şey olmaz” diyor. Varsa da yoksa da Kuranı Kerimdir. Tamam güzel. Biz de aynı şeyi diyoruz. Varsa da yoksa da Kuranı Kerim. Ama şeyi nereye koyacaksın? Kuran diyor ki: “Bir mümin erkek ve bir mümin kadının hakkı yoktur ki Allah ve Resulü bir konuda karar verdiği zaman o konuda serbest bir davranma hakkına sahip olmuş olsun. (Ahzab 33/36)” Peki Allahın kararını öğrendik. Resulü ne yapacağız? Ayrı bir karar değil tabii ki. Kuran’ı açıklıyor Peygamberimiz Kuran’dan ayrı değil elbette. Niye ayrı değil çünkü: “Sana bu zikri indirdik ki onlara ne indirildiğini açıklayasın. (Nahl 16/44)” diyor Cenabıhak. Açıklama da çok önemli değil mi? Ondan sonra da az önceki en başta okuduğumuz ayet: “Allahın elçisinde sizin için güzel bir örnek vardır. (Ahzab 33/21)” Pek hadisleri sildiniz bunlar nasıl yapacağız? Kuran emrediyor bunu. İşte Kuran emrettiği için mecburen hadisleri kabul etmek zorundayız. Yoksa bir Kuran’ın dışında herhangi bir kaynak oluşturmuyoruz. Ama sünneti ayrı bir kaynak sayamıyoruz çünkü sünnet Kuranı Kerim’e tabiidir.
“Şunu bilin ki Allahın elçisi sizin içinizdedir. Birçok konuda size boyun eğecek olsaydı elbette ki sıkıntıya girerdiniz. (Hucurat 49/7)” Şimdi bazıları çıkmış diyorlar ki Kuranı Kerim o günün Mekke ve Medine toplumunda oluşmuş bilgilerin derlenmesinden ibaret bir kitaptır. İşte Allah tarafından o günkü Mekke ve Medine’nin bilgi seviyesi ile sınırlı onların bilgilerinin dışına çıkmamış olan bir kitaptır. E bugün o günün Mekke’si yok dolayısıyla Kuranı Kerim’in bu günkü insanlarla ilgili bilgisi sadece tarihi bir belgedir o kadar. Bunu din adına söylüyorlar. E peki öyle olsaydı bu ayet olmazdı değil mi? “Birçok konuda sizin isteklerinizi yerine getirseydi tabii ki sıkıntıya düşerdiniz.” Peygambere uyulur peygamber uymaz.
“Ama Allah size imanı sevdirmiştir. Onu sizin kalbinizde süslü bir hale getirmiştir. (Hucurat 49/7)” Şimdi hepimiz biliyoruz elhamdülillah bu iman kendi malımız olmuştur. Evet, zamanında anamız, babamız mümin olmamıza yardımcı olmuşlardır. Belki bazılarımızın da mümin olmasından çok da rahatsızlık duymuş olabilirler. Ama birileri anamız babamız hocamız arkadaşımız şu ya da bu bizim müslüman olmamıza sebep olmuştur. Biz onlara teşekkür ederiz.
Şimdi bizim hiç birimiz “ben müslümanım çünkü falan da müslüman” diyor muyuz? Artık bu bizim kendimize mal oldu değil mi? Ben müslümanım. İsterse bütün dünya bu dinden dönsün ben asla dönmem. Dünyada tek başıma kalsam da bu dine dört elle sarılırım. Çünkü bu benim kendi kararımdır. Öyle demiyor muyuz? Bunu dediğimiz zaman içimiz huzurla dolmuyor mu? İşte kalbimizin süsü bu… Bundan dolayı mutlu olmuyor muyuz bu imandan, inançtan dolayı? Artık bu kendi hayatımızın aslı bu her şeyimizi buna göre ayarlıyoruz. Bütün davranışlarımızı buna göre ayarlıyoruz. Bizim için esas olan bu. Bunun için canımızı vermek gerekirse veririz, malımızı vermek gerekirse veririz her şeyimiz, veririz. Bu bizi mutlu ediyor. İşte iman bu… “Onu kalbinizde müzeyyen (süslü) hale getirmiştir. (Hucurat 49/7)”
“Kâfirliği de size çirkin göstermiştir. (Hucurat 49/7)” Hepimiz için rahatsızlık verici bir şey değil mi bu? Tiksindirici bir şey kâfirlik… İnsan Cenabıhakka başkaldırır mı Allahın emirlerini tanımamazlık eder mi? “Fasıklığı ve isyanı Allah size kötü göstermiştir. (Hucurat 49/7)” Kâfirlik ne demekti? Görmezlikten gelmek. Tabi gizlemek. Şimdi bir adama iyilik yaparsınız. Sonra bir yerde konuşursunuz adam der ki “ben senin neyini gördüm ki!” falan der. Siz ne dersiniz? “Ben ne yapayım kardeşim yaptıklarımı sen görmüyorsun ki!” Peki, bilmiyor mu sizin yaptığınız iyilikleri ama bilmezlikten geliyor. İşte kâfirlik budur. Cenabıhakkın varlığını ve birliğini idrak etmeyen hiç kimse yoktur. Ama birçok kimse sanki Allah yokmuş gibi davranır ama çok iyi bilir ki vardır. Çünkü canı fena halde sıkıştığı zaman yalnız ona sığınır başka hiçbir şeye sığınmaz her şey kaybolur gider yalnız ona sığınır. Her şeyini Allaha borçlu olduğunu bilir. Her zaman Allahtan her şey ister ama Allah ondan bir şey istediği zaman yani boşver. “Allah bana her şeyi versin ama emir vermesin!” demeye getirir. Cenabıhakkın verdiği nimetleri görmezlik eder ve kâfir olur ya da Allahın ayetlerini görmezlikten gelir kâfir olur. Bazı insanlar dört elle Müslümanlığa sarılırlar. E şimdi her sabah kalk namaz kıl, öğlen kıl, ikindi kıl, akşam kıl, yatsı kıl bir gün değil, beş gün değil, her gün her gün her gün. Adama ağır gelmeye başlar. Şimdi unutur arada sırada. Ya işte tüh bak sabah namazını unuttuk ya öğlen de aklımıza gelmedi falan filan ondan sonra unutmaları adet haline getirir. Sonra da canı bir takım yaramazlıklar yapmak istiyor bazı ayetleri görmezlikten gelir. Bakarsınız ki kendine yeni bir din oluşturmuştur. Namazı kılar belki… Belki ramazanda oruç tutar. Ama “efendim modern müslüman olacaksın” der. Dünyadan da nasibini alacaksın falan diyerek o nasip dediği de bir takım günahlardır. “E canım bu hocalar da her şeyi haram diyor.” O çok iyi biliyor ki haram diyen hoca değil Allah. Ama Allah dediği deme cesareti olmadığı için suçu hocalara atar. Bu defa birçok ayeti görmezlikten gelir ve kâfir olur. “Canım ben Allahıma sonsuz inanıyorum” sanki başkaları inanmıyormuş da! Ben işte şöyle böyle… Bu İslam dini kardeşim. Ya teslim olursun ya da olmazsın.
Şimdi askersiniz gittiniz düşmana tabancayı çektiniz “teslim ol” dediniz. “Teslim olurum ama bir şartım var!” Eğer sana şart kabul ettirebiliyorsa ya sende güçsüzlük vardır ya da şartlı teslim alıyorsan demek ki sende yeterli güç yoktur değil mi? O teslim almak değil. Teslim oluyorum dediğin zaman artık adam şart mart ileri süremez. İslam da teslim olmak demektir. Cenabıhakka tam teslim olursun. Ha bazı günahların olabilir ama yaptığını günah kabul ettiğin zaman o da teslimiyettir. Çünkü “yaptığım yanlış” demiş oluyorsun. Bakın Âdem (as) cennette Allahın emrini yerine getirmedi. Cenabıhak niçin Âdem ve Havva’ya sordu “bu ağaçtan yediniz mi?”. “Canım ne yaptık ki ne olmuş ki bir tane elma koparmış yemişiz de!” demediler değil mi? Ne dediler: “Yarabbi biz yanlış yaptık. (Araf 7/23)” Yanlış yaptık demek ne demektir? Sen haklısın demektir. Senin dediğin doğrudur demektir. Bu bir kulluktur işte. Bir insan günah işlediği zaman günahını günah sayması kulluktur. O da teslimiyetin bir parçasıdır. Evet, suçludur doğru. Âdem’i (as) Cenabıhak affetti ama ne yaptı? Cennetten de çıkardı. Suç işlerisiniz, tövbe edersiniz Allah da affeder ama epeyce de derece kaybı olur. O kaldığınız yerden devam etmeniz gerekir. Fakat şeytan da Allahın emrini yerine getirmemişti. Âdem’e secde et dediği zaman secde etmedi. Âdem’e (as) sorduğu gibi sordu Cenabıhak şeytana da: “Sana emrettiğimde secde etmemene engel neydi? (Araf 7/12) Niçin secde etmedin diye sorunca ne dedi? Yarabbi ben hatalıyım falan dedi mi? “Ne demek yani beni ateşten yarattın onu çamurdan yarattın ben ondan daha hayırlıyım ben çamurdan yaratılana secde eder miyim?” Bu ne demektir senin dediğin yanlış böyle emir olmaz! Allahın dediği yanlışsa kiminki doğru? Kendi dediği doğru… O zaman ne olur? Yani siz bir yerde patronsunuz işçinize emrediyorsunuz şöyle şöyle yap. “Patron böyle olmaz bu şekilde olur mu!” dediği zaman ne yaparsınız? Lan buranın patronu sen misin ben miyim dersiniz değil mi sen çık bakayım dışarı!” Cenabıhak ne dedi? “Çık oradan dedi. Burada büyüklenmeye hakkın yok. (Araf 7/13)” Çünkü kendini o konuda Allahtan daha büyük görüyordu.
İşte orada bunu şunun için anlattım günahı günah kabul etmek de bir teslimiyettir. Ama günahı günah saymazsan bu bir başkaldırmadır. Bu kâfirliktir. Nasıl bir kâfirlik? Allahın büyüklüğünü görmezlik ediyorsun bir de diyor ki orada “beni sen ateşten yarattın!” Sanki işi kapatmaya çalışıyor. Tamam, ben yarattıysam emri de ben veriyorum ne konuşuyorsun sen? Yo bu emir yanlış hâşâ! “E canım biz Allahın yaratıcılığını inkâr mı ettik?” Şimdi şeytanı konuştursan öyle diyecek. Allah yoktur mu dedik. Kurban olayım ben ona. Hatta Kuranı Kerim’in iki ayetinde ne diyor şeytan? “Ben Allahtan korkarım. (Enfal 8/48)” diyor. Yani takvalı gösteriyor kendisini. Dolayısıyla Allaha tam teslimiyet gerekir.
İşte insanların birçoğu kâfirlik eder. O şeytanda olduğu gibi Allahın bir tek emrini beğenmediğin zaman hoşlanmadığın zaman hesabına gelmediği zaman istersen gece sabaha kadar namaz kıl, istersen malın tamamını sadaka ver. İstersen her sene hacca umreye git hiçbir şey ifade etmez. Allahın tüm emirlerini kabul etmek lazım… Ha günahkâr olabilirsin Âdem’in (as) yaptığı gibi. Ama o da isyandır. Âdem (as) cennette Cenabıhakkın yeme dediği ağaçtan yedi. Allah onun bu davranışını nasıl vasıflandırdı? “Âdem rabbine isyan etti ve yoldan çıktı. (Taha 20/121)” O zaman demek ki bu bir isyan ama bu kâfirlik değil. İsyan, günahkârlık, fakat kâfirlik değil. Bu isyanın cezasını da çekti cennetten çıkarılmak suretiyle. Tövbe etmesine rağmen cennette kalamadı.
Âdem (as) Allah tarafından eğitilmiş bir kişiydi. Cennet gibi bir yerde kalıyordu. Çalışma sıkıntısı yok yeme içme bol. Bir tane emir vardı ikinci bir emir de yoktu ve o bir tek emri yerine getirmedi. Öyleyse çok dikkatli olmak lazım… Mesela şeytan da cinlerdendi. Cinler nereye çıkıyordu Peygamberimiz gelinceye kadar meleği ala’ya çıkıyorlardı. Orada bir takım dinleme yerlerinde melekleri dinliyorlardı. Ben şöyle düşünüyorum demek ki şeytan meleği alada iken Cenabıhak meleklere Âdeme secde et emrini verince o da onların arasında secde etmek zorunda kalmıştı. Yani meleklerle beraber… Bilgi bakımından gayet iyi… Ahireti asla inkâr etmiyor: “Beni onların yeniden dirileceği güne kadar yaşat. (Hicr 15/36)” diyor Cenabıhakka. O zaman bilgi insanı kurtarmıyor. Bazı kimselerin şöyle şaşkınlıklarını görüyorum “ya kardeşim adam büyük âlim böyle bir şey yapmaz.” Her halde öğretmeni Allah olandan daha büyük âlim olunmaz değil mi? Âdem (as) öğretmeni Cenabıhak değil mi? “Âdeme bütün isimleri Allah öğretti. (Bakara 2/31)” Ve meleklerle de karşılaştırdı. Efendim biliyor musunuz o nerede yetişmiştir! Nerede yetişmişse yetişmiştir kardeşim cennet gibi olmaz ki hiçbir yer. “E onun soyu!” Kardeşim, Âdem (as) işte! O zaman hiç kimse kendisini garantide görmemelidir.
Şeytan da o kadar bilgi sahibi o kadar görgü sahibi o kadar önemli yerlerde bulunmuş kâfir olmuştur. Şeytan kâfir oldu, Âdem (as) günahkâr oldu. Öyleyse âlim olmak insanı kurtarmaz. Teslim olabilmek lazım… Ben de varım dediğin zaman Allahın yanında şeytanlaşmış olursun. Allah öyle diyorsa ben de böyle diyorum diyorsan tamı tamına şeytan olursun. Allah öyle mi diyor başüstüne. İşittik ve teslim olduk diyebiliyorsan. Bir takım günahlar işlemiş olsan dahi isyankâr olursun ama kâfir olmazsın.
Burada bir küfür var bir füsuk var. Füsuk neydi? Yoldan çıkmak değil mi? Kuranı Kerim’de geçen fasık kelimelerinin tamamı kâfir manasındadır. Ama kelamda fasık terimi vardır. Hangi manada kullanır onu kelamcılar? Büyük günah işleyenler değil mi? Büyük günahlar nedir? En büyüğü nedir büyük günahların şirktir. Şirki Allah affediyor mu? Tövbe ettiği zaman zaten şirk kalmaz. Tövbe etmediği zaman affetmiyor. Çünkü mesela Peygamber’in (sav) ashabının tamamına yakını müşrik değil miydi? Tövbe edince müşriklik kaldı mı? Şimdi Allah ne diyor: “Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. (Nisa 4/116)” Bu tövbe etmeyenler içindir. Ondan sonraki büyük günahlar hangileri? Adam öldürmek, anaya babaya isyan, yetim malı yemek, zina, sihir, faiz yemek, namuslu kadına zina iftirasında bulunmak, yalan yere şahitlik, livata yani homoseksüellik, içki içmek falan böyle gidiyor. Şimdi Kuranı Kerim’de Cenabıhakkın büyük yasakları var. Peki, bunlar affedilir mi? Tövbe edilirse hepsi affedilir, tövbe edildiğinde affedilmeyen bir tane yok zaten şirk de dâhil. Bir adam şirk günahını işlemeden ölmüş ama öbür günahlardan işlemiş ve tövbe de etmemiş. Bunlar affedilir mi? Edilebilir tabi Allahın bir garantisi yok da. Onu nereden anlıyoruz? Allah kendisini ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun altında kalanı istediği kişiler için bağışlar. (Nisa 4/116)” Bunlar böyle.
İşte büyük günah işleyenler fasık diyor kelamcılar ama Kuranı Kerim fasığı kâfir manasında kullanıyor terim olarak. Bunlar affedilmez değil edilebilir ama hiçbir af garantisi de yoktur. Geçen bir kitapta gördüm. Hz. Ömer’e atfedilen bir söz çok hoşuma gidiyor demiş ki: “Cehenneme sadece bir kişinin gideceğini bilsem acaba o kişi ben miyim diye tir tir titrerim.” Onun için gerçekten böyle olmak lazım. Yani devamlı bir korku içerisinde olmamız lazım ama cennete gitme ümidini de bırakmamız lazım. Çünkü kendimizi gevşek bıraktığımız andan itibaren kaybederiz.
Evet, Âdem (as) Allahın ayetinin şahitliğiyle isyan etmiştir ve yoldan çıkmıştır. Bu Taha suresinde…20. Sure 121. Ayet. Öyleyse hiç kimse hiç birimiz kendimizi garantide hissetmememiz gerekir. Âdem (as) isyan ettiyse hepimiz de edebiliriz. Çok dikkatli olmamız lazım. Ondan sonra da “efendim bu kadar ilim sahibi adam yoldan çıkmaz” dememeliyiz. İşte şeytan yoldan çıkmıştır o kadar ilmine rağmen işte Âdem (as) isyan etmiştir. Çevresinde melekler var kaldığı yer cennet hiçbir problem yok. Ne komşuyla kavga var, ne bir kısım medya var, ne şu televizyonlar var, ne misyoner faaliyetleri var hiçbir şey yok! (Bir katkı geliyor ama duyulmuyor.) İman noktasında da yaşamalıyız elbette. İnsan her zaman şeytanlaşabilir. Her an, çünkü bir insan önce “kedi yavrusunu yemek istediği zaman fareye benzetirmiş” derler ya. Şimdi bazı insanlar günah işlemek istedikleri zaman o ayeti görmezlikten gelir. Biz buna çok rastlıyoruz. Ayet okursunuz adam hiç duymaz yanında. Benim başımdan çok geçiyor. Ondan sonra “sen böyle diyorsun ama!” der. Sana mal eder. Sanki sözün sahibi benmişim gibi. Okuduğun ayeti görmezlikten gelir o sözü sen söylüyormuşsun gibi yapar ondan sonra kâfir olur. Hâlbuki kendini de büyük mücahit olarak tanıtıyordur o anda. Herkes için bu tehlike vardır.
Bir konuda Cenabıhakkın emri varsa başüstüne. Peygamberimize ait bir söz gelmişse… Tabi Peygamberimize ait diye bize yalan söz de gelebilir orada biraz dikkatli olmak lazım ama prensip olarak reddetmemek lazım ne olur ne olmaz. Kendi kısır bilgimizle ayıklamaya kalkışmamamız lazım bu konuda araştırma yapıp doğruyu bulmamız gerekir. Bakarsınız ki gelen söz gerçekten Peygamberimize ait bir sözdür. Şu anda kavrayamamışsınızdır kötü duruma düşersiniz.
“İşte bunlar olgunlaşmış kimselerdir. (Hucurat 48/7)” Yani Allaha iman kalplerinde bir süs haline gelmiş. Kâfirlikten rahatsızlık duyarlar. Fasıklıktan ve isyandan rahatsızlık duyarlar. (Bir katkı yapılıyor ama duyulmuyor.) Şimdi tabi imanı onlara sevdirdi de aslında iman herkes tarafından sevilecek bir şeydir. Kâfirler de imanın güzel olduğunu çok iyi bilirler. Şimdi şöyle düşünün içkici kumarcı insanlar vardır. Onlar içkinin kumarın kötü olduğunu bilmezler mi? Hepimizden daha iyi bilirler. Yani günahkârlar günahın günah olduğunu çok iyi bilirler. Kâfirler de küfrün kötü bir şey olduğunu bilirler. Ondan dolayı Cenabıhak ne diyor ayette? ”O kâfirler zaman zaman keşke biz de Müslüman olsak diye iç geçirirler. (Hicr 15/2)” “Keşke bir yapabilsek!” çok duyarsınız. Çünkü bunun güzel olduğu açıkça ortada. Eğer açıkça ortada olmasa zaten insanların inanma mecburiyeti doğmaz ki! Ama buna sahiplenmek kolay değildir. “Hadi gel Müslüman ol ne engelin var” dediğiniz zaman bakarsınız ki adam dönmüş gidiyor. Yani bunun doğru olduğunu herkes biliyor neden? Çünkü fıtrat bunu gerektirir Allah insanı buna göre yaratmıştır. İsyanın, küfrün bunun kötü olduğunu da herkes bilir. Onun için işlenen her bir günah insanın içinde bir rahatsızlık meydana getirir. O rahatsızlığı herkes duyar. Ama sonra devam eder eder bu defa yeni bir tabiat oluşur ve ondan zevk almaya başlar. Ne kadar zevk alırsa alsın onun kötü olduğunu her zaman bilir.
“Bu Allah’ın ikramı ve Allah’ın bir nimetidir. Allah bilir ve doğru karar verir. (Hucurat 49/8)” Yani gerçekten müslümanca yaşamak her insanın hayran kalacağı bir yaşayıştır. Siz kendi hayatınızda mutlaka görüyorsunuzdur. Gittiğiniz her yerde insanlar gayriihtiyarî size saygı duyarlar. Sık sık anlattığım hatıralarım var. Bu Büyük Larousse Ansiklopedisi’ni yazarken çok hatıralar geçmişti başımızdan. Orada böyle kızlar var, kadınlar var açık saçık giyiniyorlar. İşte göğüs açık bacaklar açık falan. Ben haftada bir kere yazılarımı teslim etmek için gidiyordum oraya. Beni görünce hemen toparlanıyorlardı. Göğüslerini toparlıyorlar eteklerini çekiyorlar falan. Ve onlar kendilerini ateist olarak ilan eden, dinsiz olarak ilan eden bir gruptu. Niye böyle yapıyorlar? Bu fıtri bir şey değil mi fıtrattan gelen bir şey. Kendilerini böyle bir davranış için zorlamıyorlar. Bana karşı farklı bir davranış göstermeleri için de herhangi bir gerekçe yok ortada. Ama fıtrat bunu gerektiriyor. Çünkü doğru davranış yapan insanlara öbürleri ister istemez saygılı davranıyorlar. Zaten yanlış yapan insanlar bu yanlışın farkında oldukları için fazla güçlü bir şekilde direnemezler. İnananların sayısı az da olsa diğerlerine karşı galip gelmelerinin temelinde bu vardır. Çünkü kendilerine olan güveni kaybetmişlerdir.
“Müminlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa…” Birbirleriyle öldüresiye savaşıyorlar yani o onu vurmaya çalışıyor o onu vurmaya çalışıyor. Birbirini öldüren iki grup… Bunlar ne? Mümin. Peki, bir mümini öldürmenin cezası nedir Kuranı Kerim’e göre? Ayeti kerime nasıldı: “Kim kasten bir mümini öldürürse onun cezası ebedi kalmak üzere cehennemdir. (Nisa 4/93) ” O zaman bu çok büyük bir günah değil mi? Ama bakın bu günahı işleyen kişiye Allah mümin diyor. Bunlara çok dikkat etmek lazım… Müminlerden iki taife yani iki grup iki bölük birbirini öldürüyorsa yani savaşıyorsa birbirleriyle “…onların aralarını düzelt. (Hucurat 49/9/)” Bunları barıştırın. Demek bu kadar ağır günah da olsa o insanı kâfir yapmıyor. Az önceki okuduğumuz ayetlerde bu tür adam öldürmeler de affedilmeyecek günahlar arasında mıydı? Değildi. Yani evet bu kişinin cezası ebedi cehennemde kalmaktır ama Allah bağışladığı zaman ne olur? O ceza kalkmış olur. Mesela bugün yaşadığımız hayatta da müebbet hapis cezasına çarptırılmış insanlara bir af çıktığı zaman ne yapıyorlar? Ertesi gün çıkıyorlar dışarıya. (Bir soru geliyor duyulmuyor) Lanet ne demektir biliyor musun, lanet Allahın rahmetinden uzaklaştırması demektir. Allah gazap etmiştir, lanet etmiştir onlar için cehennemi hazırlamıştır, acıklı bir azap hazırlamıştır ama kâfir değildir bunlar. Tamam mı? Yani o en büyük günahı işlemiş sayılmazlar. Şirk günahını işlemiş sayılmazlar. Bunları böyle doğru anlamak lazım…
Ayetlere bütüncül bakmadığınız zaman doğru bakmadığınız zaman tarihteki bir takım gereksiz tartışmaların kucağında bulursunuz kendinizi. Biliyorsunuz bir zamanlar değişik kelam grupları çıktı biri dedi ki büyük günah işleyen kişi ne cennete gider ne cehenneme gider. Cennetler cehennem arasında bir yerde kalır. Bunlara mutezile dendi. Bir grup ne dedi? Büyük günah işleyen kâfir olur dedi değil mi? Hariciler. Hatta onlar küçük günah işleyenlerin bile kâfir olur dedikleri naklediliyor. Şimdi Allah adına konuşmaya hiç birimizin hakkı yok. Allah bir kitap indirmiş. Allah ne diyorsa odur. Şimdi Allah kitabında müminlerden iki grup birbirini öldürüyorsa, o iki grubu da mümin diye vasıflandırmışsa bizim bunlara başka bir isim vermeye hakkımız olur mu? Onların aralarını düzeltin.
“Bir grup diğerine aşırılık yapıp haksızlık ediyorsa o haksızlık edenle savaşın.” Ne zamana kadar? Çünkü laftan anlamıyor. O zaman başka çaresi yok. Savaşacaksın. Ne zaman kadar savaşacaksın? “O grup Allahın emrine dönünceye kadar. (Hucurat 49/9)” Yani Allahın emri ne? Bir mümini öldürmemek, kendi hakkına razı olmak, Allah nasıl istiyorsa o şekilde yaşamak. Evet, “Müminler Allahtan korkun ve doğrulardan yana yer alın. (Ahzab 33/70)” ayetinin açıklaması oluyor. İşte burada da doğrulardan yana yer alıyorsun. O yetmiyor karşı tarafı yola getirmek için savaşmak gerekiyorsa savaşıyorsun. Hani Osmanlıların slogan haline gelmiş bir sözleri vardır: “hazır ol cihada ister isen sulhu sala”. Eğer huzur ve güvenlik istiyorsan savaşa hazır olacaksın. Savaşa hazır değilsen güvenli bir şekilde yaşamaya hakkın yoktur. Çünkü karşı taraf hazırlanır gelir seni ezer geçer. Müminler arasında da birisi diğerine haksızlık yapabilir. Orada da bu haksızlığı engellemek için savaşa hazır beklemek her zaman tetikte olmak lazım.
“O aşırı giden taraf da kabul eder Allahın emrine uymaya razı olursa, o iki grubun arasını adaletle düzeltin ve insaflı olun. (Hucurat 49/9)” Yani her birine hak ettiğini verin daha fazlasını vermeyin. Şimdi bazı kimseler vardır zenginle fakirin arasındaki bir ihtilaftan dolayı eğer bir ayırma yapıyorsa fakirden yana olur zenginin hakkını fakire vermeye çalışır. Ya ne oluyor kardeşim sen fakire yardımcı olmak istiyorsan ol ama kendi parandan ver adamın parasını niye veriyorsun? Onun hakkını buraya neden veriyorsun? E canım onun her şeyi var! Sana ne! Sen doğruyu anlat de ki bu senin hakkın, bu senin hakkın ayır. Ondan sonra zengine de ki “ya şuna biraz yardımcı olsan çok iyi olur” de teşvik et bunun bir sakıncası yok. Ama onun hakkını öbürüne veremezsin. Bu zengin, bu fakir yok öyle şey olmaz. Hak söz konusu olduğu zaman tarafların ne zenginlikleri, ne cinsiyetleri, ne dinleri, ne ırkları bunların hiçbirisinin etkisi olmaz. Kâfir de olsa hakkını yiyemezsin mümin de olsa yiyemezsin. Hak söz konusu olduğu zaman insaflı davranmak lazım… Doğruyu ortaya korsun ondan sonra da dersin ki şuna biraz yardımcı olsan çok iyi olur. Olursa olur olmazsa olmaz kendisi bilir. Ama sen onun malını alıp ona ver buna hakkın yok. “Allah insaflı olanları sever. (Hucurat 49/9)” Yani herkesin hakkını yerli yerine verenleri sever.
“Sadece müminler kardeştir. (Hucurat 49/10)” Şimdi mümin olmayanlar da kardeştir ama onlar aynı ananın ya da aynı babanın yahut da aynı ana babanın çocukları oldukları için kardeştirler. Bu kardeşliği kendileri seçmemiştir değil mi? Yaratılıştan kardeştir. Tabi bu kardeşlerin birbirleriyle iyi geçinmeleri son derece güzel olur. Ama aynı evi paylaşmıyorlarsa çoğu zaman birbirleriyle iyi geçinmezler. Asıl kardeşlik aynı inancı paylaşanların kardeşliğidir. Onun için yalnızca müminler kardeştirler. Gerçek anlamda kardeşlik mümin kardeşliğidir. (Hocanın verdiği anlama eleştiri geliyor.) Şimdi senin söylediğin çok güzel bir söz. Şimdi bu Arapçada innema kelimesinin bir anlamı var. Bu bir hasır ifade ediliyor. O hasrı her kişiye vermek de mümkün. Müminlere de verebilirsiniz ihva kelimesine de verebilirsiniz. Siz şu şekilde anlam verelim diyorsunuz: “Müminler sadece kardeştirler.” Sadece kardeştirler manası verilebilir. Şimdi sadece müminler kardeştir cümlesi de doğrudur. Arapça bakımından yanlış bir anlam değil. Burada ihva kelimesi var. Öbüründe ihva değil ihvan kelimesi geçer değil mi? Ana baba bir kardeşler için. Yani ihva kelimesi, ihva şeklindeki çoğul din kardeşliği için kullanılıyor. Öbürüne ihvan denir yani kelime olarak o kelime kullanılır. Dolayısıyla senin dediğin o incelik güzel tabii. O şekilde mana vermek de doğru. Müminler sadece kardeştirler. Verilir o mana. Ama öbürü de doğrudur. Çünkü bu Allahın kelamıdır. İki şekilde de anlamaya hiçbir engel yok. Sadece müminler kardeştirler. Biz bunu da her zaman görüyoruz. Şimdi bu öyle bir kardeşlik ki bu dünyada başlıyor cennette de devam ediyor. Ama cehenneme gidenlerin cennetliklerle bağları ne olur tamamen kesilir. Onun için her ikisini de anlamamızda bir mani yok. Yani Recep hocanın söylediğini sen tercih ediyorsun. Yani ikisi de olur. Peki, şu meallere bir bakalım nasıl mana vermişler. Recep hocanın verdiği manayı tercih etmişler. Başka? Şimdi bu mealde Recep hocanın verdiği… “Allah kendi kalplerinizi birbirine ısındırdı ve Allahın nimetleri sayesinde ana baba bir kardeş gibi kardeşler oldunuz. (Ali İmran 3/103)” Demek ki müminler sadece kardeştir ifadesi daha tercih edilmiş bir anlam oluyor. Gerçi öbür verdiğim ayeti kerime de benim verdiğim anlamı tercih ettirmiş oldu. Yani Allah’ın nimeti sebebiyle ana baba bir kardeşler oldunuz yani sanki öz kardeşler gibi oldunuz. Hayır, biz yaşadığımız hayattan biliyoruz. Birçok kimse vardır ki kendi öz kardeşiyle anlaşamaz. Ama aynı inancı paylaştığı kişilerle öz kardeşten daha ileri olur değil mi? “Allahtan korkun, belki böylece merhamete uğrarsınız. (Hucurat 49/10)” Yani Allah size ikramda bulunur. Allahtan korkarsanız Allah’ın ikramını alırsınız. O zaman kardeşlerimizin arasını düzeltmek bizim vazifemizdir.
“Müminler bir kavim bir başka kavmi yani bir erkek topluluğu bir başka erkek topluluğunu hafife almasın.” İşte kendi emrinde görmesin. Aşağı görmesin. Oyuna eğlenceye almasın. “Belki onlar bunlardan daha hayırlı olabilirler. Hiçbir kadın grubu da bir başka kadın grubunu hafife almasın.” Aşağı görmesin. Yani kendi emrinde gibi görmesin. Aşağı seviyede görmesin işte bugün 2. Sınıf falan deniyor öyle görmesin veyahut da alaya almasın. Tabi ırk olarak da olur başka şekilde de olur mümin olduktan sonra artık onun ırkı önemli değil. Zaten daha sonra ayeti kerimeyi okuyacağız bu ırk insanların birinin diğerinden üstünlüğü için değil. Üstünlük sadece takva iledir. O ayette hemen iki ayet sonra gelecek önümüze. “Belki o kadın grubu bunlardan daha hayırlı olur. (Hucurat 49/11)”
(Teknik bir aksaklıktan dolayı yayının bir kısmı kesiliyor, ayetin gerisi anlatılmıyor. 12. Ayetten devam ediliyor.[1])
Yani yüzde yüz doğruyu tespit etmek insanların kolay başarabileceği bir şey değildir. Ama bu zannın bir kısmı günah olur. Şimdi sana göre bu böyledir ama aslında öyle olmayabilir. Zannın birçoğundan sakının diyor. Zannın bir kısmı büyük günah olabilir. Yani şimdi siz zannınıza dayanarak elinizde sağlam deliller olmadan konuşursunuz o zaman büyük günaha girersiniz.
Mesela Aişe validemizin durumunu hatırlarsınız. İfk olayı. Hani bir seferden gelirken neydi o seferin adı? Beni müstarik gazzesiydi galiba. Zayıf bir hanım, devenin üzerinde görürsünüz böyle dörtgen şeklinde kapalı şeyler var. Onların içerisinde yolculuk yapıyorlar. İnmiş, tuvalet ihtiyacı için. E dönünceye kadar o arada da gerdanı kaybolmuş onu aramakla da meşgul olmuş. Dönünceye kadar bakmış ki kervan gitmiş. Kervanın arkasından da halkın eşyaları kaybolur da hani bulunamamış olur diye devamlı bir kişiyi bırakırlarmış. O Aişe validemize rastlamış. Onu kendi devesine bindirerek arkadan kervana yetiştirmiş. Şimdi bu olayı ne yaptı münafıklar? İşte Aişe şöyle şöyle yaptı diye ona zina iftirası için bir vesile olarak kullandılar. İftira ettiler yani Aişe validemize. Peygamberimiz de ondan bir ay kadar uzak kaldı. Son derece zor günler geçirdi. Sonunda Cenabıhak Aişe validemizin doğru olduğunu ortaya çıkardı, vahiy geldi ve aklandı. İşte olmasaydı olmazdı halk çok rahat söyler. Falan böyle yapmışta filan böyle yapmışta şu şöyle olmuş da bu böyle olmuşta bakarsınız ki şurada çarşının içinde birken aşağı ininceye kadar bin olur. Onun için elde kesin bir delil olmadan konuşmamak lazım. Onun için zannın bir kısmı büyük günahtır.
“Tecessüs de etmeyin. (Hucurat 49/12)” Yani casusluk yapmayın. Yani insanların sırlarını araştırmaya çalışmayın. Ne yapıyor nasıl ediyor şuraya bakalım, buraya bakalım değil. Çünkü herkesin hatası olur kusuru olur. Bizim vazifemiz insanlar da hata aramak değil ki hataları örtmektir. Örttüğünüz zaman hatalar azalır. Araştırdığınız zaman çoğalır. “Biriniz diğerinizin gıybetini yapmasın. (Hucurat 49/12)” Yani biriniz diğerinin arkasından konuşmasın. Bu gıybet, gaybet kelime anlamı nedir bunun yokluk değil mi? Adam burada değil. Burada olsa sizin konuşmanızı dinlese rahatsız olacak. O zaman siz onun burada olduğunu düşünerek konuşun. “Efendim ben olanı söylüyorum” der birçokları. E tabi ki olanı söylüyorsun. Olanı söylediğin zaman zaten gıybet olur. Olmayanı söylersen ne olur iftira olur onun adı farklı. Olanı söylediğin zaman gıybet olur. Adam duyduğu zaman rahatsız olacak. O zaman niye konuşuyorsun. Ha şu olur. Birisini uyarıyorsundur. Mesela bir tüccar bir müşterisine mal satacak. Ya sen kimleri tanırsın falan falanı. Açtı telefonu ya bu adamı nasıl bilirsin. Ya şimdi söylesem gıybet olacak. Hayır, orada söyleyeceksin. Bu adam borcunu ödemez diyeceksin ki karşı tarafı zulümden kurtaracaksın. Yani ortada bir sağlam bir gerekçe olursa bu tip şeyler söylenir. Ama durup dururken olmaz.
“Şimdi sizden birinizin ölü kardeşinin etini yemesini ister misiniz?” Yani hoşunuza gider mi sizin kardeşiniz ölü bir kardeşinin etini yesin. Zaten insan eti yenmez. Ölü bir kardeşinin olursa insan iyice rahatsız olur değil mi? “Bakın bundan tiksindiniz. Allahtan korkun şurası bir gerçek ki Allah tövbeleri çok kabul eder ve çok da merhametlidir ikramı da boldur. (Hucurat 49/12)” Yani burada denmek isteniyor ki böyle bir şey yaptıysanız tövbe edin bir daha yapmayın. (İsim vermeden konuşsak da gıybet olur mu diye soruluyor.) İsim vermeden bahsettiğin zaman karşı taraf onu tanıyorsa fark etmez, verdiğin tariflerden anlıyorsa aynı şey olur ama tanımıyorsa bir şey olmaz tabi. Bir de az önce dediğim gibi karşı tarafı ondan gelecek zararlara karşı uyarıyorsan o zaman da gıybet olmaz. Çünkü biliyorsun ki bu adam zarar verecek o zarara karşı uyarmak gıybet olmaz. Az önce söylediğim ayet, o ayete gelelim diye biraz acele ettim. Şimdi bu ayete geldik.
“Ey insanlar, biz sizi bir erkek bir dişiden/bir kadından ve bir erkekten yarattık. (Hucurat 49/13)” Kimler bunlar? Âdem (as) ile Havva annemiz. O zaman hepimiz aynı şeyleriz. Geçen de birisi çıkmış demiş ki Peygamberimiz de Türk’müş. Doğru mu söylemiş? Doğru söylemiş çünkü o da Âdem’in (as) çocuğuydu. O manada diyorsa eğer. Şimdi bu tip şeylerin bir anlamı yok. Türk olsa ne olmasa ne? Bizi onun ırkı mı ilgilendiriyor peygamberliği mi? Ne olacak yani farz et ki bütün peygamberler Türk ama sen Müslüman değilsin ne olur? Şimdi bir ülkeye günlerce yağmur yağıyor. Sen mermersen yağmurdan sana ne? İçine tek damla su geçmez. Topraksan bir işe yarar. Şimdi tabi bunlar çok gereksiz şeyler. Elinde avucunda övünecek bir şey olmayan ırkıyla övünmeye başlar bu tabi hoş bir şey değil. Neden hoş değil çünkü ırkın sen seçmedin ki. Bundan dolayı ne övünmeye hakkın var ne de üzülmeye. Bu Cenabıhakk’ın (takdiri) baş üstüne kabul ettim. Hani birisi hep anlatırlar işte Kâbe-i Şerif’te bir zenci görmüş. Böyle bakmış. Zenci de buna demiş ki niye bakıyorsun demiş boyayı mı beğenmedin boyacıyı mı?
(İsrailoğullarının ırkçılığı örneği veriliyor.) Evet, israiloğullarından olmadığı için peygamberimize inanmadıklarını söylediler ama İsa as israiloğullarındandı onu niye öldürmeye kalkıştılar? Yani Yahudilerden her biri peygamber israiloğullarından olsaydı niye ben olmadım derdi bu defa. Tabi iddialardan bir tanesi bu… O zaman da niye ben değil de öbürü derdi. O yüzden bu işin sonu yok. Teslimiyet bambaşka bir şey… Zaten o ırkçılık birçok kimseyi batırıyor. İsrailoğulları biz süstün ırkız bütün dünya bizim kölemiz olmalıdır diye asırlarca o fırınlara atılmalar yakılmalar e şimdi çok yakındır. Tekrar başlarına çok büyük felaketler gelir. Kuranı Kerim’de ayetler var Allahüteala bunu bildiriyor. Bu böyle siz şimdi kendi kendinize bakın. Bir yerde bir kibirlenin. Arkasından ne olur? Ayağınız bir yere takılır küt diye düşersiniz yüzükoyun! Ya da başka bir şey olur çok kötü duruma düşersiniz. Onun için bunun bir anlamı yok.
Şeytanın yaptığı da tabi bir çeşit ırkçılık… “Beni ateşten yarattın ben daha hayırlıyım” diyor. Zaten o ırkçılar da hep “ben daha hayırlıyım” derler. Biz işte şu oluyoruz bize böyle diyorlar falan derler. Ama şimdi şu var bakın bir insan tabi ailesini sevmek zorundadır. Ana baba akrabalar bu konuda bir takım şeyler var o ayrı bir konu. Dost akrabalar arasında yardımlaşma anaya babaya kardeşlere falan onlara önceliği verme bunun ırkla bir ilgisi yok. Irkla övünmektir yanlış olan. Ne övünmeyi gerektiren bir durum var ne de yerinmeyi gerektiren bir durum var. Şimdi sık sık sorarlardı eskiden artık pek rastlamıyorum. Efendim bir çingenenenin Müslüman olması için bir tane kiremittin üzerine çıkacakmış. Ondan sonra o kiremit eriyene kadar yıkanacakmış. Önce Yahudi olacakmış sonra da Müslüman olacakmış! Bu adam ben çingene olmak istiyorum diye baştan dilekçe vererek mi bu dünyaya geldi. Öyle şey olur mu? Tabi İslam’da ırkçılık yoktur doğru.
“Biz sizi halklara ve kabilelere ayırdık… Niye böyle yaptık: …birbirinizle tanışasınız diye. (Hucurat 49/13)” Şimdi adama soruyorsun sen kimsin adım şu. Kimlerdensin falancalardan, nerede oturuyorsun filan yerde. Öyle olacak ki bunu diğerlerinden ayırasın değil mi. O zaman bu halklar ve kabileler birbirimizi karşılıklı tanıyabilmemiz için bir işe yarıyor. Mesela bugün Türkiye’de insanlara birer soyadı veriyorlar. Gerçi o soyadı olmaktan çıktı ya. Adama diyor ki senin soyadın “Kansız” diyor. Gelen adam dikte ettiriyor diyor ki senin soyadın şu. Yahu bu soysa benim soyadımı sen nasıl söyleyebilirsin. Ben söyleyeceğim, bize şunlar derler. Yok, senin soyadın şu. Getiriyor liste sen şu sen şu yahu böyle soyadı olmaz ki kardeşim. Soysa, o soy benim soyumdur adına ne dendiğini de ben bilirim. Bunu sen tayin edecek değilsin. Ama bu soyadları niçin kullanılıyor. Biri diğerinden ayrılsın tanınsın diye kullanılıyor.
“Allah katında en değerli olanınız kendini en iyi koruyanınızdır. (Hucurat 49/13)” Takva korunma demektir. Demek ki çevrede biz bozacak çok şeyler var. Sürekli var. O zaman kendimizi sürekli korumak lazım. Öyle gevşek bırakmaya gelmez. Kim kendini daha iyi koruyorsa Allah yanında daha değerlidir. Kendimizi çok iyi korumamız lazım. Her şeyden önce şirke karşı korumamız lazım, sonra büyük günahlara karşı sonra artık diğerlerine karşı… “Allah her şey bilir ve her şeyden haberdardır. (Hucurat 49/13)” Böylece bugünkü dersimizin sonuna gelmiş olduk. Cenabıhak bunları kavrayıp hayatımızda yaşamamızı nasip eylesin.
(Yazıya geçiren: Efe Mısırlı – [email protected])
[1] “Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir. (Hucurat 49/12)” D.V. Meali