Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Vessalâtu vessalâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Bu akşam gene Haşir suresine devam edeceğiz. Kurban konusunu önümüzdeki haftaya bıraktık. Onunla ilgili yaptığımız hazırlıklar yeterli olmadı. İnşallah önümüzdeki hafta Allah nasip ederse kurban konusu ile ilgili dersimizi yapacağız.
Yine surenin başından başlıyoruz. Bir konu bütünlüğü olsun diye.
“Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve huvel azîzul hakîm.” “Göklerde ne var yer de ne varsa hepsi Allahı tespih eder…” Tespih neydi? Allaha boyun eğmek, ibadet etmek, emrine uymak. Tüm varlıklarda Allahın koyduğu kanunlar geçerlidir ve tüm varlıklar o kanunlara göre hareket ederler. Kur’an-ı Kerim buna Sünnetullah diyor. İnsanlar da tabiat kanunu diyor. Ya da doğa kanunu diyor. Bunarlı koyan o tabiatı yaratan Allah-u Teâlâ’dır.
İnançsız insanlar da hayatlarının büyük bir bölümünü Allahın kanunlarına uyarak geçirirler. Çünkü Allahın koyduğu bu kanunlara uymasalar yaşamaları mümkün değildir. Yerler, içerler, nefes alırlar; vücutlarının çalışması, insanlar arası ilişkiler, hayatlarındaki uyguladıkları şeyler büyük ölçüde Allahın koyduğu kanunlara uygun olur. Bunlar zorunlu kulluktur. O konuda kâfir Müslüman ayrımı olmadan, bütün varlıklar Allaha kul olurlar.
Bir de gönüllü kulluk vardır. Gönüllü kulluk olan kısımda imtihan vardır. İnsana cazip gelen yanlış yollar vardır. Allah-u Teâlâ onları yapmamamızı ister. İnsanın nefsine hoş gelir. Birçokları nefsine uyar, Allahın koyduğu o kanuna uymaz ve böylece imtihanı kaybeder.
“… Allah azîzdir ve hakîmdir.” Aziz demek, işte Türkçede izzetli ve şerefli diyoruz. Şimdi, izzet kelimesi de biraz… Gerçi şeref, izzet, ikisi de Arapça bir kelime ama şeref kelimesi şu anda halk arasında daha çok kullanılıyor. Şerefli bir kişinin şerefini koruması için yenilgiye uğramaması gerekir değil mi? Yani kaybederse itibarı da kaybolur. Onun için azîz demek, yenilmeyen ve yenen demektir. Allah azîzdir. Kimse Cenab-ı Hakkı alt edemez hâşâ. Ve Allahın kanunları sürekli hükmünü icra eder. Allah işini başarır. Hiçbir şeyi yarım bırakmaz. Hiçbir şeyden acizliği olmaz.
Tabi bu dünyada insanlara bazı yetkiler de vermiştir. O yetkileri kullanmalarına müsaade de eder.
“Huvellezî ahrecellezîne keferû min ehlil kitâb.” “O’dur ehli kitaptan kâfirleri çıkarmış olan.”, “min diyârihim” “Ülkelerinden çıkaran O’dur.”, “li evvelil haşr.” “İlk toplanmada çıkaran O’dur.” Burada ehli kitaptan olan kâfirler, Medine’deki Beni Nadir Yahudileridir. Beni Kaynuka denen Yahudi kabileleri vardı, Beni Nadir denen Yahudi kabileleri vardı, Beni Kureyza denen Yahudi kabileleri vardı.
Beni Kaynuka, yani Kaynuka Oğulları. İkinci çıkarılan Kaynuka Oğulları Peygamber efendimizin Medine’ye gelmesinden yirmi ay sonra çıkarılmışlardır. Beni Nadir de dört yıl sonra çıkarılmıştır. Beni Kureyza beş yıl sonra. Peygamberimiz Medine’ye geldiği zaman şehrin ekonomisini elinde tutan Yahudi kabileler vardı. Bunlar şehrin ekonomisini ellerinde tutuyorlardı. Öyle beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde Peygamber efendimizin Medine’den çıkarmasını ne Peygamberimiz ne de bir başkası hayal ediyordu. Zaten onu ayette de Allah-u Teâlâ söylüyor.
Ama demek ki doğru davrandığınız zaman her şey oluyor. Siz doğru iş yaptığınız zaman yanlış iş yapanları ne hale soktuğunuzu siz pek bilemezsiniz. Hani geçen hafta burada bir şey söylemiştik; burada hepimiz bir yalan üzere ittifak etsek… (ses sistemi düzeltiliyor) Hepimiz burada yalan söyleme konusunda ittifak etsek burada bizi… Yani yalan konusunda ittifak ettiğimiz zaman, doğru söyleyen bir tek kişi buraya geldiğinde hepimizi rahatsız eder değil mi? Yani bir doğru söyleyen binlerce yalan söyleyen kişiyi rahatsız eder. Ama o doğru söyleyen rahatsız ettiğinin farkında değildir. Yani o söylediği doğrunun nelere mal olacağını o bilmez.
Onun için, bunlar kurdukları yalan organizasyonuyla hayatlarını yürütüyorlar. Yalandan geçindikleri için, yalanla geçindikleri için doğru söyleyenler bunları perişan ediyor.
Geçende bir kitapta bir şey gördüm. Orada şöyle yazıyordu; şimdi hangi kitapta gördüğümü hatırlamaya çalışıyorum, aklıma gelmedi. Peygamberimizin geleceğini Yahudiler çok iyi biliyorlardı. Hıristiyanlar da çok iyi biliyorlardı. Onun için, “Ellezîne âteynâhumul kitâbe ya’rifûnehu kemâ ya’rifûne ebnâehum” buyuruyor Allah-u Teâlâ Bakara suresinde (146). “Kendilerine kitap verdiklerimiz o Peygamberi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” O Peygamberle ilgili her şeyi biliyorlar. Peygamber efendimizin peygamber olarak geleceği yeri de biliyorlar. Kâbe’yi Peygamberimizin kıble yapacağını hepsi biliyor.
Hani ilgili ayette, şeyle kıbleyle ilgili ikinci cüzün başındaki ayette; -innellezine ateynahumul kitabe- Orada mı? Bir dakika. Nerede?
(Servet Bayındır bir ayet gösteriyor)
Yok, ora değil. Onun bir öncesi. “Kad nerâ tekallube vechike fîs semâ.” Kaçıncı ayet o? 144. Bakara 144 mü? Tamam. Yani şimdi burada Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kad nerâ tekallube vechike fîs semâ”, “fe le nuvelliyenneke kıbleten terdâhâ” “Senin yüzünün göğe yönelip durduğunu elbette ki görüyoruz.” Yani Cenab-ı Hakka yalvarıyor Peygamberimiz. “Seni istediğin kıbleye elbette çevireceğiz.”
Peygamberimiz başlangıçta nereye dönüyordu? Kudüs’teki Süleyman Mabedine; Beyt-i Makdis dediğimiz yere yönelerek namazını kılıyor, ibadetini yapıyordu. Beyt-i Makdis kimin kıblesi? Yahudilerin kıblesidir. Peki Hıristiyanların kıblesi nere? Doğu tarafıdır. Onlar Kudüs’e dönmezler. Beyt-i Makdis’e dönmezler. Çünkü “ve mâ ba’duhum bi tâbîın kıblete ba’d” diyor 145. ayet (Bakara). “Onlardan hiç biri diğerinin kıblesine dönmez.”
Şimdi, Peygamberimiz Beyt-i Makdis’e dönüyordu. Neden Beyt-i Makdis’e dönüyordu? Kendi arzusuyla mı dönüyordu? Eğer kendi isteğiyle Beyt-i Makdis’e, yani Kudüs’teki Süleyman Mabedine dönseydi, kendi isteğiyle de Kâbe’ye çevirirdi değil mi? Niye Cenab-ı Hakka yalvarsın ki Yarabbi beni Kâbe’ye çevir diye?
Daha önce de her dersimizde okuyoruz. Din bütün peygamberlerde aynıdır, gönderen Cenab-ı Hak çünkü. Yeni bir hüküm gelinceye kadar, Peygamberimiz kendinden önceki dinin hükmünü uygulamıştır. Bunun birçok örnekleri var. Esasen ehli kitabın kıblesi olması gereken Beyt-i Makdis’e Peygamber efendimiz yöneliyordu. Sonra Cenab-ı Hak ona dedi ki: “fe velli vecheke şatral mescidil harâm” “Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara 150). Yani Kâbe tarafına çevir. Daha önceki dinin kıblesine uyarken, normal olarak yapması gereken o. Çünkü Allah-u Teâlâ bir ayette diyor ki: “Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan” “Nuh’a neyi emretmişse onu bu dine şeriat yapmıştır.” (Şûrâ 13). Sonra da, yani Nuh (a.s)a emredilenler bize de emredilenlerdir.
Bir takım değişiklikler de vardır. O değişiklikler “Mâ nensah min âyetin ev nunsihâ ne’ti bi hayrin minhâ…” “Biz bir ayeti nesh eder ya da unutturursak daha hayırlısın getiririz…” diyor. (Bakara 106). Şimdi, o değişiklikler sürekli daha hayırlısına doğru olmuştur. “… ev misliha.” “… ya da mislini getiririz.” Yani Kur’an-ı Kerimdeki ayetler, önceki kitaplarda bulunan ayetlerin aynısıdır. Büyük bir bölümü. Nesih dediğimiz olay, istinsah dediğimiz olay bu şekilde gerçekleşmiş.
İstinsah denen, nesih denen, bir kitapta bulunan yazıyı öbür kitaba geçirmektir. Allah kendi daha önce indirdiği kitaptaki ayetleri en son kitapta Peygamber efendimize bildirmiştir. Şunu düşünürseniz hadiseyi çok kolay anlarsınız. Siz bir makale yazın ve yazdığınız makaleyi okuyup onu kendiniz bir başka sayfaya geçin. Başka sayfaya geçtiğiniz zaman, mesela Cahit Bey bu yazıları çok yazıyor, hiç değişiklik yapıyor musunuz? Yapıyorsunuz. Kendinize göre daha iyisini yazmaya çalışıyorsunuz ama büyük bölümü öncekinin aynısı değil mi?
İşte nesih böyledir. Cenab-ı Hak Peygamber efendimize indirdiği bu kitabın büyük bir bölümünü önceki kitapların aynısı olarak koymuştur. Ayette belirtildiği gibi misliyle nesh etmiştir. Bir kısmını da daha hayırlısıyla nesh etmiştir. Şimdi, kıble de nesh olunmuştur. Müslümanlar Kâbe’ye, şeye, başlangıçta Beyt-i Makdis’e yönelerek namaz kılıyorlardı.
Peki Kâbe Beyt-i Makdis’den iyi mi kötü mü? Kur’an-ı Kerime göre konuşacağız. Alllah ne diyor: “İnne evvele beytin vudia lin nâsi lellezî bi bekkete” “İnsanlar için ibadet yapılsın diye oluşturulmuş konmuş ilk bina hiç şüphe yok ki Mekke’de olandır.” (Âli İmrân 96). Şey İbrahim (a.s), şey Âdem (a.s), yani ilk binayı ilk insanın yapması en tabi şeydir değil mi? Âdem (a.s) tarafından yapılmış binadır. Sonra Nuh Tufanıyla kaybolmuş binanın şeyi.
İbrahim (a.s) İsmail (a.s) ile birlikte ne yaptı? “Ve iz yerfeu ibrâhîmul kavâide minel beyt” “İbrahim o Beyt’in temellerini yükseltiyordu.” Olanı yükseltiyor. O Beyt zaten var. “(Rabbenâ) innî eskentu min zurriyyetî bi vâdin gayri zî zer’ın inde beytilkel muharrem” diyor değil mi? (İbrâhîm 37). Mesela binanın yapılmasından önce İbrahim (a.s) çoluk çocuğunu götürüp oraya yerleştiriyor. Diyor ki, Yarabbi! Soyumdan bir kısmını senin Beyt-i Muharremi’nin yani Kutsal Beytinin yanına yerleştirdim diyor ama daha ortada Beyt yok.
İşte daha hayırlısıyla değiştirmiş oluyor Allah-u Teâlâ kıbleyi. Şimdi burada asıl söyleyeceğim şu, işi bu kadar uzatmanın sebebi şu kısmı okumak; “ve innellezîne ûtûl kitâb” “Kendisine kitap verilmiş Yahudi ve Hıristiyanlar”, “le ya’lemûn” “Çok iyi bilirler.” Neyi? –ennehul hakku min rabbik- Senin Kâbe’yi kıble olarak kullanacağın, Kıble’ye dönerek ibadet yapacağın senin Rabbinden gelen bir gerçektir. Yani Müslümanların Kâbe’ye dönerek, son peygamberin Kâbe’ye dönerek ibadet yapacağını Yahudi ve Hıristiyanlar çok iyi biliyorlardı.
(Ayetin okunuşu düzeltiliyor.)
Ha “ min rabbihim”, rabbik diye okudum. “ennehul hakku min rabbihim” “Bu onların Rableri tarafından…” yani Allah-u Teâlâ tarafından “… ortaya konmuş bir gerçektir.”, “ve mâllâhu bi gâfilin ammâ ya’melûn.” “Ama Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.” (Bakara 144).
Şimdi, o şimdi nakledeceğim bilginin Kur’ani temellerini ben şimdi size anlattım. Şimdi bilgiyi söylüyorum. Yahudiler gelecek son peygamberin Arap Yarımadası’na geleceğini düşünüyorlar. Ve o peygambere destek oluruz diye üç aile, hatta daha çok ailenin Arap Yarımadası’na göç ettiği okuduğum kaynakta yazılı. Yani gelecek peygambere destek olalım diye Medine’ye yerleşmişler. Son Peygamber gelecek, gidelim o peygambere destek verelim demişler. Ve orada yıllarca yerleşmişler.
Ve sürekli şunu söylüyorlardı; bir peygamber gelecek, o peygamber bize destek olacak. Onunla birlikte biz işte şu, şu başarıları yaşayacağız. Medine’deki müşriklere sürekli bunu söylüyorlardı. Bakara 89. ayet. “Ve lemmâ câehum kitâbun min indillâhi musaddikun limâ meahum.” “Bunlarla beraber bulunan Tevrat’ı ve İncil’i tasdik eden…” Ki burada esas söz konusu olan Yahudiler. … Onlarla beraber bulunan Tevrat’ı tasdik eden bir peygamber gelince…” Yani sürekli o peygamberi bekliyorlardı. … O peygamber gelince.”
“ve kânû min kablu yesteftihûne alellezîne keferû.” “Halbuki onlar bundan önce kâfirlere…” Kendilerinin dışındaki o müşriklere “… O peygamberle önlerinin açılacağını söyleyip duruyorlardı.” Yani o peygamber gelse de, bir önümüz açılsa da siz görseniz diyorlardı. “fe lemmâ câehum mâ arafû” “O tanıdıkları, o bekledikleri peygamber gelince.”, “keferû bihî.” “Onu tanımazlık ettiler.” Tanımazlıktan geldiler. Sanki öyle bir peygamberden haberleri yokmuş gibi davrandılar. “fe la’netullâhi alel kâfirîn.” “Allahın laneti bu kâfirler üzerinedir.”
Şimdi, iş oluncaya kadar birçok kimse çok rahat, bol keseden söz verir. Ama iş ciddiye bindiği zaman bakarsınız ki arkanızda çok az kimse kalmış. Hani o Nasrettin Hoca’nın fil hikâyesi var ya, Timurlenk Sivas’a geliyor. Bir fili bir köye veriyor. Diyor ki, bu file bakmak sizin üzerinize görev. Bu file iyi bakacaksınız. O da neyi bulsa yiyor. Köylü artık bu işten muzdarip. Nasrettin Hoca’ya gelip diyorlar ki; ya hoca Timurla senin aran iyi, gel ona söyle de şu fili bizden alsın. Tamam, olur, sizden de birkaç kişi gelsin beraber söyleyelim diyor.
Timur’un kapısına kadar gidiyorlar. İçeriye yalnız Nasrettin Hoca giriyor. Hiç birisi cesaret edemiyor içeri girmeye. Nasrettin Hoca bakıyor kimse yok, gidip diyor ki; ya falanca köye bir fil vermişsin çok memnun kalmışlar ama filin eşi yokmuş. (Gülüşmeler) O file bir eş verir misin? Tabi diyor, derhal. Şimdi, dışarı çıkıyor, köylüler başını sarıyorlar, ne dedi ne dedi? Tamam, hallettim problemi diyor. Nasıl?.. Bir fil daha verdi size. Yahu olur mu öyle şey? Niye hep kaçtınız? Bakın dikkat edin çevrenize, arkadan atıp tutanlar yüz yüze gelmeye hiçbir şekilde razı olmazlar. Burada da böyle.
Şimdi, o peygamberi çok iyi tanıdıkları halde… Kendi kitapları da emrediyor bunlara. Onun için de lütfen 7. sure, Araf 159 olacak. İnşallah yanlış kalmamıştır aklımda. Onu bir okuyalım. Şimdi bazıları ehli kitabı da Cennete sokuyor. Sanki Cennet kendi evlerinin önündeki bahçe. Kendi evinizin önündeki bahçeye sokun, kimse bir şey demez de; ama Cennete sen sokmayacaksın insanları Allah sokacak. 157 imiş 159 değil. 169. sayfada.
“Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyye” “Ümmi nebi resul olan o peygambere…” Yani “Ümmi nebi olan o elçiye uyanlar” Ümmi ne demek? Yani mektep medrese görmemiş, okuma yazma bilmemiş. Çünkü eğer Peygamberimiz okuma yazma bilseydi diyeceklerdi ki, bu Kur’anı birisinde almış. Getirmiş bize şey yapıyor, anlatıyor.
“ellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîl” “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de onu yazılı bulacaklardır.” İncilin neresindeydi şey İlhan Bey?
İlhan Bey: Yuhanna İncili, 8. bölüm 4. ayet.
Evet. Yuhanna İncili, 8. bölüm ve 4. cümlede. Şimdi, orada tabi birçok tasarruflar yapmışlar. Amerikada bir arkadaş var. Hastanede yatarken şeyle tartışmışlar, böyle yaşlı Hıristiyanlarla. Yok, sizin peygamberiniz bizim kitabımızda geçer… Şey yapılmıyor falan. Açmış o Yuhanna, 8. Bölüm 4. Cümleyi. Demiş ki, burada o diye geçiyor, ben gitmezsem o gelmez. Şu o’nun yerine Muhammed kelimesini koy da oku bakayım demiş. Okumam demiş, okumam. Hani ya bilmiyordun? Hani bilmiyordun ya? Birçok metinlerde de Paraklit olarak geçer, işte Ahmet karşılığı. Tabi birçok ayetleri gizlemişlerdir Yahudi ve Hıristiyanlar. Birçok ayetleri gizlemişlerdir.
O Mâide suresindeydi değil mi o ayet? O gizlediklerini… Mâide 15 miydi Yahya? Mâide 15 evet. Mâide, 5. sure. “Yâ ehlel kitâbi kad câekum resûlunâ yubeyyinu lekum kesîran mimmâ kuntum tuhfûn” “Size Elçimiz geldi. Gizlediğiniz birçok şeyi size açıklıyor.”, “minel kitâb” “O kitaptan.” Yani elinizdeki kitapta olup da gizlediğiniz birçok şeyi size açıklayan Peygamberimiz geldi. Elçimiz geldi.
“ve ya’fû an kesîr.” “Birçok şeyi de affediyor.” Yani hiç ortaya çıkarmıyor. Demek ki onların gizledikleri birçok şeyi de Kur’an-ı Kerim hiç ortaya çıkarmamış. Birçok şeyi de affetmiş. “kad câekum minallâhi nûrun ve kitâbun mubîn.” “Size Allahtan bir nur ve açık bir kitap gelmiştir.”
Şimdi tekrar şeye dönüyorum, Araf suresine. “Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyye” “O ümmi peygambere uyanlar.”, “ellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîl” “Kendi yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o peygamber.”
“Ye’muruhum bil ma’rûf” “Bu peygamber onlara güzelliği emreder.”, “ve yenhâhum anil munker” “Çirkin şeylerden onları yasaklar.”, ve yuhıllu lehumut tayyibât” “Temiz şeyleri onlara helal kılar.”, “ve yuharrimu aleyhimul habâise” “Ve pis şeyleri de onlara haram kılar.”, “ve yedau anhum ısrahum” “Onların sırtlarındaki ağır yükleri kaldırır.” Nasıl kaldırır? Nasıl kaldırır, az önce anlattım bir şeyler. Nesih yoluyla kaldırıyor. Yasin bunlardan bir örnek ver bakayım, nedir o? Nesihle hangi ağır yükü kaldırdı? Bir tane örnek?
Recim cezasını kaldırdı Allah-u Teâlâ. Recim. Zina edenin taşlanarak öldürülmesi cezasını kaldırdı.
Bir katılımcı: İç yağlarını helâl kıldı.
Tabi bazı hayvanların… Onların şeyleri sebebiyle haram kıldıkları hayvanları zaten İsa (a.s) helâl kılmıştı. Yani İsa (a.s) zaten onu kaldırmıştı.
“vel aglâlelletî kânet aleyhim.” “Üzerlerindeki bukağıları da kaldırır” bu peygamber. Hayatı kolaylaştırır. “fellezîne âmenû” “Ona inananlar”, “ve azzerûhu” “Ona destek verenler”, “ve nasarûhu” “Ona yardım edenler”, “vettebeûn nûrellezî unzile meahu” “Onunla indirilmiş olan nura uyanlar.” Nur ne? Kur’ana. “ulâike humul muflihûn.” “İşte umduklarına kavuşacak olanlar yalnız onlardır.” (A’râf 157).
Şimdi, bu ehli kitap Kur’andan haberdar olunca uymazsa Cennete gider mi? Bazıları gönderiyor. Baştan dediğim gibi, kendi evinin bahçesi zannediyorsan gönder. Ama Cenab-ı Hakkın Cenneti ise Allah oraya sokmaz. Öyle şey yok. Bir kapalılık var mı bu ayette?
Bir katılımcı: Nisâ suresi 150, 151 de bunu destekler mahiyette.
Tabi. Destekler mahiyette çok ayet var. Bir kapalılık var mı? Bakın, peygambere inanacak… Bazısı diyor ki, o da Allahın peygamberidir dedi mi tamam. Yahu kardeşim, şimdi Türkiye’de birkaç tane siyasi parti var. Mesela bugün bir Ak Parti var, bir Cumhuriyet Halk Partisi var, bir Anavatan Partisi var mecliste. E canım o falan adam da şu partinin genel başkanıdır diyen adam o partiden mi oluyor? E Muhammed de Müslümanların peygamberidir dediği zaman ona inanmış mı oluyor?
Bir Katılımcı: Peki Hocam ayeti kerime var, siz onlarla bir konuda olsun anlaşın Hıristiyanlara ve Yahudilere yönelik…
İyi şimdi zaten oradaki anlatılan da zaten budur. “Kul yâ ehlel kitâb…” O da Âli İmrân suresi 140 mıydı 145 miydi? Önce bu ayeti tam anlayalım da oraya geçelim.
Şimdi bakın burada ne diyor Allah? “Ona inanan, onu destekleyen, ona yardım eden. Onunla birlikte inmiş olan nura uyan.” Bizden ne farkı kaldı? Fark var mı? “İşte onlar umduklarına kavuşacaklardır.”
Şimdi Âli İmrân, 64 hah. 64. “Kul yâ ehlel kitâb” “De ki, ey ehli kitab”, “teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beynekum” “Sizinle bizim aramızda ortak olan bir kelimeye gelin.” Ortak olan kelime nedir? “ellâ na’bude illâllâh” “Allahtan başkasına kul olmayalım.” Tevrat’ı ve İncil’i okuyun hepsinde bu var, Allahtan başkasına kul olunmaz. Derler ama…
Bir katılımcı: O yok.
Var var. O da var o da var. Bizim bu şeydeki mealde var o, şimdi yeni çıkacak kitapta da var; onun yeri belirtiliyor. O var. Onu söylüyorlar ama aksini de söylüyorlar. Çıktığı zaman… Şu anda yerini söyleyemem, aklımda değil çünkü.
“ve lâ nuşrike bihî şey’en” “Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım.” Diyorlar ki şirk en büyük günahtır. İkisi de söylüyor bunu. Söylüyorlar ama tutuyorlar Allaha ortak koşuyorlar. Söylemek yetmiyor ki. Mekkeli müşrikler de yemin ediyorlardı ki biz müşrik değiliz. Ama yemin etmeyle olmuyor bu. Polis de yakaladığı zaman sarhoşu, diyor ki vallahi ya diyor ben sarhoş değilim diyor ayakta duramıyor adam.
“ve lâ yettehize ba’dunâ ba’den erbâben min dûnillâh” “Birimiz diğerini Allahla kendi aramıza koyarak rab edinmeyelim.” Mesela Hıristiyanlıkta rab dendiği zaman ne akla gelir? İsa. İsa’yı Allahla kendi aralarına koyarlar. Aracı. Zaten bunu yaptılar mı Hıristiyanlık diye bir şey kalır mı? Yalnız Allaha kul oldukları zaman. Çünkü bugün Kilise kendisini Allahın yerine koymuştur. Siz Avrupa’da Mustafa Bey bunları çok yakından bilirsiniz. Allahın yerine koymuyor mu Kilise kendini? Yani bunu çok açık söylerler. Kendisini Allahın yerine koyduğu için istediği kişiyi dine alır, istediği kişiyi dinden çıkarır.
Bir katılımcı: Bu konuda Protestanlar biraz yumuşak gibi.
Çok azdır farkları. Ciddi bir farkları yoktur. Ben Protestanları çok farklı zannediyordum. Onlarla görüşme yaptım, baktım çok az. Onlar sadece işte bu şeyde bir takım yumuşamalar yapmışlar, yani bu Katolikler kadar sert değil onlar.
Bir katılımcı: Hocam tövbe al… (anlaşılmıyor)
Tövbe pazarından alıyorlar onlar. Şimdi, ondan sonra Allahı… Diyorlar ki mesela, günahı yalnız Allah affeder diyorlar. Bunu onların söylediği şu, Allahtan başkası günahı affetme yetkisine sahip değildir. Ama papaz Allah adına affediyor. Ve her türlü günahı affetme yetkisine sahip. Kendilerini Allahın yerine koymuşlar. E şimdi, siz adama diyorsunuz ki çekilin aradan! O zaman Hıristiyanlık diye bir şey kalır mı? Mümkün değil.
Onun için, siz doğruları söylediğiniz zaman Hıristiyan… Siz bir yerde doğruyu söylüyorsunuz, Kiliseyi temelden sarsıyorsunuz farkında değilsiniz. Peygamberimiz de böyle bir doğru söylüyor; o yalan üzerine şeylerini, iktidarlarını yalan üzerine kurmuş olanların tamamı sarsılıyor. Onun için, bakın peygambere tâbi olanların sayısı her zaman çok az olmuştur. Ama onlar hâkim olmuştur. Çünkü doğruyu söylüyorlar.
“fe in tevellev” “Yüz çevirirlerse”, “fe kûlûşhedû bi ennâ muslimûn.” “De ki, şahit olun biz Müslümanız.” Bizim inancımızda yanlış şey yok. (Âli İmrân 64).
Şimdi tekrar Haşir suresine dönüyoruz. İşte bunlar bu şekilde gelmişler Medine’ye yerleşmişler ki, gelecek olan peygamberle birlikte olacaklar da dini yaşayacaklar.
Doğrular herkesin arzu ettiği şeydir ama herkesin yaptığı şey değildir. Doğru olmak herkesin yapabileceği şey değildir. Onun için derler ki, doğru olanı dokuz köyden kovarlar. Birinci köyden kovulmayı göze alamayan adam hemen yalana sarılır. Dokuz köyden kovulur, doğru ama onuncu köye sultan olur, diğer dokuz köyü de kısa sürede kendi emri altına alır. Çünkü her kovuldukça sırtına balyoz yiyen demire benzer. Sonunda öyle bir kılıç haline döner ki, hepsini hizaya getirir.
“Huvellezî ahrecellezîne keferû min ehlil kitâbi min diyârihim.” “Ehli kitaptan kâfir olanları ülkelerinden Allah çıkarmıştır.” Yani bu kararı Allah verdi. “li evvelil haşr” Müslümanların kaleleri etrafındaki “ilk toplanmalarında.” Bunlar Peygamberimizin zaten Allahın peygamberi olduğunu çok iyi biliyorlardı, ayetlerden okuduk. Ama ona boyun eğmek istemiyorlardı. Çünkü kıskanmışlardı, neden İsrailoğullarından değil diye.
Bunla ilgili ayet hangisiydi hatırlıyor musunuz? Yani İsrailoğullarından olmadığı için inanmamışlardı. Öyle bir ayeti kerime vardı. Yani ona işaret eden bir ayet vardı. Açık metin…
(Birisi ayet hatırlatıyor)
O değil o değil. O değil. O ayeti okuduk zaten, o değil. Neyse, hatırınıza gelirse okuruz. Benim şimdi hatırıma gelmedi.
Kendi soylarından… Aslında Peygamberimiz de İbrahim (a.s)ın torunu. İbrahim (a.s)ın bir oğlu İsmail (a.s), o Mekke’ye yerleşiyor. Peygamberimiz onun soyundan geliyor. Bir oğlu da kim? İshak (a.s). Onun oğlu? Yakup (a.s). Yakup (a.s)ın lakabı neydi? İsrail. Onun oğulları, torunları İsrailoğulları işte. Aslında amcaoğulları. Ama illa Yakup’un soyundan olacak. Öyle olmayınca inanmamışlardı.
Enes Hoca: “bagyen beynehum” (Bakara 213, Âli İmrân 19, Şûrâ 14, Câsiye 17)
Ha “bagyen beynehum” evet. O ayetin şeyi var mı?
Enes Hoca: Bakara 90.
Bakara 90. ayet. “Bi’semeşterav bihî enfusehum” “Kendilerini ne kötü sattılar.”, “en yekfurû bi mâ enzelallâh” “Allahın indirdiğini tanımazlık ederek” Yani Allahın indirdiği Kur’anı tanımayarak kendilerini ne kötü sattılar. “bagyen en yunezzilallâhu min fadlihî alâ men yeşâu min ibâdih.” “Kıskandıkları için…” bunu sadece yaptılar. Niye? “… Allah kendi fazlından, ikramından kullarından kendi istediği birine vahiy indirdi diye.” Onların istediğine değil.
E Allah daha önce sizin istediklerinizi, sizin aynı soydan gelen İsa (a.s)a da vahiy indirdi. Ona da inandınız mı, öldürmeye kalktınız. Yani sanki İsrailoğullarından birine peygamberlik gelse kabul mü edeceklerdi? “fe bâû bi gadabin alâ gadab” “Gazap üzerine gazaba çarpıldılar.”, “ve lil kâfirîne azâbun muhîn.” “O kâfirlere alçaltıcı bir azap vardır.”
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Evet dersimizin ikinci bölümüne başlıyoruz.
“Huvellezî ahrecellezîne keferû min ehlil kitâbi min diyârihim li evvelil haşr.” “O kendine kitap verilmiş olan Yahudilerden kâfir olanları, Müslümanların kaleleri etrafındaki ilk toplanmalarında Medine’den çıkaran Allah-u Teâlâ’dır.”
Bir katılımcı: Hocam ses gelmiyor…
Evet. Burada kâfir kelimesi önemli. Zaman zaman da size söylemeye çalışıyorum. Biz de kâfir bir şeyin varlığını kabul etmeyen şeklinde anlaşılır. Mesela işte, Allahı inkâr edenler dendiği zaman, sanki Allah diye bir varlık yokmuş gibi anlaşılır. Böyle bir olay yok. Kâfir demek, görmezlikten gelmek demektir.
Şimdi, Yahudiler, işte ehli kitaptan olan Yahudiler, bunların her birisi Allaha inanırlar. Allahın kendilerine indirdiği kitaba da inanırlar. Musa (a.s)a inanırlar. Peki niye kâfir oldular bunlar? Tevrat’ta inanmaları emredilen son peygamberi gördükleri halde, onun Allahın peygamberi olduğunu kavradıkları halde kabul etmediler. Onun için kâfir oldular.
Şimdi, kâfiri daha iyi anlamamız için, aynı kökten gelen küfranı nimet diye bir kelime vardır. Biz onu Türkçemizde kullanırız. Ona nankörlük de deriz. Yani bir kişiye iyilik yaparsınız, adam yaptığınız iyiliği hiç görmez. Teşekkür falan da etmez. İnsanı en çok üzen budur değil mi? İşte kâfirlik bu.
Yahudiler Peygamberimize inanmak zorundaydılar. Ona destek vermek zorundaydılar. İlgili ayetleri okuduk zaten. Ve Kur’ana tâbi olmak zorunda idiler. Bunun böyle olmasını kendi kitapları zaten emrediyordu. E bunu yapmayınca kâfir olmuşlardır.
“İşte o kâfirleri ilk toplanma ile kendi yurtlarından çıkaran Allah-u Teâlâ’dır.” Bu kararı veren O’dur. “mâ zanentum en yahrucû” “Siz onların çıkacağını düşünmüyordunuz.” Nadiroğulları Yahudileri. Çünkü çok sayıda kaleleri var. Akşam kalelerinden içeri giriyorlar. Kapıyı kapatıyorlar. Güvenli bir şekilde gece yatıyorlar. Bir baskın endişesi falan yok. zengin oldukları için silahları da bol.
“ve zannû ennehum mâniatuhum husûnuhum minallâh.” “Onlar da şöyle düşünüyorlar, bu kaleler kendilerini Allahtan koruyacak.” Allahtan denmesinin sebebi, Allahın Resulünden… Tabi ki hangi Yahudi’ye sorsanız, siz Allahtan kendinizi koruyabilir misiniz? Hayır der. Ama Allahın elçisi ancak Allahın dediğini yapacağı için, Allahın elçisinden korunmak Allahtan korunmak gibidir. Sanki Allahtan koruyacakmış gibi o kaleleri kendilerini.
“fe etâhumullâhu min haysu lem yahtesibû” “Allah onlara hesap etmedikleri bir yerden geldi.”, “ve kazefe fî kulûbihimur ru’be” “Kalplerine korku saldı.” Tir tir titremeye başladılar. “yuhribûne buyûtehum bi eydîhim” Artık gözleri bir şey görmüyor, öylesine korkuyorlar ki, “Evlerini…” O köşkler, saraylar yaptırmışlar zenginliklerinden dolayı “… kendi elleriyle yıkıyorlar.”, “ve eydîl mû’minîne” “Ve müminlerin elleriyle yıkıyorlar.”, “fa’tabirû yâ ulîl ebsâr.” “Ey basiret sahipleri ibret alın.”
Basiret demek, yani her görünen olayın bir arka planı vardır. Şurada gördünüz, Beni Nadir Yahudileri evlerini yıktılar, buradan çıkıp gidiyorlar. Ama hangi şey buna sebep oldu. Siz insan olduğunuz için onu düşünüp kavrayabilirsiniz. İbret alın, aynı şey sizin başınıza da gelir. Bugün İslam âlemi aynı şeyi yaşıyor. Allahın ayetleri karşısında, Allahın kitabı karşısında kendi arzularına uygun, Allahın kitabının yanında kendine göre yeni bir hayat biçimi düzenlemiş öyle gidiyor. İbret alın!
“Ve lev lâ en keteballâhu aleyhimul celâe le azzebehum fîd dunyâ.” “Eğer Allah onlara bu sürgün cezasını yazmasaydı, elbette bu dünyada onları bir başka şekilde cezalandıracaktı.”, “ve lehum fîl âhıreti azâbun nâr.” “Ahirette onların payına düşecek olan da Cehennem ateşidir.” (Haşir 3).
Şimdi, birçok Müslümanı görürsünüz ki Allah adına kendisi hüküm veriyor. Sanki kitabı kendi indirmiş, sanki kendi arzu ettiği şekilde yorumlarsa doğru yorumlama olur. Maalesef bu çok yaygındır. Şimdi, gidin Yahudilerin içerisine, ibadethanelerine girin; dersiniz ki ya bunlar da işte Allaha ibadet ediyorlar, başka bir şeye değil. Bunlar da namaz kılıyorlar, bunlar da oruç tutuyorlar. Bunlar da işte hayır hasenatta bulunuyorlar. Bunlar niye Cennet’e gitmesinler ki? Güzel. Senin kendi Cennetin varsa gönder (!). Allah kendi Cennetine sokmuyor.
Öyle kendi kafamıza göre değil, Allah-u Teâlâ’nın dediği gibi Müslüman olmazsak Allah kabul etmiyor. Birçok Müslüman böyledir. Hayatı bölümlere ayırmıştır. Bu Allahın payı… Bakarsınız ki namazda tam Müslümandır. Oruçta dört dörtlük Müslümandır. Ama uygulamalara, muamelelere geldiği zaman orada başka bir dinin mensubudur. İnançta şirke düşer. Araya başka şeyler sokuşturur. Dine yeni şekil veren kişilerin arkasına düşer. Allahın kitabına değil başka kitaplara uyar. Ondan sonra da kendisini Cennetin ortasında zanneder.
“Zâlike bi ennehum şâ akkûllâhe ve resûleh” “Bu şundan dolayıdır, bu (Yahudiler) Allah ve Resulünden ayrı düştüler.” Allah ve Resulü bir kenarda ve bunlar bir kenarda. Kendilerine göre bir din anlayışı oluşturmuşlar. “ve men yuşâ akkıllâhe fe innallâhe şedîdul ikâb.” “Kim Allahtan ayrı düşerse, Allahın cezası çok şiddetlidir.” (Haşir 4).
Şimdi, burada bilhassa Arapça bilenler için söylüyorum. Gerçi herkes için söylediğim ama Arapça bilenler biraz daha dikkat ederlerse daha iyi olur. Cümlenin ilk bölümü, “Bunlar Allah ve Resulünden ayrı düştüler” ifadesiyle geçiyor. Allah ve Resulünden ayrı düştüler dediğiniz zaman, Allah başka Resulü ayrı başka gibi anlaşılıyor değil mi? Öyle anlaşılıyor. Resul, yani Allahın elçisidir. Elçi kendiliğinden bir şey yapmaz ki.
Bizde de böyle bir yanlış anlayış maalesef yerleşmiştir kafalara. İşte bir konuda… Mesela şu ayetlerle ilgili usulü fıkıhta yapılan hataları saysak, birkaç haftamızı alır da; ama bu salonun işi değil, onu biz Fakültede ve Vakıfta yapıyoruz o dersleri. O buranın işi değil. Buranın işi olan kısmını burada anlatmaya çalışacağız.
Şimdi, elçi kendiliğinden bir şey yapmaz. Kendini elçi gönderen ne diyorsa onu yapar. Zaten Allah ayette diyor ki: “Elçilere tebliğden başka bir şey düşmez” diyor (Mâide 99, Nûr 54, Ankebût 18). Şimdi ayetin ikinci kısmına bakın. Arapça bilenler. “ve men yuşâ akkıllâhe”. Burada ne oldu? Teke düştü değil mi? “Kim Allahtan ayrı düşerse”. Bak ayetin birinci bölümünde Allah ve Resulünden ayrı düşenler, ikinci bölümünde de kim Allahtan ayrı düşerse… O ne oldu şimdi? Bak orada Allah ve Resulüydü, burada sadece Allah.
Çünkü Resul kendine ait bir şey söylemez ki. Onu peygamber gönderene ait, elçi gönderenin sözünü söyler. O zaman, Resule aykırı düşen Allah aykırı düşmüş olur. Resule karşı çıkan Allaha karşı çıkmış olur değil mi? Onun için zaten Allah söylüyor: “Kim Resule itaat ederse Allaha itaat eder.” (Nisâ 80). Çünkü o Resulü gönderen Allah. O kendi sözünü söylemiyor ki size.
Onun için, yani Resul ayrı bir şey ortaya koymuyor. Resulün açıklamaları Kur’anda zaten var olan açıklamalardır. Ama onu herkes ortaya koyacak güçte değildir. Çünkü ayetler arası ilişkileri bilmek kolay bir iş değildir. Yani şimdi siz Kur’an-ı Kerimin mealini okursunuz. Anlarsınız. Çok da güzel şeyler elde edersiniz. Ama Kur’anı açıklama işi farklı bir iştir. Allah-u Teâlâ ayetler arası ilişkiler ağı kurmuş, o ilişkileri bulacak öğeler koymuş Kur’an-ı Kerime. Onu bulabilecek ilim adamları gereken açıklamaları (da) bulurlar. Ha Peygamberimizin sözleri de o açıklamalardır aslında farklı bir şey değil; yani Kur’anda zaten olan şeylerdir.
Şimdi, biz tabiatta dolaşır birçok şeyden istifade ederiz. İşte, şurada bir çiçek vardır, falan yerde bir ot vardır, temiz bir kokusu vardır, temiz bir havası vardır. O geniş yerlerde gezeriz rahat ederiz. Şu çiçekten alır koklarız, şuradaki meyveden alır yeriz, şu sudan içeriz falan. Ama bakarsınız ki otlarda uzman olan birisi biraz ondan, biraz ondan, biraz ondan almış, getirmiş, şunu al şu hastalığa ilaçtır demiş. Onu biz yapabilir miyiz? Ha, işte onun gibi bir şey bu. O bir uzmanlık işidir.
“ve men yuşâ akkıllâhe fe innallâhe şedîdul ikâb.” “Kim Allahtan ayrı düşer, Allaha karşı gelir, yanlış bir safa geçerse Allahın cezası çok şiddetlidir.” İşte bu Yahudiler de böyle ayrı düşmüşler. Allahın peygamberinden ayrı düşmüşler, Allahın emirlerini bildikleri halde ayrı düşmüşler, farklı bir çizgi çizmişler kendilerine, farklı bir sınır belirlemişler ve Allah da bunları cezalandırmıştır.
Bugün Müslümanlar içerisinde de çok büyük bir bölüm böyledir maalesef. Bunları çok açık ve net bir şekilde biz çalışmalarımızda ortaya koymaya gayret ediyoruz. Bizim hatalarımız varsa onları da tabi herkes söylesin diye elimizden gelen gayreti gösteriyoruz. Esas olan Allahın kitabına uymaktır. O konuda Müslümanların çok büyük hataları vardır. Çok büyük yanlışlıkları vardır.
“Mâ kata’tum min lînetin ev terektumûhâ kâimeten alâ usûlihâ fe bi iznillâhi ve li yuhziyel fâsikîn.” “Siz bir ağacı kestiğiniz zaman ya da kesmeden bıraktığınız zaman bütün bunları Allahın izniyle yapmışsınızdır…” Çünkü o şeylerin etrafında hurmalıklar vardı. Müslümanlar bazı hurmaları kestiler. Kesmeye başlayınca Beni Nadir artık bu işin ciddi olduğunu anladı, iyice içlerine korku girdi ve oradan bütün mallarını mülklerini bıraktılar, birkaç deveye yükleyebildikleri kadarını yükleyip oradan çekip gittiler. “ve li yuhziyel fâsikîn.” “… Allah bunu fasıkları rezil etmek için böyle yapmıştır.” (Haşir 5).
“Ve mâ efâ allâhu alâ resûlihî minhum” “Allahın onlardan Resulüne fey olarak verdiği şey” Şimdi, bir fey vardır, bir ganimet vardır. Yani bunların bıraktıkları mallar kimin olacak? Tabi ki onları oradan çıkaran kimse onun olacak. Şimdi bu feyi Allah-u Teâlâ burada anlatıyor. “fe mâ evceftum aleyhi min haylin ve lâ rikâb” “Siz buna ne bir at yordunuz ne de bir deve” Yani buraya at ve deve sürmediniz. Yani bir savaş olmadı burada. Savaş olmadı. “ve lâkinnallâhe yusallitu rusulehu alâ men yeşâ” “Ama Allah elçilerini istediğinin başına musallat eder.” İstediğinin üzerine hâkimiyet kurdurur. “vallâhu alâ kulli şey’in kadîr.” “Allah her şeye kadirdir.” (Haşir 6).
“Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ” “İşte bu Yahudi köylerinden Allahın Resulüne fey olarak verdiği.”
Şimdi, normal savaşlardan elde edilen ganimetler şu ayeti kerimeye göre pay edilir: “Va’lemû…” Enfâl suresi kaçıncı ayetti ona bir bakın. “Va’lemû ennemâ ganimtum min şey’in fe enne lillâhi humusehu” “Şunu bilin ki, ganimet olarak elde ettiğiniz her hangi bir şeyin beşte biri…” Evet Enfâl 41. Değil mi? Enfâl suresi 41. Yani 8. sure 41. ayet.
“Va’lemû ennemâ ganimtum min şey’in fe enne lillâhi humusehu ve lir resûli ve li zîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîl” “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin beşte biri Allahın, Resulünün, yakınların, yetimlerin, çaresiz kalmış kişilerin ve o yolda hizmet edenlerindir.” İbnüssebil’indir. “in kuntum âmentum billâhi ve mâ enzelnâ alâ abdinâ yevmel furkâni yevmettekal cem’ân.” “Eğer Allaha inanır, kulumuza indirdiğimize inanırsanız bu hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, iki topluluğun birbiriyle karşılaştığı gün; inanıyorsanız böyle yapacaksınız.”, “vallâhu alâ kulli şey’in kadîr.” “Allah her şeye kadirdir.”
Şimdi, beşte biri Allahın, Resulünün, yetimlerin, yani hazinenin. Hazinenin. Beşte dördü kimin? O da askerin. O da askere dağıtılır. Ganimetler böyle pay edilir. Bunlar savaş ganimeti. İki ordunun karşı… “yevmettekal cem’ân” diyor. İki ordunun karşılaştığı, savaştığı günlerde böyle.
Peygamberimiz (s.a.v), mesela Hayber ganimetlerini bu şekilde pay etmiş. Bedir ganimetleri de bu şekilde pay edilmiş. Fakat Beni Nadir’den… Orada bir savaş yok. Savaş olmadığı için oradan elde edilen ganimetler askere dağıtılmıyor. Onun tamamı hazinenin. Yani bugünkü ifadeyle.
Şimdi, burada diyor ki: “Mâ efâ allâhu alâ resûlihî min ehlil kurâ”. İşte bu köylerin, yani bu Yahudi köylerinden Allah-u Teâlâ’nın peygamberine fey olarak verdiği. Yani fey ile ganimet arasındaki fark o. Feyde savaş olmuyor. Alınan malların tamamı hazinenin. Mesela Fedek arazisi vardır, onlar da Yahudiydi. Onlar savaşsız olarak teslim olmuşlar ve tabi bir sulh yapılmış arazimizin yarısını size verelim demişler. Arazinin yarısı hazinenin olmuştur. Onun için Peygamberimizin vefatından sonra o arazi kendi evladına miras olarak kalmamıştır.
İşte bu fey olarak alınan, sulhla alınan şey kime dağıtılacak? Allah için, Resulü için… Tabi Allah için demek neydi? Kamu harcamaları. Resulü için, onun yakınları için. Resulün yakınları için, yetimler için, çaresiz kalmış kimseler için, ibnüssebil için. Bunlar içindir. Neden bu böyle? “key lâ yekûne dûleten beynel agniyâi minkum.” “Sizin zenginleriniz arasında bir devlet haline dönüşmesin.” Yani bu mal bu fakir kesime dağıtılıyor ki, mallar zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın.
Mesela bugün öyledir. Bugün bir grup alabildiğine zengin oluyor, geniş insan kitleleri de fakir. Fakirliğe talim… Ama bu böyle değil; mallar zenginler arasında dönüp dolaşmasın, servet tabana yayılsın diye bu böyle Cenab-ı Hak tarafından konmuş.
“ve mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu.” “Resul size ne verdiyse onu alın.” Nereden ne verdiyse? Bu ganimetlerden. “ve mâ nehâkum anhu fentehû” “Neden de yasakladıysa…” şunu almayın dediyse “… onu da almayın.”, “vettekûllâh.” “Allahtan korkun.”, “innallâhe şedîdul ikâb.” Allahın cezası şiddetlidir.” (Haşir 7).
Şimdi, bu ayeti kerime bağlantılarından koparılarak sık sık okunur. “mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu ve mâ nehâkum anhu fentehû” diye. “mâ âtâkumur resûlu”, yanlış okuduk (?). “mâ âtâkumur resûlu fe huzûhu.” “Elçi size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.” Tamam, bağlantılarından koparsanız da çok güzel de, manayı başka tarafa kaydırmazsak problem yok.
Şimdi, burada şu oluyor. “mâ âtâkumur resûlu” derken şöyle bir noktaya geliniyor. Peygamber (s.a.v)in hadisleri Kur’anın önüne konuyor. Kur’anın önüne konunca, onu Kur’andan bağlantısız olarak anlayanlar ve ona göre hayatlarını tanzim edenler çıkıyor. İşte bugünkü Selefiler, işte eskiden Zahirî mezhebi böyleydi. Hâlbuki Kur’an-Sünnet bütünlüğü içerisinde alacaksınız. Yani buradaki olay zaten bir ganimet taksimi meselesidir. Olayı bağlantısından kopardığınız zaman yanlış taraflara çekebiliyorsunuz. Çekme imkânı oluyor.
Yani mesela, bir ağacın dalını gövdesinden koparırsanız istediğiniz tarafa götürürsünüz. Koparmazsanız, onu kökünden çıkarmadıktan sonra bir yere götüremezsiniz değil mi? Orada kalır. Genellikle bağlantılarından koparılan ayetler birçok yanlış düşüncenin delili olarak ortaya konmuştur.
Şimdi, “Resulün verdiği”. Resulün verdiği Kur’an-ı Kerimde olan olacaktır tabi. Ama işi o şekilde almayıp, işi Peygamber efendimizin hadislerine getirip, hadisi de ayetlerle bağlantısından ayırdığınız zaman, Kur’an ayrı bir kaynak oluyor, Sünnet ayrı bir kaynak oluyor. Bizim geleneğimizde şu anda öyle. İşte, birinci kaynak Kur’an, ikinci kaynak Sünnet; Kur’anda bulamazsak Sünnete bakarız denir. Hep böyle söylenir.
Yahu kardeşim! Kur’anda bulamazsak Sünnete bakarız da ne demek? Kur’an-ı Kerime bakarız, Kur’anı anlamaya çalışırız, bir de bu ayeti nasıl uygulamış diye Peygamberimize bakarız. Sünnete bakarız yani. Böylece Kur’an-Sünnet bütünlüğü ile Kur’an-ı Kerimi anlamaya çalışırız. O bütünlük içinde hareket etti mi hiçbir hata… Tabi insanda hata olmaz mı? Ama ciddi bir şey olmaz. Ciddi hatalar olmaz.
Enes Hoca: Nahl 89…
Evet, Nahl suresi; 16 mı? 16. sure 89. ayet.
“Ve yevme neb’asu fî kulli ummetin şehîden” “Her ümmet içerisinden bir şahit çıkaracağız.”, “aleyhim” “Kendilerine karşı”, “min enfusihim” “Kendilerinden”, ve “ci’nâbike şehîden alâ hâulâ.” “Seni de bütün bunların üzerine şahit getireceğiz.”, “ve nezzelnâ aleykel kitâbe” “Sana bu kitabı indirdik” ya Muhammed. Niçin indirdik? “tibyânen likulli şey‘in” “Her şeyi açıklamak için indirdik.”, “ve huden” “Doğru yolu göstersin diye”, “ve rahmeten” “Allahın bir ikramı olsun diye”, “ve buşrâ lil muslimîn.” “Allaha teslim olanlara bir müjde olsun diye indirdik.”
Şimdi, Kur’an her şeyi açıkladığını söylediğine göre… Peygamber efendimiz için de Cenab-ı Hak şunu diyor: “Lekad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun haseneh” “Sizin için Allahın elçisinde güzel bir örnek vardır.” Yani her bir ayetin örnek uygulamalarını Peygamberimiz yapmıştır; işte Sünnet odur. Sünneti Kitap’tan ayırdığınız zaman bu güzellik kaybolur. “limen kâne yercûllâhe vel yevmel âhir” “Bu, Allah ve ahiret gününü isteyen”…
Enes Hoca: Ahzab suresi 21. ayet.
Ahzab 21. 33. sure 21. ayet. Evet, “Lekad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun haseneh” “Şüphesiz sizin için Allahın elçisinde güzel bir örnek vardır.”, “limen kâne yercûllâhe vel yevmel âhir.” “Bu Allah ve ahret gününü uman kişi için.”, “ve zekerallâhe kesîrâ.” “Ve Allahı çok zikreden kişi için.”
Allahın zikri neydi? Allahın kitabı. Siz Allahın kitabı… Asıl zikir o. Allahın kitabını çok okursanız, Allahın Resulünde örnek vardır onu da görürsünüz. Yani Kur’anı iyi anlamanız için işte Allah bir de örnek insan göndermiş, uygulatmış ona, onun uygulamalarıyla da Kur’an ayetlerini karşılaştırdınız mı tamam. Öyleyse Sünnet Kur’an ayrımı olamaz. Ya ne olur? Kur’an-Sünnet bütünlüğü olur. Sünnet de yeni bir şey ortaya koymaz. Sünnet zaten Kur’anda olanı bize gösterir.
Bir katılımcı: Meallerde Kur’an kastedil… (anlaşılmadı)
Bundan sonra anlaşılır inşallah.
(Burada Enes Hoca bir ayet söylüyor.)
Evet, peki, şimdi Enes Hoca diyor ki Yusuf suresinin 111. ayetini de okuyun. Onu da okuyalım da, şey, şu kısmı biraz hızlandıralım. Yusuf suresi 12. suredir. Yusuf 111.
“Lekad kâne fî kasasıhim ibretun li ûlîl elbâb”…
(Burada video ileriye atlıyor ve konu değişiyor)
Mesela beş vakit namazda bu yok. Beş vakit namazda bu hayırlıdır diye bir ifade bulamazsınız. Namazınızı kılacaksınız, o kadar. Hatta “Korkuyorsanız yürüyerek kılın.” diyor Allah. “Ya da bir vasıtada binili olarak kılın.” (Bakara 239). Ama bu farklı bir şey. Ondan sonra, “Namaz tamamlandı mı hemen çıkın dışarıya.” diyor (Cuma 10). “Dağılın.” Biz öyle mi yapıyoruz? On altı rekâta tamamlayacaksın (!). “Namaz tamamlanınca yeryüzüne dağılın.” Ha, Peygamberimiz farzdan sonra iki rekât veya dört rekât değişik rivayetler var, namaz kıldığı rivayet ediliyor. Ama nerede kılmış bunu? Evinde kılmış.
Ha, diğer …ler de… Buhari’de olan bir şey var; Muaviye Şam’da Cuma’yı kılıyor, bakıyor ki birisi geçmiş Cuma’nın farzından sonra iki rekât daha namaz kılmak için Allahu Ekber… Hemen gidip “Ne yapıyorsun?” diyor. “Cuma namazını dörde mi çıkaracaksın?” diyor. “Bak biz Peygamberimizden şunu gördük; ya dışarıya çıkar biraz dolaşırsın, ya biraz konuşursun, arayı açarsın, ondan sonra kılarsın.” diyor.
Şimdi netice, mesela bazı kimseler işlerinden dolayı Cuma’ya gelemiyorlar. Demek ki bütün bunlara fetva verilebilir. Yani Cuma namazı şartları oluştuğu zaman kılınan namazdır ama burada istisna edilenler var. Cuma’ya gelemeyenler onun yerine bir başka namaz kılabiliyorlar. Öğlen namazını kılabiliyorlar.
Bir katılımcı: Hocam … tatil olduğu zaman o ticaret merkezlerini kapatmaları gerektiği söyleniyor. Kadınlar da olsa orayı kapatmaları gerekiyor.
“ve zerûl bey” de Cuma’ya gelenler için verilen bir emirdir (Cuma 9). Yani “Alışverişi bırakın.” Cuma’ya gelin. Cuma’ya gelenler için verilmiş bir emirdir.
Bir katılımcı: Alışveriş devam edebilir mi?..
İyi ya işte, alışverişi bırakacaksın. Bıraktığın şey nasıl devam eder?
Katılımcı: … (anlaşılmıyor)
O olmaz, o doğru bir şey değil. Ama adam Cuma’ya gitmiyorsa dükkânı da açık kalabilir.
Yani bu sizin için daha hayırlıdır diyor Allah-u Teâlâ.
Bir katılımcı: Hocam çarşı Pazar olmayan köylerimiz var. Oralarda…
Köylerde Cuma namazının kılınması Osmanlı’nın son zamanlarında oluşmuştur. O zamana kadar hiç kılınmıyordu. On dokuzuncu asrın son çeyreğinde falan. O zaman başlamıştır.
Şimdi, burada bir başka soru var. “Adetli olunca Kur’an okunur mu? Ona sadece temiz olanlar dokunur deniliyor. Nasıl bir temizlik olduğunu öğrenebilir miyim?”
Şimdi, bu ona sadece temiz olanlar dokunur diye var da, abdest almayla ilgili ayet şöyle diyor; bu Mâide suresinin 6. ayetidir. “izâ kuntum iles salâti” “Namaza kalktığınız zaman”. Diyor, ondan sonra işte yüzünüzü yıkayın, dirseklere kadar kollarınızı, devam ediyor. Cünüpseniz işte, iyice yıkanın diyor.
Kur’an okunmayla ilgili ayette şöyle diyor: “(Fe) izâ kare’tel kur’âne…” Öylemiydi?
(Ayetin devamı hatırlatılıyor)
“festeız billâhi mineş şeytânir racîm.” (Nahl 98). Kur’an okuduğun zaman yapacağın nedir? Kovulmuş şeytanın şerrinden Allaha sığınmaktır. Allah-u Teâlâ’nın söylediği bu.
Şimdi, öbürüne gelince; o da Vâkıa suresinde. Ona da bakalım. Vâkıa suresi 536. sayfa. Hatta şu şeyden başlarsak daha iyi olur. 75. ayetten, Vâkıa.
“Fe lâ uksimu bi mevâkiin nucûm.” “Yıldızların bulunduğu yere kasem ederim.” Yıldızların bulunduğu yer birinci kat semaydı. Meleği âlâ da orada. Sâffât suresinin baş tarafında, Allah orada bildiriyor. Ki Levh-i Mahfuz’un da bulunduğu yer orası. “Ve innehu le kasemun lev ta’lemûne azîm.” “Bu bir kasemdir. Bilseniz büyük bir kasemdir.” Yani o Levh-i Mahfuz’un ne olduğunu bir bilseniz. Şeyin, o “mevâkiin nucûm”un.
“İnnehu le kur’ânun kerîm.” “O ikramı bol bir Kur’andır.” Yani bu. “Fî kitâbin meknûn.” “Saklı bir kitabın içindedir.” Meknun kelimesinin ne olduğunu da yine bu sure… Bu surede bir başka ayetten Allah-u Teâlâ bize gösteriyor. 23. ayet. “Ke emsâlil lu’luil meknûn.” Hurileri anlatıyor. “Saklı inciler gibidirler.” İnci nerde saklı olur. İstiridyenin içerisinde. İstiridye… Gördünüz mü? O istiridyenin içerisindedir, onu alırlar, onu kırar çıkarırlar. İstiridyenin içindeki inciye dokunmak için, onun da çok üzerinde kabuklar da vardır öyle kolay dokunamazsın, mümkün değil dokunmanız. Onu kırdıktan sonra ancak dokunabilirsiniz. Kur’an-ı Kerim de öyle bir yerde saklı.
Bunun adına ne diyor başka bir ayette? Levh-i Mahfuz. Saklı Levha. İşte, Kitâbın Meknun.
“Lâ yemessuhû.” “O saklı kitaba dokunamaz.” Dokunmasın değil. Bakın dikkat edin! Dokunmasın başka. Biz hep dokunmasın deriz. “Dokunamaz.” “illel mutahherûn.” “Sadece mutahhar melekler dokunabilir.” Zaten o birinci kat semaya… Onun için öbür ayetten başladık, şeytanlar ne yapar? Çıkamazlar. Bir çok ayette belirtiliyor. Yani şeytanlar dokunamaz ona. Kim dokunur? Melekler. Temiz melekler ancak dokunabilir. Mutahhar olanlar. Evet, temizlenmiş olanlar. Yani Allah tarafından temiz kabul edilenler.
Şimdi, bu oradaki şey Levh-i Mahfuz. Ondan sonra? Tenzîlul min rabbil âlemîn. Rabbil alemin tarafından oradan indirilmiştir (Secde 2). Şimdi bu elimizdeki Kur’an-ı Kerime dokunamz mı insan? İşte dokunuyorum. Herkes dokunur. Dolayısıyla bunun abdestle bir alakası yok. Kur’an-ı Kerimi okumaya herkesin ihtiyacı vardır.
Mesela bir derste bir arkadaşımız şey yapmıştı, “Efendim daha evlâ mıdır?” Evlâ değildir. E abdestli olsak daha iyi olmaz mı? Olmaz. Niye biliyor musunuz? O daha iyi dediğiniz zaman bunun önü kesiliyor. Çünkü daha iyi olan, ihtiyacınız olduğu zaman Kur’anın ayetini okumanızdır. Abdest daha iyidir dediğiniz an, adam bir abdest alayım dedi mi, o arada başka şeyler araya girer ve Kur’anı bir daha okuyamazsınız. Çünkü Kur’ana her an ihtiyacımız var bizim.
Bir katılımcı: Hocam Ahzab suresi 36 ayette de…(tam anlaşılmadı)
Tabi, zaten bu açık bu. Evet, tamam, anlaşıldı mı burası? Peki.
Bir katılımcı: … (anlaşılmıyor)
Tabi, çok sayıda ayet var da, vakit geçtiği için… Şimdi bir soru daha cevaplandırayım. Saat dokuzu geçti. Şimdi, bazı vapurlarını kaçıracak arkadaşlarımız var.
“Ramuzul Ehadis kitabında bir hadisi şerifte ‘Kızlarınıza okumayı yazmayı öğretmeyin. Yüksek yerlere getirmeyin’ diyor. Doğru mu? Evladın baba üzerinde ne hakları vardır? Üç tane hak vardır deniliyor. Bunlar nelerdir?”
Şimdi, kızlarınıza okuma yazmayı öğretmeyin diye bir şey olamaz. Peygamberimizin eşi Ayşe validemiz şeyin, Ashabın en önde gelen âlimlerindendi. Ramuzul Ehadis’de o kadar çok uydurma hadisler vardır ki. Yani doldurmuşlar. “Yüksek yerlere getirmeyin.” Bakın, Kur’an-ı Kerimde Belkıs kıssası vardır. Belkıs bir kadındır ve bir kraliçedir. Onunla ilgili ayetleri okuyun. Hep övücü özellikleri vardır. Bir tek inancı bozuk. Ama davranışları son derece güzel. İyi bir kral olduğu belirtiliyor orada. Sonra da Müslüman olmuştur. Çok akıllı, usturuplu, iyi. Hiçbir şekilde yerilmiyor orada. Yerilmiyor.
Dolayısıyla, şimdi…
Bir katılımcı: Kavmini kurtarıyor…
Kavmini kurtarıyor evet. Toplumunu kurtarıyor. Çok akıllı bir kadın. Çok iyi bir yönetim yapıyor.
“Evladın baba üzerinde ne hakları var. Üç tane hak vardır.” Şimdi, evladın baba üzerinde, babanın evladı üzerinde… Kur’an-ı Kerimde Allah-u Teâlâ bir ayeti kerimede: “Rabbin şunu kesin karara bağlamıştır…” İsrâ suresinde. “… Ondan başkasına kul olmayacaksın. Anaya babaya da iyilik de bulunacaksın.”
Şimdi, bizde bir hata yapılıyor. Anaya babaya iyilik kelimesi de itaat olarak tercüme ediliyor. İtaat değil, iyilik… İsrâ 23. ayet. Anaya babaya iyi davranmak…
Lokman suresinde de şunu Cenab-ı Hak bildiriyor: “Annen baban Bana bir şeyi ortak koşman konusunda seninle mücadele etseler onlara boyun eğme” Ama dünya işlerinde onlara örfe uygun bir şekilde iyi dostluk yap, arkadaşlık yap. Lokman 15. Ayeti kerime.
Şimdi, anaya babaya itaat değil, iyilik… İyi davranmak. Şimdi, bazen görüyoruz, bu itaat şeklinde olunca, anne baba çocukların inançlarını kullanarak yanlış tarafa yönlendirebiliyorlar. Bana itaat edeceksin… Hayır, Allaha itaat edilecek. Anne de Allaha itaat edecek baba da. Evlat da, herkes de Allaha itaat edecek. Ama anaya babaya iyi davranma mecburiyetimiz var.
Yani bizi şirke de yönlendirseler onu görmezlikten gelip, gene onlara karşı iyi davranış göstereceğiz. Ve onların gönüllerini hoş tutmaya çalışacağız. Her hangi bir durumda da gene… Ama itaat yalnız Cenab-ı Hakkadır. Allah-u Teâlâ’nın dediği şekilde. İtaat Allah-u Teâlâ’ya, anaya babaya da iyilikte bulunma diye bir görevimiz var.
E şimdi, bir de şu yapılıyor… Bizim en yakınlarımız evlatlarımızdır. Evladın en yakını da babasıdır. Tabi onun evladı babasından biraz daha yakın oluyor. Çünkü Allah-u Teâlâ ne diyor: “Babalarınız ve çocuklarınız, onların hangisi sizin için daha yararlıdır siz onu bilemezsiniz.” (Nisâ 11). Onun için Allah-u Teâlâ orada anlatıyor. Evlatları babanın önüne geçiriyor o ayeti kerimede.
Ama anne babaya da sürekli iyilikte bulunmak bizim görevimizdir. Yani emredilen iyiliktir, itaat değildir. İtaat Allahadır. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın vermiş olduğu bir hakkı anne baba evladın elinden alamaz.
Evet, böylece dersimize… Ha burada bir şey var ha. Soru kalmış. “Kul hakkının sadece hak sahibiyle helâlleşmek gerektirdiğini biliyoruz. Peki hatırlayamadığımız? İmkânlarımızın kısıtlı olmasından dolayı diğer kimselere ulaşamıyoruz. Ne yapmamız gerekir?”
Hatırlayamadığınız şeyler için Cenab-ı Haktan af dilersiniz. Hatırladıklarınızdan helâllik alırsınız. Ulaşamıyorsanız, o zaman da onların hakkını fakir fukaraya dağıtır, Yarabbi bizi affet dersiniz. Başka yapacağınız bir şey yok.
Peki, el Fatiha.