“Euzubillahimineşşeytanirracim, Bismillahirrahmanirrahim.”
“Vema la tubsırun, görmediğiniz şeylere de kasem ederim.” Yani bir çok görmediğiniz şeyler de var. Şimdi mesela burada, şu bulunduğumuz odada görmediğimiz ama bildiğimiz sayısız radyo yayını vardır, sayısız telefon yayını vardır, sayısız televizyon yayını vardır, değil mi? Şimdi onları ilgili aletleri koyduğumuz zaman alabiliyoruz. Cebinizde cep telefonu olmasa o yayını alamıyor, televizyonunuz olmasa o da o yayını alamıyor, radyonuz olmazsa o da o yayını alamıyor. Bunlar bizim bildiklerimiz ve Cenabı Hak’kın bildirdiği bir takım varlıklar var. Şimdi burada melekler var ve cinler var. O görmedikleriniz de çok önemli diyor Allahu Teala. Onlara da yemin olsun.
“İnnehu lekavlu rasulin kerim, bu şu okuduğunuz Kur’an değerli bir elçinin sözüdür.” O elçi kim? Peygamberimiz mi? Peygamberimiz’in sözü mü Kur’an’ı Kerim? Cebrail (a.s.)’ın sözü. İnsanlar Allahu Teala ile direk konuşamazlar. “Vema kane li beşerin enyukellimetullahu, hiç bir insanın” yani herhangi bir kişinin “haddine değildir ki Allah onunla konuşsun.” Yani Allah kimseyle konuşmaz. “İlla vahyen ev min verai hicabin ev yursile rasulen feyuhiye bi iznihi mayeşau” Şura 51, 42. Sure 51. Ayet. “Herhangi bir insanın yani Allah’ın herhangi bir insanla konuşması söz konusu değildir. Ancak vahiy şeklinde olur.” Şimdi vahiy şeklindeki konuşma her insan için olabilir. Biz buna ilham diyoruz. Yani müslüman kafir ayrımı olmaksızın Cenabı Hak vahiy şeklinde her bir insanla konuşur. Rüyasında olur, yaşarken, hayattayken yani içinize bir takım şeyler doğar.
Mesela: “Ve nefsin vema sevvaha, nefse ve onu yaratana yemin olsun, fe elhemaha fucuraha ve takvaha, ona günahını ve takvasını ilham etmiştir.” (Şems 91/7-8). Allahu Teala iyi bir iş yapan kişinin içerisine bir güzellik, bir rahatlık, bir hoşluk verir. Ve o ondan dolayı huzur içerisinde olur ve der ki benim içim rahat, ben yaptığımdan eminim. Eğer günah işlerse Cenabı Hak o günahı da o kişiye ilham eder. O da onun sıkıntısını çeker. İşte vicdan azabı deriz, huzursuz oldum deriz. Yav şu adamı da üzdüm, çok rahatsız oldum gidip de özür dileyeyim dersiniz. Dolayısıyla bu müslüman kafir her insanda olur. İşte bu bir ilhamdır, bir vahiydir. Yani Allahu Teala’nın insanın içerisine fısıldamasıdır. Ya da bir perde arkasından Cenabı Hak konuşur. Musa (a.s.)’a bir ağaçtan seslenmesi gibi. Ya da bir elçi gönderir, işte O Cebrail (a.s.). Onunla Cenabı Hak’kın istediğini, yani Allah neyi vahyetmek istiyorsa O elçi getirir onu bildirir. Şimdi burada elçilik durumu değişiyor, mesela Kur’an’ı Kerim’de Allahu Teala’nın arıya vahyettiği belirtilir. Musa (a.s.)’ın annesine vahyettiği de belirtilir. Meryem validemiz de vahiy almıştır. Şimdi bazıları vahyin ne demek olduğunu kavrayamayınca, işte Meryem Peygamber’dir, Musa’nın annesi Peygamber’dir derler. Peygamber demek elçi demektir elçi olabilmesi için bir kişinin Allah’ın sözünü insanlara ulaştırmakla görevli olması gerekir. Elçilik odur. Yani birisinin sözünü bir başkasına iletme görevi yoksa o elçilik olmaz. Mesela, ben şimdi şu anda size konuşuyorum, benden duyduklarınızı gidip başka yerde anlatabilirsiniz, anlatıyorsunuz ama bu bir elçilik değil. Ama sizden birinize desem ki şu sözümü git falancaya söyle! Siz de gidip Abdülaziz Hoca şöyle dedi diye bildirirseniz o elçiliktir. Onu dışında birçok kimseyle konuşabilirsiniz, birçok kimse sizin kulağınıza fısıldayabilir. Elçilik o. Birinin sözünü bir başkasına iletmekle görevlenmek, görevlendirilmek demektir. İşte Allahu Teala’nın elçileri Allah’ın sözünün insanlara ulaşmasını temin eden kişilerdir. İşte bu elçiler bir başka elçiden vahiy alırlar. O başka elçi Cebrail (a.s.)’dır. Yani direk olarak Cenabı Hak’la konuşmazlar. Şimdi biz de, iman etmemiz gereken şeylerden bir tanesi de melekler biliyorsunuz. “Kullun amena billahi ve melaiketihi ve kutubuhi ve rusulihi, onların her birisi Allah’a inanır, meleklerine de.” (Bakara 2/285). Şimdi Allah’a inanmayı anladık. Tamam. Allahu Teala vardır birdir, tamam. Yani Allah’a inanmazsanız zaten hiç bir şey olmaz, hiç bir şey olmaz. Allah’ın varlığını ve birliğini herkes anlar ve kavrar. Çünkü her şeyi yaratan O. E kitaplar da öyle, Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını içeriyor. Allah’ın Elçileri de Allah’ın emirlerini bize getiriyor. E ahiret gününe inanacaksın çünkü bir şeylerle karşılaşacaksın öldükten sonra karşına hesap çıkacak, sonucunda cennete ya da cehenneme gideceksin. Pekiyi bunların içerisinde meleklere inanmanın anlamı ne? Biz neden meleklere inanıyoruz? Mesela, neden biz cinlere inanırız demiyoruz? Değil mi, onlar da görünmeyen varlık? Cinlere inanırız demiyoruz ama meleklere inanırız diyoruz. Bunu niye söylüyoruz aceba?
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Tamam da neden? Öbürlerinin bir nedeni var. Yani tamam cinler, cinlere inanmıyoruz. Yani imanın şartlarından birisi cinlere inanmak değil. O manada söylüyorum.
Katılımcılar: Anlaşılmıyor.
İşte asıl inanmamızı sağlayan, asıl mesele, Allah’ın vahyini yani Allah’ın emirlerini Peygamber’e getirmiş olmasıdır. Çünkü yani insanoğlu direkt Cenabı Hak’la ilişkiye giremediğini biliyor. Bire bir konuşmadığını biliyor ama Cenabı Hak’kı bütün benliğinde hissediyor. İşte melek araya giriyor, Allah’tan aldığını kendi sözü şekline çeviriyor melek. Yani o kendi cümleleri şekline sokuyor. Çünkü Ayeti Kerime’de ne diyor: “İnnehu lekavlu rasulin kerim.” Kavil söz demek. “Değerli bir elçinin sözüdür bu” kesin olarak. Kur’an’ı Kerim Allah’ın sözü değil değil mi? O kesin. Şey afedersiniz! Peygamberin sözü değil. Yanıldım. Kur’an’ı Kerim Peygamber’in sözü değil. Allah’ın sözü. Tamam da Cenabı Hak’kın kendi kelamı bize nasıl ulaşır? İşte onun kelamının bize ulaşmasının vasıtası melekler. Ondan dolayı meleklere inanmak son derece önemli. Onun içindir ki Yahudiler Cebrail (a.s.)’a düşmanlık etmişlerdir. Niye Muhammed’e götürdü de -sanki onun yetkisinde imiş de.
Bakara Suresini açarsanız, görürsünüz orada. 16. sayfada 97, 98.
“Gul men kane aduvven licibrile fe innehu nezzelehu ala kalbike biiznillah, de ki kim Cebrail’e düşmanlık ediyorsa etsin O Kur’an’ı senin kalbine Allah’ın izni ile indirmiştir.” Bunu Cenabı Hak görevlendirmiş, onaylamış ve Cebrail (a.s.) da indirmiştir. O zaman Cebrail’e düşman olan kime düşman olur? Allah’a düşman olur. “Musaddıkan lima beyne yedeyhi, ve bu indirdiği kitap kendinden önceki kitapları da tastik eden bir kitap” olarak getirmiştir Cebrail. “Ve huden ve buşra lil mü’minin, doğruyu gösteren ve mü’minlere bir müjde olmak üzere inmiştir. Men kane aduvven lillah.” Bak Cebrail’e düşmalığı Allah’a düşmanlık olarak Cenabı Hak şey yapıyor. “Kim Allah’a düşman olur, ve melaiketihi, meleklerine düşman olur, ve rusulihi, peygamberlerine düşman olur, ve cibrile ve mikale, Cebraile ve Mikaile düşman olursa, ve innallahe aduvvun lil kafirin, Allah da o kafirlere düşmandır.” Yani Allah’ı karşısında bulur demektir. Çünkü bunlar Cenabı Hak’kın emirlerini yerine getiren melekler. Allah’a itaat ederler. Ama mesela cinlerden olan şeytan vardır değil mi? Şeytana düşmanlık caiz mi? Tabii o sizin düşmanınız, onu düşman bilin demiyor mu Cenabı Hak? Ama bak melekler için böyle bir şey yok. Dalayısıyla meleklere imanınmızın asıl, yani inanmamızın asıl gerektiren şey Allahu Tealanın sözlerini Peygambere getirmiş olması ve o Peygamberden bizim almış olmamızdır.
Bugün yani bu Cebrail (a.s.) meselesi bir çok gayri müslimlerin canını sıkıyor. Mesela bugün Avrupa’da bir çok İslam Enstitisü vardır. Yani İslam’ı araştıran enstitüler. İşte şu ülkede şu kadar İslam Enstitüsü, şu ülkede bu kadar İslam Enstitüsü var deyince bazı müslümanlar sevinirler. Yav ne güzel bak onlar da İslamiyet’i araştırıyor… Hayır. Bizim açıklarımızı bulmak için, insanların zihinlerini karıştırmak için olan şeylerdir. Hizmet değil. Çünkü oralarda Muhammed (a.s.) Allah’ın Peygamberi olarak kabul edilmez. Kur’an’ı Kerim de Allah’ın Kitabı sayılmaz. E kimin kitabı olur, Muhammed’in kitabı olur (s.a.v.). O yazmış olur. Pekiyi yedinci asırda, miladi yedinci asırda Mekke’de, Medine’de yaşamış olan bir kişi. Bunun bilgileri ne kadar olur? Oradan öğrenebildiği kadar olur değil mi? Yani Mekke’de, Medine’deki kültür seviyesi neyse o kadar olur. E pekiyi bu Hıristiyanlık’tan bahsediyor, Yahudilik’ten bahsediyor. Haa öğleyse oradaki Hıristiyanlar’dan, Yahudiler’den öğrenmiştir. Ee Mekke’de, Medine’de Hıristiyan yok. Çocukluğunda gitmişti ya şeye, Suriye’ye, Hıristiyanlar’dan orada öğrendi. Ee okuma yazma bilmiyordu. Ya boşversene o hikaye, olur mu öyle bilmemek. Biliyordu elbette diyecektir, diyorlar yani şu anda. Ondan sonra da biz bu kişilerin yanına İslam’ı öğrensin diye genç, kabiliyetli, zeki öğrencilerimizi gönderiyoruz. Bunlar üç dört sene içerisinde dili öğrenecekler, bunu yazacak hale gelecekler, araştırma yapacaklar, doktor olacaklar ve memlekete gelecekler. Bu tamı tamına bir komedi. İstisnai olarak bir kısım başarılı olanlar var. Kendi gayreti ile kendi çalışması ile. Şimdi bakın! Türk olduğumuz halde Türkçe’yi iyi bilmediğimizi hepimiz biliyoruz değil mi? Türkçe’yi iyi bilmek ne kadar zor. Bir yabancı dili öğreneceksin, yazacaksın, oradan doktora hazırlayacaksın, falan bunlar son derece zor şeyler. Şimdi dolayısıyla oradan geliyorlar. Ve ciddi bir sıkıntı. Bu defa kendi inaçlarıyla öğrendikleri arasında çatışma oluyor. El yordamıyla bir takım şeyleri düzenlemeye çalışıyorlar.
Son zamanlarda bir de tarihselcilik diye bir akım başladı Türkiye’de. Gerçi bu bir iki senedir pek fazla etkili olduğu gözükmüyor ama iki sene önce çok hararetli bir şekilde savunuluyordu. Avrupalılar’ın işte yani onlar Kur’an Allah’ın kitabı değil, Muhammed Allah’ın Peygamberi değil sözü İslam ülkelerinde hiç tutmadı. Doktorasını orada yapmış olan insanlar bakıyorlar yani kendi akıllarıyla Kur’an’ı Kerim’in Allah’ın kitabı olduğunda hiç şüphe yok, Muhammed (a.s.)’ın O’nun Peygamberi olduğu çok açık. Bu defa birisi çıktı dedi ki, Fazlurrahman diye birisi çıktı, dedi ki: Kur’an Allah’ın kitabıdır, Muhammed de Allah’ın Peygamberidir. Dedi ama bu kadarını söyledi. Onun dışındaki, arka plandaki bütün anlattıkları Avrupalılar’ın anlattıkları, aynısı. Ondan sonra da şunu söyledi, diyor ki: Kur’an gerçek anlamda bir insan sözüdür, Muhammed’in sözüdür diyor. Ve O Cebrail (a.s.)’ı kabul etmiyor. Yani şimdi burada Allahu Teala diyor ya: “İnnehu le kavlu rasulin kerim, bu değerli bir elçinin sözüdür,” diyor ya, Cebrail’in sözü. İşte onu kabul etmiyor. Çünkü Cebrail’in sözü diye kabul ederse o zaman bu Allah’ın kitabı olacak, o zaman da batıdaki o teori tamamen yıkılacak. Şimdi biraz anlatabildim mi yani meleklere imanın temelinin ne olduğunu? Yani işin esası, Allah’ın sözünü bize iletmiş olmaları, yani Peygamber’e iletiyorlar, oradan da biz alıyoruz. Biz şimdi Kur’an’ı Kerim okurken Allah’ın sözünü okumuş oluyoruz. Ama nasıl bir söz? Cebrail vasıtasıyla Peygamberimiz’e oradan da bize ulaşmış olan söz. Ve bu da işte bir vahiydir. İşte vahiy okuyoruz. Bizim elimize kadar gelmiş. Ama o vahyi Cebrail (a.s.)’dan alan Muhammed (a.s.)’dır. O Allah’ın Peygamberi’dir. O bize iletmiştir ve Allah’ın emirlerini güvenilir bir yoldan, Cebrail (a.s.)’ın yolundan, Allah’ın kendisi tarafından korunmuş olan sağlam bir yoldan biz almış oluyoruz. Zaten aklımızı da kullanarak bunun başka bir şekilde olmaması gerektiğini de kavrıyoruz.
“İnnehu le kavlu rasulin kerim, Kur’an’ı Kerim değerli bir elçinin sözüdür.” Cebrail (a.s.)’ın sözü.
“Vema huve bikavli şair, bu bir şairin sözü değil.” Şiirde bir kısım dolgu şeyleri olur, abartmalar olur, olmayan olaylar olmuş gibi anlatılır, hayaller daha çok konuşulur. Ama Kur’an’ı Kerim’de öyle bir şey yok. Hiç bir kelime yersiz olarak bulunmaz. Her bir kelimenin orada bulunması yani başkası olmayacak şekilde luzumludur. Dolayısıyla Kur’an’ı Kerim’in her kelimesine, her harfine çok dikkat etmek gerekiyor. “Vema huve bikavli şair, bu bir şairin sözü değildir, kalilen ma tu’minun, ne kadar az inanıyorsunuz.” Yani baksanıza bir şairin sözü bu olur mu hiç? Ne kadar az inanıyorsunuz? Yani dikkat etseniz bunun Allah’ın kelamı olması gerektiği konusunda en küçük şüpheniz olmaz.
“Vela bi kavli kahin, bu bir kahinin de sözü değil.” Şimdi kahinler eskiden cinler vasıtası ile Meleği Ala’dan haberler alırlarmış. Yani o birinci kat semaya kadar çıkıyor cinler, orada meleklerden duyduklarını geliyor yeryüzünde ilişki kurdukları insanlara anlatıyorlar. Bunların anlattıklarının bir kısmı doğru çıkıyor. Çünkü onlar da yalan söylüyorlar. Doğru çıkınca da insanlar kahinlere olağanüstü bir değer veriyorlar. Fakat kahinlerin sözü yalan da çıkıyor. E bu bir kahinin sözü değil ki bu Peygamber’in sözü. Ondan dolayı Peygamber Efendimiz’e mecnun demişlerdi. Mecnun demek, cinlenmiş yani cinler tarafından istila edilmiş manasına geliyor. Biz de deli diye tercüme ederiz, o da doğru yani böyle cin çarpmış olan insanlar akli dengesini kaybeder, o da deli de olur. Dolayısıyla mecnun kelimesi asıl anlamı cinlenmiş olmakla birlikte deli manasına da gelir. Ve daha da çok kullanılır o manada. Ama Peygamber’e mecnun derken cinler tarafından istila edilmiş olarak söylüyorlar. Çünkü Peygamber’in azından çıkan sözler onlara çok garip geliyor, kendi kafalarıyla da bir yere oturtamıyorlar. Bu defa kahine biraz benzetiyorlar ama ona da benzemiyor. Ondan dolayı mecnun falan diyorlar.
“Kalilen ma tezekkerun, ne kadar az aklınızı kullanıyorsunuz.” Şöyle biraz kafanızı çalıştırsanız mecnunların böyle konuşmayacağını çok iyi bilirsiniz. Çünkü o mecnunlar o, belki görmüşsünüzdür, cinlerle irtibatlı olan insanlar pek normal insanlar da değildir. Tavırları, konuşmaları, şeyleri pek değişir, değişiktir. Cinler bunları oyuncak haline de getirirler bazen. Yani çok sıkıntılı insanlardır onlar. Halbuki Peygamberler’de böyle bir şey yok.
“Yenzilun min rabbil alemin, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.”
“Velev tekavvele aleyna ba’zal ekavil, eğer bu Peygamber bize bir kısım sözleri uydursaydı.” Yani Cebrail (a.s.)’ın getirip ona bildirdiği sözlerin içerisine bir takım şeyler katsaydı, kendi sözünü katsaydı.
“Le ahazna minhu bilyemin, şurası kesin onu sıkı bir şekilde yakalardık.” Yemin sağ el demektir, kuvvet anlamına da gelir. Biz yemin kelimesini kullanırız, işte yeminetme falan deriz. Bunun manası sözümüze kuvvet vermek için bir takım şeyler ilave etmektir, değil mi? Hani bir adama dersiniz ki şu oldu. Yok ya der. Arkasından ne dersiniz? İnan ki oldu. İnanmam yemin et der oradan, değil mi? Niye yemin et? Çünkü yeminle söylediğin sözü takviye etmiş oluyorsun. Hani sağ el kuvvet simgesi işte o manada yemin, sağ el manasına geliyor yemin. İşte yeminle sözünüzü kuvvetlendiriyorsunuz. İşte burada da diyor ki: “Le ahazna minhu bilyemin, biz onu sıkı bir şekilde, kuvvetli bir şekilde yakalar.”
“Sümme le kata’na minhul vetin, sonra onun vetinini koparırdık.” Vetin sözlüklerde şöyle tarif ediliyor: Kalpten çıkıp karaciğeri besleyen damar. Mehmet o damarın adı ne? Kalpten çıkıp karaciğeri besliyor? Aort mu?
Katılımcı: Şah damarı dediğimiz.
Şah damarı dediğimiz. Kalpten çıkıp karaciğeri besleyen damar vetin. Onu kopardın mı zaten insan anında ölür. Bir daha da yaşayamaz. “Onun şah damarını koparırdık” diyor. Hele bize bir şeyler uydursaydı. Bu ne demek uyduramaz mı, uydurmaz mı? Uydurmaz, uyduramaz değil. Uydurmaz.
Katılımcı: Anlaşılmıyor.
Yok Peygamber Efendimiz için diyorum, burada Peygamberimiz’den bahsediyor ya. Peygamberler’den uyduran yok. Peygamberler’den uyduran hiç kimse yok. Bunlar uyduramaz değil ama uydurmazlar. Çünkü Peygamberler’in kendisi de imtihan ediliyor. Onlar da bizim gibi insan. Onların da bizim gibi günaha meyilli bir vücutları var. Yani aynı nefsi taşıyor. Yeme, içme, cinsel arzular onlarda aynen var. Ama onlar bu arzularını çok güzel bir şekilde kontrol ediyorlar. Allahu Teala’nın istediği şekilde yönetiyorlar ve bize örnek oluyorlar. Aksi taktirde eğer Peygamber uyduramaz, yapamaz, böyle bir imkanı yoktur falan gibi ifade kullanırsak o zaman bize örnek de olamaz. Yani Peygamberler’in tamamının tıpkı her insan gibi günah yapma imkanları önlerinde açıktır, kapalı değil. Yani hiç bir Peygamber günaha karşı korunmuş değildir. Peygamberler’e akaid kitaplarında ismet sıfatını verirler. Bunun hiç bir delili yoktur. Yani Peygamberler masumdur, Allah tarafından korunmuştur, hayır!
Katılımcı: Melekler gibi.
Melekler gibi, masum fala değil. Bir tek Peygamberimiz (s.a.v.) ile ilgili bir ayet var. O da şöyle olmuştur. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiği zaman orada bir güvenlik problemi olduğu için geceleri nöbet bekliyormuş ani baskın olur diye Medine’ye. Sad Bin Ebi Vakkas (r.a.) görüyor bunu diyor ki: Ya Rasulallah siz buyurun istirahat edin sizin yerinize ben bekleyeyim. Daha sonra “Vallahu ya’simuke minen nas” ayeti iniyor. “Allah seni insanlardan korur.” Bak bu ya’simuke, seni korur, ismet. Minen nas, isanlardan korur. Allah seni insanlardan korur ayeti kerimesi iniyor. Maide 67. ayet, 120.sayfa. İşte burada Allahu Teala Peygamberimiz’e diyor ki: “Ya eyyuherrasul, ey elçi, belliğma unzile ileyke min rabbik, senin rabbinden sana indirilen neyse sen onu tebliğ et.” E şimdi bu insanlar Peygamberleri öldürmüşler, Medine’de de Yahudiler var. Peygamberler’i öldürmekle meşhur olan. Yani ayeti kerimede bildiriyor Cenabı Hak, Peygamberler’i öldürdüklerine dair ayetler var. E bizim Peygamberimiz’i de öldürmek için suikastler kurduklarını biliyoruz, bir kaç kere. İşte Allahu Teala burada Peygamberimiz’e bir garanti veriyor. Diyor ki: “Ey Peygamber, sana ne indirilmişse sen onu tebliğ et. Fe illem tefal, bunu yapmadın mı, fema belleğte risaletehu, Allah’ın sana yüklediği elçilik görevini yerine getirmiş olmazsın.” Yani senin yapacağın şu: Sana indirilen neyse onu tebliğ etmek. Yani şimdi bir kaynaktan su alıyorsunuz, Allah’ın yarattığı tertemiz bir su. Senin vazifen o suyu içine hiç bir şey katmadan insanlara sunmak. İçine bir şey kattığın zaman o su bozulur bir kere. Yani o kaynaktan çıktığı lezzetini kaybeder. Ne katarsan kat. İşte Allah Peygamberler’e diyor ki: “Belliğma unzile ileyke min rabbik” yani kaynaktan hangi su çıktıysa onu götür isanlara sun, buyur de. Şimdi burada ne yapmış arkadaşlarımız? Kaynaktan çıkan suyu ambalajlamışlar, hemen orada güzel bir şekilde üzerini de kapatmışlar, hiç kimse buna dokunamasın diye. Bir tarafına da yazmışlar, el değmeden üretilmiştir diye de bir şey yazmışlar. Ondan sonra içtiğiniz zaman diyorsunuz ki, tamam oradan ne gelmişse ben onu içiyorum. İşte Allah Peygamberine de bize de diyor ki sana indirilen neyse onu insanlara tebliğ et! “Fe illem tefal” zaten öbür tarafta da diyor bir takım şeyler katsaydı bu indirilene onun şah damarını koparırdık diyor. Şimdi masum olana böyle bir şey söylenir mi? Bakın şimdi burada diyor ki, “Vallahu ya’simuke minen nas, Allah seni insanlardan koruyacaktır.” O zaman bu ayeti kerime inince Peygamberimiz (s.a.v.) Sad Bin Ebi Vakkas’ı çağırıyor, diyor ki, artık senin beklemene gerek yok, Rabbim beni korumayı üstüne aldı, diyor. Ve Sad Bin Ebi Vakkas da nöbeti bırakıyor. Hiç gerek yok çünkü Allah korumayı üstlendi. Allahu Teala Peygamberini hatadan korumayı da üstlenseydi dermiydi ki eğer bize, bir söz uydursaydı onu sıkı bir şekilde yakalar şah damarını koparırdık der miydi?
Dolayısıyla Peygamberler şimdi bu Kur’an’da olmayan bir takım şeyler maalesef kitaplara geçmiş, inanç gibi insanlar tarafından algılanmış ve bu da çok yanlış şeylerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çünkü mesela birisi kalkıp diyor ki, Muhiddin İbni Arabi. Diyor ki Fususul Hikem adlı kitabında, Muhammed diyor, duvarın kerpiç tuğlasıdır diyor. Ben altın tuğlasıyım diyor. Niye? Çünkü Muhammed kalktı hazır buldu, ben dişimle tırnağımla bu mertebeye ulaştım diyor. Yani bir yanlış ne kadar büyük yanlışlar doğuruyor görüyor musunuz? Ve bir çok müslüman da Muhiddin İbni Arabi’yi koyacak yer bulamıyor. Şeytanı diyor, en büyük muvahhiddir diyor, niye? Çünkü diyor, Allah’tan başkasına secde mi edilir, Adem Allah’tan başkası olduğu için secde etmeyi reddetti diyor. Uydur uydur söyle. Müslümanlar Kur’an’dan beslenemedikleri için bu gün hala onu savunanlar var din adına. Hala savunanlar var.
Hiç unutamadığım bir şey, kendisi meşhur olduğu için isminden bahsetmeyeceğim. Böyle eli kalem tutan, kitap yazan, şu anda söyleyeceğim vasıflardan onu tanıyamazsınız da ismini söylesem tanırsınız. Onun için tarif etmemde bir sakınca yok. Kitaplar yazıyor, makaleler yazıyor, gazetelerde zaman zaman yazıları çıkıyor. Bir iki kere de bana dedi ki, o tarikatçılığa bakış kitabından dolayı Abdülaziz bey senin kitaplarını okudum, çok hoşuma gitti, ben de aynı görüşteyim dedi. Ay ne güzel. Sonra bir kitap yazmış, o kitapta, neyse birisi getirdi bana, baktım ki o Muhiddin İbni Arabi, ya bir çok şeyler yazıyor böyle ileri geri lüzumsuz şeyleri yazmış. Ben de telefon açtım, dedim bir görüşebilir miyiz? Tabii dedi. Evine gittim, tabii gayet insan olarak çok efendi bir insan, o işin o tarafı ayrı. Oturduk falan, anladı tabii ne konuşacağımı, baştan dedi ki, bak dedi şunu bir kere, şu konuda bir anlaşalım dedi. Muhiddin İbni Arabi’ye şeyhi ekber mi diyorsun, şeyhi ekfer mi diyorsun? Şimdi şeyhi ekber, en büyük şeyh, şeyhi ekfer de en kafir şeyh. Dedim ki yav ben burada Muhiddin İbni Arabi’yi konuşmaya gelmedim, onun ne alakası var yani Muhiddin İbni Arabi ile bizim ne ilgimiz var, ne ilgimiz olur. Senle bir meseleyi konuşacağız daha ben ağzımı bile açmadım dedim. Hayır hayır dedi. Bunu bir kere sağlama bağlayalım. Eğer ona şeyhi ekber demiyorsan hiç birbirimizi üzmeyelim dedi. Neyse zar zor bir kaç kelime bahsettik falan ama bir kere hava gerginleşti. Ben böyle yani, pek adetim değildir ama biraz aşağıdan aldım falan, biraz havayı yumuşatmaya çalıştım ama pek başaramadım. O gün bu gündür de zaten artık adam bizimle selamı sabahı kesti. Şimdi böyle bir nokta işte.
Siz tutuyorsunuz diyorsunuz ki, Peygamberler masumdur, adam da kalkıp diyor ki, tabii canım, zaten o istese de günah işleyemezdi. O makamı kendisi hazır buldu. Nasıl hazır buluyor? Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşında bütün tedbirleri aldı. Bir kaç müslümanın verdiği talimata uymaması sebebi ile kazandığı savaşı kaybetti. Öylesine kaybetti ki aldığı bir kılıç darbesi ile zırhın halkaları şakak kemiğine saplandı, sahabeden birisi onu çıkarayım derken dişi çıktı. Buradan acının ne kadar büyük olduğunu bir tahmin edin. O büyük acıya rağmen düşman savaş yerinden çekildikten sonra müslümanlar da yaralı, perişan, yorgun, o anda düşmanı takip etti. Yani ne kadar canını dişine taktığını düşünün. En zor şartlarda, takip etti ve mağlupken galip hale geldi. Düşman bunların takip ettiğini görünce korkup kaçtılar, mağlupken galip hale geldi. Şimdi, yav Cenabı Hak nasıl olsa beni korurmuş, ben tamam ben böyleyim.. Allahu Teala diyor ki Peygamber (s.a.v.)’e “Gul la a’lemu ma yufalu bi vela bikum, de ki ben bilmiyorum bana ne yapılacağını ve size ne yapılacağını bilmiyorum.” (Ahkaf 46/9). Yani neyle karşılaşacağımı bilmiyorum de. Bir gün Osman Bin Maz’un (r.a.) vefat etmiş, Peygamberimiz (s.a.v.) de onun cenazesine gitmiş. Osman Bin Maz’un da muhacirlerden. Hani Peygamber (s.a.v.)’in gelip ibadetlerini sorup da O tabii Allah’ın Peygamberi, geçmiş gelecek günahları bağışlanmıştır diyenlerden. Yani daha çok ibadet yapmaya gayret edenlerden. Bu vefat etmiş, gidiyor eve, evin sahibi de Ümmü A’la diye bir hanım. Diyor ki, senin Cenabı Hak’kın ikramına mazhar olacağından eminim diyor. Peygamberimiz diyor ki, nasıl emin olabiliyorsun? Ya Rasulallah Allah ya kime ikram eder? Bu adam işte kendi evini açmış ensardan bir hanım, orada ne durumda olduğunu çok iyi biliyor. Pekiyi Allah ya kime ikram eder Ya Rasulallah diyor? Bak! diyor, onun hakkında ben iyilikten başka bir şey bilmiyorum ama ben Allah’ın Peygamberi olduğum halde yarın nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum. İşte aynen o Ahkaf Suresindeki ayet. “Gul la a’lemu, de ki ben bilmiyorum, ma yufalu bi vela bikum, bana ne yapılacak size ne yapılacak.”
Şimdi bütün bunlar ortada iken kalkmışlar akaid kitaplarına Peygamberler’in özelliğini yazarken bir de ismet diye bir sıfat koymuşlar. Bu işle uğraşan arkadaşlara diyorum ki ya siz buraya ismet sıfatını yazıyorsunuz ya, bu konuda herhangi bir deliliniz var mı? Yok diyorlar. E niye yazıyorsunuz? Akaid yani inançla ilgili bir kitap hazırlamışsınız ve Peygamberler’in özelliklerinden birisi de masum olmaları diyorsunuz. E masum olmaları deyince o zaman sana örnek olmaz ki, ben masum değilim o masum. Ben kim o kim? Ne demek ben kim o kim, Allah onu sana örnek olarak göndermiş. Sen yapamayacak olsan sana nasıl örnek olur? İşte masum dediniz mi adam kalkıyor ben kim o kim diyor. Bu defa Peygamber örnek olmaktan çıkıyor. E şimdi kuş bana örnek olur mu? Balık bana örnek olur mu? Nedir çünkü ben onlar gibi değilim ki. E melek bana örnek olur mu? Siz getireceksiniz Peygamberi melek gibi yapacaksınız ondan sonra da haydi sen örnek al diyeceksiniz. Ve adam da diyecek ki ben kim o kim? Ondan sonra Peygamber’i bir kenara bırakacak. E şimdi Yahudiler ve Hıristiyanlar niye sapıttı ki? Hep dinlerindeki aşırılıktan dolayı. E canım ne olacakmış diyerek biraz şey yapılıyor, hani çöp evler görüyorsunuz televizyonlarda, giriyorlar bir kadının evine ağzına kadar çöp dolu. Ondan sonra orayı temizliyorlar. O kadın çöpleri atmayıp da evinde mi biriktirmiş? Hayır. O bazı şeyler, şu kalsın lazım olur, bu kalsın lazım olur, bu kalsın lazım olur dediği için birikmiş, birikmiş sonra da çürümüş onlar çöp ev haline gelmiştir. Bizde de şimdi, canım ne olacak, ya olsa ne olur? Yav kardeşim Allah boşuna mı bir Peygamber gönderdi? Allahu Teala demiyor mu ki, “Le kad kane lekum fi rasulullahi usvetun haseneh, sizin için Alah’ın Elçisinde güzel bir örnek vardır” (Ahzab 33/21) değil mi, onu örnek almamız gerekmiyor mu? Niye biz kendi kendimize din icat ediyoruz ki? Allah’ın kitabı yetmiyor mu? Peygamber (s.a.v.)’in örnekliği kafi değil mi?
Katılımcı: Allah’ın kitabında dinini tamamladığını ifade ediyor hocam…
Evet Cenabı Hak kitabında dinini tamamladığını ifade ediyor da ondan sonra neler oluyor? Neler oluyor, neler… Ve işte sonuç burada, ortada bu gün müslümanların hali.
Şimdi Allah nasip ederse perşembe günü bir toplantımız var, biliyorsunuz. Burada da ilan edildi, ediliyor. Rusya’daki önde gelen ilim adamlarıyla yapacağız inşaallah. Kur’an ve Hürriyet diye. Biz daha önce Kur’an ilim ve din adında bir toplantıyı Moskova’da yapmıştık. Moskova Üniversitesi’nde ve diğer bir başka salonda yapmıştık. Orada bir kısım, en tepe, en önde gelen ilim adamlarıyla bir dostluk oluştu. Epeyce de yazılarımız yayınlandı, kitaplarımız Rusça olarak yayınlandı. Şimdi onlar şunu net olarak gördüler ki, bunların bir maddi beklentisi yok. Bunlar sadece Kur’an’ı anlatıyor dolayısıyla bu toplantıya canı gönülden geliyorlar. Yani gerçekten büyük bir hevesle, büyük bir iştiyakla geliyorlar. İnşaallah yarın sabahtan itibaren, yarın akşam hepsi gelmiş olacak Allah nasip ederse. Kazan Rusya İslam Üniversitesi var. Orada bir İslam Üniversitesi kurmuşlar daha yeni. o üniversitenin rektörü de geliyor. Bir de oranın müftü yardımcısı geliyor. Şimdi üniversitenin rektörü bir yazı göndermiş. Arkadaşlarla okuduk. Oradaki dini hayatı, İslami hayatı anlatıyor. İşte kendilerinde yetişmiş ilim adamlarının olmadığından bahsediyor. Arap ülkelerinden Vehhabiler’in oraya gittiğini fakat toplum tarafından kabul edilmediğini dolayısıyla şimdi hepsinin dışlandığını da söylüyor. Fakat diyor onların yetiştirdiği hocalar bu defa ders veriyor burada. Şöyle bir şikayette bulunuyor. Diyor ki, burada diyor, şu anda diyor, dersler veriliyor ama diyor, bizim Tataristan’da İslam’ın bin yıllık bir geçmişi var, bin yıl önce İslamiyet hatta bin yıldan daha fazla bir zamandır İslamiyet Tataristan’a gelmiş vaziyettedir. Bizim bu geleneğimize yabancı bir eğitim yapıyoruz diyor. Geleneğimize yabancı! Onun için benim ondan şikayetim var işte siz de destek olun falan bir takım tekliflerde bulunuyor. Ve hatta işte Rasim Hoca’nın ifadesine göre -ilişkileri o kuruyor çünkü- bir protokol yapmak üzere geliyorum demiş değil mi? Evet yani bir karşılıklı yardımlaşma.
Şimdi geldiği zaman ben ona diyeceğim ki, tabii sözlerimizi de hazırladık. Allah’a çok şükür epeyce de çalışma yapmış vaziyetteyiz. Burada Cenabı Hak’ka şükür için şunu söylememiz lazım, hakikaten Allah’a hamd olsun şu anda Süleymeniye Vakfı’nın ilmi seviyesi Dünyada hiç bir İslam ülkesinde yok. Yani bunu herkes biliyor bunun böyle olduğunu yani bu bir iddia falan değil. Rusya’dakiler de gayet iyi biliyor. Zaten Moskova’da o Moskova Üniversitesi oranın bir numaralı yeridir. Kremlin’in hemen yanı başında Moskova Üniversitesi Asya Afrika Enstitüsünde yaptığımız toplantıda üç sene evvel bize aynen şunu söylemişlerdi: Bundan sonra Kur’an üzerinde çalışan hiç kimse sizi ihmal edemez demişlerdi. Yani bunlar iyi yetişmiş uzmanlar, bir çok konuları onlarla Arapça konuştuk. Yani acaba dedim, yani tercümede bir hata olur mu falan diye, Arapça rahatlıkla konuşabiliyorlar. Öyle konuştuk yani iyi yetişmiş uzmanlar var orada. Allah’a hamd olsun. Şimdi ben diyeceğim ki o gelen şeye, sen şimdi gelenek diyorsun. Sizin toplumunuzun, toplumunuzda yaşayan bir müslüman kadın bu gün, yani çünkü bir gelenek artık kaybolmuş, yeni bir yapı oluşmuş Rusya’da siz o geleneğin anlatılan bir takım tatlı taraflarını biliyorsunuz. Kocasının ona seni üç talakla boşadım demesi halinde aile yuvasının tamamen bitmesini kabul eder mi diye soracağım. Tabii ki hayır diyecek. Ama senin o geleneğin böyle. Çünkü senin geleneğin Hanefi Mezhebi’ne göre oluşmuş. Bak işte Kur’an’ı Kerim’de ve Peygamber Efendimiz’in uygulamasında boşama şöyledir, bak buraya gör! Pekiyi senin oradaki kadın, kocasından ayrılmak istediği zaman senin boşama hakkın yoktur deseniz, kabul eder mi? Yok diyecek.
Arnavutluk’tan bir master öğrencimiz var, bir bayan öğrenci. Kendisi avukat, psikoloji okumuş, İtalyanca ve İngilizce tercümanlık yapıyor, yani şey olarak, kayıtlı tercüman yani şeyli, lisanslı tercüman. Ve İslam Hukuku’nu öğrenmek istiyor. Kocası da hukukçu. İşte geçen de bir soru sordu bu aile ilişkileri ile ilgili olarak. Ben anlattım, ayeti kerimeleri okudum. Ve bayağı böyle rahatsız oldu, gözleri doldu ve şöyle dedi: Hocam dedi bizim Arnavutluk’ta bir arkadaşım vardı dedi. Çok güzel bir kızdı ve çok da dindar bir kızdı. Bizim Arnavutluk şartlarında en dindarımızdı dedi. Bu kız evlendi, kocası ile problemler yaşadı. Suudi Arabistan’a altı aylık, bir yıllık eğitim için gönderilen kişiler var gidiyorlar, oradan da fetva verebilir diye bir belge ile Arnavutluk’a geliyorlardı. Bu kız kocasından ayrılmak istiyordu, onlara fetva için gitti, ayrılamazsın, yetkin yoktur falan dediler. Kocası da bunu boşamak istemedi ve kız intihar etti dedi. Ve kız intihar etti.
Dolayısıyle bizim şimdi, Cenabı Hak diyor ki: “El yevme ekmeltu lekum dinekum ve etmemtu aleykum ni’meti ve razitu lekumul islame dine, sizin dininizi bugün tamamladım, size din olarak İslam’a razı oldum, nimetimi tamamladım ve din olarak da İslam’a razı oldum” diyor (Maide 5/3). Şimdi tamamlanmış olan bir şeyin üzerine bir ilave yapılır mı? Ama maalesef yapılmış. Onun için şu anda, şu anda bütün dünyada hızlı bir İslamlaşma var. Bütün dünyada. Ama biz onlara doğru İslam’ı anlatmazsak bir müddet sonra da bu insanlar vazgeçmeye başlarlar. Doğru İslam tıpkı Allahu Teala’nın Peygamberimiz’e bildirdiği gibi Allah’ın Kitabını tebliğ etmek ve onu yaşamaktır. Allah’ın kitabını tebliğ ettiğiniz zaman hemen biliyorsunuz diyorlar ki, Peygamberimiz’in sünneti ne olacak diyorlar, her defasında söylüyorlar. E kardeşim sen Peygamberimiz’e Allah’ı kitabı kadar değer, ondan daha fazla mı değer vermek istiyorsun? Allah’ın kitabında Peygamberimiz’e verilmesi gereken değer yok mu? Orada Allahu Teala gereken emirleri vermiyor mu? Sen eğer Allah’ın kitabına uyuyorum diyorsan oradaki o emirlerin tamamına uyacaksın. Şu ayeti şu ayetten ayıramazsın ki. Demiyor mu ki, Allah’ın Rasulünde sizin için örnekler vardır. Demiyor mu Rasulullah (s.a.v.)’in nasıl bir konumda olduğunu, bizimle ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini anlatmıyor mu? Eh o zaman Kur’an’ı Kerim’in gösterdiği şekilde ki Peygamberimiz zaten onun dışına asla çıkamaz, çıkmamıştır da. Peygamberimiz (s.a.v.)’in uyguladığı bir şekilde İslamiyet’i anlatalım. Bakalım yeryüzünde buna karşı çıkabilecek biri var mı?
Mesela bu gün bir başka haber aldım. Burada size bir kaç kere özetlemiştim. İnşaallah haftaya tekrar konuşma fırsatı olur zannediyorum. Almanya’dan bir profesör papaz gelmişti geçen sene. Bu arada Mustafa Evli’ye de söylemiş olayım, pazartesi günü tekrar gelecek. Onun için senin de orada bulunman lazım. Telefon etmiş, bize gelmek istediğini söylemiş. Ve bu defa öğrencileriyle beraber gelecek. Oradan bir grup öğrenciyle beraber. Pazartesi akşamı İnşallah vakıfta oturup uzun uzun konuşacağız Allah nasip ederse. Şimdi oradaki konuşmalarda tamamen Kur’an merkezli bir konuşma olmuştu ve gayet bizim açımızdan çok güzel onun açısından da sıkıntılıydı. Ama çok hoşuna gitmiş. Demiş ki, bizim için dostum diye bahsetmiş, o dostumu da ziyaret edecekmiyiz diye telefonda söylemiş. Şimdi siz doğru yani Kur’an’ı anlattığınız zaman bu şuna benziyor. Şu en güzel, kaynağından en güzel suyu bir kimseye ikram etmeye benziyor. O kimse ister kafir olsun, ister müslüman, ister kadın olsun, ister erkek, ister çocuk olsun, ister yaşlı o suyun lezzetini aldı mı ondan bir daha içmek istiyor. Bir daha içmek istiyor. Ama eğer biz kendimizden birşey katarsak o suyun içerisine zehir katmış gibi oluruz. Bir işe yaramaz. O su ne kadar kaliteli olursa olsun içerisine bir şey kattın mı gider. Bir daha da gelemez. Ama biz elimizden geldiği gayretle, çalışmalarla buna gayret gösterdik ve sonuçta işte Almanya’ya giden arkadaşımıza demiş ki: Ben dünyanın bir çok yerine gidiyorum, bir çok İslam ülkesine gidiyorum, diyalog diye gidiyoruz, iki kelimeden sonra iş monoloğa dönüşüyor yani sadece ben konuşuyorum karşı taraf dinliyor. Ama Süleymaniye Vakfı’nda gerçek bir diyalog yaşadık demiş. Demek işte doğruları anlatmak lazım, işte bunlar da aynı.
Şimdi ayeti kerimeleri bitireyim, ikinci bölümde şey yaparız. Bak diyor ki Allah: “Eğer bazı sözler uydursaydı onu sıkı sıkıya yakalar onun şah damarını koparırdık. Fema minkum min ehadin anhu hacizin, sizden hiç biriniz ona engel olamazdınız.” Yani Muhammed (s.a.v.)’e yapılacak ona karşı bu tavra hiç biriniz engel olamazdınız. Elbette olamayız Cenabı Hak istedikten sonra.
“Ve innehu letezkiratun lil muttakin, bu kendini korumak isteyenler için bir hatırlatmadır.” Doğru olduğunu herkes kavrar.
“Ve inna lena’lemu enne minkum mukezzibin, şunu da çok iyi biliyoruz sizin içinizde yalancılar var.” Yalan söyleyip duranlar var. Evet yalanlıyorlar, yani görünürde sanki Allah’ın ayetini yalanlıyorlar ama Allah’ın ayetlerini yalanlamak mümkün olmadığı için kendileri yalancı.
“Ve innehu le hasretun alel kafirin, ve Kur’an kafirler için elbette bir hasrettir.” Yani kafirler, eyvah ne yapalım yani elimizden bütün şeyleri aldılar, bunların karşısına çıkamayız diye ah vah edecekleri bir şeydir. Siz Kur’an’la gittiğiniz zaman karşı tarafın elinden bütün silahları almış olursunuz. Bir tek kaba kuvvet kalır yapabilecekleri sadece odur. Başka bir şey yok.
“Ve innehu lehakkul yakın, o elbette yakin, yakinin gerçeğidir.” Yani Kur’an’da anlatılan şeylerin tamamı yüzde yüz gerçektir. Her insanın yapısına, fıtratına tamı tamına uyar. Hiç kimse buna yanlış diyemez. Yanlış diyen kişi yalan söylüyordur. Ama Kur’an’ı anlatırsanız. İslam diye başka şeyler anlatırsanız o başka.
“Fesebbih bismi rabbikel azim, o zaman rabbinin yüce ismini tesbih et.” Rabbinin yüce isminin herhangi bir noksanlıktan, eksiklikten, kusurdan uzak olduğunu çok iyi bil ve kavra, kafana iyice yerleştir.
Evet şimdi birazcık ara vereceğiz.