Bugün 6 eylül 2005 Hadid Suresine başlıyoruz. Kur’an-ı Kerim’in elli yedinci suresi. Surelerin başında biliyorsunuz besmele var. Bizde her defasında onun anlamıyla ilgili kısa bir konuşma yapıyorduk.
Bismillahirrahmanirrahim
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
Rahman ve Rahim her ikisi de rahmet kökünden türemiş kelimelerdir. Rahmet; insanlar için ‘acıma’, Allah-u Teâlâ için de ‘ikram’ olarak adlandırılır. Çünkü eğer acıdığınız birisine yardım yapma imkânınız var da yamıyorsanız, o zaman acımış olmazsınız. Acıyorsan yardım yap’ dersiniz. Allah-u Teâlâ’nın her şeye gücü yetiyorsa ki yetiyor şüphesiz, o zaman merhamet ettiği kişiye ikramda bulunur, bizimle onun arasındaki fark odur. Biz çoğu zaman acırız bir yapamayız ama Allah-u Teâlâ’nın her şeye imkânı olduğu için ikramda bulunur.
Yalnız burada bazen Allah’ın ikramı bizim anladığımız manada ikram olmayabilir. Mesela bir ayet-i kerime de Allah-u Teâlâ diyor ki;
Kutibe aleykumul kitalu ve huve kurhul lekum, ve asa en tekrahu şey’ev ve huve hayrul lekum, ve asa en tuhibbu şey’ev ve huve şerrul lekum, vallahu ya’lemu ve entum la ta’lemûn.
Savaş size yazıldı(farz kılındı), ama o sizin hoşunuza gitmez(sizin için hoş olmayan bir şeydir savaş). Belki siz bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz ama o sizin için hayırlı olabilir. Bazen de bir şeyi seversiniz o sizin aleyhinize olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz. (Bakara, 2/216)
Onun için, mesela bir çocuğu sabahleyin tatlı uykusundan uyandırıp, koltuğuna bir çanta sıkıştıracaksınız, elinden tutup ‘haydi oğlum okula’ ya da ‘kızım hadi okula’ dediğiniz zaman o çocuğa sorsanız ona en büyük kötülüğü yapıyorsunuz, ama aslında ona büyük iyilik yapıyorsunuz. Aynı şekilde bazı şeyler bizim için çok kötü gibi gözükebilir, o aslında çok hayırlıdır, biz farkına varmayız. Ondan dolayı kendimize düşen bütün görevleri yaptıktan sonra, kendi eksiğimiz olmadan eğer herhangi bir sıkıntının içerisine giriyorsak mutlaka bizim hayrımızadır. Ama yaptığımız bir yanlışlıktan dolayı Allah-u Teâlâ bize ceza veriyorsa onu da hak etmişizdir. Aslında o ceza da hayrımızadır, belki uyanmamıza sebep olur.
Allah-u Teâlâ’nın ikramı var. Hz. Ömer’in bir sözü çok hoşuma gidiyor, diyor ki; “Allah-u Teâlâ bizi sıkıntılarla denedi başarılı olduk, ama ikramla denedi kaybettik”.
Bir ayet-i kerimede de Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
Fe emmel insânu izâ mebtelâhu rabbuhu fe ekremehu ve na’amehu
“Allah insanı ikrah/yıpratıcı bir imtihandan geçirir de ona ikramda bulunursa” (Fecr, 89/15)
Bakın ikramı, yıpratıcı imtihan olarak belirtiyor. Çünkü bakın yemek yediğiniz zaman biraz fazla yerseniz vücudunuzda bir sürü rahatsızlıklar ortaya çıkarır. Yani nimetleri de ölçülü bir şekilde kullanmak kolay değildir. Bazı günahlar var ki parasız işlenmez, bazıları da az parayla işlenmez. Şimdi, elimize o imkânlar geçtiği zaman da günah işleme imkânlarınız da çok genişliyor. E ona karşı kendini tutmak kolay değil.
Bazen de insan kendi arzusu doğrultusunda hareket eder, şeytanın da desteğiyle yanlış davranışları güzel sayabilir. İşte yani nimetler de insanlar için bir ibtiladır, yıpratıcı bir imtihandır.
Fe emmel insânu izâ mebtelâhu rabbuhu fe ekremehu ve na’amehu fe yekûlu rabbî ekremen(ekremeni).
“Allah ona ikramda bulunur, nimetlendirirse on, ‘Rabbim bana ikramda bulundu’ der.” (Fecr, 89/15)
Ve emmâ izâ mebtelâhu fe kadere aleyhi rızkahu
“Gene Cenab-ı Hakk gene onu böyle yıpratıcı bir imtihandan geçirse de rızkını ölçülü olarak verse (dağatsa ona) (Fecr, 89/16)
Yani şimdi, şey söyleniyor işte sabit gelirliler, dar gelirliler ve diğerleri. Dar gelirli, Sabit ve fe kadere aleyhi
fe yekûlu rabbî ehânen
“o zaman da ‘Allah artık yüzüme bakmıyor (beni Allah alçalttı)’ der” (Fecr, 89/16)
Şimdi buradan sonuçta, gerçi bu ayetin devamında o rızkın daralması bir ceza olarak gösteriliyor:
Kellâ bel lâ tukrimûnel yetîm, Ve lâ tehâddûne alâ taâmil miskîn
“Siz hayır! Yetime ikramda bulunmuyorsunuz, çaresiz kalmış kişinin doyurulması için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz” (Fecr, 89/17-18)
Diye bu darlığın sebepleri anlatılıyor ayet-i kerime de.
Şimdi sonuç olarak ister ceza olarak olsun, ister Allah-u Teâlâ’nın bizi daha iyi bir konuma getirmek için imtihan etmesi şeklinde olsun her ne olursa olsun çektiğimiz sıkıntılar da bizim lehimizedir. Allah’ın verdiği imkânlar da lehimizedir, ama o ikramları da israf etmez, sıkıntılardan dolayı da isyan etmezsek, imtihanı kazanmış oluruz.
İşte Allah-u Teâlâ Rahman ve Rahimdir. “Rahman” kelimesi yalnız Allah’a mahsus bir kelimedir. Allah’tan başka hiçbir varlık için kullanılmaz. “Rahim” kelimesi insanlar için de kullanılır, Allah-u Teâlâ için de kullanılır. Yani mahlûklar için de kullanılır. O zaman öyle bir anlam vermek lazım ki kelimelerin ifade ettiği manayı içersin. Ondan dolayı biz rahman’a “iyiliği sonsuz”, Rahim’e de “İkramı bol” diye anlam verdik.
“Bismillâhirrahmânirrahîm”
“İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla.”
Çünkü iyiliğin sonsuz olması yalnız Allah’a mahsus bir olaydır, herkesin yapacağı iyiliğin bir sınırı vardır, çünkü gücü sınırlıdır. Sınırsız güce sahip olan yalnız Allah-u Teâlâ’dır. İkramı bol kelimesi de insanlar için de kullanılır.
“İyiliği sonsuz, ikramı bol Allah’ın adıyla.”
Zannediyorum bu anlam besmelenin tam anlamı olur. Bana öyle geliyor, bilmiyorum hocam ne der bana öyle geliyor.
Mevlüt GÜNGÖR: Şimdi tabi, sınırsız deyince bu manada ahirette kesilecek ya, Allah’ın nimetleri kafirlerden. O bakımdan Rahim, ahirette müminlere ait, Rahman’da mümin kâfir herkese bu anlamda
Abdülaziz BAYINDIR: Tabi o şekilde mana veriliyor, deniyor ki; “Rahman dünyada mümini, kâfiri, işte hayvanı, bütün varlıkları yediren, doyuran, her an besleyen, büyüten ve ikramında şey yapan, Rahim de ahirette…” Fakat bana bu mana pek tatminkâr gelmiyor.
Mevlüt GÜNGÖR: Sınırsız da şey olmuyor, o da tatmin.. Orada da bir sınır var kesilecek
Abdülaziz BAYINDIR: Hayır, Allah’ın iyiliğinin sonsuz olması herkese iyilik yapacağı manasına gelmez ki! İyiliği sonsuzdur ama o iyiliği hak edene yapar. Şimdi, yağmur bazı bölgelerde metrekareye şu kadar kilo yağmur yağdı deniyor, e orada taş varsa isterse tonlarca yağsın ne olacak. Toprak olacak ki ondan istifade etsin.
Hadid Suresine başlıyoruz, bu sure Kur’an-ı Kerim’in 57. suresi ve 29 ayet. Bendeki Kur’an’da Medeni olarak yazıyor, sizdekilerde ne yazıyor? Hepsi Medeni diye mi yazıyor? Yani Mekke’de indiğine dair de görüşler var ama Medeni oluşu tercih ediliyor.
Salondan Bir kişi: Elmalılı Mekki diyor.
Abdülaziz BAYINDIR: Öyle mi demiş Elmalılı? Ha Mekke iyi tamam işte hiç olmazsa bir tane fark olsun. Elmalılı Mekke’de indiğini söylemiş.
Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard,
“Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah için tesbihte bulunurlar.” (Hadid, 57/1)
Şimdi tesbih kelimesini kullandığımız zaman Türkçede o bildiğimiz tesbih aletini alış şöyle çekmek gibi anlaşılır. O da tabi bir çeşit tesbihtir. Cenab-ı Hakk’ın noksansız olduğunu ifade etmiş oluyorsun. Allahuekber diyorsun, ‘Allah her şeyden daha büyüktür’ diyorsun, işte Elhamdulillah diyorsun ‘Allah neyi yaparsa en güzelini yapar’ demiş oluyorsun, Subhanallah biliyorsunuz zaten bir tesbih.
Şimdi Sebbeha; ‘bir şeyin suyun üzerinde ya da gökyüzünde kolaylıkla akıp gitmesi’ anlamına geliyor, yani esas kök anlamı itibariyle. Cenab-ı Hakk’ka karşı kullanıldığı zaman da, iki manası var. bir; ‘Allah’ı yanlış sıfatlardan yani O’na uygun olmayan özelliklerden uzak kabul etmek’, yani o şeyin hızla akıp gitmesi gibi gökte ve suyun üzerinde, Cenab-ı Hakk’ı hızlı bir şekilde bütün olumsuz sıfatlardan uzaklaştırma manasında olduğu gibi, hızlı bir şekilde Allah’ın emrine uyma anlamında da kullanılıyor. Dolayısıyla işte hem dua manasına hem ibadet manasına.. Ama yani ‘isteyerek hızlı bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın emrine uyma’ anlamına geliyor.
“Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah için tesbih eder” (Hadid, 57/1) yani Allah’ın emrine uyar.
Kainat içerisinde Allah’ın emrine uymayan iki tane varlık var, insan ve cin. Yani isterse uymayabiliyor. Ama mesela insanı ele alalım, insanların bir zorunlu davranışları vardır. O zorunlu davranışlarda tamı tamına Allah’ın emrine uyarlar. Yani Allah’ın koyduğu kurallara uyarlar. Nefes almamız gerekiyor, yemek yememiz gerekiyor, su içmemiz gerekiyor, vücudumuzun hücrelerinin, dolaşım sisteminin, kan dolaşımının, sindirim sisteminin falan çalışması, işte uyumamız, uyanmamız, hareket etmemiz Allah’ın koyduğu kurallara uygun. Aksi takdirde yaşayamayız zaten.
İnsanlar iradi hareketlerde Cenab-ı Hakk’a karşı isyan ederler. İşte cinlerden de bu var mesela şeytan Allah-u Teâlâ’ya Âdem (a.s.)’a secde konusunda baş kaldırmıştı, ama diğer konularda uymuştu. Bugünde bakarsınız ki birçok konular insanlar Cenab-ı Hakk’a itaat eder ama bazı konularda ‘e buraya kadar burada senin payın başka benim payım başka, sen öyle diyorsan bende böyle diyorum’ diyerek Allah’a baş kaldırır ve kâfir olur. Yani kâfirlerde de bir zorunlu kulluk vardır. Bu zorunluluğu bütün mümin kâfir herkes zaten yapıyor. Gönüllü kulluk konusunda insanlar ikiye ayrılıyor, müminler Allah’ın her dediğini doğru kabul ediyor. Mesela günah da işlese yaptığının günah olduğunu kabul etmek o konuda Allah’ın koyduğu kuralın geçerli olduğunu kabul etmektir. Mesela Âdem (a.s.) da Allah’ın emrini yerine getirmedi, şeytan da getirmedi. Ama Allah iblis’e ‘Âdem’e secde et’ diye emretti etmedi, Âdem (a.s.)’a ‘şu ağaçtan yeme’ dedi yedi. Ama iblis kendini haklı kabul etti, kendi haklıysa Allah-u Teâlâ’nın verdiği emir haksız oluyor. Âdem (a.s.) kendini haksız kabul etti, yani ‘Ya Rabbi senin emrin doğrudur’ dedi. Kendini haksız kabul etmek de bir çeşit ibadettir. Yani Allah’ın o emrinin doğru olduğunu kabul etmiş oluyorsunuz, dolayısıyla tevbe edince de Cenab-ı Hakk hem sizi o günahtan arındırıyor, hem de o günahı sevaba da çeviriyor. Faka siz o günahı işlememiş olsanız on sevap alırsınız en azından işte o zaman da bir sevap alabiliyorsunuz. Tevbe edeceksiniz, tevbe etmek kolay değil, işte sigara içen bir kişinin sigarayı bırakması nasıl zorsa günahkâr olan bir adamın günahı bırakması o kadar zordur. Çünkü bir müddet sonra vücut o günaha alışıyor. Vücutta yeni ir tabiat oluyor. Artık ondan zevk almaya başlıyor. Başlangıçta rahatsız olduğu şeyden. Oldukça zor bir şey. Yani Allah rızası için o yollardan geçince Allah ayrıca da bir ödül vermiş oluyor.
Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard, ve huvel azîzul hakîm.
“Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder(Allah’a boyun eğer). Allah güçlüdür ve doğru karar verir.” (Hadid, 57/1)
Bu “hakîm” şeyinden hüküm mastarı yapar yani hüküm kökünden kaynaklanıyor. Hâkim, yani bizim bildiğimiz hakim var, hakimin karşısına iki kişi gelir aralarında anlaşmazlık olan iki kişi, eğer hakim iyi bir hakimse konuyu iyi kavramışsa aralarında doğru karar verir, sen haklısın sen haksızsın. O doğru olarak verdiği kararın adı “hikmet” olur. Gerçeğe isabet ettirilen şey. Allah’ın bütün kararları doğru olduğu için ‘Allah hâkim’dir. Yani bütün her şeyi yerli yerindedir, gerçeğe uygundur. Azizdir, yani güçlüdür, işini yarım bırakmaz. Biz birçok şeyi yapmaya karar veririz ama yarım kalır. Allah-u Teâlâ için öyle bir şey söz konusu değil.
Lehu mulkus semâvâti vel ard,
“Göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir.”(Hadid, 57/2)
Mülk dediğimiz zaman Türkçemizde işte ‘bu benim mülküm’ deriz yani ben bunun sahibiyim anlamına gelir. Şimdi mülküm dediğin zaman, e ben bir şeyin sahibiysen ben onu istersem satarım değil mi? istersem hiç kullanmam. Yani onun üzerine tasarruf yetkim var, istediğim gibi hareket ederim. Şimdi göklerin ve yerin mülkü Allah’ın emrinde olduğu için Allah istediği gibi tasarruf eder, hepimizin sahibidir. Rabbul Alemin’dir. İşte bu tasarruf yetkisine sahip olana da melik diyoruz, malik diyoruz. İşte melik kelimesi kral diye, sultan diye Türkçemizde kullanılır. Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah-u Teâlâ’nındır, Allah hepsinin hem sahibidir hem yöneticidir hem yaratıcısıdır, hem öldürendir. Zaten ayette şey yapacak,
yuhyî ve yumît(yumîtu), ve huve alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).
“Hayatı veren O’dur, verdiği canı geri alan da O’dur. Allah her şeye kadirdir” (Hadid, 57/2)
Yani Allah’ın gücünün yetmediği hiçbir şey yoktur. Zaten yaratan O, yaşatan O, hepsi bütün yetkiler O’nun elinde.
Huvel evvelu
“Evvel O’dur” (Hadid, 57/3)
Hiçbir şey yokken O vardı
vel âhiru
Ahir O’dur (Hadid, 57/3)
Her şey yok olsa o asla yok olmaz,
vez zâhiru
Allah Zahirdir(Hadid, 57/3)
Yani Allah’ın varlığını gücünü kudretini siz her şeyle müşahede edebilirsiniz, herkes kendine göre Allah’ın varlığını gücünü, kudretini ispat edeceği bir şeye sahiptir. Çok açıktır, her yerde O’nun varlığının eserini görebilirsiniz,
vel bâtınu,
“aynı zamanda da Batındır”(Hadid, 57/3)
Kendisini göremezsiniz, elinizle dokunamazsınız. Yani şeyde hani Musa (a.s.) ne demişti Cenab-ı Hakk’a;
Rabbi erinî enzur ileyk(ileyke),
“Ya Rabbi bana görün de ben de sana bakayım.” (Araf, 7/143)
Allah-u Teâlâ ne dedi:
kâle len terânî
“sen beni göremeyeceksin” (Araf, 7/143)
Dedi. Evet, “beni göremeyeceksin” yani o yönüyle batın, ama bütün etkileri yönünde zahir.
Şimdi, şöyle düşünün yani şu kâinat o sonsuzluk içerisinde küçücük bir şeydir. Tüm sonsuzluğa hâkim olan Allah-u Teâlâ’yı siz küçücük yerden nasıl göreceksiniz? Ancak onun etkisini görürsünüz.
ve huve bi kulli şey’in alîm.
“O her şeyi bilir” (Hadid, 57/3)
Şimdi Allah-u Teâlâ’nın varlığı her tarafta zahir olduğu için, her insan bunu bizzat gözüyle görmüş gibi kabul ettiği için, Allah’a inancımızı ifade ederken Eşhedü deriz. ‘Ben şahidim ki’. İnsan gözüyle görmediği şey konusunda Eşhedü diyemez, ben şahidim diyemez. Her insan Allah’ın varlığını gözüyle görmüş gibi kavrar. Ondan dolayı eşhedü deriz. Peygamberler Allah’ın varlığını ispata hiç uğraşmamışlardır. Eğer öyle olsaydı ‘şu peygamberin dediğine göre Allah’ın var olduğuna şahitlik ediyorum ya da Allah’ın var olduğunu söylüyorum’ demek gerekirdi. Her insanın kendi müşahedesiyle tespit ettiği bir şeydir Allah’ın varlığı. Herkes eşhedü der.
La ilahe illallah, deniyor. Allah’tan başka ilah yok. Şimdi, Allah’ın varlığına sayısız deliller var ama Allah’tan başkasının ilahlığına dair bir tek delil yok, o insanların hayallerinde uydurdukları şeyler. Peygambere de insan eşhedü diyerek şahitlik yapıyor, o eşhedü diyerek şahitlik yapmamızın sebebi neydi, biz mesela peygamberimizi görmedik, onu belgesini gördük. Yani ‘ben Allah’ın elçisiyim’ diyor. İşte birisi televizyonda hep görüyorsunuz işte ‘falan ülkenin büyükelçisi cumhurbaşkanına güven mektubunu sundu’ deniyor. O güven mektubu olmasa Türkiye’de göreve başlayamaz. Çünkü o mektupla bu şahsın o ülkenin elçisi olduğu kesinleşmiş oluyor. E birisi geliyor diyor ki ‘ben Allah’ın sana gönderdiği elçiyim’ diyor. O zaman Allah’ın bana gönderdiği güven mektubunu sunması lazım. Benim çünkü güvenmem lazım.
Daha önce anlatmıştım, İstanbul müftülüğünde oturuyoruz, rahmetli Timurtaş UÇAR var, Ahmet VANLIOĞLU var, üçümüz. Timurtaş hoca, bir tek Ahmet hocanın masasında bir telefon vardı, o zaman telefon şimdiki gibi çok değil, Timurtaş hoca Ahmet hocanın masasına geldi orada telefonla bir yere telefon edecek konuşacak, o sırada içeriye bir adam girdi, iri yarı birisi. Hemen geldi Timurtaş hocanın masasına oturdu, gayet de heybetli bir şekilde;
“Beyler ben peygamberim” dedi.
Ahmet VANLIOĞLU da çok nazik bir şekilde
Aaa çok memnun oldum hoş geldiniz” dedi.
“bu insanlar yoldan çıkmış, kimse benim peygamberliğime inanmıyor” dedi. “bana bir belge verin, bir de basın toplantısı düzenleyin, yoksa bu milletin başına büyük felaket gelecek”
Ahmet VANLIOĞLU dedi ki:
Hay hay tabii. Siz kimin peygamberiydiniz” dedi
“Allah’ın”
“haa! Bir yanlışlık oldu biz bizim görevlendirdiklerimize belge veriyoruz” dedi. “Allah’ın görevlendirdiğine belge verme yetkimiz yok, sen git o belgeyi ondan al” dedi.
Adam: “doğru söylüyorsun yaa” dedi ve kalktı gitti. Meğer Bakırköy’den kaçmış.
Öyle bize her hafta bir iki tane gelirdi.
Şimdi, birisi çıkıyor ‘ben Allah’ın peygamberiyim’ diyor. Tabi ki ben belge isteyeceğim, o belgeyi görmeden Allah’ın peygamberi olduğunu nereden bileceğim. O belge öyle bir belge olmalı ki Allah’tan başkası onu düzenleyememeli. Mesela şimdi bir adam çıkıyor neyse artık onunla ilgili vasıf söylemeyeyim de, diyor ki, ‘benin fotoğrafımın etrafında bir hale var’ diyor ‘ben Allah’ın elçisiyim o da benim şeyimdir’ diyor. E fotoğrafın yanda ışık halesi yapmak basit bir iş, onu herkes yapar. Şimdi, öyle bir şey yapacaksınız ki insanlar öyle bir şeyi yapamamalı. Ondan dolayı onun adına da mucize deniyor. Mucize olunca da haa! Demek ki sen Allah’ın elçisisin. Bu konuda kesin bir kanaat hâsıl oluyor, o zaman eşhedü diyebiliyorsunuz. İşte peygamberimizin elçilik belgesi de Kur’an-ı Kerim, elimizde var, bunu okuyoruz, haa bu bir insan eseri değil. O zaman onu bize getiren mutlaka Allah’ın elçisidir kanaatine vardıktan sonra eşhedü diyoruz. ‘Ve eşhedüenne muhammeden abduhu ve resuluh’ diyoruz. Eşhedü, artık benim bir kendi kanaatim oluyor, artık hocamın dediğine göre, falanın dediğine göre, filanın dediğine göre değil. Artık ben kesin kanaat sahibiyim eşhedü. İşte tahkiki iman. Onun için birinci tekil şahıs kullanılır eşhedü denir, imanı belirtmek için. Falandan öğrendiğime göre denmez. Falan sana yol gösterir ama kanaat senin kanaatin olacak.
Huvellezî halakas semâvâti vel ardafisitteti eyyâmin
“O gökleri ve yeri yaratmış olandır(Gökleri ve yeri yaratan O’dur.) altı günde”(Hadid, 57/4)
Şimdi bir gün diye dünyanın kendi çevresinde bir kere dönüşüne diyoruz di mi, peki dünyanın olmadığı zaman gün neye göre belirlenecek? Mesela, Mars günü ne kadar ya da falan yerdeki bir gezegenin günü ne kadar sürüyor? Dolayısıyla bu gün, bu Allah-u Teâlâ’nın gökleri ve yeri yarattığı gün, tabi bizim anladığımız manada yirmi dört saat olmaz. Ne olur, onu Allah bilir.
Huvellezî halakas semâvâti vel ardafisitteti eyyâmin
“Gökleri ve yeri Allah altı günde yaratmıştır” Hadid, 57/4)
Şimdi gökleri ve yeri diye ayırdığına göre, demek ki yer gök cismi sayılmıyor Cenab-ı Hakk’ı kitabında. Bu yer ayrı ve gökler ayrı. Zaten tüm şey de ona göre. Yeri iki günde yarattığını söylüyor Allah-u Teâlâ dört günde de yiyeceklerini “ve kaddere fîhâ akvâtehâ fî erbeati eyyâm” (Fussilet, 41/10) yani o altı günün tamamında yerde oluşum devam ediyor, o altı günün iki gününde gökler ve yerler yaratılıyor. O zaman demek ki yerin yaratılışı son derece önemli. Ondan dolayı mesela Âdem (a.s.)’a diyor ki;
“fîhâ tahyevne ve fîhâ temûtûne ve minhâ tuhrecûn”
“siz bu yeryüzünde yaşayacaksınız, orada öleceksiniz, bir kere daha yerden çıkarılacaksınız”(Araf 7/25)
İşte, şeyde kıyamet olaylarında gök cisimlerinde;
“İzessemaunfetarat.” Gök yarılıyor, “ve izelkevakibun teserat.” “yıldızlar dağılıyor”, ama yerde ne oluyor “Ve izelbiharu fuccirat” sadece denizlerin aradaki araları açılıyor, yada denizlerin altından bir kaynama oluyor, “Ve izelkuburu bu’sirat” “kabirdekiler dışarı çıkarıldığı zaman” (İnfitar 82/1-5)
Yani dünya gene, yeniden oluşumda da dünya yerinde kalıyor. O zaman burada birde faklı bir yaklaşım. Bizim astronomi âlimleri konuya Kur’an-ı Kerim’e göre yaklaşmalılar, başkalarının söylediklerine göre değil.
summestevâ alel arş
“Sonra Allah arşa kurulmuştur.” (Hadid, 57/4)
Şimdi, “arşa oturdu”. ‘Arş’ dediğimiz şey yani Allah-u Teâlâ insanlara da topraktaki dille konuşur. Çünkü ne diyor:
Ve ma erselna mir rasulin illa bi lisani kavmihi li yubeyyine lehum
“gönderdiğimiz her peygamberi kendi kavminin diliyle göndeririz. (insanların kendi aralarında konuştuğu dille) ki onlara anlatabilsin” (İbrahim, 14/4)
Aynı dili konuşmadığınız kişiye neyi anlatabilirsiniz? Şimdi, o kavmin dilinde arş, kralın tahtıdır. İşte bugün tat dediğimiz şey. Oturduğu yere “kürsi” denir, bir de onun üzerinde bir örtü olduğu zaman onun adına “arş” denir. Şimdi, bunu Kur’an-ı Kerim’de iki ayette de Allah bize bildiriyor, hatta daha fazla ayet. Yusuf (a.s.) suresinde babasını, annesini arşa aldı değil mi, var, ondan sonra Yusuf (a.s.)a secdeye kapandılar var, Belkıs’ın arşını, Belkıs’ın işte şöyle bir arşı var diye Hüdhüd haber veriyor, Süleyman (a.s.) da onun arşını kim bana getirir diyor;
eyyukum ye’tini bi arşiha kable ey ye’tuni muslimîn
“onlar bize teslim olup gelmeden önce kim onun arşını getirir” (Neml, 27/38)
Diyor. Şimdi, bu arş, saltanat koltuğu. Şimdi biz Türkçemizde diyoruz ki mesela bugün diyoruz ki ‘cumhurbaşkanlığı koltuğunda Ahmet Necdet SEZER oturuyor.’ Bunu söylediğiniz zaman hangi Türk şuan benim oturduğum gibi oturmacı kasteder? Böyle bir şey anlayan var mı? Ta da hangi Türk şöyle bir koltuğu sandalyeyi anlar? Yani o makamı o işgal ediyor demektir. Ömründe hiç Çankaya Köşküne uğramasa da evinde işlerini yürütse gene o koltuğu kim işgal eder, gene cumhurbaşkanı işgal eder. Başbakanlık koltuğuna Recep Tayyib ERDOĞAN oturuyor. Hiç başbakanlık konutuna uğramasa da gene o koltukta oturan odur. Yani ondan maksat o hâkimiyetin sahibi odur. Yani sokakta konuşulan dil bu. Öyleyse arşın üzerine hâkimiyet kuran yani göklerin ve yerin yönetimini elinde bulunduran Allah-u Teâlâ’dır.
Peki, bu arş, arş şimdi, şöyle bir şey yani, bir oturulan bir koltuk, birde onun üstünde bir örtü, ikisine birden arş deniyor. Oturulan koltuğa da “kürsi” deniyor, sandalye. Mesela şeyde Süleyman (a.s.)’la ilgili neydi, mesela
ve elkaynâ alâ kursiyyihî ceseden summe enâb
Süleyman ((a.s.).)’ın
“oturduğu kürsisinin üzerine bir ceset attık” (Sad, 38/34)
diyor ayeti kerimede. Cenab-ı Hakk’ın kürsisiyle alakalı;
vesia kursiyyuhus semâvâti vel ard
“Allah’ın kürsüsü gökleri ve yeri içine alır” (Bakara, 2/255)
Gökleri de yeri de içine alıyor kürsisi, tamamını kuşatıyor. O zaman arş, zaten o kürsiyle birlikte kabul ediliyor, o zaman Allah’ın arşı, öbür ayeti okuyalım:
estevâ alel arş
“arşın üzerine kuruldu” (Hadid, 57/4)
Dendiği zaman göklerin ve yerin hâkimiyetini kendi eline aldı demektir, bunun anlamı budur. Yani sokaktaki dil bu. Şimdi daha sonra, efendim “istiva” nedir, “kürsi” nedir bilmem nedir diye iyi Arapça bilmeyenler işin içerisine girince bir sürü dedikodular ortaya çıkmış.
Salondan Bir Kişi: Şey var hocam, “ve kâne arşuhu alel mâ”(Hud, 11/7) …………..(anlaşılmıyor)
Abdülaziz BAYINDIR: Şimdi “ve kâne arşuhu alel mâ”(Hud, 11/7) üzerinde düşünmediğim bir soruyu sordun. Hocam siz cevaplandırın ama ben şimdi aklıma gelenleri söyleyeyim, bu soru üzerinde düşünmemiştim de, ama şu anda aklıma gelenleri söyleyeyim. Nasıl olsa burada bir tefsir profesörü hocamız var Mevlüt GÜNGÖR hoca. Şimdi,
ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy
“her canlıyı sudan yarattık” (Enbiya, 21/30)
Diyor Allah-u Teâlâ. Şimdi,
ve kâne arşuhu alel mâ
“Allah hâkimiyetini su üzerine kurmuştur” (Hud, 11/7)
Dediği zaman, o zamanda yani bu canlılardır kendi başına hareket edebilecek durumda olanlar. Mesela bugün Allah’a isyan edebilecek dersin başında söyledik iki varlık var insanlar ve cinler. Onun dışındakilerin ne çevreyi bozma imkânları var, ne yanlış yapma imkânları, neyse o. Allah’ın verdiği programa göre hareket ediyorlar. Ama bu insanlara da cinler de Allah’ın hâkimiyetinin dışına çıkma imkânına sahip değillerdir. Çünkü Allah’ın değdiği zaman dünyaya geliyorlar, Allah’ın dediği zaman dünyadan ayrılıyorlar ve Allah’ın verdiği imkânları kullanıyorlar. Yani gene de asıl hâkimiyet Allah-u Teâlâ’nın elinde, yani şimdi şu anda bu kadar cevap veriyorum. Hocam siz bir şey söyleyecek misiniz?
Mevlüt GÜNGÖR: Çok güzel, ayeti ayetle tefsir ettiniz. Bu yaratılışta bir devre, yani o sırada demek ki bir su var sadece, daha sonra…
Abdülaziz BAYINDIR: O ayetin başında, tabi şey yapmak lazım
Mevlüt GÜNGÖR: ve kâne diyor
Abdülaziz BAYINDIR: Ayetin başını da, bağlantılarını da falan şey yapmak lazım. şimdi şu anda ….(anlaşılmıyor dk 39,21)
Peki şimdi devam edeyim.
ya’lemu ma yelicu filardi ve ma yahrucu minha ve ma yenzilu minessemai ve ma ya’rucu fiha,
“Yerin içerisine ne giriyor Allah onu bilir, yerden ne çıkıyor onu da bilir, gökten inen ne (Allah onu biliyor) ve gökte ne yükseliyor (Allah onu da bilir).” (Hadid, 57/4)
Şimdi, burada dört şey var. Benim şimdi tefsirlerden aklımda kaldığı kadarıyla, işte yağmur gökten yağar, yere ölüler girer ya da işte tohum toprağa karışır, bitkiler biter ya da işte yerden sular çıkar, buharlaşmayla gökyüzüne yükselir gibi şey yapıyoruz ama başka şeyler de olması gerekiyor. Mesela bu surede ancak uzmanlarının üzerinde düşünerek cevaplandırabileceğini düşündüğüm bir ayet var mesela. Bu sureye adını veren kelime orada geçiyor;
ve enzelnel hadîde
“Demiri indirdik” (Hadid, 57/25)
Acaba bu madenlerin oluşumu işte gökyüzünden yağan bir kısım tozlar falan mı diyorlar, onların yeryüzünde bazı maddelerle birleşmesinden mi oluyor? En azından demirin oluşumu böyle mi oluyor? Orada da indirme kelimesinden bahsediyor Allah-u Teâlâ.
Salondan Bir Kişi: anlaşılmıyor (dk 41,20)
Abdülaziz BAYINDIR: Hepsi olur yeni olmaya olur ama herhalde bu ayetler üzerinde çok uzun uzun düşünülmesi lazım ben öyle düşünüyorum. Yani sadece yağmur ve sadece ölüyle izah etmek çok eksik olur. Melekler iniyor, cinler çıkmaya çalışıyor birinci kat semadan geri gönderiliyorlar falan, artık kim bilir neler var? “yahrucu minhâ” derken o yedi göğün içerisinde yükselen var. Bizim mesela yağmurlarla ilgili söylediğimiz nihayet çok yakın bir mesafede bitiyor o. Ama yedi gökte yükselen bir şey var, ama ne? Melekler olabilir tabi aklınıza gelen, ama başka şey de olabilir.
Salondan Bir Kişi: dualar olabilir mi?
Abdülaziz BAYINDIR: E dualar tabi
ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu
“Güzel söz Allah’a yükselir, Salih amelde onu yükseltir” (Fatır, 35/10)
Diye, o da olur tabi dualar da olur. Ama sadece onlarla sınırlamak eksik olur, bilmediğimiz birçok şeyler.
ve huve meakum eyne mâ kuntum,
“nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir”(Hadid, 57/4)
Nerede olursanız olun! E şimdi, kürsisi gökleri de yeri de içine alıyorsa bizde yerde yaşayan kişileriz, e tabi ki bizimle beraber olacak, bu çok tabii bir şeydir. İşte, Kaf suresinde galiba okumuştuk:
ve nahnu akrabu ileyhi min hablil verîd.
“Biz kişiye şah damarından daha yakınız”(Kaf, 50/16)
Diyor. Ama burada şu var; mesela bu ayeti kerimeye de bakın “ve huve meakum” “O sizinle beraberdir” (Hadid, 57/4) biz de varız Allah da var. Biz de varız Allah da var.
Bir vahdeti vücutçular vardır. Yani hem O o, her şey O’dur diye, her şey Allah’tır diye söylüyorlar. O zaman biz diye bir şey yok ki o zaman birçok ayeti kerime işe yaramaz hale gelecektir.
Mevlüt GÜNGÖR: Fatiha’yı da okuyamayacaklar.
Abdülaziz BAYINDIR: Fatiha, “iyyake na’budu” diyemeyeceksiniz. Ondan sonra mesela:
Halakas semâvâti vel arda bil hakk
“Gökleri, yeri gerçek olarak yarattım”(Zümer 39/5)
Diyor, onlar diyorlar ki “hayır” diyorlar, “gerçek değildir.” Yani Allah bilmiyor onlar biliyorlar. Çünkü kendilerini tanrılaştıracaklar ya. O zaman her şey tanrı oluyor, her şey Allah’ın bir parçası oluyor. Hâlbuki Allah “O sisinle beraberdir” bir siz denen yani bir biz varız ve Allah var. Mesela;
“Allahu la ilahe illa huvel hayyul kayyum, la te’huzuhu sinetuv vela nevm, lehu ma fis semavati ve ma fil ard”
Allah! … Kendisinden başka ilah olmayandır. Diridir, varlığı kendiliğindendir.(herhangi bir şeye bağlı değildir). Onu ne bir uyuklama tutar, ne uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi onundur… (Bakara 2/255)
Göklerde olan var, yerde olan var ve onlar O’nun. Ama onlar ayrı bir şey. Mesela şimdi, ‘bu benim’ diyorsam, tamam benim olabilir ama ben bu değilim dimi. E şimdi tabi, saptıran saptırıyor ne yapalım. Bu dünyada her şey serbest. Ve en büyük saptırıcı da dini kullanarak saptırandır. Biliyorsunuz şeytan doğru yolun üstünde oturur, en büyük saptırıcılar da kendilerini doğru yolun üstünde gösterenlerdir. Onu için doğru yola girenlerin akıllarını çok çok iyi kullanmaları lazım. Yoksa onlara aldanmak kolay olur.
vallâhu bi mâ ta’melûne basîr
“ne yaparsanız Allah onu görüyor”(Hadid, 57/4)
Allah’ın görmediği hiçbir şey yok. O Cenab-ı Hakk’ın gücü.
“efendim ben bu kadar çok, binlerce insan milyarlarca insan aynı zamanda milyarlarca iş yapılıyor, şu bu o kadar şeyi görmesi mümkün mü?” e Allah sen değil ki kardeşim. Seni ve kâinatı yaratan, sen değil ki.
Lehu mulkussemavati vel’ard,
“Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir.” (Hadid, 57/5)
Yuani, dersin başında da dedik ya, “mülk” dediğimiz işte maliklik. “Bu benim mülkümdür” dediğiniz zaman “İster atarım ister satarım sana ne” der başkasına da karşı çıkarsınız değil mi?
“ya! Niye yapmıyorsun?”
“ya kardeşim benim malım, sana ne”
Der adam. Ha, o zaman ne demektir, gökler ve yer Allah’ın mülküyse ona hiç kimse müdahale edemez demektir. Tam hakimdir demektir. Zaten “rabus semavati vel ard” “göklerin ve yerin sahibi, rabbıdır”(Enbiya, 21/56, Kehf, 18,14).
Şimdi, bizdeki maliklik son derece sınırlıdır. Ben şimdi diyorum ki, “efendim, bu Kur’an-ı Kerim benim”. Siz diyorsunuz ki “ne zaman aldın?” benim olmasının bir başlangıcı olmalı, çünkü bunun kâğıdını ben üretmedim, yazısını ben yazmadım, matbaada ben basmadım, ben ciltlemedim, ben buraya kadar getirmedim falan. Bunun arkasına baktığınız zaman yığınla iş vardır, yığınla insan o işte çalışmıştır. Ne zaman benim, işte şimdi. Benim dediğim de bunun hazır olmuş bitmiş ondan sonra ben bunun bedelini vererek almışım ya da birisi bana hediye etmiş, benim diyorum. Ama bir müddet sona da benim elimden çıkacak, başkasının olacak. Ama Allah-u Teâlâ öyle değil ki. Yaratan, besleyen, büyüten, hem oluşturması O’na ait hem sürekli O’nun mülkiyetinde. Şekil değiştirse de O’nun aynı şekilde kalsa da O’nun, ne olursa olsun O’nun. Onun için O’nun malikliği tam, bizimkisi noksan.
Yoksa işte, “ben görüyorum” diyoruz, mesela işte burada, “vallâhu bi mâ ta’melûne basîr” “Allah görür” diyor “sizin yaptığınızı”. “Bende görürüm” diyorum, “ene basîrun” derim. E şimdi, hiçbir insan ben Allah gibi görürüm demez. Benim görmemin bir takım sınırları vardır. Şimdi şurada birçok melekler vardır, cinler vardır, resimler var… Mesela şimdi buradan bu kamera bizim resmimizi çekiyor, o bilgisayar bütün dünyaya dağıtıyor, bütün dünyaya buradan gidiyor, o resimlerden hiçbir tanesini görmüyoruz. Görebilmek için buraya bir tane alet koymak gerekiyor o zaman ancak görebiliyoruz. Yani bizim görmemiz son derece sınırlı, ama Allah-u Teâlâ’nın görmesi sınırsız. Allah’a ait olan her şey sınırsız. Allah’ın gücü her bakımdan sınırsız. Evet bizde de bazı hususlar varsa işte o tür özelliklere “subuti sıfat” deniyor. Yani başka varlıklarda da olabilen ama Allah ‘la ilgili olduğu zaman tam ve mükemmel, diğer varlıklarla ilgili olduğu zaman çok zayıf ve sınırlı bir özellik olarak şey yapılıyor.
Lehu mulkussemavati vel’ard, ve ilellahi turce’ul’umûr.
“Göklerin ve yerin mülkiyeti/hâkimiyeti Allah’a mahsustur, işler Allah’a döndürülür” (Hadid, 57/5)
Çünkü bu yapılan, yani, her şeyin başı da sonu da tüm kararlar Cenab-ı Hakk’a çıkar, her türlü karar. Bize de tabi tercih hakkı vermiş, ama tercih hakkı kararı da oradan çıkıyor. Önümüzdeki imkânları da O vermiş, bizdeki kabiliyetleri de O vermiş. Yaptıklarımızın sonucunda O’nun huzurunda yargılanacağız ve son kararı gene O verecek. Tüm işler O’na döndürülecektir.
Yuliculleyle fînnehari ve yulicunnehare filleyl,
“Geceyi gündüzün içerisine sokar, gündüzü de gecenin içerisine sokar” (Hadid, 57/6)
Mesela şimdi bu günler artık her geçen gün geceler uzuyor gündüzler kısalıyor. Yani günden biraz bir parça geceye katılıyor, her geçen gün atılıyor. Az önce akşam ezanı okundu, hâlbuki biz akşam ezanını dersi bitiriyorduk ondan sonra dinleyebiliyorduk. E bir müddet sonra da yatsı ezanından sonra derse başlayacağız, hepsine de saat yedide başlıyoruz. Saat yedi değişmiyor ama gece gündüz değişiyor.
Gündüzü gecenin içerisine, geceyi gündüzün içerisine sokuyor. Tabi bu bu kadar basit bir olay değil, buna sebep olan dünyanın hareketleri var. İşte bu 23 derece 27 dak. kuzeye ve güneye dönmesi var, ona göre oluşan mevsimler var. İşte geceler uzadıkça havalar soğumaya başlıyor, günler uzadıkça havalar ısınmaya başlıyor. Bunun arkasında çok büyük bir sistem var. Ama sonuç, en son gördüğümüz gecelerin kısalması, gündüzün uzaması ya da gündüzün kısalıp gecenin uzaması. Ama bu sadece bir sonuçtur. Bütün bunları yapan Allah-u Teâlâ’dır, insanların bu konuda herhangi bir katkıda bulunması, müdahalede bulunması söz konusu olamaz. Sadece insanlar bunu hesabını yapıyorlar. Zaten Allah-u Teâlâ da bunu söylüyor:
Eş şemsu vel kameru bi husbân
“güneş de ay da hesapta” (Rahman, 55/5)
Şey de işte göklerde de nizam var erde de nizam var. Yani ölçü var, bir denge var, bir denetimi var bunun her şeyi var.
ve huve ‘alimum bizatissudûr.
“Allah göğüslerin neye sahip olduğunu da çok iyi bilir.” (Hadid, 57/6)
Göğüsler, esasen göğüslerin asıl sahip oldukları nedir? İman ve küfürdür.
İman, kalp ile tasdik değil mi? İçten inanmak gerekiyor. Küfür de içten reddetmek. Onun için adam içten inanmadığı halde inanıyorum dese mümin sayılmıyor değil mi? İnandığı halde, içten inandığı halde şartlar öyle gerektiği için inancını ortaya koymuyorsa kâfir mi oluyor Allah katında? Mesela Mü’min diye bir sure var Kur’an-ı Kerim’de. Bu adam kim?
Ve kale raculum mu’minum min ali fir’avne yektumu imaneh
“firavun ailesinden, imanını gizleyen mü’min bir adam kalktı şöyle dedi” (Mü’min, 40/28)
Diye, Allah onun sözlerine uzun uzun yer veriyor surede. Ve surenin adını onun adıyla adlandırmış. Eee! Demek bu olabiliyor. yektumu imaneh, iman gizlenebiliyor demek ki! İşte gizlendiği yer kalp. Ondan sonra bazı insanlar inandıklarını söylüyor;
Ve minen nasi mey yekulu amenna billahi ve bil yevmil ahiri ve ma hum bi mu’minîn.
“İnsanlardan kimisi “Allah ve ahiret gününe inandık” derler, ama inanmış değillerdir.”(Bakara, 2/8)
Kaletil a’rabu amenna, kul lem tu’minu
O çöl Arapları “inandık” derler, sende deki: “siz inanmadınız””(Hucurat, 49/14)
Dolayısıyla kalplerin asıl sahip olduğu iman veya küfürdür. Onun için mesela bir ayeti kerimede Allah-u Teâlâ diyor ki:
ve in tubdu ma fi enfusikum ev tuhfuhu yuhasibkum bihillah
“içinizde olanı ister açığa vurun ister gizleyin, Allah onunla sizi hesaba çekecektir.”(Bakara, 2/284)
Yani sizin imanınız varsa imana göre, küfürse küfre göre hesap vereceksiniz. Şimdi, bu ayeti kerimeyi açıklarken bazıları çok garip bir noktaya gidiyor; içinde olanı, içinden geçen diye anlamaya çalışıyor. İçinden geçene insanın engel olması mümkün değil. İşte vesvese oluş şu olur bu olur. Ama içinde olan, oraya yerleşmiş olan ya imandır ya küfürdür. Ve asıl sorumluluk ondan, yani ana merkez odur. Onun için ne diyor Allah-u Teâlâ:
İnnellahe la yağfiru eyyuşrake bihi
“Şüphesiz Allah kendine ortak koşulmasını bağışlamaz.”(Nisa, 4/48)
Nerede oluyor o? Kalpte oluyor dimi.
ve yağfiru ma dune zalike li mey yeşa’
Peki, şirk yok onun dışında günahlar… Şirk yoksa o da kalpte var. Esas yeri kalp. Onun için şimdi o ayetle ilgili birçok şeyler ortaya koyuyorlar, bir de bir sebebi nüzul ilave ediyorlar, hâlbuki öyle değil. Allah içinizde olana göre sizi hesaba çekecektir, yani imanın asıl yeri kalptir. Başkalarına gösteriş yapabilirsiniz. Hatta münafıklar Cenab-ı Hakk’a karşı bile oyun oynayacaklarını düşünüyorlar.
İnnel munâfikîne yuhâdiûnallahe ve huve hâdiuhum
“onlar (o münafıklar) kendi kafalarınca Allah’a karşı düzen kurmaya çalışıyorlar. Hâlbuki o düzeni Allah koymuştur, dolayısıyla yaptıklarının cezasını onlar çekeceklerdir.” (Nisa, 4/142)
Mevlüt GÜNGÖR: imana, niyetleri de gönüldedir çünkü. Niyetler ve kararlar, kesinleşmiş kararlar.
Abdülaziz BAYINDIR: Çok doğru evet. Tabi ister istemez o niyetin yeri de kalptir. Şimdi siz, camide delikanlı, adamın kızını almak için abdestsiz girer camiye onun önünde namaz kılar. Şimdi, bu adam namaz kılmış olmaz ki. Tabi kalpten, içten bir niyet gerekiyor tabi. Bir adama zorla namaz kıldırabilirsiniz, ama zorla adama niyet ettiremezsiniz ki. Çünkü içinde yoksa ağzından niyet ettim dese de bir şey ifade etmez. Onun için zorla bir adama “ben Müslüman’ım” dedirtebilirsiniz ama adamı Müslüman edemezsiniz ki. Ondan dolayı Allah-u Teâlâ diyor ki:
La ikrahe fid din
“Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256)
Yani istesen de din konusunda baskı yapamazsın. Buna kimsenin gücü yetmez. Çünkü o inanç kalpte olandır, sen adamın kalbine inancı sokamazsın ki. Adam kabul ederse eder etmezse etmez. Ondan dolayı inanç şahsidir, kişiseldir, her kişi kendi kabul eder ya da kendisi reddeder. Orada, kalbin içerisin de herkes hürriyetin doruk noktasındadır, alabildiğine hürdür. Karar kendi kararıdır, sonuca da kendi katlanır. İşte Allah onu kalbinin içerisine koymuş ki yarın ahirette hiç kimse diyemez ki “ya Rabbi ben ne yapayım, işte baskı altında yaşadık, falan yerde yaşadık,
en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn.
Ev tekûlû innemâ eşreke âbâunâ min kablu ve kunnâ zurriyyeten min ba’dihim, e fe tuhlikunâ bimâ fealel mubtilûn
Artık Kıyâmet günü; “biz bunun farkında değildik” diyemezsiniz. Şunu da diyemezsiniz: “Önceden ortak koşanlar babalarımızdı. Biz ise onlardan sonra gelen bir nesildik. O batıla sapanların işlediklerinden ötürü bizi yok mu edeceksin?” (Araf 7/172-173)
Yani biz işte kalktık yani öyle gördük, bize işi yanlış gösterdiler ne yapalım” diyemeyecek hiç kimse. Çünkü içerisinde Allah ona ta hürriyeti vermiştir. Hiçbir baskıcı güç kişinin kalbine baskı yapamaz. Kararını hür verir.
Sen şimdi komünist dönemde yaşadın, baskı altında insanlar kâfir oluyor muydu? (Hoca salondan bir kişiye soruyor)
Salondaki kişi: Ama o gün baskı olduğunu bile bilemeyiz ki yani.
Abdülaziz BAYINDIR: Peki inançla ilgili, sen o ateizm dersinde sana anlatan hocanın dediklerine inanıyor muydun?
Salondaki kişi: Biraz.
Abdülaziz BAYINDIR: Nasıl inanıyordun mesela..
Salondaki kişi: herkes inanıyordu. Yani onlarda şöyle, mollaların yaptığının yanlış falan, Allah-u Teâlâ’ya bir şey demiyorlardı ki.
Abdülaziz BAYINDIR: Mollaların yaptığı meselesi değil olay, olay Allah’ı var ve bir kabul etme meselesi.
Salondaki kişi: Ya, o ayrı.
Abdülaziz BAYINDIR: Hah işte soru o, soru mollaların yaptığı değil, bizde bugün mollaların yaptığıyla ilgili…
Salondaki kişi: Dua yazdırıp, almayın falan diyorlardı.
Abdülaziz BAYINDIR: Tamam dua yazdırıp almamak mesele değil. Sen ateizm dersinde belki Allah diye bir varlık yok dediği zaman inanıyor muydun hocanın o sözüne?
Salondaki kişi: Öyle bir şey demedi hocam.
Abdülaziz BAYINDIR: Demedi. E diyenlerin olduğunu söylüyorlar.
Salondaki kişi: Diyenler vardır
Abdülaziz BAYINDIR: ne yapıyorlarmış onlar da, dersten çıktıktan sonra tövbe ediyorlarmış. “ya Rabbi ben söylemek zorundaydım, beni affet”
Salondaki kişi: Evet, onu der.
Abdülaziz BAYINDIR: Hah işte gördün mü? Yani bu konuda herkes kendi gözlemleriyle bir sonuca vardığı için hiç kimse o insanı kandıramaz. Kendi vardığı sonuca göre doğru davranırsa mükâfatını alır, yanlış davranırsa cezasını görür.
Evet, yani çok güzel bir katkı oldu. İman, niyetler, bazen bir şeye niyet edersiniz ama gerçekleştiremeyebilirsiniz, şartlar uygun olmaz ve Allah-u Teâlâ sizin o niyetinizden dolayı size sevap verir. Onun için peygamberimizden bir hadis rivayet edilir:
“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır”((Beyhaki, Şuabu’l-İman, 5:343)
Çünkü yani, belki işi tam yapamamış olabilir. Bazen mesela bir çocuk babasına su getirmek ister, ayağı takılır düşey, bardağı da kırar. Şimdi ondan dolayı akıllı bir insan onu cezalandırmaz tavkif eder, dimi. Çünkü onun niyeti çok güzel, ama başaramadı, o başka bir şey.
Salondan bir kişi: Niyet bağlamında, cebri talak ve nikâh da… olur mu hocam?
Abdülaziz BAYINDIR: Cebri talak, cebri nikâh. Şimdi, dışarıdan bu cebir konusunun ya da tam o iman ve küfür meselesi açısından olayı şey yapalım, sen oradan ona şey yaparsın.
Bu iman ve küfrün bir Allah-u Teâlâ’ya karşı durumu var, Allah işin gerçeğini biliyor. Bizim kâfir saydığımız ama gerçekten Müslüman olan insanlar, Allah-u Teâlâ nezdinde Müslümandır. Ama biz adama biz adamın Müslüman olduğunu, kalbine bakma şansımız olmadığı için söylediği söze göre değerlendiririz. Yalan da söyleyebilir, yani mü’min olmadığı halde “ben mü’minim” de diyebilir. Yani Cenab-ı Hakk peygamberimize ne diyor:
İza caekel munafikune kalu neşhedu inneke lerasulullah,
“münafıklar senin yanına geldikleri zaman “biz şahidiz ki sen gerçekten Allah’ın peygamberisin” diyorlar.” (Munâfikûn, 63/1)
E ne yapacak peygamberimiz de görünüşe göre tamam diyecek, Müslüman kabul edecek.
vallahu ya’lemu inneke lerasuluh, vallahu yeşhedu innelmunafikîne lekazibûn.
“Allah şahit ki sen Allah’ın sen O’nun peygamberisin ama Allah şahit ki bu münafıklar yalan söylüyor.” (Munâfikûn, 63/1)
Yani seni peygamber kabul etmediği halde peygambersin diyorlar. Ama bizim açımızdan o kişinin sözü önemlidir. E, talak da nikâh da bir hukuki işlemdir. Görüntüde baskı olup olmadığını biz bilmiyorsak, biz o nikâhın yapıldığını kabul ederiz. Ama baskı olduğunu biliyorsak, baskıyla bu işin yapıldığını şey yapıyorsak tabi ki geçerli olmaması gerekir. Ama bilmiyorsak, ya baskıyı ispat eder o kişi, ya da o yapılan işlemi kabul etmek zorunda kalır.
Yani bu ayeti kerimelerdeki meseleler Allah-u Teâlâ’ya karşı olanlardır. Ama Bize karşı biz dış görünüşe bakacağız. Yani, adam münafık da olsa biz onu Müslüman saymak zorundayız, adamın kalbine bakma şansımız yok ki. Böyle bir imkânımız yok. Ya, o alametler ortaya çıkar, belirlenir, tamam der o da der kanaat gelecek şekilde, o zaman da ona göre davranırız.
Mesela peygamberimize Mûnafîkun suresi indi ve onların münafık olduklarını açıkça Cenab-ı Hakk bildirdi, ondan sonra peygamber efendimiz onlara o şekilde…
Salondan bir kişi: Kafir, Müslüman onlar (Anlaşılmıyor 1:05:20)
Abdülaziz BAYINDIR: Şimdi, kâfirlik ve iman konusunda da karar verecek olan Allah-u Teâlâ’dır. Allah’ın ayetlerine bakacağız. Kendi yorumumuza göre insanlara kâfir diyemeyiz. Böyle bir hakkımız yok, çünkü yorumumuzda da yanlış olma ihtimali vardır. Kur’an’ın açık ve net ifadesine göre insanlara şey yapmak lazım, içtihada göre değil, yoruma göre değil.
Aminu billahi ve resulihi
“Allah’a ve O’nun elçisine inanın” (Hadid, 57/7)
Şimdi, birçok ayeti kerimede geçiyor:
Ve lein seeltehum men halekas semavati vel erda le yekulunnellah
“onlara sorsan gökleri ve yeri kim yarattı, elbette Allah diyeceklerdir.”
Şimdi, Allah-u Teâlâ’yı var ve bir kabul etmeyen Kur’an-ı Kerim’e bakarsanız hiç kimse yoktur. Ama insanları birbirinden ayıran Allah’la araya aracı koyuyor mu koymuyor mu? O aracı bazen bir kişinin kendi nefsi oluyor, nefsini tanrılaştırmış oluyor, bazen de bir başkası oluyor. E peki, Allah’ı herkes biliyor, e bilmekle iman etmek aynı mı acaba?
Şimdi, falanca adam sizi tanır, mesela tarikatçılardan beni tanımayan yoktur, peki bana kaç tanesi inanır?
Salondakiler: hiçbiri.
Abdülaziz BAYINDIR: heh, bak arada fark var. İnanmak demek, söylediğinin doğru olduğuna güvenmek demektir. Şimdi, şeytan Allah’a inanıyor mu?
Salondan bir kişi: inanıyor.
Abdülaziz BAYINDIR: İnanmıyor! Allah’ı biliyor ama inanmıyor. Evet, inanmıyor Allah’a. Allah’ı bilmek başka, inanmak başka.
Salondan bir kişi: Ahirette inanacak mı?
Abdülaziz BAYINDIR: Ahirette inanacak mı, o ayrı konu. Ahirette mecburen inanacak ama bir işe yaramayacak.
Salondan bir kişi:……(Anlaşılmıyor 1:08:005) için izin istiyor ya.
Abdülaziz BAYINDIR: Şimdi, Allah’ın varlığını biliyor. Şöyle söyleyeyim ben sana, bir insan sana dese ki “Fatih ben sana inanırım” dese, sonra da söylediğin herhangi bir şeye “yok ya öyle şey mi olur?” dese, arkasından “bu adam bana inanır” der misin? Demezsin. Bana inanan adama benim söylediğim her şeye inanan adamdır.
İşte, şeytan, evet “beni sen yarattın” diyor Cenab-ı Hakk’a, “bana yaşama hakkı ver onların yeniden dirileceği güne kadar” diyor, inni kafullah “ben Allah’tan korkarım” diyor. İşte burada Allah’ın sözünü kabul etmemesi yetiyor. Sende bir tek konuda adam senin sözünü kabul etmedi mi, “bu adam bana pek inanmaz” dersin tamamı. Ama o adam “Fatih diye bir adam yoktur” diyor mu? Demiyor.
Salondan bir kişi:……….. (Anlaşılmıyor 1:09:17)
Abdülaziz BAYINDIR: yaa şimdi, korkmayla inanmak arasında fazla bir bağlantı yok ki.
Salondan bir kişi:…….
Abdülaziz BAYINDIR: Bir çocuk babasından korkar, babasının gördüğü yerlerde sigara içmez, babasının görmediği yerlerde içer ve kendi kafasına göre de bir dünya kurar. Onun için Allah-u Teâlâ ne diyor:
Lâ yezâlu bunyânuhumullezî benev
“onlar kendilerine göre (kendi kafasına göre) bir bina kuruyorlar”(Tevbe, 9/110)
Ha sonra tabi, ama ona da pek güvenleri yok,
rîbeten fî kulûbihim
“içlerinde bir şüphe oluşturuyor” (Tevbe, 9/110)
Kendine göre bir şey oluşturuyor tabi insan yaptığı her türlü yanlışlığı da bir makul noktaya getirmesi gerekiyor. Kendini kandırması gerekiyor, yani bir yerde kandıracak. Ama bu kendini kandırdığını da bilir. Bildiği için de işte;
Rubemâ yeveddullezîne keferû lev kânû muslimîn
“zaman zaman iç geçirirler, ‘ah keşke biz de Müslüman olsaydık’.”(Hicr, 15/2)
Size de söylerler, “aaah Müslüman olmak ne kadar iyi, siz ne iyisiniz” falan derler. E sen de ol, engel yok, engel var işte o. Çünkü o zaman kurduğu binanın yıkılması lazım.
Bak biz geçen hafta bir ayet okuduk o benim, yani üç hafta önce, çok şey etti yani beni bütün ayetler tabi etkiliyor da, o ayet de daha fazla etkiledi, bakim hele ben hafız olmadığım için hemen bulamıyorum, heh tamam buldum Vakıa 82,
Ve tec’alûne rızkakum ennekum tukezzibûn
“sizin rızkınız olarak oluşturuyorsunuz, yalan söylemenizi.” (Vakıa, 56/82)
Yani yalanla bir dünya kuruyorsunuz, kurduğunuz o yalan dünyayla geçiminizi sağlıyorsunuz. Onu bırakmak o kadar kolay değil.
Mevlüt GÜNGÖR: O ayeti ben şöyle anlıyorum, yani Kur’an kelimesinden “onlar rızık olarak inkârı tercih ediyor ve ondan faydalanmış oluyorlar” aslında faydalanmak, burada söz konusu olan Kur’an yani.
Abdülaziz BAYINDIR: O da aynı.
Mevlüt GÜNGÖR: Kur’an bir sofra, nimet sofrası, bunlar inkar suretiyle bu sofradan pay alıyorlar, yani kötü bir pay alıyorlar.
Abdülaziz BAYINDIR: İnkâr suretiyle, o zaman yani kendi arzularına Kur’an’ı uydurmaya çalışıyorlar. O manada mı?
Mevlüt GÜNGÖR: Yani bu Kur’an sofrasında doya doya istifade etmek yerine onlar yalanlamayı tercih ediyorlar.
Abdülaziz BAYINDIR: Yalanlamayı tabi, ama işte o yalanı geçim vasıtaları yapıyorlar. Hayatlarını o yalanla yürütüyorlar. Yine aynı noktaya geliyor benim anladığım kadarıyla. Çünkü o kurdukları yalan dünya, kendileri için bir geçim vasıtası.
İşte şimdi, Mehmet bey anlatıyor, diyor ki, bir arkadaşı varmış Ankara İlahiyat Fakültesi mezunu, bizim bu çok tenkit ettiğimiz prof.’lardan birtanesi, işte bu kitap bana yazdırıldı diyor, bunu vahiy mahsulü olarak anlatıyorlar, bir kitabı Allah’ın kitabı gibi kabul edip hep onu okuyorlar. Şimdi, onların yanında çalışıyormuş Mehmet beyin arkadaşı, demiş ki bunu esas takdim eden kişiye, “ya, buna vahiy demeyelim” demiş, neydi o cümle tam olarak sen söyle,
“Buna vahiy demeyelim, diyelim ki bu şahsın yazdığı kitaptır, o zaman üniversitelerde de okutulabilir” demiş dimi.
“Hayır! Öyle bir şey yapamayız” demiş.
Sonradan da gelmiş demiş ki: “yav bende biliyorum bu vahiy değil ama öyle demezsek olmaz” demiş.
Öyle demezsek olmaz, isim meselesi. Çünkü din sömürüsü kadar insana dünyalık getiren bir şey yok. Adam biliyor işte, o yalanla bir dünya kurmuş, kitap, açıkça herkes, bütün ülke biliyor bizim bu konuda konuştuğumuzu, Said Nursi diyor ki mesela; “bu kitap bana yazdırıldı” diyor, kendi söylüyor. “bu kitapta” diyor, “açıklamaya muhtaç yer olmakla birlikte, küll halinde eksiksiz ve kusursuzdur” diyor.
Niye “açıklamaya muhtaç yerler olmakla birlikte” diyor, çünkü Kur’an’da da çünkü açıklamaya muhtaç yerler var. “bu kitap” diyor “Kur’an’ın gizli hakikatleri” “bu kitapla bu Kur’an’ın gizli hakikatleri, gizli hakikatlerinin en sağlam delilleri bize iniyor, nüzul ediyor” diyor. Bunu söylüyor. Kur’an’ın hakikatleri iniyor bize diyor, hakikatlerinin en sağlam delilleri”.. Yani Kur’an o kitabın delili değil, o kitap Kur’an’ın delili. Zaten okumuyor da başka kitaptan..
Şimdi, ya bu Said Nursi bunun yalan olduğunu herkesten daha iyi biliyor, ama o yalanı söylemezse etrafına o insanları toparlayamaz ki.
Salondan bir kişi: Albenisi olmaz herhalde
Abdülaziz BAYINDIR: Albenisi olmaz. e, nurcular bunun yalan olduğunu çok çok iyi biliyorlar, hepsi biliyor. Ama bu yalan dünya onların rızkı olmuş. Onun için bırakamıyorlar. Bırakırsak bu kadar imkânlar elimizden gider diye düşünüyorlar.
Yani senin sorduğun soruya bilmiyorum cevap oldu mu? Yani bir şeyi bilmek başkadır, ona inanmak başka bir şeydir, ona göre davranmak başka bir şeydir.
Salondan bir kişi: Hocam bide ilahi mesaj mı diye araştıran bütün batılı bilim adamları Allah’a ait olduğuna kanaat ediyor ama %99,9, iman konusunda da yine iman etmiyorlar…
Abdülaziz BAYINDIR: e tabi canım şimdi, Kur’an-ı Kerim’i okuyup da bu Allah’ın kitabı olduğunu anlamamak mümkün değil
Salondan bir kişi: yüzde 99,9 bir oran. Mesela “bu masa üç yüz yıllık mı” dese bunun bilimsel normu var birisi diyebilir ki “yok işte bakar beş yıllık masadır” bu ilahi mesaj mı diye araştırırlar genelde hep yani 99,9’muş oran. Bu bir ilahi mesajdır diye kabul ediyorlar, ama işte orada, ondan sonrası…
Abdülaziz BAYINDIR: Bak şimdi, siz bu Allah’ın kitabıdır dediğiniz andan itibaren, ona göre davranışınızı ve ilişkilerinizi değiştirmek zorundasınız, o çok zor. Asıl mesele o.
Salondan bir kişi: anlaşılmıyor. (1:16:46)
Abdülaziz BAYINDIR: Olay öyledir. İşte şimdi onu hatırlattı size daha önce birkaç kere anlatmıştım, Amerika’dan bize doktora yapmak için gelen bir hanım vardı, ona biraz Kur’an’ı tanıtmaya çalıştık. New George üniversitesinde öğretim üyeliği yapmaya başlamış, Boğaziçi üniversitesi’nde bir toplantıya gelmişti, beni ziyarete geldi, dedi ki: “New York’ta” dedi “papazlara üçer aylık İslam diniyle ilgili seminer veriyorum” dedi. Şimdi, İslam’ı öğrenek istiyorlar ya hani artık, çünkü İslam’ı bozmak için iyi öğrenmeleri lazım, iyi öğrenmeden bozamazlar. Peki ne anlatıyorsun onlara” dedim. Dedi ki; “Kur’an anlatıyorum başka hiçbir şey anlatmıyorum” dedi. “inanır mısın” dedi, “üçüncü dersten sonra papazların tamamı Müslüman olmaya karar veriyor, ama sonra başlıyorlar, biz bunu kime anlatabiliriz, bundan sonra biz ne iş yapacağız, bize insanlar başka bir iş vermezler”. Esas mesele de o. “Sonra dönem sonunda iki üç kişinin dışındakilerin hepsi vazgeçiyor” dedi. Olay bu, yani bilmemek değil. Yoksa Allah-u Teâlâ insanlara ceza verir mi? onun için ahirette cehennemdekiler için ne diyor:
Fa’terefû bi zenbihim
“Suçlarını itiraf ettiler” (Mülk, 67/11)
Bunlar bu dünyada da bile bile işliyorlar bu suçları. Allah hâşâ zalim mi ki onları cehennemde cezalandırsın?
Evet şimdi bir yerde bırakalım.
Aminu billahi ve resulihi
“Allah ve resulüne inanın” (Hadid, 57/7)
Yani, güvenin demektir. Müslümanlara bakın, Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’daki ayetlere güvenebiliyorlar mı? yani, biz bu ayetlere uyarsak hayatımız düzelir, Allah’ın dediği gibi olur diye, gerçekten insanların böyle bir güvenleri var mı size göre?
Salondan: yok
Abdülaziz BAYINDIR: Yok. O zaman ‘inanıyoruz’ lafta kalıyor. Onun için de zaten bi sonucunu göremiyoruz.
Salondan bir kişi: hocam, “Yâ eyyuhâllezîne âmenû, âminû billâh”
Abdülaziz BAYINDIR: evet,
Yâ eyyuhâllezîne âmenû, âminû billâh
“mü’minler, Allah’a inanın/Allah’a güvenin” (Nisa, 4/136)
Güven olmayan yerde iman olmaz. “ben allah2ı biliyorum ya.” Ya Allah’ı bilmeyen yok ki, şeytan da biliyor. O’na güvenmek lazım, inanmak lazım.
ve enfiku mimma ce’alekum mustahlefîne fih,
“Allah’ın sizi halef kıldığı/mirasçı kıldığı şeyden harcayın” (Hadid, 57/7)
‘Sizi halef kıldığı’ yani, ‘halef’ demek arkadan gelen demek. Mesela şöyle diyelim benim cebimde diyelim yüz lira para var, o yüz lira biraz önce başkasının cebindeydi. Ben şimdi onun yerine geçtim, o paranın sahibi şimdi ben oldum. O paradan harcarsam bu defa başkasının eline geçmiş olacak. İşte bundan siz harcayın.
fellezîne amenu minkum ve enfeku lehum ecrun kebîr.
“sizden kim inanır ve infakta bulunursa onun için büyük bir mükâfat vardır.” (Hadid, 57/7)
Bu infak konusu biraz detaylı anlatılması lazım. Şöyle çok kısaca söyleyeyim, Araplar tünele ‘nafak’ derler. ‘infak’ da bir şeyi tünelden geçirmek. Ya da şöyle diyelim, ‘kanın damarlarda dolaşması’ demek. Kan damarlarda dolaşacak ki, vücuda giren gıdaları, oksijeni tüm hücrelere dağıtabilsin. Kan damarlarda dolaşmazsa siz ne yerseniz yiyin midenizde kalır ve vücudunuz beslenemez.
Aynı şekilde de mal ve hizmetler toplumda sürekli dolaşması lazım. infak kanalları yani bu harcama kanallarında sürekli dolaşması lazım. o kanallar tıkandığı zaman tıpkı damar tıkanması gibi toplumda çok ciddi sıkıntılar ortaya çıkar. Bu harcama Allah rızası için de olabilir, kendi keyfiniz için de olabilir, çoluk çocuğunuz için de olabilir, hepsine de ‘nafaka’ denir, hepsi de infaktır. Ama her halükarda harcama olmalıdır, toplumu diri tutan budur. Onun için Allah-u Teâlâ:
Ve enfikû fî sebîlillâhi ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluke
“Allah yolunda harcayın, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın”(Bakara, 2/195)
Diyor.
Ben şimdi cebimden diyelim şöyle bir para çıkarsam mesela bir yirmi lira para çıkarsam ya da beş lira çıktı. Şimdi, bu beş lira benim borcum olarak, borcuma karşılık hocama versem, beş lira borçtan kurtulurum. O da tutup Fatih’e bunu hediye etse, fatih kendi borcunu, şöyle o ondan mal alır, ondan hizmet alır, ondan şunu alır, ondan bunu alır, en son gene para bana gelir. Gene aynı paradır. Ama şuradan yüz kişiyi dolaştıysa beş yüz liralık iş yapmış olur, bin kişiyi dolaşsa beş bin liralık iş yapmış olur. Ama benim cebimde kalsa ne bana yarar ne de başkasına yarar. Onun için infak son derece önemlidir. Sürekli mal ve hizmetle sürekli dolaşımda olmalı. Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayetinde biriktirme emri yok. ama sürekli infak, harcama.
Salondan bir kişi: ticarette olur dimi hocam.
Abdülaziz BAYINDIR: Ticaret de bir yöntem. Zaten ticarette ben parayı sana veririm senden mal alırım,
Salondan bir kişi: harcama kanalı dediniz
Abdülaziz BAYINDIR: ya, harcama kanalı dediğimiz zaman mal ve hizmet alımı nedir, ticaret değil midir? Ben sana veririm senden bir ilaç alırım, sen de bu parayı fabrikaya ödersin, fabrika işçisine verir, işçi gider ekmek alır o fırına verir, o ona verir, o ona o ona… bu para dolaşır sürekli. Çünkü bu paranın ucundan kopartıp yenmez ki, kimse bunu sırtına da giyemez, kimse bunun altında gölgelenemez, sürekli dolaşması gerekir. Mallar ve hizmetler de öyledir, sürekli dolaşması lazım. İşte o zaman toplum diri kalır. O zaman az bir para çok iş görür, az mal çok iş görür. Siz malınızdan da….
Siz mesela eczacılık yapıyorsunuz bir yılda kaç paket ilacı kendi şahsınız için kullanırsınız? Ama onu satamazsanız eczaneyi kapatmanız gerekir. İşte o da infaktır. Yani harcama kanalında sürekli dolaşması lazım mal ve hizmetler. O dolaşım da tıpkı şeye benzer. yanlış mı söyledim siz tabipsiniz beni lütfen tasdik edin, yemek yiyoruz, midemizde yemek hazmediliyor, bağırsaklara geliyor, bağırsaklarda o kan onu alıyor vücutta dolaştırıyor değil mi?
Tabip: vücutta dolaştırıyor,…. yapıyor, … yapıyor
Abdülaziz BAYINDIR: Yani ilgili yerlere götürüyor.
Tabip: evet
Abdülaziz BAYINDIR: yani, oksijeni götürüyor, gıdaları
Tabip: vücudun her yerine gidiyor.
Abdülaziz BAYINDIR: Her yerine gidiyor. İşte, vücudun her yerine mal ve hizmeti taşıyacak olan da paradır. Onun da sürekli dolaşımda olması lazım. kan bir yerde birazcık depolanırsa, ne olur kalırsa yani, siz ona ne diyorsunuz?
Tabip: Yani damar tıkanırsa tıkandığı yerin gerisindeki doku ölür.
Abdülaziz BAYINDIR: Ödem, diyorsunuz galiba değil i?
Tabip: Nevroz
Abdülaziz BAYINDIR: Nevroz
Tabip: Yani o dokunu ölmesi yani canlılığını kaybetmesi demek. Kalan yerin arkasında.
Abdülaziz BAYINDIR: işte toplumda da bu mal ve hizmet akışı olmadığı zaman toplum ölür. Onun için Allah-u Teâlâ diyor ki:
ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluke
“kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın”(Bakara, 2/195)
Salondan: …………………..(anlaşılmıyor)
Abdülaziz BAYINDIR: Onu inşallah bir dahaki derse o konuyu şey yaparız, şimdi
Salondan: Osmanlı vergi kanunu, vergisel dolaşımı mı anlıyoruz?
Abdülaziz BAYINDIR: Ya dolaşım her türlü, mal ve hizmet akışı toplumda her türlü canlanmayı meydana getirir, çok önemlidir.
Neyse onu inşallah daha sonraki derste detaylı olarak dururuz. Şimdi sadece kısa olarak, sadece bir şey yaptık. Peki, el fatiha.