Bugün Hadid Suresi’ni okumaya devam ediyoruz. Kur’an-ı Kerim’in 57. suresi. Yedinci ayetinde kalmıştık değil mi?
Salondakiler: Sekizden başlayacaktık.
Abdülziz BAYINDIR: Yok yediden başlayacaktık, orada infakla ilgili bir konuşma yapacaktık hatırlıyorsanız.
Salondakiler:…………..(anlaşılmıyor 00,50)
Abdülziz BAYINDIR: Teşekkür ederim sağ olun.
Âminû billâhi ve resûlihî
“Allah’a ve elçisine inanın” (Hadid, 57/7)
Şimdi, inanma kelimesinin içerisinde ne vardı, güvenmek, söylediğini doğru kabul etmek. “Allah’a ve elçisine inanın”. Şimdi, bir şeyi bilmekle inanmak aynı değil. Mesela sizi bilen tanıyan birçok kimse vardır ki size inanmayabilir değil mi? Onun için “Allah’ı bilmek” dediğimiz zaman herkes bilir. Mekkeli müşriklere de sorduğunuz zaman onlar da biliyorlardı, bugün Hıristiyanlara sorun onlar da biliyor. Dünyada kime sorarsanız sorun Allah’ı bilmeyen yok. Ama Allah’a inanmak farklı bir şey. Yani ona güvenmek gerekiyor. Allah’a inanmak demek, Allah’ın sözlerine inanmak demektir, O’nun gönderdiği elçiye inanmak demektir, O’nun söylediği her şeyi doğru kabul etmek demektir. Dolayısıyla Allah’ın herhangi bir emrini insanlar beğenmiyorsa, ya da bir başkası onayladığı takdirde kabul ediyorsa, o zaman o inanmış olmaz.
Şimdi, birçok kimseye ayeti gösteriyorsunuz, “ben anlamam” diyor. Başka ayetler gösteriyorsunuz, “ e ben bir hocama sorayım” diyor. Ya bu Allah’ın ayeti. Ha, hocana şöyle sorabilirsin, ‘acaba bu ayete yanlış mana mı vermişler’ diye. O tamam. Ama Allah’ın ayetini birilerine onaylatmaya çalışıyorsan bu olmaz. O zaman Allah’a değil, onu onaylayan kişiye inanmış olursun. Bunlar çok önemli.
Şimdi, dün bir tenkit gelmiş, (şu kitapla ilgili, bu değil yeni çıkan) Aracılık ve Şirk kitabıyla alakalı bir tenkit gelmiş, o tenkidi inşallah yakında bizim internet sitemize de koyacağız görürsünüz. Diyor ki bizim yazdığımız şeylerle ilgili “bu meseleler” diyor “şer’i delillere dayanmalıdır” diyor. “siz” diyor “ayetlerin kısa meallerini vermişsiniz, kabul edilemez”.
Şimdi, ayeti kabul edilemez diye görüyorsan daha geriye hangi şer’i delil kaldı? Dolayısıyla yani, inanmak ve güvenmek birlikte olursa, yani bir insan Allah’ın bütün sözlerine kayıtsız şartsız güveniyorsa inanıyordur. ‘O’nun herhangi bir sözünü, falanca onaylarsa kabul ederim’ derse bu adam Allah’a değil falancaya inanıyordur.
Salondan bir kişi: “Şer’i delil” demek ne demek?
Abdülaziz BAYINDIR: “Şer’i delil” demek, şeriata yani dine uygun delil demek, yani dinin kabul ettiği delil demek. Dinin kabul ettiği delil Kur’an olmazsa ne olur?
Salondan bir kişi: Ceket pantolona uymadı.
Abdülaziz BAYINDIR: Neye uymadı?
Salondan bir kişi: Ceket pantolona uymadı.
Abdülaziz BAYINDIR: ha, Ceket pantolona uymadı, tamam.
Salondan bir kişi: Şimdi, bunu söyleyenler, şöyle bir kaç tane ayet var bunların kapsamına girmiyor mu yani; “Ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiu mâ vecednâ aleyhi âbâenâ”
Abdülaziz BAYINDIR: O hangi suredeydi?
Salondan bir kişi: Birkaç tane var, buradaki Lokman Suresinde.
Abdülaziz BAYINDIR: Tamam, Lokman Suresi
Salondan bir kişi: Şeyde de var
Abdülaziz BAYINDIR: Tamam olsun bir tane yeter canım. Lokman Suresi otuzuncu sure miydi?
Salondan bir kişi: Otuz bir.
Abdülaziz BAYINDIR: Otuz birinci sure. Kaçıncı ayet?
Salondan bir kişi: Yirmi birinci.
Abdülaziz BAYINDIR: Tamam şimdi, tamı tamına buna uyuyor.
Ve izâ kîle lehumuttebiû mâ enzelallâhu kâlû bel nettebiu mâ vecednâ aleyhi âbâenâ
“insanlara dense ki, Allah’ın indirdiği neyse siz ona uyun, “biz (babalarımızı nasıl bulduysak ona) kalkıp neyi görmüşsek ona uyarız” (dediler).” (Lokman, 31/21)
Buna tabi, tamamen buna uyuyor. Neyse şimdi, yani, ‘ben Allah’ı biliyorum, Allah vardır, birdir’ demek yetmez, şeytan da biliyordur, şeytan da vardır diyor, şeytan da birdir diyor, şeytan hiçbir zaman ‘Allah ikidir’ dememiştir, ama Allah’a inanmıyordu, yani kayıtsız şartsız güvenmiyordu. Onun için şeytan oldu.
Ve mâ lekum lâ tu’minûne billâh(billâhi), ver resûlu
“ne oluyor size ki Allah’a inanıp güvenmiyorsunuz, bu elçiye de.” (Hadid, 57/8)
Elçi kendiliğinden bir şey söylemez dimi, onu elçi olarak gönderen kimse onun sözünü söyler. Allah’ın elçisini de Allah göndermiştir, dolayısıyla elçinin sözü Allah’ın sözüdür. Elçiye inanmak Allah’a inanmak demektir.
Salondan bir kişi: yedinci ayet yarım kaldı hocam. “ve enfikû mimmâ cealekum” oradan okumanız lazımdı.
Abdülaziz BAYINDIR: orayı okuyoruz zaten.
Salondan bir kişi: Diğer ayeti……anlaşılmıyor.
Abdülaziz BAYINDIR: Oraya geçmedik canım. “Âminû billâhi ve resûlihî” orayı okuyoruz.
ve enfikû
“infakta bulunun,” (Hadid, 57/7)
Neden,
mimmâ cealekum mustahlefîne fîh,
“Allah’ın sizi halife kıldığı şeylerden harcayın.” (Hadid, 57/7)
Şimdi, bu halifelik konusunda da, her konuda olduğu gibi maalesef bu konuda da insanlar, Kur’an ayetlerini başka taraflara maalesef çekmişler. Şimdi, yaygın kanaat nedir, ‘insan Allah’ın halifesi’ derler değil mi? ve buna da bir ayeti delil getirirler;
Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh
“Rabbin meleklere “ben yeryüzünde bir halifelik oluşturuyorum” demişti.” (Bakara, 2/30)
Şimdi burada, “bir halifelik”, yok “ben kendimi halife yaratıyorum” şeklinde mana veriyor. Öyle bir olay yok ki. Halifelik oluşturulması demek, yani birisi diğerinin yerine geçeceği bir sistem demektir. Geçen hafta burada olanlardan bir kısmı yok, şimdi onların yerine başkaları var. Arkadan gelen kişiler. Hepimiz bizden önceki insanların halifesiyiz. Bu bir halifelik sistemi, yani her insan bir başkasının yerine geçebiliyor. Her insan bir başkasının yerine geçebildiğine göre, o başkasını bulunduğu yerden aşağıya alarak kendisi de oraya geçmek ister. Bu da dövüşe, kavgaya ve ölüme sebep olur. İnsanların birbirlerini öldürmelerinin ana sebebi senin olmasın benim olsundur değil mi? yani o şeye ben sahip olayım. Yani, o yere ben geçeyim. İşte bak bu ayette de öyle diyor.
“Allah’ın sizi halife kıldığı şeyden” (57/7), yani elimizde bir takım mallar var, şimdi, cebimde para var, bu para bir süre öncesinde başkasındaydı dimi, şimdi bende. Mallar da öyle. Şimdi, diyorum ki “şu kitap benim” diyorum, ama daha önce benim değildi ki. Biraz sonra da gene başkasının olacak. Onun için mallar sürekli el değiştirir, para da sürekli el değiştirir. “Ondan harcayın” (57/7) İşte halifelik o. Daha önce başkası buradaydı şimdi siz onun yerindesiniz. Mesela herkes babasının halifesidir.
Salondan bir kişi: Bilgide halifelik var mı hocam?
Abdülaziz BAYINDIR: Bilgide de halifelik var. Yani birisinden bilgi öğrenirsiniz, daha önce onun işgal etiği makamı siz, o daha önce müftülük yaparken, siz yaparsınız ya da daha önce o bir yerde mühendislik yaparken, siz yaparsınız.
“half” arka demek, “halife” de arkadan gelen demek. Geriden gelenler. Mesela şimdi, siz işyerinizde oğlunuzu bıraktınız değil mi, o büyüyünceye kadar işi siz yürütüyordunuz, şimdi oğlunuz sizin halifeniz. Tamam mı? Şimdi, iki kardeş olsalardı, birini diğerine tercih etmiş olsaydınız, seyredecektiniz kavgayı. Öyle değil mi?
İşte melekler onun için diyor ki,
âlû e tec’alu fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ
“ya Rabbi sen kan dökecek birini mi oluşturuyorsun?” (Bakara, 2/30)
Çünkü madem biri diğerinin yerine geçecek olsa onlar birbirlerini yerler. Anlaşıldı mı?
Diyorlar ki “efendim melekler nereden biliyor?” ya akıllı her varlık bunu düşünür. Biri diğerinin yerine geçecekse ‘onun olmasın benim olsun’ der. İhtilaller onun için yapılıyor, adamlar onun için öldürülüyor. Senin olmasın benim olsun. E bunu düşünen herkes böyle olacak. Allah da olmayacak demiyor, “bu işin içinde sizin bilmediğiniz taraflar var” diyor. O kadar.
Salondan bir kişi: Hocam daha önce insansı varlıklar gibi yorumlar o zaman şey oluyor.
Abdülaziz BAYINDIR: ya onlar, bu ayetleri tam olarak anlayamadığınız zaman öyle oluyor. Tam olarak anlarsanız, yani nasıl anlanır ayet, Kur’an-ı Kerim’de biliyorsunuz her bir ayeti açıklayan başka bir ayet vardır. Halife kelimesinin geçtiği de yirmi tane ayet vardır. O ayetlerden on dokuzu birinin diğerinin yerine geçtiği sistemi anlatıyor. Tutmuş yirmincisini, insanı Allah’ın yerine geçecek şekilde yorumlamışlar ki böyle bir yoruma imkân yok. O zaman peygamberimizin halifesi var değil mi, peygamberimiz hayattayken halifesi var mıydı?
Salondan: yok.
Abdülaziz BAYINDIR: O zaman ölmek gerekir, Allah ölür mü haşa?
E peygamberimiz, şimdi Arapça açısından, Medine’den bir yere gittiği zaman yerine halife bırakıyordu, yani Türkçedeki vekil anlamında. Orada olduğu zaman bu olmuyor. Bir yerde olmaması gerekir halifesi olması için, Allah için öyle bir şey söz konusu mu? İşte burada geçti
ve huve meakum eyne mâ kuntum
“Siz nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir” (Hadid, 57/4)
Diye geçen hafta okumuştuk ayeti kerimeyi. Dolayısıyla insanın Allah’ın yerine geçmesi diye bir olay olmaz. Ondan sonra da arkasından hurafeler gırla gidiyor tabi.
Şimdi, infak kelimesi üzerinde duracaktık, geçen hafta öyle konuşmuştuk, birazcık giriş yapmıştık, Arapçada tünele “nafak” derler. Tünel nedir, bir kenarından girersiniz, öbür taraftan çıkarsınız. Şimdi, iki tane vadi düşünün, mesela şimdi, Anamur var, ben gitmedim de arkadaşlar anlatıyor Antalya’dan, bir de Antalya mı arkasında kalıyor? Arada yüksekçe bir dağ varmış. Şimdi, oradan geçişler zor olduğu için orada üretilen malların hepsi bu tarafa getirilemiyormuş. Ben sadece duyduğumu söylüyorum, yanlış da olabilir. Ama oradan bir tünel açtığınızı düşünün, iki taraf da aynı olur değil mi? oradaki bütün ürünler bu tarafa getirilir, bu taraftaki bütün ürünler o tarafa götürülür ve iki tarafta da rahatlık meydana gelir. İşte vücudumuzun her tarafı tünellerle doludur, yani damarlar. Kan o damarlardan sürekli dolaşır, dolaşan kan vücuda giren gıdaları alır, vücudun bütün hücrelerine dağıtır. Oksijen de öyle dimi, bütün hücrelerine. Bu kan dolaşımı olmasa, vücudumuza girecek olan gıdalar olduğu yerde kalır, vücut da gıdasızlıktan ölür gider. Yanlış mı? Şimdi, işte piyasa da öyledir. Piyasada da harcama kanalları vardır. Her insan başkalarına muhtaçtır. Mesela, affedersiniz bir atı, at hayvanlar içerisinde Kur’an-ı Kerim’de de methedilen önemli bir havyan.
(Bura boş gel, senin belin ağrır sonra hesabını bizden sorarsın. (Yeni ,gelen birisine diyor).
Şimdi, atı götürün bir dağa bırakın. Orada ot varsa, suyu da varsa, birde yaban hayvanlarından korunacak kadar bir şey varsa tamam, bütün ömrünü geçirir. Ama insan öyle değil ki, şimdi, ayağınıza ayakkabı giyeceksiniz, ayakkabıyı siz yapamazsınız, sırtınıza bir şey giymeniz lazım, çünkü insanoğlu çıplak dünyaya geliyor. Sırtınıza bir şey gütmeniz lazım o giysiyi siz üretemezsiniz. Sofraya oturacaksınız ekmek lazım, yanında işte zeytindir, peynirdir birtakım şeyler lazım, birtakım sosyal ihtiyaçlarınız var, ev lazım, ne bileyim artık ihtiyaçlar genişledikçe onları üreten ve size kadar getiren insanlara ihtiyaç var.
Şimdi, falanca yerde çok güzel domates üretiliyor, ne iyi. Ama birilerinin de o domatesi bana kadar getirmesi lazım ve benim de onu yemem lazım. Onun için işte bu harcama kanalları, buradan para girecek oraya, oradan da domates gelecek. Oradan da buraya tekrar para gelecek, buradan da şey gidecek oraya mesela çamaşır makinesi, buzdolabı, elbise, giysi şusu busu falan gidecek ve hayat yürüyecek.
Herkes yaptığı faaliyetten kar elde etmek zorunda. Herkesin elde ettiği kar yapacağı yeni masraflar için elinde sermaye olacak. Dolayısıyla, herkes kazancından kar elde edecek ki hayatını devam ettirirken kimseye muhtaç olmadan devam ettirsin ve hayatta yürüsün.
İşte şimdi, geçen hafta burada söylemiştim, ben şimdi Mecit beye yüz lira borcum olsa, ona buradan yüz lirayı versem, o da tutsa burada mesela ihtiyaçlı birisine onu sadaka olarak verse, o ihtiyaçlı da ihtiyacını görür, yanındakine verir, o ona o ona o ona şurada herkesi dolaşır o yüz lira. Yüz liranın kendisinde ne bir artma olur ne azalma olur. Yüz lira, yüz lira olarak kalır. Ama kimin yanına giderse onun işini görür. Kimin o paraya daha çok ihtiyacı varsa onun yanında en az kalır. Bakın! Paraya kimin daha fazla ihtiyacı varsa onun yanında hemen hemen hiç kalmaz, çünkü para gelir gelmez gider öbürüne. Oradan oraya oradan oraya oradan oraya yüz kişiyi dolaşacak olsa, 100×100= 10 000 liralık iş görür. Ondan sonra bakarsınız ki en son ki adam gelir gene Mecit beye borcunu öder o yüz lira gene bunun cebine gelir. Ama yüz lira tekrar buraya gelinceye kadar dünyanın işini görmüştür. İşte aynen kalpten çıkan kan gibidir. Kan kalpten çıkıyor, damarlarda dolaşıyor, milyonlarca hücreye uğruyor, her birine gıda gönderiyor, onun artıklarını alıyor, o artıkları bağırsaklara götürüyor orada bırakıyor, geliyor kalbe, kalpten tekrar bir temizlikten geçiyor temizleniyor, oksijenle doluyor tekrar şeylere gidiyor. Sürekli dolaşıyor, sürekli dolaşıyor. Dolayısıyla infak bu.
Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ sürekli infakı emreder. Harcamayı emreder. Çünkü harcanırsa hayat devam eder, biriktirilirse devam etmez. Düşünün, tonlarca yiyeceğiniz olsa siz orada küçücük bir kısmını yersiniz. Yemeden saklasanız bir müddet sonra bozulur, hiç kimseye faydası olmaz. Mesela, ikinci dünya savaşında halktan yiyecekler toplanmış, depolanmış ve depolarda çürüyüp gitmiş, halk bitarafta aç kalmış, onlar da orada çürüyüp gitmiş. Onları sürekli insanların hizmetine… Birisi ondan yiyecek karnını doyuracak ki yeni üretim yapabilsin.
Ondan sonra, para; para hiç kimsenin hiçbir ihtiyacını görmez. Yani ne size yorgan olur, ne gömlek olur, ne aş olur, ne su olur, hiçbir şey olmaz. Şurayı ağzına kadar parayla doldurun bir bardak suyunuz yoksa susuzluktan ölür gidersiniz. Para ne zaman işe yarar, harcama kanallarına girdiği zaman işe yarar.
Şimdi, Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ o harcamayı emreder, der ki;
Ve enfikû fî sebîlillâh
“Allah yolunda harcayın”(Bakara, 2/195)
Yani kamuya yönelik harcamalar yapın.
ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluketi
“kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara, 2/195)
Çünkü harcama yapmazsanız hayat durur. Yani az önce bir yüz lirayı örnek verdim. Yüz lirayı harcamayıp da cebinizde tutsanız hiçbir iş görmez. Ama harcadınız da dolaştığı zaman çok sayıda kişinin işini görür ve insanları rahatlatır.
Bir başka ayette de;
Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile
“mallarını Allah yolunda harcayanlar, bir buğday tanesini toprağa atmış olan kişi gibidirler.” (Bakara, 2/261)
Buğdayı toprağa attığınız zaman elinizden çıkar. Buğdayın toprakta üretildiğini bilmeyen insan için akılsızca bir davranıştı dimi. “elinde zaten birazcık buğday vardı onu da attın toprağa, hadi bakiyim ne yiyeceksin” der adam, eğer bu işi bilmiyorsa. Ama buğday o toprağa atılmazsa üretim olmaz. Harcama da öyledir.
fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin),
“yedi başak bitirmiş bir buğday gibidir, her başağında yüz tanedir” (Bakara, 2/261)
O zaman Allah rızası için bir fakire yardım yaptığınız zaman, o fakir gider bakkala borcunu öder, bakkal o parayla gider bir işini görür, o öbürü öbürü öbürü öbürü bir müddet sonra bakarsınız ki sizin verdiğiniz bir lira yedi yüz liralık iş görmüş. Tüm o hareketler sizin paranızla olduğu için, siz de Allah rızasından başka bir şey düşünmediğiniz için o yedi yüz katın sevabını alırsınız. O bir lirayı birisine işçi ücreti olarak verseniz de gene aynı hareket olur da, o zaman o sevabı alamazsınız. Çünkü ilk hareketi Allah rızası için başlatmadığınızdan dolayı. Ama o harekete sebep olmanın gene de size mutlaka faydası olur. Ama Allah rızası için verdiğiniz zaman tüm o hareketler sizin paranızla olduğu için hepsinin sevabını alırsınız, sonra o hareketlerden dolayı üretim artar, bundan da siz de nasiplenirsiniz.
Onun için, şimdi Kur’an-ı Kerim’de bir de faizle zekâtın karşılaştırılması yapılır. Mesela;
Yemhakullâhur ribâ ve yurbîs sadakât
Der Allah-u Teâlâ
“Allah faizi daraltır, sadakaları genişletir”(Bakara, 2/276)
Allah Allah nasıl olur? Şimdi bir insan yüz lira verip bir sene sonra yüz on lira aldığı zaman bunun parası yüz on liraya çıkıyor dimi, ama o yüz lirayı zekât olarak verdiği zaman, yüz lirası gitmiş oluyor. E nasıl oluyor, birisi artıyor, birisi… Yani artar gibi gözüken, daralmaya sebep oluyor, elden çıkmış gibi gözüken artışa sebep oluyor.
Şimdi bunlara da şöyle bir örnek verelim; dolaşımdaki tüm parası bir milyon lira olan bir kasaba düşünün. Bunlar ferdi olarak değil, toplu olarak düşünmek lazım bu tip şeyleri. Tüm parası bir milyon lira olan bir kasaba, hatta iki milyon diyelim. Bir banka oraya gelsin bir milyon lirasını mevduat olarak toplasın, şimdi ne olur, orada serbestçe dolaşan iki milyon bir milyona düşmüş olur. Yani serbest dolaşan para miktarı bir milyona düşmüş olur. O toplanan bir milyon faizle ve geçici süreyle piyasaya çıkar. Artık sürekli piyasada dolaşamaz. Altı aylığına, bir yıllığına piyasaya çıkar ve faizle çıkar. %10 faizle çıktığını düşünün, o bir milyon lira bir sene sonra bir milyon yüz bin lira olarak bankaya dönecek di mi? piyasada dolaşan para kaça düşecek? Dokuz yüze düşecek. Tabii. Çünkü o yüz bin lira piyasadan alınarak bankaya verilecek. İkinci sene sekiz yüze düşer, hatta ikinci sene bin yüz olduğu için yedi yüz doksana düşer. Yedi sene sonra piyasada serbest dolaşan para elli bin liraya düşer. Serbest dolaşan para elli bin liraya düştüğü zaman artık o piyasada mal ve hizmet alım satımı devam edebilir mi? çünkü öbürü kontrollü para, ancak bankaya teminat gösterebilen birkaç kişinin alabileceği bir para. Hâlbuki o para faizli hale gelmeden önce piyasada çok rahat bir şekilde, kanın vücutta dolaşımı gibi dolaşıyordu. Ama şimdi dolaşımı sınırlandı, istediği gibi dolaşamıyor. Onun için piyasada müthiş bir daralma, para darlığı meydana gelir. Mal üretirsiniz, hizmet üretirsiniz, bankaların kasası para dolu olur, dükkânlar mal dolu olur, millet de acından ölür. Çünkü malı satacak adam bulamazsınız, para yoktur, yani o infak kanalları tıkanmıştır, yani o tüneller tıkanmıştır, harcama kanalları tıkanmıştır. Onun için işte Allah-u Teâlâ diyor ki: “faiz daralmaya sebep olur”. Gerçekten çok ciddi daralma.
Onun için bakın, Türkiye’nin mesela daha önce Anadolu’da bütün köyler cıvıl cıvılken, köylerde kimse yok. Çünkü o para çekilince köylerden artık köyde üretimin bir anlamı kalmadığı için herkes şehirde parası olan insanların yanında iş bulmak için geliyor. Üretici olmaktan işçi olmaya yöneliyor. Başkasının üretimine katkıda bulunmaya yöneliyor. Sonra da bir müddet sonra da o şehrin büyükleri, artık mallarını alacak müşteri kalmadığı için oradan başka şehre göç ediyor, o şehri sıkılmış limon gibi bırakıyorlar. Eğer orada devletin memurları olup da aydan aya oraya maaş adı altında para gitmese, onların tamamı da terkedilmiş köye döner. Çünkü köylere yeteri kadar memur maaşı gelmediği için, köylerde hareket duruyor ve insanlar hep şehre geliyor. O şehirlerde okullar var, efendim devletin çeşitli daireleri var, merkezi hükümetten oraya para gidiyor da orada küçücük bir hareket devam ediyor.
Daha sonra ne oluyor, daha sonra da koskoca ülke bir köye dönüşüyor. O ülkenin zenginleri artık o ülkede yatırım yapmak da onlar için kar olmama başlıyor, çünkü vatandaşın alım gücü bitmiş oluyor, parayı hep onlar çekmiş oluyor piyasadan, o zaman da yatırımı Bulgaristan’a yapalım diyor, falan yere yapalım diyor. O Bulgaristan’ın zengini de Türkiye’ye yapalım diyor işte sizin Petkim’i alıyorlar, bilmem başka kimi alıyorlar, şu kimi, bu kimi alıyorlar. Sistem bozuluyor, her şey altüst oluyor. Artık kavramlar değişiyor, değerler değişiyor, her şey değişiyor.
Dolayısıyla, Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teâlâ her şeyi geniş geniş anlatıyor da ciddi bir eksiklik var, Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’e güvenmiyorlar. Maalesef güvenmiyorlar.
Salondan bir kişi: Hocam bence Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i bize anlatanlara yönelmeleri lazım.
Abdülaziz BAYINDIR: Yok canım ayeti söylüyorsunuz, o ayeti açıkça söylediğiniz halde “yok” diyor “ben bir hocama sorayım” diyor.
Mesela Hz. Ali’yle ilgili Müslüman oluşunu anlatırlar. Daha çocukken Müslüman olmuş, demiş ki “bir babama sorayım bakıyım Müslüman olma konusunda ne diyecek” sonra kendi kendine düşünmüş, “ya Allah beni yaratırken babama sordu mu ki ben Allah’ın yoluna girmek için babama sorayım”. Sonra sormadan gitmiş peygamber efendimizin yanına ve Müslüman olduğunu söylemiş. Bu kişiliğe sahip olmak lazım.
Salondan bir kişi: Hocam birde bu harcama dediniz, bu harcamayı yaparken israfa yönelmek ve tercih, yani lükse yönelmek bu bizim çektiğimiz sıkıntıların sebebi değimlidir? Mesela adam dört yüz milyar veriyor cip alıyor, şehirde geziyor. Şimdi o lükse girmiyor mu? Mesela şimdi lüks villalar satıyorlar sekiz yüz milyar, sıraya giriyorlar.
Abdülaziz BAYINDIR: Şimdi, o lüks harcamalar, bir harcama size göre lüks olur, bir başkasına göre normal olur.
Salondan bir kişi: bu normal diyorsunuz.
Abdülaziz BAYINDIR: Yok o şey değil. O hiçbir zaman için problem olmaz. Asıl problem halkın cebindeki paraların faiz yoluyla çekilip belli noktalarda birleşmesidir. Böyle olunca bak bir örnek daha size vereyim, şöyle yavaş yavaş anlatayım çünkü bunları anlamak oldukça zor. Şimdi şuralarda belki şekiller mekiller çizmek lazım. Az önceki örneği ben size vereyim. Ama biraz daha basitleştireyim örneği ki kolay anlaşılsın.
Dedik ya şehirde iki milyon dolaşan para vardı ve banka onun bir milyonluk mevduat olarak topladı, şimdi, o bir milyonu kullanabilmek için bankaya en az iki milyonluk üç milyonluk teminat göstermek gerekir. Çünkü banka sağlam teminat almadan kimseye kredi vermez. O teminatı gösterebilecek insanların sayısı da bir toplumda çok azdır. Bir kere toplumlarda teşebbüs gücüne sahip olan, müteşebbis olan kişilerin sayısı azdır. Müteşebbislerin arasında da teminat gösterecek kişilerin sayısı azdır. Çünkü birçok kimsenin teminatı olsa bile korkar. Mesela bir sene sonra bu parayı faiziyle birlikte iade edeceksin. Son derece ağır bir sorumluluktur. O zaman ne olur? O bir milyon lira, toplumda birkaç kişinin eline geçer. O birkaç kişi o bir milyon lirayla iş yaptığı zaman bankaya bir milyon yüz bin lira ödeyecek ya en az %10 da kendi kazanmak ister ki %10 da kazanmak isteyen yoktur da, ben öyle söyleyeyim. %10 hiçbirisini kurtarmaz ve mantıklıdır da, çünkü parayı toparlayamaz batar gider. Şimdi, %10’la kar ettiğini düşünürseniz, %10’u şeye verecek %10’da kendi kar edecek, bu şahıs yedi sene sonra, o toplumun, yani bir şahıs değil de bu krediyi kullanan kaç kişiyse, o toplumun tüm servetinin yarısına sahiptir. Yani, toplumun bir gurubu giderek erirken, birkaç kişi anormal büyür. Bu anormal büyümekten dolayı da anormal harcamalara yönelirler. Yani bu faizin sebep olduğu anormal harcamalar tabi faize dayanır. Ama işler normal yürüdüğü zaman bir insan gidip de lüks bir lokantada yemek yiyebiliyorsa yesin o da sevaptır. Çünkü orada da çalışanlar var, oradan da geçinecek olan insanlar var. Yani, o da bir infaktır o da bir infaktır, yatırımda bir infaktır, fabrika kurar. İşte şimdi, yanlış olan o faizin devreye girmesidir yoksa birisi basit bir arabaya biner birisi de en lüks arabaya biner. Binsin, yani bunun bir sakıncası yok, hiçbir sakıncası yok. Ama onu normal yollardan kazansın binsin. Birisi gider şurada bir ekmek arası yaptırır, şurada bir duvarın köşesine oturur yer, çeşmeden de gider avucuyla su içer tamam olur, karnını doyurur, güzel hiçbir sakıncası yok. bir başkası da gider çok lüks bir lokantada, lüks şartlar içerisinde yer, o da güzel. Hepsinin de olması lazım bir toplumda, o da olacak o da olacak. Ama burada tenkit edilen, bir harcama kanallarının sürekli açık olması. Mesela kapitalizmde esas olan paranın biriktirilmesidir. Onun için tasarrufa yönlendirilir insanlar. Ama İslam’da esas olan harcamadır. Kur’an-ı Kerim’de hep harcamaya yönlendirilir insanlar. Çünkü harcanırsa eğer o tekrar geri döner, yeni üretimlere, yeni yeni insanların piyasaya kazandırılmasına sebep olur, vereceğiniz zekât ve sadakalar ise güçsüz kalmış birçok kimseyi tekrar ekonomiye kazandırır. Tekrar hayatta bir canlılık meydana gelir. Ve bu insanlar eğer sürekli aç kalırlarsa intiharlara varılır. Onun için Allah-u Teâlâ diyor ki:
ve lâ tulkû bi eydîkum ilet tehluketi
“kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” (Bakara, 2/195)
Harcayın. Çünkü harcamadığın zaman adamın karnı acıktığı zaman, evde çoluk çocuğu az gördüğü zaman, gözü hiçbir şey görmez gelir hırsızlık da yapar, başka şeyler de yapar. Bu defa kendi elinizle intihara gidersiniz.
Salondan bir kişi: Gelir dağılımı da bozuluyor.
Abdülaziz BAYINDIR: Ha, gelir dağılımı da, tabi faiz gelir dağılımını ciddi manada bozuyor, çok ciddi manada bozuyor.
Salondan bir kişi: Ve enfikû fî sebîlillâh
Abdülaziz BAYINDIR: “Ve enfikû fî sebîlillâh”, “fî sebîlillâh” harcama, toplumsal, topluma yönelik harcamadır. Çünkü o harcama kanallarına girecek, tüm toplumu dolaşacak.
Peki, şimdi devam edeyim. tabi bu ekonomik konular biraz zor konular, onu kendime göre biraz daha şey yapmak istiyorum ama inşallah anlatabilmişimdir.
fellezîne âmenû minkum ve enfekû lehum ecrun kebîr
“sizden kim inanır ve harcarsa, onlar için büyük bir ecir vardır.” (Hadid, 57/7)
Az önce de söyledik ya tüm o hareketleri başlatan kişiler onun sevabını da alırlar. Mesela yatırım yaptınız, işçi çalıştırıyorsunuz, onların hakkının verirseniz, doğru üretim yaparsanız bunların hepsi de sevaptır. Hem para kazanırsınız hem sevap kazanırsınız. Yani çünkü o hareketin, o hizmetin hepsinin devam etmesi lazım, hayatın devam etmesi lazım.
Ve mâ lekum lâ tu’minûne billâh,
“Size ne oluyor ki Allah’a inanıp güvenmiyorsunuz” (Hadid, 57/8)
Mesela Müslümanlarda bu çok, ben bunu çok müşahede ediyorum. Mesela, diyorsunuz ki, başımdan geçen olayların kahramanlarını söylemeden anlatayım da, söylemeden anlatmak da çok zor ama. Şimdi, diyorsunuz ki “kardeşim bak Allah faizi haram kılmış, ticareti helal kılmış. Faiz borçtan gelir elde etmektir. Birisine borç vererek gelir elde ederseniz bu olmaz. ama mal alım satımıyla meşgul olacaksınız.” “olur, mu öyle şey” diyor. sonra ayeti de okuyorsunuz, “olur, mu öyle şey” diyor. Ya sen kime hizmet ediyorsun kardeşim. Ondan sonra da biz İslam’a hizmet ediyoruz diyor. Ya bu ne biçim İslam’a hizmet? Allah’ın ayetlerini okunduğu zaman olur mu öyle şeyler diyorsun, ondan sonra İslam’a hizmet ettiğini söylüyorsun. “Böyle şey olmaz” diyor, “bu şekilde ekonomi yürümez” diyor, “faizsiz ekonomi yürümez” diyor. Ya, faizle yürümez Allah sana hiç akıl vermemiş mi düşünsene.
Ya birisine, ben şimdi buradan mecit beye yüz lira verdim, karşılığında da yüz on lira istiyorum. Bu bir ekonomik faaliyet mi, hangi işi ürettik, hangi hizmeti ürettik? Ben yüz lira vereyim, bana yüz on lira verirsin diyoruz daha sonra. Ha, o aldıktan sonra bu parayı ekonomide kullanabilir. Kar da eder zarar da eder. Ama beni hiç zararı ilgilendirmiyor, karı da ilgilendirmiyor, onun çalışması da beni ilgilendirmiyor, ben paramı tanırım.
Bu bir ekonomik faaliyet mi kardeşim? Sen tutuyorsun bunu ekonominin merkezine yerleştiriyorsun. Yani Allah’ın ayetini okuyorsunuz insanlara, “olmaz” diyor, “olmaz olmaz”. Ondan sonra da “biz Müslümanız” diyor. Onun için,
Ve mâ lekum lâ tu’minûne billâh,
“niye Allah’a siz güvenmiyorsunuz?”( Hadid, 57/8)
ver resûlu yed’ûkum li tû’minû bi rabbikum
“Halbuki bu peygamber sizi çağırıyor ki Rabbinize inanıp güvenesiniz.” (Hadid, 57/8)
Bak rabbiniz ne diyorsa onu yapın diyor.
ve kad e haze mîsâkakum in kuntum mu’minîn.
“Allah sizden misakınızı kesin sözle almıştır, eğer inanıyorsanız.” (Hadid, 57/8)
Ya da “peygamber sizden kesin söz almış”
Peygamber size, Allah’ın kitabını göstermiş, o kitaba, kitabın doğruluğuna inanmışsınız, mümin olduğunuzu söylüyorsunuz, diyorsunuz ki “ben Allah’ın kitabına inanırım, peygambere inanırım ahiret gününe inanırım”, bunların hepsini söylüyorsunuz bir çırpıda, Allah şöyle emrediyor dediğiniz zaman “e kurban olayım Allah’a ama…” diyerek başlıyorsunuz başka şeylere. Kusura bakma kardeşim, inanıyorsan yaparsın. Yapmıyorsan, inanıyorum diye milleti kandırma, kendini de kandırma. “eğer inanıyorsanız böyle yaparsınız” diyor Cenab-ı Hakk, Allah’a da güvenirsiniz, resulüne de güvenirsiniz.
Huvellezî yunezzilu alâ abdihî âyâtin beyyinât
“Kuluna açık ayetleri indiren O’dur.”(Hadid, 57/9)
Allah-u Teâlâ indirmiştir bu ayetleri. Niçin indirmiştir:
li yuhricekum minez zulumâti ilen nûr,
“sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarsın diye(indirmiştir)” (Hadid, 57/9)
Şimdi, geçenlerde birkaç tane genç geldi. Bu tip insanlar sık sık geliyor. Tabi ne maksatla geldiği falan beni hiç ilgilendirmiyor. Bazen çeşitli guruplar kendi adamlarını gönderiyorlar, tabi eskiden beri biz bu konulara alışkın olduğumuz için hiç önemli değil. Kendilerine göre tuzak sorular soruyorlar, bir şeyler yapıyorlar.
“Hocam” diyor şimdi, kim olduklarını bilmiyorum, yani gelmişler, bizim bu derslere de geldiklerini söylediler, iyi tamam. “şimdi biz bütün kanunları hazırlamamız lazım, ceza kanunudur işte bilmem medeni kanundur işte ekonomiyle ilgili şunlar, bilmem güvenlik ile ilgili şunlar falan filan, bu konuda bir hazırlığınız var mı?”
“Ne hazırlığı olacak” dedim. “Kardeşim” dedim “bak sen gelirsin bakarsın, Allah’ın emirlerine aykırı hangisi onları yapma dersin, zaten Allah’ın emrine aykırı olanlar fıtrata da aykırıdır, işlerin doğru yürümesine de aykırıdır, ona hiç kimse de itiraz edemez doğru anlatırsanız. Allah’ın emirlerine aykırı olan kısımları ayıklarsın diğerleri aynen devam eder. Ne uğraşacaksın şunu bunu yapma falan.”
“ha! Doğru ya falan dedi gittiler.
Şimdi, Allah ne diyor bakın;
“sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size bu ayetleri indirmiştir”(57/9)
Ne demek, siz bu ayetlere uyarsanız, karanlıklardan aydınlığa çıkarsınız. Peygamberimiz çıkmadı mı? Yani Mekke’nin o dar çerçevesinden Medine’ye hicret etti sekiz sene sonra Mekke’yi aldı, vefat ettiği zaman da Türkiye’nin dört katı bir bölgeye hitap ediyordu. Toplam yirmi üç senede olmuş bir hadise ve bu insanlar o kadar güzel yetiştirilmişti ki peygamberimizden kısa bir sonra bütün dünyayı hâkimiyetleri altına aldılar ve hala onların gittikleri yerde Müslümanlık devam ediyor.
“efendim o peygamberdi”
Tabi ki o peygamberdi, o bize örnekti o bize örnekti. Biz onun yolunda gittiğimiz takdirde aynı sonuçları elde ederiz. Onun için karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Cenab-ı Hakk bu ayetleri indirmiştir. Ama siz tutarsınız da, diyor ki işte mesela, “şu florasan lambasını yakarsan aydınlanırsın”. “Yok, canım boş versene, yani şimdi şuranın içerisine gizlenmiş zaten, o ışığı olsa bile kendini bile aydınlatma, beni nereden aydınlatacak” deyip yakmazsan, karanlıkta oturursun. Böyle yapıyor Müslümanlar.
ve innellâhe bikum le raûfun rahîm
“şurası da kesin ki Allah size karşı çok merhametlidir ve Allah’ın ikramı da boldur.” (Hadid, 57/9)
Kısa bir özet yapayım de: ‘ben Allah’a inanıyorum’ sözü yeterli olmuyor. Allah’a inanan kişi Allah’a tamı tamına güvenen kişidir. Allah’ın söylediği her şeyi doğru kabul eden kişidir.
Şimdi, birisi size dese ki; “Bekir bey ben size çok inanırım” dese, ama bakıyorsunuz ki sizin dediklerinizi pek tutmuyor, dediklerinizi pek önemsemiyor, siz onu size inanan bir kimse olarak kabul eder misiniz? Edemezsiniz. İşte o da öyle işte. “Ben Allah’a inanıyorum, ama kendi kafama göre hareket ederim” dedin mi işte inanmıyorsun. Şimdi o insan “Bekir Gecü diye bir insan yoktur mu” demek istiyor?
Bekir Bey: Öyle demek istiyor
Abdülaziz BAYINDIR: Seni yok mu sayıyor?
Bekir Bey: iyi ya işte o sayı kelimesi yor sayıyor işte.
Abdülaziz BAYINDIR: Ha yok sayıyor. Yoksa var, böyle bir insan var.
Bekir Bey: Varda
Abdülaziz BAYINDIR: Böyle bir insan var, ama kendi hesabına geldiği zaman kabul ediyor, hesabına gelmediği zaman kabul etmiyor.
Eskiden daha çok olurdu, şimdi de zaman zaman oluyor, mesela ben müftülükteyken adam gelir; “Hocam bir fetva soracağım”. “hay hay buyurum”. “ama yazılı cevap isterim”. Ya hele bir sor kardeşim. “cık, yazılı ver”. “ya bir dakika, bir dinleyelim veririz tamam”. Şimdi adam sorusunu sorar, cevabı alır, bakarsınız ki Allaha ısmarladık diye hem sıvışır gider. Çünkü istediği cevabı alamamış. O doğruların peşinde değil, kendi doğrusunun peşinde. Eğer kendi istediği gibi olsa yazılı cevabı alacak götürüp gösterecek millete. Onun dine uymaya niyeti yok. Dinden istifade etmek istiyor. Onun için mesela bu miras konularında erkekler çok müthiş bir şekilde uyarlar Kur’an-ı Kerim’e. Nasıl olsa bize iki pay düşüyor diye, bakarsın gelir çok dindar kesilirler, “işte dinimizin emri bu olması lazım” falan filan. O arada dinin bir başka emri de söz konusu olsa bakarsınız ki hemen sesini kesmiş. Buna da uyman lazım, “ e canım uyarız, ya aman ne yapalım bee, sen bunu bir yaz ver de….”
Menfaat. Onun için, Allah’ın emrine kayıtsız şartsız uymak, Allah’ın emrini kayıtsız şartsız en azından kabul etmek gerekir. Cenab-ı Hakk’ın emirleri arasında, ben şunu alırım, bunu almam, bu benim hesabıma geliyor, bu gelmiyor diye bir ayrım yapmaya kalkışırsa, bak işte siz de size karşı böyle tavırlarda bulunan bir adama “bu adam bana inanmaz” dersiniz, işte Allah’a inanmamak o. Allah’a inanmamak, Allah diye bir varlık yoktur manasında değil. Bunu yeryüzünde söyleyen h,içkimse yoktur. Allah’a inanmamak, Allah’a güvenmemek demektir, Allah’ın bütün sözlerini kayıtsız şartsız kabul etmemek demektir.
Salondan bir kişi: Hocam sahilleri hep kızlar vermişler, sahilleri, tuzlu su var ya
Abdülaziz BAYINDIR: Antalya da
Salondan bir kişi: Trakya’da da öyle, tuzlu su var ya sahillerde, kızlara vermişler bir şey yetişmiyor diye, günü gelmiş sahiller para ediyor şimdi
Abdülaziz BAYINDIR: Şimdi de öbürleri kaybetmiş evet. Genellikle bu tip şeyler olur. Ama burası imtihan yeridir olacak. Başkalarını tenkit etmek kolay da, biz o duruma düşmeyelim asıl mesele o.
İnsanlara nasihat vermek çok kolaydır, biz hocaların işi kolay ne olacak, şöyle yap böyle yap deriz. Millete emretmek kolay. Ama kendimize emretmek çok zor, o çok zor. Onun için evvela kendimiz, evvela bana sonra size. Onun için Allah-u Teâlâ
lime tekûlûne mâ lâ tef’alûn
“yapmadığınız şeyi niye söylüyorsunuz (insanlara)” (Saff, 61/2)
Salondan bir kişi: (Anlaşılmıyor 49,44)
Abdülaziz BAYINDIR: burada okuduğum da ayeti kerime
lime tekûlûne mâ lâ tef’alûn
“yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz” (Saff, 61/2)
Bu da ayet. Buna benzer bir ayet daha var;
Kebure makten indallâhi en tekûlû mâ lâ tef’alûn
“Allah katında çok ağır bir kötülük olarak yer almıştır, yapmadığınız şeyi söylemeniz”(Saff, 61/3)
Onun için yani insanlara nasihat vermek çok kolay, ama kendine nasihat vermek çok zordur. Ama ben o nasihati almadıktan sonra bütün dünyada alsa benim bundan bir faydam da olmaz. Çünkü hepimiz tek tek Allah’a hesap vermeyecek miyiz? Bazıları da haşa kendilerini Allah-u Teâlâ’nın yerine koyarak insanları sorumlu tutuyor, “yarın ahirette senin yakana yapışacağım, şunu yapmıyorsun ya!” E peki senin yakana kim yapışacak, sende yapmıyorsun. Söylemek kolay da yapmak zor.
Onun için hepimiz, şu salonun dışındakileri tenkit çok koyladır, salondaki herkes bana alkış tutar eğer öyle bir tenkit yaparsam, ama hiçbirimize bir faydası olmaz.
Salondan bir kişi: Ben tutmam.
Abdülaziz BAYINDIR: Sen tutmaz mısın?
Salondan bir kişi: Ben sadece üzülürüm
Abdülaziz BAYINDIR: Sen üzülürsün. İyi tamam, iyi sağol. Yani, çoğunluk diyelim. Mesela, camide vaaz ederken, caminin dışıyla ilgili konuş senden daha iyi vaiz olmaz. Ama caminin içindeki cemaate hitap ettiğin an, artık senin vaazın dinlenmez.
Ve mâ lekum ellâ tunfikû fî sebîlillâhi,
“Size ne oluyor, Allah yolunda harcamıyorsunuz” (Hadid, 57/10)
“Neden harcamada bulunmuyorsunuz”, bak görüyor musunuz, hep harcama emrediliyor. Hep harcama Hep harcama, Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yerinde biriktirme emri yoktur. Hatta biriktirenlerle ilgili çok ağı ifadeler de vardır.
vellezîne yeknizûnez zehebe vel fıddate ve lâ yunfikûnehâ fî sebîlillâhi fe beşşirhum bi azâbin elîm
“altını ve gümüşü hazine olarak birleştirip de Allah yolunda harcamayanlar(yani yopluma yeni harcamalarda bulunmayan insanlar) onları acıklı bir azapla müjdele” (Tevbe, 9/34)
Yevme yuhmâ aleyhâ fî nâri cehenneme fe tukvâ bihâ cibâhuhum ve cunûbuhum ve zuhûruhum, hâzâ mâ keneztum li enfusikum fe zûkû mâ kuntum teknizûn
“cehennemde onların üzerinde ateş yakılacak, o altınlarla bunların yanları ve alınları dağlanacaktır ve sırtları. Bu işte sizin biriktirdiğiniz mallardır/kendiniz için biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizin cezasını tadın denecektir” (Tevbe, 9/35)
Çünkü siz harcama yapmadığınız zaman dünya kadar insan aç kalıyor, perişan kalıyor. Yani en azından zekâtını vermek lazım, harcama yapmak lazım. Onun için harcamaya yöneldiğiniz zaman, yani harcanan yüz lira kısa sürede belki on bin lira yüz bin lira kadar iş görür, ama harcanmayan yüz lira hiç iş görmez. Evet, hiç iş görmez, sürekli harcanması gerekiyor.
Salondan bir kişi: Hocam o zaman biriktirmenin de arka planında gene Allah’a güvensizlik gibi bir imaj çizilmiyor mu burada.
Başka bir kişi: Hocam zor günler için
Abdülaziz BAYINDIR: İşte o zor günleri harcamayarak sen kendin meydana getiriyorsun.
Salondan bir kişi: Hocam Hz. Yusuf’un biriktirmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Abdülaziz BAYINDIR: Hz. Yusuf’un olayındaki biriktirme farklı bir biriktirmedir. Orada gene o insanlara yetecek harcamalar yapılıyor. Ayeti kerime nasıldı onu bir şey yapar mısınız, Yusuf suresinde.
fe mâ hasadtum fe zerûhu fî sunbulihî illâ kalîlen mimmâ te’kulûn
Ne biçerseniz onu başağında bırakın. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç.” (Yusuf ,12/47)
“yediklerinizin dışındakileri biriktirin” diyor. Biz şimdi, aklımızı kullanmak zorundayız. Paranın piyasadan çekilmesi başka bir olaydır, piyasada fazla olan, mesela şimdi üzüm, Konya ovasında şimdi diyelim hasat mevsimi buğday üretimi yapıldı ağzına kadar dolu, şimdi onu herkes alsın derseniz zayi olur gider dimi. birileri onu depolaması lazım. Depoladığı için de daha sonra daha pahalıya satabilmesi lazım, bu da onun hakkıdır. Bu onu piyasadan çekmek değildir, bu ileride harcanmak için depolamadır. Bu akıllı insanların işidir. Yani o gene harcanacak, siz onu harcamaz da gereğinden daha fazla tutarsanız o zaman çürür gider.
İşte burada da diyor ki, “onu başağında bırakın” diyor ayeti kerime. Tabi ben bu işi uzmanı değilim. Ama zannediyorum ki başağında kalması o buğdayın bozulmasını geciktiriyor. Mutlaka geciktiriyor, daha uzun süre saklanmasına sebep oluyordur. Yani orada insanların yiyeceği kadar veriliyor insanlara. O insanlar aç bırakılmıyor. Ama siz parayı piyasadan çektiğiniz zaman o buğdayın talep edilebileceği bir para ortada kalmıyor. Onun için bu buğday burada kalıyor, insanlar öbür tarafta kalıyor o aradaki tünel tıkanmış oluyor, bir taraftan diğer tarafa mal akışı olmuyor. Yani karnını doyuracak kadarı bile gitmiyor, anlatabildim mi? yoksa tabiî ki depolama olacaktır, tabiî ki biriktirme olacaktır. Yani harcamadan çekilen biriktirme başkadır, işin normal seyrinde depolama, saklama, zamanı geldiği zaman piyasaya sürmek için şey yapma başkadır. Yoksa o tüccar o anda satacak olsa onu depolamaz. O anda yeteri kadar müşterisi olmadığı için depolar, o depolama da insanların daha sonraki ihtiyaçlarının karşılanmasına sebep olur. Yani bu işi tabii seyrinde bırakmak lazım, onu söylemeye çalışıyorum.
Mecit Bey: bir de harcama müsriflik anlamına da gelmesin yani
Abdülaziz BAYINDIR: Tabi harcama, müsriflik anlamında değil elbette.
Mecit Bey: Hep harcama harcama dedin adamlar orada duruyor, habire harcarlar şimdi.
Abdülaziz BAYINDIR: Şimdi, harcama, tabiî ki israf haramdır, yani ihtiyacınız kadar harcayacaksınız. İhtiyacınızdan fazlasını harcayamazsınız. Çünkü Allah-u Teâlâ diyor ki
kulû veşrebû ve lâ tusrifû
“yiyin için ama israf etmeyin” (Araf, 7/31)
Diyor. Yani ihtiyaçtan fazlası israfa olur o haramdır.
Mecit Bey: “Külli müsrifin haram.”
Abdülaziz BAYINDIR: tabi “külli israfin”
Mecit Bey: “Külli müsrifin haram.” diye
Abdülaziz BAYINDIR: ‘Külli müsrifin’ mi öyle bir şey. Ama “el israfun haramun”. Külli müsrifin diye bilmiyorum ama ‘küllü müskirin haramun’ varda…
Ama israf haramdır tabi. Yani yemede içmede de israf haramdır, insanlara verirken de israf haramdır. Yani, birisine yardım yaparken kendini zor durumda bırakmayacaksın. Bir kere sen kendi konumunu devam ettirecek kadar bir imkâna sahip olman lazım, ayakların üzerinde durabilmen lazım. Ve insanlara vereceğinde, kendini sarsmayacak kadar olan kısmını vereceksin, yani senin ihtiyaçlarından artan kısmını vereceksin.
Salondan bir kişi: Hocam bu ‘zenginlik aranızda dolaşıp durmasın’, bu konuyla ilgili midir?
Abdülaziz BAYINDIR: şimdi ‘zenginlik aranızda dönüp dolaşan bir devlet halinde olmasın’ diye yani birkaç tane zengin oluşmasın, servet tabana yayılsın, Cenab-ı Hakk’ın istediği odur.
Salondan bir kişi: Vehbi Koç’un kızını isteyemem mi yani, o manaya geliyor mu yani?
Abdülaziz BAYINDIR: Yok onunla bir alakası yok, o başka bir olay.
Mecit Bey: Eskiden Menderes ‘her mahallede bir milyoner yaratacağım’ diyordu ya, çoğaltacak.
Abdülaziz BAYINDIR: İşte şey, o kapitalist ekonomi, o idealleri gerçekleştirmeyi engelliyor. Onun için ekonominin yapısını temelden düzeltmek gerekiyor. Ve çok kolay düzelir, yeter ki Kur’an-ı Kerim’e uygun birtakım şeyler yapılsın.
Mecit Bey: Raporunuz uygulanıyor zaten ekonomide.
Abdülaziz BAYINDIR: Yok uygulanmıyor. Keşke uygulasalar.
Mecit Bey: Sıfırlar atıldı, sizin verdiğiniz rapordan istifade ettiler orada
Abdülaziz BAYINDIR: Yok o bir şey değil, öyle kıyısından köşesinden istifade istifade sayılmaz, o bir bütün. Neyse o şey değil.
Mecit Bey: Kendinizin şeyini anlatmıyorsunuz gerçi.
Abdülaziz BAYINDIR: Onu anlatmıyorum, başka bir şey anlatıyorum.
Şimdi,
Ve mâ lekum ellâ tunfikû fî sebîlillâhi, ve lillâhi mîrâsus semâvâti vel ard,
“siz niye Allah yolunda harcamıyorsunuz ki, göklerin ve yerin mirası Allah’a aittir.”(Hadid, 57/10)
Yani bu mallar kabre kadar sizinle gelmeyecek ki, bütün mallar da Allah’ın, Allah da harcayın diyor, size ne oluyor? Ama bu tabi israf değil, israf ayrı bir konu. Yani gereksiz biriktirmeler.
Mecit Bey: Hocam “Allah için harcayın” derken, Allah için cami yapın, sadaka verin anlamına gelmiyor dimi, yani?
Abdülaziz BAYINDIR: o anlama gelir.
Mecit Bey: ya sadece o anlama gelmiyor herhalde. Ben mesela, giyim kuşam için girmiyor mu bunun içine, “Allah için harcayın” diyor. Allah için mi giyineceğim mesela gideceğim elbise alacağım.
Abdülaziz BAYINDIR: Yok şimdi, sen kendi normal ihtiyaçlarını gördüğün zaman da Allah için harcamış olursun.
Mecit Bey: Onu demek istiyorum.
Abdülaziz BAYINDIR: Allah’ın emirlerine uygun, ailene çoluğuna çocuğuna harcadığın zaman da sevap elde etmiş olursun. Yeter ki israf etmiş olma. Ama Allah için harcama dediğimiz zaman ilk önce akla gelen tolumun muhtaç kesimlerine yapılan harcamadır, yani ilk önce akla gelen odur.
Salondan bir kişi: şu ayet “Vellezîne izâ enfekû lem yusrifû ve lem yakturû ve kâne beyne zâlike kavâmâ”
Abdülaziz BAYINDIR:
“Vellezîne izâ enfekû lem yusrifû ve lem yakturû ve kâne beyne zâlike kavâmâ”
“bunlar öyle kimselerdir ki harcadıkları zaman israf etmezler, kısmazlar da.” (Furkan, 25/67)
Yani gereksiz harcama yapmazlar, kısmazlar da.
Salondan bir kişi: Gereğinden aşağı da yani.
Abdülaziz BAYINDIR: Hah, gereğinden aşağı da değil, fazla da değil. ikisinin arasında bir orta yol tuttururlar.
Salondan bir kişi: “yes’elûneke mâzâ yunfikûn kulil afve”(2/219) fazlasını
Abdülaziz BAYINDIR: Evet, artanı harcayacaksın, artan kısımlarını
Salondan bir kişi: İhtiyaçtan fazlasını
Abdülaziz BAYINDIR: Evet, ihtiyaçtan fazlasını. Yani bir kere mesela bu ayetin devamı da vardır, onu bir açar mısın? Şimdi, ayeti kerime şeyde de ben şimdi çıkaramadım, buradan bulayım, İsra suresinde.
Ve lâ tec’al yedeke maglûleten ilâ unukıke ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ
Yani diyor:
“elini boynuna bağlı bırakma” (İsra, 17/29)
Bizde de “cebinde akrep olmasın” derler değil mi? öyle yapma,
ve lâ tebsuthâ kullel bastı fe tak’ude melûmen mahsûrâ
“Büsbütün de öyle elini açma” (İsra, 17/29)
Sana da bir şey kalsın.
fe tak’ude melûmen mahsûrâ
“bu defa kendine bir şey kalmaz, (“ah keşke yapmasaydım” dersin) şaşkın şaşkın kalırsın, yapacağın hiçbir şey kalmaz.” (İsra, 17/29)
Yani kendi ayakların üzerinde bir kere duracaksın, o önemli. Yapacağın harcama da artan kısımdan, fazla kısımdan olacak.
Şimdi, mesela en sağlam harcama da Allah’ın dininin yayılması için yapılan harcamadır. Allah’ın dininin yayılması için yapılan harcama, bir kere şunu çok iyi kavrayalım, bizde “din” kelimesi maalesef batılı anlamda anlaşılıyor. Yani din dediğiniz zaman ‘insan ile Allah ilişkileri’ şeklinde düşünülüyor. Hâlbuki din, hayatın bütün safhalarını içerisine alır. Dine yapılan harcama, topluma yapılan harcamadır, tüm insanlığa yapılan harcamadır. Çünkü bu din fıtrattır, her şeyin doğal, yani bugün doğallık dedikleri şey, her şey o tabi haline doğal haline dönmesi için yapılan çalışmadır. Kimse kimseye zulmetmesin, kimse kimsenin hakkını yemesin, herkes huzur içerisinde olsun, güven içerisinde olsun… Şimdi, o yolda bir harcama yaparsanız, mesela Mekke’de Müslümanlar orada yaşama imkânı bulamadılar, Medine’ye kaçtılar. Yani göç etmek çok lüks bir şey, onlar kaçtılar çünkü öldürülmekten korkuyorlardı. Ama Medine’ye vardıkları zaman bunlar Medine’nin hâkimi oldular. Ve çok kısa süre içerisinde geniş servetler bunların eline geçti. Yani dine harcama aslında maddi olarak da çok kazançlı bir iştir. İnsana hem dünyasını kazandırır, hem ahiretini kazandırır. Ama Allah-u Teâlâ diyor ki;
lâ yestevî minkum men enfeka min kablil fethi ve kâtel,
“Mekke’nin fethinden sonra harcayanla (Mekke fethinden önce savaşanla, harcama yapanla) ondan sonra harcama yapan bir olmaz” (Hadid, 57/10)
Çünkü ondan önce herkes Müslümanlara tü kaka ediyordu, ondan sonra artık ciddi bir varlık olarak ortaya çıktılar.
Şimdi, bir hizmetin başında herkes kaçar, başında sizden herkes kaçar. Yavaş yavaş maya tutmaya başladığı zaman insanlar etrafınızda toparlaşır, şahsiyetinizi ispatladınız mı zaten herkes size yönelir. O zamana kadar sizi destekleyenle ondan sonra sizi destekleyen aynı sevabı almaz.
Salondan bir kişi: Hocam bir toplumda Müslüman ve Yahudi var aciz ikisi de. Yani eşit mi onlara infak yapılması lazım. Yani insanlık olarak düşündüğümüzde.
Abdülaziz BAYINDIR: Şimdi, Kur’an-ı Kerim’de şuraya kadar okuduğumuz ayetlerdeki harcamalarda ‘Müslümanlara harcayın’ diye bir ifade kullanılmadı değil mi? zekâtlarla ilgili ayeti kerimede de Müslüman kelimesi geçmez. Ne diyor;
İnnemâs sadakâtu lil fukarâi
“muhakkak ki sadakalar fakirler için…” (Tevbe, 9/60)
“Fakirler içindir” deniyor. Şimdi, siz bütün insanlara Allah’ın dinini anlatıyorsanız, bütün insanlara da iyi yaklaşım içerisinde olmalısınız. Yani, “sen gel Müslüman ol ondan sonra karnını doyurayım” dersen adam ebediyen Müslümanlığı kendi gündeminden atar.
Salondan bir kişi: Şimdiki zihniyet yanlış oluyor o zaman.
Abdülaziz BAYINDIR: Yanlışlıklar çok, yani her defasında ortaya çıkıyor. Ha, şu çok tabiidir, sen ilkönce en yakınlarından başlarsın harcamaya. Müslüman da senin yakınındır. Elbette ki bir Müslüman varken öbürüne harcama. Ama öbürünün durumu daha kötüyse, Müslümanın durumu nispeten daha iyiyse, oraya harcarsın. Yani insani ilişkiler önemlidir, onunla iyi insani ilişkiler içerisinde olacaksın ki bir iki kelime söyleme hakkın olsun dimi.
Salondan bir kişi: Lil fukarâillezîne uhsirû fî sebîlillâhi lâ yestatîûne darben fîl ardı
Allah yolunda mahzur kalmış olanlara harcayın, (sürekli Allah yolunda çalıştıkları için) gidip de çalışıp kazanacak fırsatları olmaz. (2/273)
Abdülaziz BAYINDIR: Tabi orada özellikle onlara, ‘Allah yolunda kendileri mahzur kalmış’, yani İslam’a hizmet yapıp da başka işle meşgul olmayanlara özellikle yardımcı olmak lazım. Mesela şimdi diyelim ki, şu içinde bulunduğunuz kurum, burada on kişi pazarın dışında her gün gece gündüz çalışıyor. E şimdi, bunların çalışması onlara bir tek kuruş kazandırmaz. Öyleyse bu çalışmaya ihtiyaç varsa, yani buna ihtiyaç duyuluyorsa, buna yardımcı olmak her Müslüman’ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk orada,
Lil fukarâillezîne uhsirû fî sebîlillâh
Allah yolunda mahzur kalmış olanlara (2/273)
Salondan bir kişi: Yakından başlanır yardım yapmaya
Abdülaziz BAYINDIR: Tabi tabi özellikler bize düşüyor.
Salondan bir kişi: Bu konuda, bunu yapan kurumların maişeti şuradakilere daha fazla düşer.
Abdülaziz BAYINDIR: Tabi en yakın olanlar daha fazla düşer, elbette öyledir. Çünkü onları en iyi tanıyan en yakın olanlardır, öbürleri fazla tanıyamaz ki.
Şimdi o, tabi özellikle onlara yardım yapılmasının önemini Cenab-ı Hakk burada vurguluyor.
Salondan bir kişi: şimdi bu ilim okutanlar (Anlaşılmıyor…. 1:09:02) ya da zengin de olsa zekâttan alabilir de buradaki fakirlik kaydına ne diyeceğiz?
Abdülaziz BAYINDIR: Muhtaç insanlar
lâ yestatîûne darben fîl ardı
“yeryüzünde gidip çalışma imkânları yok” (2/273)
diyor. Yani gitsin falan yerde çalışsın, para kazansın dersek, o zaman bu işler aksar. O zaman ne yapacak, bunların masrafını da Müslümanlar karşılamak zorunda olacak.
Salondan bir kişi: İhtiyaç
Abdülaziz BAYINDIR: muhtaç o,
Salondan bir kişi: (Anlaılmıyor … 1:09:30)
Abdülaziz BAYINDIR: hayır zenginse niye olsun canım, zenginse niye olsun. Mesela burada bana yardım hiçbir zaman için düşmez. Ben çünkü yardım yapması gereken bir noktadayım Allah’a şükür, maddi olarak.
Yeni şimdi ben burada ilimle meşgul oluyorum diye insanların bana yardım yapmasına lüzum yok. Cenab-ı Hakk bana zaten fazlasıyla vermiş, buna lüzum yok. Ama geliri olmayan bir insan olsam bana da yardım yapılması gerekir di mi?
Salondan bir kişi: Bizim köylerde hocalar kalıyor, çocuk bile okutmuyor, sadece namaz kıldırıyor, oraya Allah yolunda münhasır olmuş biri. Öteki adam acından ölüyor, fakir, köyde bir sürü fakir var, bütün zekâtı o topluyor her sene.
Abdülaziz BAYINDIR: Her yerde yanlış yapanlar olur. Kötü örnek, örnek olmaz.
Salondan bir kişi: Hocam maddi yönünden bahsettiniz bir de manevi yönden,
Abdülaziz BAYINDIR: Ne gibi yani
Salondan bir kişi: Bilgiyi infak etmek, bilgi vermek
Abdülaziz BAYINDIR: Ya herkes, tabi herkes şimdi, bak buradaki infaklar tamamen maddi infaktır. Öbürüne infak demezler “tebliğ” derler, ‘anlatma’, kelimeler farklıdır orada.
ulâike a’zamu dereceten minellezîne enfekû min ba’du ve kâtelû
“daha önce harcama yapanlar mekke’nin fethinden sonra harcama yapanlardan daha çok derece bakımından daha büyüktür.” (Hadid, 57/10)
Çünkü onlar çok zor zamanda harcamışlardır, beri tarafta işler artık yürümeye başlamış, gelirler artmaya başlamış, o zaman harcamışlardır. Ama,
ve kullen ve adallâhul husnâ,
“Allah eskiden harcayana da şimdi harcayana da en güzel karşılığı vaat etmektedir.” (Hadid, 57/10)
Yani herkes kendi yaptığının, yaptığı en güzel davranışın karşılığı gibi karşılık alacaktır. Yani siz bir iyilik yaparsanız Allah onu on katına yedi yüz katına ve daha fazlasına çevirerek size çok daha güzeliyle verecektir.
vallâhu bi mâ ta’melûne habîr
“Allah-u Teâlâ ne yaptığınızdan haberdardır.” (Hadid, 57/10)
Men zellezî yukridullâhe kardan hasenen
“Kim o Allah için bir karz-ı hasen versin/Allah için borç versin” (Hadid, 57/11)
Niye borç? Birisine borç verirsiniz, o burcu bir süre kullanır, tekrar iade eder. İşte siz Allah rızası için bir yere yardım yaptığınız zaman, o yardım bir müddet sonra size geri döneceği için Allah’a borç vermiş gibi oluyorsunuz. Yani birisine yardım yapıyorsunuz, siz bakın kendi hayatınıza, ben bunu çok denemişimdir kendi hayatımda da, Allah’a şükür bizim çocuklarda hepside buna alışmış vaziyettedirler, yani böyle bir hayır hasenat yaptığınız zaman takip edin, mutlaka onun birkaç katı size döner. Mutlaka döner. Ama tabi hemen dönmez elbette, ama mutlaka döner. Onun için en kazançlı yatırım.
Şimdi mesela bir şeyde hiç unutmuyorum belki daha önce de anlatmışımdır, İstanbul Müftülüğü’ne ilk geldim, 76 mıydı, 77 miydi bu dediğim olayın şeyi. Çay içiliyor, çok sayıda misafir gelip gidiyor, baktım ki arkadaşların maaşları o çay parasını vermede onlara zorluk şey yapıyor, yani yetmiyor güçleri. Çaycıya dedim ki “bütün masrafları ben karşılayacağım, sen kimseden çay parası alma” dedim. “Yalnız memurlardan bir lira al, sembolik olarak”. O da israf etmesinler diye. Zaten memurlar fazla misafiri olmuyor, müftü yardımcısı akşama kadar dolup dolup boşalıyor, e çay parasını da cebinden verdin mi bütün maaş gidiyor çaya. Neyse böyle ödüyoruz, memurlar aşağıdan şey yapmışlar çaycıya itiraz etmişler ‘bizden de para almayacaksın’ diye. Çaycı demiş ki ‘valla ben bu paraları hocadan alıyorum’ demiş, ‘benim için hava hoş, hocaya söylerim, verin derse öyle olsun’. Şimdi geldi bana, bende kızdım ‘herkesten para al’ dedim ‘bundan sonra’. Sen misin öyle diyen, bizim gelirler bir kesildi, bıçak gibi kesildi. Vaaay! Öyle bir kötü duruma düştüm ki, bir daha böyle bir şey yapar mısın, hemen birkaç gün sonra tekrar başladım aynı şeye. Baktım işler çok kötüye gidiyor. Elhamdulillah, hakikaten Cenab-ı Hakk gösteriyor bunu. Siz zannediyorsunuz ki kendinizden harcadınız, öyle zannediyorsunuz. Çünkü orada sizi Cenab-ı Hakk vasıta yapıyor ya, zannediyorsunuz ki ben harcadım. Hiç bilmediğiniz yerlerden, tahmin etmediğiniz yerlerden o gelir geliyor.
Salondan bir kişi: Hocam geçen kışın başında bir konferansa gittim. Adam konferansta diyor ki “her gün akılda kalıcı bir iyilik yapın” yani yaptıktan sonra, hatta öyle bir para verin ki bazen
Abdülaziz BAYINDIR: Yalnız canlı yayındayız çok kısa söyleyeceksin
Salondan bir kişi: “eminönün’e güngören’e kadar aklınızda kalsın o iyilik, ya ben bu parayı nasıl verdim”. Dönüyoruz bir fakir, bir şey oldu adam yiyecek falan lazımdı, arkadaş çıkardı on milyon verdi adama. Verdi, ertesi gün bana telefon açtı, konferanstaki adam dedi ki “ iyiliği yaptığınız zaman ya o gün ya birkaç gün içinde muhakkak mükâfatını katla görürsünüz.” On milyon verdi adama, ertesi gün beni aradı, , iş yerinden beş yüz milyon ikramiye vermişler, hesapta olmadan, elli katıyla geldi.
Abdülaziz BAYINDIR: Öyledir. Yani Cenab-ı Hakk hakikaten verir. Yani bu Allah-u Teâlâ’ya güvenmek lazım, inanmak lazım, ama saçıp savurmamak da lazım. Yani hayır hasenat yaparken de hesabınızı kitabınızı doğru yapıp altından çıkamayacağınız işe de girmememiz lazım. ‘ben bu işin altından kalkabilirim’ dediğiniz zaman onu şey yapmak lazım. Yani, hayırda da gösterişe gerek yok. Orada da orta yol, orta yolda devam etmek lazım. Onun için Cenab-ı Hakk ne diyor:
Men zellezî yukridullâhe kardan hasenen fe yudâifehu lehu ve lehû ecrun kerîm
“Kim o Allah’a güzel bir borç veriyor, Allah da onu katlayarak ona iade etsin. Onun için çok değerli bir ücret de vardır” (Hadid, 57/11)
Ayrıca bir ücreti de vardır diyor. Bir kere o yardımı yaptığınız an gönlünüz huzur dolar, o gönül huzurunu hiç parayla alamazsınız, hiçbir şeyle alamazsınız. Ondan sonra da farkına varmadığınız şekilde işlerinizde bir rahatlama olur.
Şimdi, mesela insanlar darlık çekmez değil, çeker, çünkü Allah imtihan edecektir. Fakat siz eğer hayır hasenat yapıyorsanız o en zor zamanınızda bile, yağmasa bile çisenti olur. Yani kurumaz sizin bahçeniz. Yağmur olmamış olabilir ama tepe üstündeki bir bahçe gibi gidersiniz ki çisenti var orada. Bahçeniz kurumaz. Allah-u Teâlâ mutlaka, yani hem imtihandan geçersiniz, hem de o imtihandan rahat geçersiniz. Çünkü siz başkalarının sıkıntı çekmesini istemediğiniz için Allah-u Teâlâ da size sıkıntıyı hissettirmez. Hayır hasenat yapan insanlar bunun zevkini hayatlarının her noktasında yaşarlar. Yapmayanlar da sıkıntısını yaşarlar. Evet, şimdi burada bitiriyoruz ve namazımızı kılıyoruz. El fatiha.