Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbil Âlemin. Vessalâtu vessalâmu alâ Rasûlina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Biliyorsunuz önümüzdeki Salı günü inşallah kurban bayramı. Bu sebeple daha önce söz verdiğimiz gibi bugün kurbanla ilgili konuşacağız. Onun için, lütfen elinizdeki Kur’an-ı Kerimlerin 336. sayfasını, yani Hac suresinin 27. ayetinin bulunduğu sayfayı açarsınız oradan dersimize başlayabiliriz.
Hac suresi 26. ayetten başlıyoruz. “Ve iz bevve’nâ li ibrâhîme mekânel beyti en lâ tuşrik bî şey’en ve tahhir beytiye lit tâifîne vel kâimîne ver rukkais sucûd.” “Bir gün İbrahim’i o Beyt’in yerine yerleştirmiştik…” Şimdi, o Beyt’in yeri diyor. Yani Beytullah diyoruz, Kâbe-i Şerif diyoruz; onun yeri. İbrahim (a.s) biliyorsunuz Kâbe-i Şerif’i sıfırdan yapan kişi değil. Kâbe’nin temellerini yükselten kişidir. “Ve iz yerfeu ibrâhîmul kavâide minel beyti ve ismâîl.” (Bakara 127). Ayeti kerime öyle diyor. Bakara suresindeydi bu ayet. İbrahim o Beyt’in temellerini yükseltiyordu.
Şimdi, beyt kelimesi gece içerisinde kalınabilecek binaya kullanılır. İbrahim (a.s) gittiği zaman öyle bir bina yoktu, sadece yeri vardı. Çünkü Nuh Tufanı’nda bina yıkılmıştı. Kâbe-i Şerif yeryüzünde Allaha ibadet için yapılmış ilk binadır. Allah-u Teâlâ: “İnne evvele beytin vudia lin nâsi lellezî bi bekkete mubâreken ve huden lil âlemîn.” buyuruyor. “İnsanlar için konmuş ilk yapı elbetteki Bekke’de…” yani Mekke’de “… olan binadır. Bereketlidir, tüm âlemlere bir kılavuzdur.” Yol göstericidir. (Âli İmrân 96).
İşte İbrahim’e o Beyt’in yerinde… “İbrahim’i yerleştirmiştik.” Tabi İbrahim (a.s)ın eşi Hacer annemiz ve oğlu İsmail (a.s) oraya yerleşmiş, İbrahim (a.s) esasen Filistin’de; arada sırada gidip geliyordu. Ama İsmail (a.s) ile birlikte Kâbe-i Şerif’in duvarlarını yükseltmiş ve ortaya çıkarmışlardı Kâbeyi.
“en lâ tuşrik bî şey’a” “Bana hiçbir şeyi ortak koşma.” Bu emir İbrahim (a.s)a verilen bir emirdir. Şimdi bize kalacak olsa, deriz ki ya koskoca Peygambere Allaha ortak koşma denir mi? Hatta birçokları şöyle söylerler, canım burada hitap her ne kadar İbrahim (a.s)a gibi gözükse de bizedir derler. Hayır, hiç de öyle değil. Hitap İbrahim (a.s)adır. Biz neden sorumluysak bütün peygamberlerde ondan sorumludurlar.
Tabi bu şuradan kaynaklanıyor; bizim akait kitaplarına bakarsanız, o kitaplarda peygamberlere ismet sıfatı verilir. Yani peygamberler masumdurlar. Yani korunmuşturlar. Allah tarafından korunmuşturlar. E tabi Allah tarafından korunduğuna inandığınız zaman bu tip emirlerin bir anlamı kalmaz. İlginç olan da şudur; bunlar Kur’an-ı Kerimin açık emirleridir, peygamberlerin korunduğuna dair de hiçbir ayet ya da hadis yoktur. Korunmadığını açıkça gösteren ayetler vardır.
Çok ilginç, insanlar kendi din büyüklerini kutsallaştırmak için önlerinde en büyük engel olarak peygamberleri görüyorlar. Dolayısıyla önce peygamberler kutsallaştırılacak, yani insanüstü varlıklar haline getirecekler ki, kendi kutsallaştırmak istedikleri kişilere yer açılsın. Ve bu maalesef bizim güvenilir kitaplarımızda bile bolca vardır bu tip şeyler. Ama delili yoktur. Yani bunu, mesela burada çok sayıda ilahiyat talebesi var, kafalarının bir kenarına sıkı bir şekilde not etmeleri lazım. Peygamberler masumdur diyen hocalarına, hocam lütfen bize bunun delilini gösterir misiniz diye sormaları gerekir.
Cenab-ı Hak İbrahim (a.s)a diyor ki: “İbrahim’i o Beyt’in yerine yerleştirmiştik. Bana hiç bir şeyi ortak koşma, Beytimi burada tavaf edenler, burada ikamet edenler, rükû ve secde yapanlar için…” Ya da “… burada ibadete duranlar, rükû ve secde yapanlar için temiz yap.” diye emretmiştir. (Hac 26).
“Ve ezzin fîn nâsi bil hacci” “Ve insanlar içerisinde haccı ilan et.”, “ye’tûke ricâlen ve alâ kulli dâmir” “Onlar sana yaya gelirler ve yorgun develer üzerinde gelirler.”, “ye’tîne min kulli feccin amîk.” Ve “Uzak yollardan gelirler.” (Hac 27).
“Li yeşhedû menâfia lehum.” Bu gelmelerinin sebebi şudur, “Kendileri için yararlı olan şeyleri gözleri ile görsünler.”, “ve yezkurusmallâhi fî eyyâmin ma’lûmât” “Ve belli günlerde Allahın adını ansınlar.”, “alâ mâ rezakahum min behîmetil en’âm.” “En’am denen hayvanlardan Allahın onlara rızık olarak verdiği…” Yani koyun, keçi, sığır, deve cinsinden olan “… hayvanların üzerine Allahın adını ansınlar.”, “fe kulû minhâ” Allahın adıyla kestikten “Sonra onlardan yiyin.”, “ve at’ımul bâisel fakîr.” “Ve onu yoksul ve fakir durumda olana da yedirin.” (Hac 28).
Şimdi, işte burada kurbanla ilgili emir var. Hacca çağır, gelsin burada menfaatlerini görsünler. Tabi hacla ilgili konuşurken birkaç şey de ondan bahsetmek gerekiyor. Hac ayları vardır, “El haccu eşhurun ma’lûmât.” “Hac belli aylardadır.” diyor Allah-u Teâlâ (Bakara 197). Bu Ramazanın bitimiyle başlar, Ramazan ayının bitimiyle Hac Ayları başlar. Şevval, Zilkade, Zilhicce. Üç ay. Bunlar Hac Ayları.
Şimdi, bu Hac Ayları; bunlardan ikisi ve onu takip eden Muharrem aynı zamanda Haram Aylardır. Yani insanların dokunulmaz olduğu, kavganın daha da fazla günah haline geldiği aylardır. Şimdi, bu aylarda öteden beri pazarlar kurulur, insanlar gelir alışveriş yapar, haclarını da yapar giderler. Şimdi, “Li yeşhedû menâfia lehum.” “Kendileri için menfaatlere şahit olsunlar.” ifadesinden, hem manevi menfaat anlaşılır hem de maddi menfaat anlaşılır.
Şimdi, üç ay hac ayı, arkasından dördüncü ay da haram ayı; dört ay. Dört aylık bir süre içerisinde insanlar dünyanın birçok yerinden oraya mallarını getirebilirler, orada çok büyük bir pazar kurulabilir. Hacca gidenler bilir, mesela Cidde ile Mekke arasında büyük bir düzlük var. Dünyanın en büyük pazarını orada kurabilirsiniz. Hem insanlar gider orada ticaret yaparlar, hem maddi menfaat elde ederler, hem de mümin olanlar orada haclarını yapar umrelerini yapar geri gelirler. Yani menfaat sadece manevi değil maddi menfaatler de olur.
Ha, bunun birinci kısmı, maddi menfaat kısmı Peygamber efendimizin Mekke’yi fethetmesinden önce de oluyordu. Panayırlar kuruluyordu hac mevsiminde. Fakat ondan sonra ne kadar devam etti o konuda benim bir bilgim yok ama şimdi artık böyle uluslar arası pazarların, fuarların olduğuna şahit olmuyoruz. Mesela şimdi, Türkiye’de pazar kurulur; pazarlar vardır, semt pazarları vardır. Bu pazarlar Araplardaki o panayırların bir devamıdır.
Hatta belki bir araştırılsa bu fuarcılığın temeli o Mekke’deki bu olaya dayanıyor olabilir, olmalıdır. Şöyle bir araştırın, pazarlara bir bakın, bugün pazarlardaki hâkim renk Araplardır. Yani bugün öyledir bakın pazarlara. Hala Arapların, yani Türkiye’deki Arap unsurun, mesela Siirtliler çoğunluktadır. Görürsünüz, çünkü oradan gelmiştir.
Bundan şunu söylemek istiyorum; bu ayetlerde üç ay gibi bir zamanın hac ayları olması, arkasından gelen dördüncü ayın haram ayı olması ve mesela bir başka ayeti kerimede de, hatta birkaç ayette de bu menfaatlerden bahsediliyor. Bunlara bizim kafa yormamız gerekir. Bunu bu kadarla iktifa ederek geçelim. Çünkü asıl konu kaybolur diye korkuyorum.
Şimdi, burada diyor ki Allah-u Teâlâ: “Allahın adını belli günlerde onlara rızık olarak vermiş olduğu hayvanlar üzerine ansınlar.” Şimdi, besmeleyle kesilmesi şart olan hayvan Allah rızası için kurban edilen hayvandır. Yani Kur’an-ı Kerime baktığınız zaman bunu açık ve net olarak görürsünüz. Mekkeli müşrikler hayvanları üçe ayırıyorlardı. Bunun da detayına girmeyeceğim; sadece zihninizde, kulağınızda bir bilgi olsun diye. İleride belki detaylarına gireriz. Çünkü ana konu kaçar diye korkuyorum.
Hayvanlarını üçe ayırırlar. Bir, putlarına kesmiş olduğu hayvanlar; Allahın adını onun üzerine anmazlardı. Yani “ve en’âmun lâ yezkurûnesmallâhi aleyhaftirâen aleyh.” “Allaha iftira ederek onun üzerine besmele çekmezlerdi.” (En’am 138). Hani diyorlardı ki, buna besmele çekilmez. Bir grup hayvanları da Allah için ayırıyorlardı. Allah adına kurban ediyorlardı Mekke’de. Çünkü İbrahim (a.s)ın soyundan gelen insanlar bunlar. Onların üzerine besmele çekiyorlardı. Yani Mekkeli müşrikler.
Onun için Allah-u Teâlâ Müslümanları uyarıyor. “Ve mâ lekum ellâ te’kulû mimmâ zukiresmullâhi aleyhi ve kad fassale lekum mâ harreme aleykum.” “Size ne oluyor da üzerine Allahın adı anılmış olanlardan yemiyorsunuz ki? Allah size neyi haram kıldığını açıkça bildirmiştir.” (En’am 119).
Bir de yemek için kestikleri hayvanlar vardı. İşte, Allahın bize yasak ettiği hayvan putlar için kesilen ve özellikle Allahtan başkasının adı anılan hayvanlardır. Yani burada bir takım karıştırmalar var. Gerçi bundan bir bir buçuk ay önce yaptığımız bir sohbette bundan biraz daha detaylı bilgi vermiştik. Bu hususta bir arkadaşımız doktora yapıyor. İnşallah o doktorası biterse güzel şeyler ortaya çıkacak.
Şimdi, diyor ki Allah-u Teâlâ: … “Belli günlerde Allahın size rızık olarak vermiş olduğu en’am’ın üzerine Allahın adını anasınız diye.” Bakın! Allahın adını anasınız, belli günlerde, Allahın size rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine. Şimdi, esas olan Allah adına kesiyorsunuz. Bismillah, yani Allahın Adıyla kesiyorsunuz, Bismillahi Allahu Ekber diye. Belli günlerde. Mesela işte hac günleri. Kurban hangi günler kesiliyor hacda biliyor musunuz? Bayramın birinci günü, ikinci günü, üçüncü günü. Bazı mezheplere göre de dördüncü günü. O kadar.
Peki biz hangi günler kesiyoruz? Yani hacca gitmeyenler? Yine bayramın birinci, ikinci, üçüncü günü; Şafii Mezhebine göre dördüncü günü de kesiliyor. Günde bir değişiklik yok. yani bu ayeti kerimede belirtilen malûm günlerde diyor. Ha burada size şunu da söyleyeyim, yani yeri gelmişken söyleyelim; bazı kimseler kalkıyor, efendim hac ayları belli, “El haccu eşhurun ma’lûmât” demiş Allah-u Teâlâ. Bu üç ay içerisinde hangi gün gidersen haccını yapar gelirsin.
Hatta Mekke’de bazı arkadaşlar söylüyorlar, falanca adam gelmişti. Bizi bir Arafat’a çıkar dedi. E çıkarayım dedim. Zannettim ki turistik ziyaret için çıkmak istiyorlar. E tamam gidip geliriz, yarın bir araba bulurum. Yok, gidip gelmek değil biz orada vakfe yapacağız. Ne vakfesi? Ne vakfesi kardeşim? Arafat’ta vakfeye daha çok var. Yok işte, hac üç ay içerisinde hepsi oluyor, sen anlamazsın falan. Cık, şimdi bu tip şeyleri söyleyenler çıkıyor. Bazı insanlar da yanlış şeyler söylemekten çok hoşlanıyorlar.
Şimdi, bir ayeti kerimeyi buldun mu tamam. Hâlbuki ayetler… Her bir ayetin bağlamını diğer ayet sınırlar ya da açıklar. Şimdi, bakın orada hac ayları diyor; daha sonra bir başka yerde “Eyyâmen ma’dûdât” “Sayılı günler” diyor. Burada da “fî eyyâmin ma’lûmât” “Belli günler” “Bilinen günler” diyor. Aydan güne geliyor. O günler de işte dört gün. Yani baştan ayla başlıyor ama tabi ki öyle olacak. Burada büyük bir ticari hareketlilik olacak, insanlar uzaktan yakından mallarını getirip satacaklar. Ya da mal getirip satma olmasa bile, bugünkü gibi olsa bile, ta dünyanın neresinden insanlar kalkıp gelecek; böyle bir günde iki günde olur mu? Bu işin bir başı sonu, epeyce bir zaman dilimi içerisinde olması lazım.
Enes Hoca: (anlaşılmıyor)
Ha tabi, öbür ayetin… Doğru, onu da şey yapıyorsun. Doğru söyledin onu. Şeyden sonra, yani hac belli aylardadır diye anlattıktan sonra Allah-u Teâlâ, daha sonraki ayette diyor ki, onun devamı olan ayette diyor ki: “Summe efîdû min haysu efâdan nâsu vestagfirûllâh.” “Sonra Arafat’tan insanların sel gibi aktığı yerden akın.” diyor. (Bakara 199). E şimdi sel gibi akmak üç ay içerisinde olsa, insanlar istediği gün gidecek olurlarsa sel gibi nasıl akacaklar? Hâlbuki burada o akmayı tek bir güne indiriyor ayet. Yani Arafat’tan inişi.
Şimdi, ayetler arası ilişkiler son derece önemlidir. Ama siz bu ilişkileri kopardınız mı, istediğiniz tarafa götürebilirsiniz. Bu şuna benziyor; siz ağacın dalını koparın, o dalı istediğiniz tarafa götürürsünüz. Koparmazsanız götürebilir misiniz? Ağacın bulunduğu yerden bir tarafa götüremezsiniz koparmadığınız dalı. Biraz bu tarafa çekersiniz, bıraktığınız zaman gene aynı yerine gelir. Ama istediğiniz tarafa götüremezsizin.
Onun için, ayetler arası ilişkileri koparın, ayete istediğiniz manayı verebilirsiniz. Zaten bütün hataların kaynağı da budur. Ve şeyde belirtilen de odur. “fe emmâllezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhu” (Âli İmrân 7). Kalbinde kayma olanlar böyle insanlara benzer görülen… Ve hakikaten bakıyorsunuz ki haklı, hac belli aylardadır diyor. Ayete de açıp bakıyorsunuz. E şimdi siz âlim değilsiniz ki, ayetler arası ilişkileri bilemezsiniz. Son derece mantıklı geliyor size. Ve işte, Kur’ansa Kur’an diyor. Sizi oradan alıyor başka tarafa götürüyor.
Şimdi, ondan sonra şeye geçiyoruz. Çünkü bu ayetleri sırayla gitmeyeceğiz konumuz hac olmadığı için. 34. ayete bir bakalım. Yani aynı yerde. Öbür sayfasında hemen. “Ve li kulli ummetin cealnâ menseken li yezkurûsmallâhi alâ mâ razakahum min behîmetil en’âm.” “Her ümmet için bir mensek oluşturduk. Böyle yaptık ki, Allahın adını Allahın onlara verdiği behîmetil en’âm…” yani en’am hayvanları yani koyun, keçi, deve, sığır hayvanları “… üzerine…” Allahın adını “…ansınlar.”
Şimdi, mensek ne demek? Mensek Arapçada üç anlam ifade eden bir kalıptır. Mefaal kalıbı. İsm-i zaman, ism-i mekân, mastar mîmî. O nüsük de daha sonra gelecek, hem hac aylarında yapılan ibadet için kullanılıyor, hem kurban kesmek için kullanılıyor. Mensek de kurban anlamına alındığı zaman ki, zaten ayetin devamında kurban demek olduğu açık. Elinizdeki meallerde de öyle yazıyor. Hepsinde de öyle yazar, doğrudur.
Ama burada üç mana var. Bir, kurban kesme zamanı. İki, kurban kesme mekânı. Üç, kurban ya da kurban kesmek. Şimdi, “Her ümmet için bir mensek oluşturduk.” Şimdi biz kendimize bakalım. Bizim bir kurban kesme zamanımız var mı? Ne zaman? Kurban Bayramı diye adını koyduğumuz bayram günleri. Bir de kestiğimiz kurban var değil mi? Ondan sonra bir de kurban kesme yerimiz de var mı bizim? Neresi? Arafat değil. Harem sınırları. Mina’da biz kurbanı kesiyoruz ama Mina olduğu için kesmiyoruz, Harem sınırları dâhilinde olduğu için orada kesiyoruz. Tabi.
Şimdi, Harem derken ne kastettiğimiz Kâbe-i Şerif ve çevresinde İbrahim (a.s)ın çizdiği sınırlardır oralar. Yani sınırlarını o belirlemiş. Peygamberimiz onu devam ettirmiş, yeni bir şey yaptığı yok. Onun için bizde kurban kesme yeri sadece Harem çevresidir. Kurban kesme zamanı bayramın bir, iki, üç, işte Şafii Mezhebine göre dördüncü günü de dâhildir.
Şimdi, zaman dediğimizde işi kurban kesme zamanıyla ele alırsak ki ayeti kerimede o şekilde anlamaya hiçbir mani yok, o zaman bu bütün dünyayı kapsar değil mi? O zaman çünkü bayramım birinci günü sadece Mekke’ye has değil ki. Aynı günü biz de yaşıyoruz. Ama kurban kesme zamanı dediğiniz zaman o daralır tabi.
O zaman bir de burada bir soru ortaya çıkar. Acaba buradaki mensek kelimesi kurban mekânı olmasın? Olabilir. Sadece kurban mekânı manasına olursa artık Mekke’nin dışında hiçbir kurban kesilemez demektir. O zaman bunu Peygamberimize danışmamız gerekiyor. İşte orada Peygamberimizin açıklaması çok önemli. Bakıyoruz ki Peygamberimiz (s.a.v) Medine’de, Medine’ye vardığı zaman, gelen rivayetlere göre her sene mutlaka Kurban Bayramı günleri kurban kesmiş.
O zaman demek ki kurban zamanı diye de anlaşılabiliyor bu ayeti kerime. Değil mi? Zaman dediğinizde çünkü Medine Mekke’deki Harem sınırlarının çok dışında. Aşağı yukarı dört yüz elli kilometre kadar bir uzaklık var. Öyleyse bu bizde de olur. Dolayısıyla biz Kurban Bayramı günlerinde dünyanın her tarafında Müslümanlar olarak kurban kesiyoruz. Allah-u Teala’nın bize vermiş olduğu nimetlere… Koyun, keçi, sığır, deve, bunların üzerine Allahın adını anarak Allah için kurban kesiyoruz.
“fe ilâhukum ilâhun vâhid.” “Hepinizin ilahı bir tek ilahtır.” Dolayısıyla Hıristiyan’ın ilahı da aynı, Yahudi’ninki de aynı, hepsi de aynı. Şimdi, dünyanın nesrine giderseniz gidin Allah-u Teâlâ her bölgeye peygamber göndermiş değil mi? Öyle demiyor mu Cenab-ı Hak? “Hiçbir topluluk yoktur ki onun geçmişinde bir uyarıcı olmasın.” (Fâtır 24) Şimdi, dolayısıyla her tarafta bu kurban ibadeti olabilir.
Fakat olay… renk değiştiriyor. İnsanların Allaha yakın bildiği kişiler daha sonra Cenab-ı Hakkın özellikleriyle anılmaya başlanıyor ve insanlar onlara da kurban kesmeye başlıyorlar. İşte orada sapıtma oluyor. Sonra peygamberler geliyor bu yanlış inançları düzeltiyorlar. Dolayısıyla dünyanın her tarafında bu tip şeyler olur.
Hadisenin bu tarafını bilmeyenler, mesela bizde Sümerler üzerine çalışma yapan bir hanım araştırmacı, bu Hıristiyanlığın, Yahudiliğin, Müslümanlığın kaynağının Sümerlere dayandığını iddia ediyor. Ya öyle bir şey yok. Yani Sümerlere peygamber gönderen kimse, işte en son peygamberi gönderen de o. Sen orada en son peygamberde olan bir takım emir ve yasakları bulduysan, bu oraya dayanmıyor; oraya gelen peygamberle bu peygamberin dayandığı Allaha dayanıyor. Dolayısıyla kaynak aynı, değişen bir şey yok.
Bak işte burada da Allah-u Teâlâ ne diyor? “Ve li kulli ummetin cealnâ menseken” “Her ümmet için kurban kesme zamanı ve mekânı oluşturduk.” Her toplum için bu var. “Allahın kendilerine vermiş olduğu hayvanlar üzerine Allahın adını anmaları için.” “fe ilâhukum ilâhun vâhid.” “Sizin ilahınız bir tek ilahtır.”, “fe lehû eslimû” “Siz Ona teslim olun.”, “ve beşşiril muhbitîn.” “Muhbitlere müjde ver.”
Bu muhbit kim? Allah açıkladığı için kelimenin manasını Ondan dinleyelim; “Ellezîne izâ zukirallâhu vecilet kulûbuhum.” “Bunlar öyle kimselerdir ki, Allahın adı anıldığı zaman kalpleri ürperir.”, “vas sâbirîne alâ mâ esâbehum.” “Başlarına gelen sıkıntılara karşı sabırlı olurlar.” Çünkü bu dünya imtihan yeridir, her şey gelir insanın başına. “vel mukîmis salâh.” “Ve namazlarını ayakta tutarlar.” Yani sürekli kılarlar. “ve mimmâ razaknâhum yunfikûn.” “Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de harcarlar.”
“Vel budne cealnâhâ lekum min şeâirillâh.” Şimdi, budun… Bu elimdeki meallerde dikkat ederseniz hepsi… Ha bende o bedeneler demiş, ha gövdeli hayvanlar demiş. Tamam bu fena bir meal değil. Büyükbaş hayvan deniyor. Şimdi, bedene kelimesini Araplar daha çok deve için kullanıyorlar. Ama aslında beden, el budun, el bedene vücudunun iriliğinden dolayı söyleniyor.
Dolayısıyla burada yukarıdan beri hep behîmetil en’âm behîmetil en’âm geldiğine göre buradan şu manayı anlamak bana daha uygun geliyor. Yani bu kesilen hayvanların bir de şöyle göze gelir olması lazım. Şimdi, sen yiyeceksin, fakir fukaraya yedireceksin; bir eti olsun değil mi? E Allah için veriyorsun. Onun için, “vel budne” bedenli, yani şöyle iri yapılı ya da işte semiz, toplu hayvanlar.
İşte onları “cealnâhâ lekum” “Onları sizin için oluşturduk.” “min şeâirillâhi.” “Allahın şeairinden.” Bu şeair, şiar kelimesinin çoğulu. Şiar, bugün biz simge diyoruz. Mesela şimdi, ha benim yakamda yokmuş; İstanbul Üniversite’sinin rozetini burada takıyorum. Bu rozeti gören insan ne diyor? Ha bu İstanbul Üniversite’sinde galiba diyor. Hemen şey yapıyor. Biriniz kendi mesleğinizinkini takıyorsunuz. Böyle simge, işaret. Yani gördüğünüz zaman arkasından size bir şeyler hatırlatıyor.
İşte, sakallı bir adamı görüyorsunuz, bakıyorsunuz ha bu Müslüman bir adam galiba diyorsunuz. Başörtülü bir hanımı görüyorsunuz bu Müslüman bir hanım diyorsunuz. E şimdi, o simgeden dolayı çok rahatsız olan var biliyorsunuz. Şimdi, bunlar işte dini simgelerle çıkıyorsunuz karşımıza, bizi etkiliyorsunuz, bizi rahatsız ediyorsunuz falan diyorlar. İşte o başörtüsü de bir simge gerçekten. Neyin simgesi? Bir hanımın Müslüman olduğunun simgesi.
E canım işte, olmadığı zaman Müslüman değil mi? Tabi insanlar her türlü düşünceyi saptırabilirler. Bu konuda kimsenin engel olması mümkün değil. Yani şimdi, bir insan yakasına rozetini takmadığı zaman oradan dışlanmış olmuyor. Ama o güzel bir simgedir. Şimdi, bazı insanlar kimliklerini ortaya koymaktan kaçarlar. Bu çok kötü bir şey. Bakarsın ki, anlaşılmaması için çeşitli oyunların içerisine girer. Aman beni anlamasınlar. Hayır kardeşim, ben neysem oyum. Benim kimliğim bu. Benim kimliğim bu niye gizleyecekmişim? Ha, bir Müslüman hanımın kimliğini gösterecek olan en güzel şey de örtüsüdür.
Mesela işte İstanbul Üniversit esi’nde öğretim üyesiyim biliyorsunuz. Sakalımı kesmek için… Teklifler geldi, yazılar falan geldi, bir şeyler oldu. Sonra birisi bana dedi ki, sakalını kesmezsen profesör olamazsın dedi. Bunu aklından çıkar dedi. Ben de dedim ki yahu, o da yönetimden birisiydi, dedim yahu kardeşim siz hiç benim profesör olmak istediğimi duydunuz mu? Ben böyle bir işaret verdim mi size dedim. Yani böyle bir şey hissettiniz mi benden? Yok dedi. Daha niye bunu bana söylüyorsunuz dedim. Ha ne oldu? Cenab-ı Hak lütfetti hamdolsun.
Şimdi, niye peki niye kesmedin diye bana soruyorlar. Yahu kardeşim bu benim kimliğim. Ben gizlemiyorum. Beni bu şekilde kabul ediyorsanız edersiniz, etmiyorsanız zaten etmezsiniz o sizin bileceğiniz iş. İşte bu bir şiardır. Yani ayette belirtilen şiardır. Bu benim kimliğim. Ben buyum. Ben kendimi gizlemiyorum ki. Ha, başkalarına da bir şey demiyorum. Yani bana soranlar var, kesebilir miyim diye soranlara da kes diyoruz, ayrı bir konu.
Ama bu kimliği taşıyabilmek çok önemlidir. Hiç basit değildir. Efendim şekilcilik o kadar önemli mi diyorlardı bana. Önemli değilse niye karışıyorsunuz sakalıma diyordum. Madem önemli değil niye karışıyorsunuz? Yani onların dediği gibi olursa önemli değil, onların demediği gibi olursa önemli olmuş oluyor.
Şimdi, bu şiarı anlatmak için bunları söyledim. Burada diyor ki Allah-u Teâlâ: “O bedeneyi de Allahın şearinden kıldık sizin için.” Nedir? Allaha kul olduğunuzu gösteriyorsunuz. Çünkü insanların birçoğu hayvanlara tapıyor. Hayvanları kutsallaştırıyor. Hayvanlara ilahi güçler veriyor. Mesela boğa, boğayı bilirsiniz, boğa kültü vardır. Yani boğanın tanrılaştırılması olayı vardır.
İsrail Oğulları’na Musa (a.s) Allah size bir bakara kesmenizi emrediyor dediği zaman, onlar, bir tek koskoca İsrail Oğulları, firavunlar kaybolmuş, onların bütün mallarına konmuşlar, çok zengin hale gelmişler ama bir tek boğayı kesmek istemiyorlar. Onlara son derece zor geliyor. Kesmemek için her türlü bahaneyi ortaya atıyorlar. Sebep ne? Çünkü çocukluklarından beri kalkmışlar firavun ve hanedanı boğaya tapıyor, onun tanrı olduğu şeyi zihinlerine kazınmış.
Hani zar zor nihayet kesiyorlar. Ama onu kestikleri an boğanın tanrı olamayacağını kavramış oldular. Demek ki boğa tanrı değilmiş. Tevrat’ı okursanız, Tevrat’ta bu konuda çok sayıda ifade bulursunuz. İşte Kur’an-ı Kerimde de Tevrat’taki o hususları bize anlatan çok sayıda ayetler var. Zaten Kur’an-ı Kerimin en büyük suresinin adı Bakara.
Bakara’yı inek diye tercüme ederler. Bakara inek değil. Bakara sığır demektir. Erkeğine de dişisine de söylenir. Onun erkek olduğu ayetlerden anlaşılıyor. Diyor ki ayette Allah, öyle bir bakara ki tarla sulamamış ve sürmemiş. E şimdi, tarlayı sulama sürme işi ineğin işi mi yoksa öküzün işi mi? Öküzün işidir. Ama bunu yapmamışsa henüz öküz de değil boğadır. Bunu yapabilecek kabiliyettedir ama yapmamış.
Şimdi, anlamak için ayetleri dikkatle okumak lazım. Öyle alelusul okursanız hiçbir şey anlamazsınız. Çok dikkatli okumak lazım. Tabi o bir boğayı kestiniz mi boğanın tanrılığı öldü gitti işte. Bugün siz Hindulara bir tane inek kestirin bakayım. Kestirebilirler mi Yusuf Bey? Mümkün değil. Yusuf Bey Hindistan’da ömrünün büyük bir kısmını orada geçirmiştir. Hiç mümkün değil.
Dolayısıyla bu şey, hayvanların tanrılaştırılması olayı Müslümanlarda yoktur. Çünkü hayvanı kesiyorsunuz. Kestiğiniz hayvanı nasıl tanrı şey yaparsınız? Bakın Mekke’de de yok. Mekke’de de hayvanlara tapma yok. Çünkü İbrahim (a.s)ın soyundan gelen insanlar, kurban kesiyorlar, kestiklerine taparlar mı? Onlar da başka şekle çevirmişler işi, putlarına Allahın kızları diyorlar. Melek adı veriyor, melek kabul ediyorlar putlarını. O şekilde putlaştırıyorlar.
İnsan kendini Allahın yolundan ayırmak istediği zaman sebep çoktur. Bu veya şu şekilde insan şirke sebep bulabilir. Onun için şey de, efendim kurban bayramı et bayramıdır falan gibi şeyler yanlış. Tabi ki et vardır, tabi ki fakir fukara et yiyecektir o doğru ama işin esası o değil. O hayvanı keseceksin ve kanı akacak. Peki bunu nereden çıkarıyorsun? Şimdiye kadar okuduğum ayetler hep bunu söylüyor. Şimdi şu okuyacağım ayette onu söylüyor bakın!
“Vel budne cealnâhâ lekum…” “O iri yapılı o hayvanları sizin için Allahın şeâirinden kıldık.” Yani onu gördünüz mü, hemen Cenab-ı Hakkın dini ve ibadet akla geliyor. Onun için o kurbanlık koyunları, o kurbanlık şeyleri süslemek çok sevap çok güzel bir şeydir. Çünkü onu gören hemen kurbanı hatırlayacaktır. Mesela ben çocukluğumda o bizim mahallede dolaştırırlardı. O kadar hoşuma giderdi ki, biz de çocuklar olarak peşine takılırdık.
O koyunları güzel güzel süslerler. Boynuzlarına süsler takarlar falan. Böyle iri yapılı şeyler. Çok güzel olurdu. Dolaştırırlardı mahallede. Biz hiç yapmadık. Yani rahmetli babam buna hiç önem vermezdi. Hâlbuki yapsaydık daha iyi olurdu. Evet. Başkalarına hevesleniyorduk, özeniyorduk. Çok güzel bir şeymiş. Buna Araplar taklit diyorlar. Yani klâde, yani bir şeyin boynuna gerdanlık takmak manasına ifade ediyorlar onu. Şimdi, onu gördüğünüz zaman tamam, Allaha ibadet için hazırlanmış bir hayvan; ne kadar güzel bir şey.
“fezkurûsmallâhi aleyhâ savâff.” “Sıra sıra dizildikleri zaman Allahın ismini bunların üzerine anın.” Bismillahi Allahu Ekber diyeceksiniz. Peki buraya kadar da gene kesme anlaşılmadı diyebilirsiniz. “fe izâ vecebet cunûbuhâ” “Yanları üzerine düştükleri zaman” Ne zaman öyle olur? Artık kendini bırakır. Kesersiniz, bir ara bir çırpınır, kanı akar, sonra bakarsınız ki artık hareketsiz hale gelmiş.
İşte o zaman, “fe kulû minhâ” “Siz ondan yiyin.” Peki, şimdi şuraya dikkat edin. Biz zekât veriyoruz değil mi? Verdiğimiz zekâttan yiyebilir miyiz? Yiyemeyiz. Mesela fitre veriyoruz, sadaka-i fıtır dediğimiz; yiyebiliyor muyuz? Sadaka veriyoruz yok. O zaman Allah ondan yiyin diyor. O zaman demek ki bunda esas olan hayvanın kesilmesi.
Efendim kesilme nasıl ibadet olur? Bir hayvanın kanını akıtacaksınız böyle ibadet mi olur? İbadet zaten sebebini sormadan yapılan şeydir. Kulluk gereği yapılır. Ama burada sebebini anlıyorsun çok rahat bir şekilde. Bir kere Allah için fedakârlık yapıyorsun bir. Az önce anlattığım gibi insanların birçoğu hayvana tapıyorlar. Buna karşı tavır koymuş oluyorsun kesin bir şekilde. Bu da farklı bir ibadet. Bir de Kurban Bayramı gerçek manada da bir bayram oluyor. Ayrıca. Çünkü devamı var ayetin.
“Siz yiyin” diyor. Yiyoruz. “ve at’ımûl kânia” “Kâniye de yedirin”, “vel mu’terr.” “Mu’ter kişiye de yedirin.” Şimdi, kâni ve mu’ter, bakayım bizim meal nasıl anlam vermiş ona. Kanaatliye ve isteyene yedirin diyor. Şimdi burada kanaatli ve isteyen değil de, yani mana şöyle daha, gerçi yanlış bir mana değil o verilen mana. Ama tam doğrusu şöyle. Bakıyorsunuz kişinin tavrından fakir olduğunu anlamıyorsunuz. Yani fakirliğini gizleyebiliyor. Bu kâni. Mu’ter ise gizleyemiyor.
Bunu, şeye baktım müfredata, uyuzlu adama benzetiyor. Diyor ki şimdi, uyuzlu adam diyor ne kadar zorlasa da mutlaka bir tarafını kaşıyacak. Yani bu adamın kaşındığını anlarsınız. İşte mu’ter de fakirliği anlaşılan bir adam. Yani kendini gizlemiyor. Hiç istemese bile kendini gizleyemiyor. Fakirliği belli. Ama öbürü, öbürünün fakir olduğunu anlamayabiliyorsunuz.
Şimdi, anlamayabilirsiniz dendiği zaman bu çok geniş bir şey olması lazım. Onu o zaman öyle kimselere vereceksiniz ki, yani onlara da yedirebilmek için, onurları zedelenmesin diye; zengin de yiyecek, fakir de yiyecek. Peygamberimiz de bu açıklamayı yapmış. Siz yiyin, eşinize dostunuza yedirin, fakir fukaraya yedirin. Şimdi, böyle olunca tam anlamıyla bir bayram oluyor.
Şimdi, sadece fakir fukara yese, hayvanları kessek biz uzaktan şöyle bakarız, ya taze et de keşke birisi verse de yesek. Cık. Yani fakire de veriyorsun, zengine de veriyorsun, sen de yiyorsun; ama daha çok fukaraya veriyorsun. Yani birçok anlamı içinde barındıran bir ibadet. “kezâlike sahharnâhâ lekum” “İşte böylece onları sizin hizmetinize verdik.”, “leallekum teşkurûn.” “Belki şükredersiniz.”
Şimdi, burada ayeti kerimeleri okuduk. Hepimiz de gördük ki bütün ümmetlerde kurban kesme ibadeti varmış. Şimdi, zamanla biliyorsunuz dine hurafeler giriyor ve birçok şeyi değiştirebiliyorlar. Bugün insanların mensup olduğu dini inançlardan en büyüklerinden birisi Hıristiyanlık. Biz çok iyi biliyoruz ki, Pavlus Hıristiyanlığı değiştirmiş, bozmuş. Bunu kendileri de biliyor, kendileri de kitaplarında yazıyor. Ama Pavlus’un arkasından da ayrılamıyorlar.
Dolayısıyla sonradan gelen bozulmalarla birçok hükümler değiştirilmiş olabilir. Hac ibadetinde de İbrahim (a.s)ın koymuş olduğu, öğretmiş olduğu şekliyle hac ibadetinde de bir takım eksiltmeler yapmışlardı Araplar. Mesela Mekkeliler kendilerini kutsal saydıkları için Arafat’a çıkmıyorlardı. Diyorlardı ki, biz Arafat’a çıkarsak Arafat’ı kutsamış oluruz. Yani kendilerine o kadar çok değer veriyorlar ki, kendileri Arafat’a değer verirse Arafat çok değerlenir. Oraya gidersek, orada ibadet yaparsak Arafat kutsanır. Hâlbuki Mekke dışında bir başka yer kutsal olmamalı demişler.
Şimdi, böylece bir takım eksiltmeler yapmışlar. Allah-u Teâlâ Peygamber (s.av)e emir vermiş, “Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın” diye (Bakara 196). Peygamberimiz de bu eksiklikleri tamamlamış, “Hac ibadetlerini benden öğreniniz” demiş. Böylece bugünkü şekliyle Mekkelilerin koydukları o değişiklikler ortadan kaldırılmış.
Bu sebeple, mesela bazı toplumlarda bugün kurban ibadeti olmayabilir. Ben mesela Hıristiyanların kurban kestiklerini bilmiyorum. Bileniniz var mı? Yok değil mi? Yani ben öyle bir şey hiç duymadım. Evet, hatırlamıyorum da. Hâlbuki mesela Yahudilerde var. Yahudilerde kurban var. Yahya kaç çeşit kurbanları vardı?
Yahya Şenol: 6-7 çeşit kurbanları var. Yalnız bu… (anlaşılmıyor)
Evet. Kitaplarında 6-7 çeşit kurbanları var. Ama fiilen bugün onlar da yapmıyorlar değil mi? Fiilen yapmıyorlar ama en azından kitaplarında var. Bir de şu var, Hıristiyanlar Tevrat’taki hükümlerle de yükümlüdürler. Onları yerine getirmeleri de lazım. Bu sebeple onlar Tevratla İncili birleştirerek Kitab-ı Mukaddes diye kitap oluşturmuşlardır. Tevratla İncili birleştirenler Hıristiyanlardır, Yahudiler değil. Fakat Tevrat’ta bulunan kurban kesme emrini yerine getirmiyorlar. Şimdi bu ayrı bir konu. Yani verilen bir emri yerine getirmemiş olmaları o emrin yokluğunu göstermez.
“Len yenâlellâhe luhûmuhâ ve lâ dimâuhâ” “Bu kesilen kurbanların ne etleri ne kanları Allaha ulaşır.” Ha, demin sohbetimizin son kısmını tekrarlayarak devam edelim. Kurban Bayramı’nda esas olan Allaha kulluktur. Hayvan kesilmesidir esas olan. İşte onun ayetlerini de hep beraber okuduk. Dolayısıyla bir insan tonlarca eti fakir fukaraya dağıtsa ama o kurban kesme günlerinde kurbanını kesmese, bu kişi kurban kesme ibadetini yapmış olmaz. Kurbanını kesse, hayvanı kesiyor orada bıraksa, kimseye de yedirmese, kendisi de yemese vazifesini yapmış olur. Çünkü okuduğumuz ayetlerde esas konu, o günlerde o hayvanların üzerine Allahın adını anarak o hayvanları kesmektir. İşin ana noktası o.
Onun için fıkıh kitaplarında şunu görürsünüz, kurbanda esas olan irake-i demdir derler. Yani hayvanın kanının akıtılmasıdır. Dolayısıyla hayvanı kesmeden olduğu gibi fukaraya bağışlasanız bu kurban olmaz. Onu mutlaka keseceksiniz. Çünkü ibadet nasıl emredilmişse öyle yapılır. Onun üzerine ilave ya da noksanlıklar olmaz.
Kurban Bayramı günlerinde bir kurbanlık aldınız da kesmediyseniz, o günler geçtikten sonra artık kesemezsiniz. Niye? Çünkü yukarıda okuduk ya, kurban kesme zamanı çıktı artık. “Allahın adını malum günlerde o hayvanların üzerine anasınız diye” diyor. Malum günler çıkınca artık o ibadet zamanı geçmiş olur. Onun için Hanefi Mezhebi’nde, o hayvan alınmışsa olduğu gibi bir fakire bağışlanır. Alınmamışsa, ortalama bir hayvanın bedeli fakire bağışlanır.
“Len yenâlellâhe luhûmuhâ ve lâ dimâuhâ” “Allaha bu hayvanların ne eti ulaşır ne kanı.” Allaha ulaşan nedir? “ve lâkin yenâluhut takvâ minkum” “Allaha ulaşan sizden yana olan bir takvadır.” Takva kelimesinin sözlük anlamı neydi? Korunma. Yani sizin korunmanız Cenab-ı Hakka ulaşır. İnsanın korunması gereken ana konu ne? Şirkten korunma değil mi? Asıl konu şirkten korunmadır. İşte Allah için kurbanı kesen kişi de o kesme sırasında Cenab-ı Hakka kulluğun doruk noktasına ulaşıyor. Allahtan başkası orada asla düşünülmüyor. İşte orada kendisini şirkten koruduğunu yapmış olduğu eylemle gösteriyor.
“Len yenâlellâhe luhûmuhâ” “Allaha bu hayvanların ne eti ulaşacaktır…”, Hâşâ Allahın böyle bir şeye ihtiyacı yok. “ve lâ dimâuhâ” “… ne de kanları.” Bazıları tutar kurbanın kanından alınlarına sürerler. Sakın böyle bir şey yapmayın, yapanlara da engel olun. Çünkü o kanın hiçbir değeri yoktur. O kan necistir. Yani pisliktir. Alnınıza sürdüyseniz derhal yıkamanız gerekir. Yani bunların her birisi yanlış davranışlardır. Bunlara dikkat etmek lazım.
“kezâlike sahharahâ lekum” “Allah işte bu hayvanları sizin emrinize vermiştir.”, “li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum” “Allah-u Teala’nın size bu yolu göstermesi sebebiyle Cenab-ı Hakkın büyüklüğünü kavrayasınız ve ona tekbir getiresiniz” Mesela biz orada Allahu Ekber Allahu Ekber diye tekbir getiririz. Bismillahi Allahu Ekber diye hayvanı keseriz.
Bir de bayram günleri bir başka tekbir daha getiriyoruz. Neydi o? Teşrık tekbirleri. Teşrık ne biliyor musunuz? Bazıları buna teşrik diyor. Teşrik, ortak yapma manasına, gerçi o kalıp pek kullanılmıyor, ben rastlamadım kullanıldığına da. Teşrik diye hiç rastladınız mı kullanıldığına, kaf ile. Ben hiç rastlamadım ama gene de insan. Siz rastladınız mı Abdullah Bey? Hiç rastlamadım öyle bir kalıba.
Ama yani en azından ke ile telaffuz etmek zihinleri bozar. O kaftır, teşrık. Teşrıkdır. Teşrık, şeraka… Ne demek? Yarıldı, doğdu. Teşrık da doğuş tekbirleri demektir. Şimdi şunu şöyle… İnşallah yanlış aklımda kalmadı. Kaynağını da şu anda net olarak hatırlamıyorum. Ama şimdi belki Servet veya Enes Hoca ya da sizden birisi hatırlar. Ben şimdi hatırlatayım.
Biliyorsunuz İbrahim (a.s) gördüğü bir rüya üzerine oğlu İsmail (a.s)a onu kesmesi gerektiğini hissettiriyor. Diyor ki, oğlum diyor ben bir rüya gördüm, orada seni kesiyordum diyor. O da diyor ki, babacığım sana ne emrediliyorsa onu yap. Göreceksin benim sabırlı olduğumu diyor. Ben buna katlanırım diyor. İbrahim (a.s), bu Sâffât suresindeydi değil mi?
Sâffât 102. Sâffât 37. sure. İsmail (a.s) babasıyla çalışabilecek bir çağa geliyor. Tam işte yetişecek bir noktada yani. Delikanlılık çağına gelmiş. O zaman diyor ki, oğlum diyor ben rüyada görüyorum ki seni kesiyorum. Tek oğul. Başka çocuğu yok. Bak bakalım ne dersin diyor. O da diyor ki, babacığım sana emrediliyorsa onu yap. Göreceksin ki inşallah ben sabırlılardan olacağım.
İkisi birlikte Allaha teslim oluyor ve İbrahim (a.s) oğlunu alnı üzerine yatırıyor, bıçağı çekecek. Oradan Cenab-ı Hak diyor ki: “İbrahim diye ona seslendik.” (Sâffât 104). Şimdi, bu olayı anlatanlar diyorlar ki, Cebrail (a.s) işte bir koçla geliyordu; İbrahim yatırmış, ben yetişmeden bıçağı çeker diye gökyüzünden bağırıyor. İşte, Allahu Ekber Allahu Ekber diye bağırıyor. O sıra İbrahim (a.s) kafayı kaldırıyor yukarıya, La İlahae İllallahu Vallahu Ekber diyor. O zamana kadar Cebrail (a.s) getiriyor.
İşte, ayeti kerimede “Sen rüyanı tasdik ettin.” Yani rüyana uygun bir davranış gösterdin. “Biz iyi davranış gösterenlere böyle mükâfat veririz.” (Sâffât 105). “Bu apaçık bir imtihandır.” (106). Yıpratıcı bir imtihandır. “Büyük bir kurbanlığı ona fidye yaptık.” (107). Yani o büyük kurbanlığı İsmail’in yerine getirdik, İsmail’in yerine o kesildi. İşte o şey yapınca Allahu Ekber ve Lillahil Hamd diyorlar. Yani o şey kurtulunca, İsmail (a.s)ın kesilmesi.
Böyle bir rivayet okudum. Hatırlıyor musunuz? Hatırlayan var mı? Ha, sen nerede okudun Şerafettin?
Şerafettin: Nerede okuduğumu hatırlamıyorum da…
Ben de işte, ben de… (gülüşmeler) Nerede okuduğunu hatırladıysan söyle. Yoksa ben de bir yerde okuduğumu hatırlıyorum. Fakat şimdi burada anlatmamın sebebi şu, ayeti kerimenin yapısına uygun düşüyor. Ondan dolayı. Sen mi okudun? Yok, neyse. Neyse… İşte, bayram günleri teşrık tekbirleri, teşrık doğuş işte. Hani o anda Cebrail’in doğmasını oraya şey yapıyorlar. Söylüyorlar ki, mantıklı geliyor.
Bayramdan bir gün önce… Evet güzel bir soru gelmiş. Ender Bey’den. Bayram günü… Şey Bayram akşamı… Şey arife günü sabah namazından başlanıyor, bayramın dördüncü günü ikindiye kadar. Her namazdan sonra. Yirmi üç vakit ediyor. Allahu Ekber Allahu Ekber, yani farzından sonra. Allahu Ekber Allahu Ekber La İlahe İllallahu Vallahu Ekber Allahu Ekber ve Lillahil Hamd diye okuyoruz. İşte bunlara da teşrık tekbirleri deniyor.
Şimdi Ender Bey’in sorusunu okuyarak devam edelim. Tam yerinde ve zamanında bir soru olduğu için. Diyor ki: “Anlattıklarınızdan kurbanın farz olduğu kanaatine vardık…” Dur bakalım, öyle o kadar da acele etmeyin yani. “… Bazı hocalar sünnet, bazıları vacip, bazıları da farz diyor. Canlı yayında olduğunuz için kesin neticeyi söyler misiniz?”
Şimdi buraya kadar anlattık. Şimdi anlatmadıklarımı anlatacağım. Tam o noktadayken soruyu sormuş oldunuz. Peygamber (s.a.v) sürekli kurban kesmiş. Fakat yalnız kendisi kesiyor sahih rivayetlerde. Birisinde iki tane kesiyor; bu Muhammed için; ikincisini de bütün Müslümanlar için kesiyor. İşte, Peygamber efendimiz zamanında her aileden her fert kesmiyor kurbanı. Bir aileden, işte o ailenin reisi durumunda olan kişi kesiyor, diğerleri için de kâfi geliyor.
Şimdi, Ender Bey! Farz ibadet. Şimdi, sen namaz kıldığın zaman eşin ve çocukların için de geçerli oluyor mu? Eh demek ki oradan şey etti yani. En azından farz-ı ayın değil diyeceksiniz. Yani her bir fertle ilgili değil.
Ondan sonra, şimdi Hanefiler… Ha kurban kesmek mutlaka önemli. Ama onu söyleyeyim. Mesela Müslümanlar her sene mutlaka kurban kesiyorlar. O ayeti kerimede kurban kesme zamanı, kurban kesme mekânı dedik değil mi? Kurban kesme mekânı olarak senenin her gününde harem çevresinde kurban kesiliyor bir kere. Mekân olduğu için orada senenin belli zamanlarıyla sınırlı değil orası. İşte umreye gidenler de kurban keserler. Senenin her günü kesilir. Şimdi, Müslümanlar kesiyorlar kurban.
Ama, yani bu görev yerine geliyor. Şimdi, farz-ı kifâyelerde de, mesela cenaze namazı, bir tek kişi namazı kılsa herkes için geçerli. Eğer bu sadece öyle olsaydı Mekke’de kurban kesenler bizim hepimiz için kesmiş olurlardı. Yani bizi görevden kurtarmış olurlardı. Yani böyle… Peygamber (s.av) bir de insanlara mutlaka kurban keseceksiniz de dememiş. Bir hadisi şerif rivayet edilir İbni Mâce’de ve Ahmet bin Hanbel’de geçen. Ki her kurban bayramında bizim hatipler o hadisi okurlar.
“men vecede saaten felem yuzahhi fela yakrubenne musallana” “Kim bir imkân bulur da kurban kesmezse bizim namazgâhımıza yaklaşmasın” diye. Bu tabi çok ağır bir ifade. İmkânın var, kurban kesmedin, namazgâha gelme. Cık, Allah Allah, camiye gelme diyor. Bu çok ağır bir ifade. Bundan dolayı işte Hanefiler vacip demişler. Ama bu hadisin rivayet zincirinde problem var. Bu hadis Peygamber efendimize kadar ulaşmıyor sahih görülen şeye göre. Ebu Hureyre’de kalıyor. O bakımdan diğer mezhep imamları bu hadisi almamışlar, onunla amel etmemişlerdir.
Bir de “İnnâ a’taynâkel kevser. Fe salli li rabbike venhar. İnne şânieke huvel ebter.” ayeti kerimesi delil olarak getiriliyor. İşte “fe salli li rabbik” “Rabin için namaz kıl.” “venhar”, venhar kurban kes olarak, tamam, anlaşılabilir. Yani büyükbaş hayvanlar için kullanılır venhar kelimesi. (sağ eli sol el üstünde göbekte bağlıyor) Ama namazda elini şöyle bağla manasına da gelir. Dolayısıyla illa da kurban kes ya da Kurban Bayramı’nda kurban kes manasında değil, mesela Arafat’tan indiği gün sabah namazını kıl, Mina’da da kurban kes manasına da anlaşılabilir.
Dolayısıyla bu ayette kurbanı farz kılacak kadar açık ve net değil. Farz görevi olması için açık ve net olması lazım. Şimdi, Peygamber (s.a.v)den bir hadis rivayet edilir. “Yâ eyyuhennâs alâ ehli kulli beytin uhdiyetun fi kulli âmin ve atîretun.” diye. Ey insanlar! Her yıl her aileye bir uhdiye, Kurban Bayramı kurbanı; bir de atire, yani Recebiye dedikleri, eskiden Recep ayında kesilen bir kurban gerekir diyor.
Daha sonra bu hadisi şerifle ilgili de bir de şöyle var. “Sizden kim kurban kesmek isterse, Zilhicce ayının on gününde tırnaklarını kesmesin ve saçlarını, bıyıklarını kesmesin” demiş Peygamber efendimiz. Kurban kesmek isterse ifadesinden bu işin vacip olmadığını diğer üç mezhep çıkarmışlar. Sonuç şu, kurban mutlaka kesilmeli. Ama bir evden… Yani Peygamberimiz zamanındaki uygulama da öyle sahabe zamanındaki uygulama da öyle.
Mesela Hz. Ali’den gelen bir rivayet var, Hz. Ebu Bekir’den gelen rivayet var. Bunlar bazen özellikle kurban kesmezlermiş ki insanlar bunu farz zannetmesinler Ender Bey gibi. Tamam mı? Bunu farz zannetmesinler. Şimdi, bu farz değil ama, yani en azından farzı ayın kesin olarak değil. Olsa olsa farzı kifâye olur Hanefilerin anladığı gibi. Ama daha güçlü olan, bütün delilleri ortaya koyduğumuz zaman daha güçlü olan sünneti müekkede olmasıdır.
Yani mutlaka kesenler olmalı. Bu sünnet, yani bu adet, bu gelenek. Bu sünnet de oldukça güçlü bir sünnet. Yani çok güçlü bir sünnet. Ki vacip demeleri Hanefilerin hiç de hafife alınacak bir şey değil. Yani delillere baktığımız zaman gerçekten Hanefileri daha güçlü görüyoruz. Yani Ender Bey’in anlayışı yanlış değil.
Ama Peygamber efendimizin uygulaması ile Hanefiler arasında ciddi bir problem var, o da şu; Hanefiler gücü yeten herkesin kurban kesmesini vacip kılarlar. Hâlbuki Peygamberimizden gelen uygulamada bu yok. Bir aileden birisinin kesmesini yeterli görüyor. Ha, başkalarının da kesmesi çok güzel, o olur, olmaz değil. O da gayet güzel bir şey. Mesela Hanbelî Mezhebi diyor ki, bir ailenin bütün fertleri için bir büyükbaş hayvan yeter diyor. Kaç kişi olurlarsa olsunlar.
Yani sonuç şu, kurban belki vacip kabul edilebilir, yani farz diye kabul edilebilir Hanefi şeyinde. Ama bu farzı ayın değil, gücü yeten ailelerden bir tek kişinin kesmiş olması yeter. En güçlü olanı sünneti müekkede ama, o sünneti müekkede diyip de kesmemek de olmaz. Bir çok insanlar sünnetleri yapmıyorlar. Çünkü bu şiardır. Deliller farzı kuvvetlendiriyor. Biz gene Hanefilerin görüşünü esas alalım. Vacip olma görüşünü. Ondan sonra, her aileden bir ferdin de kurban kesmesinin yeterli olduğunu kabul edelim. Çünkü Peygamber efendimizden gelen uygulama böyledir.
Şimdi burada bir soru kalıyor, o da şu; gücü yetme ne demektir? Peygamber efendimizin gücü yetmeyle ilgili bir tarifi yok. Ama Hanefilerde geleneksel bir tanımlama vardır. Onlar şöyle derler, işte zekâtla ilgili yapmış oldukları tarifi kurbanla ilgili yaparlar. Ama bazı farklar ortaya koyarlar. Yani insanların temel ihtiyaçları dışında yirmi miskal altın, yani seksen beş gram altın değerinde fazla bir malı varsa bu kişi kurban kesmelidir derler.
E öyle olunca da bazen… Mesela yirmi miskal altın tamam ama yüz dirhem gümüş de bunun yanında söylenilir. Çoğu zaman bugün iki yüz dirhem gümüşle koyun falan alamazsınız. Çünkü gümüşün değeri ciddi manada düşmüştür. Dolayısıyla Peygamber efendimizin böyle bir tanımlaması da yok. O zaman gücü yetme işini her bölgenin şartlarına göre ayarlamak lazım. Bir insan bakacak, benim gücüm yetiyorsa ki yeteceğinin farkındadır; yani Allahtan bir şeyi gizlememiz mümkün değil, gücüm yetiyorsa keseceğim.
Ve kestiğimiz zamanda hayvanın iyisini, böyle toplu halde olanını, güzel olanını seçmeliyiz. Bir hadisi şerifte de şöyle var, gerçi o hadisin sıhhati konusunda bir takım sözler söyleniyor; Peygamber efendimiz Hz. Fatıma’ya demiş ki, Fatıma, işte kurbanının başında ol, onun ilk kanı yere düştüğü zaman bütün günahların affedilir diye. Tabi çok güzel müjdeler var gerçekten. Çok iyi bir ibadet bu. Çok güzel bir ibadet.
Ve bir de burada ayetlerde hep fakirlerin korunmasından bahsediliyor. Kendimiz tabi tadalım ondan, yiyelim, yememizi yasaklayacak hiçbir şey yok. Ama daha çoğunu fakirlere verirsek daha uygun bir davranış içerisinde olmuş oluruz.
Burada bir iki tane daha soru var. Şimdi sorular faslı başlamış oldu. Önce yazılı olarak sorulan… Kurbanla ilgili mi soracaksın?
Mustafa Bey: Kurbanla ilgili.
Tamam o zaman. (elindeki soruları gösteriyor) Bunlar kurbanla ilgili değil. Söyle.
Mustafa Bey: Hocam, evin beyi, hanımı veya çocuğu hangisi keserse daha iyi? Veyahut da…
Şimdi, ailenin reisi kimse o. Ailede…
(gülüşmeler)
Bir katılımcı: Mustafa değil ama Hocam.
Yok, Mustafa ailenin reisidir. Öyledir öyle. Ailede geçimi sağlayan asıl kişiyle alakalı uygulamalar. Buyur.
Bir katılımcı: Hocam, daha önce bir soru sormuştum hatırlıyor musunuz? Bu derste cevaplayacağınızı söylemiştiniz.
E hatırlarsan hatırlarım. Hatırlatırsan.
Katılımcı: Birkaç arkadaş böyle toplanıp da, beşer onar milyon toplayarak kurban kessek kurban olur mu diye…
Ha birkaç kişi beşer onar milyon toplayarak kurban kesersek kurban olur mu? İşte bu uygulama yok Peygamber efendimizde. Böyle bir şey yok yani. Gücü yetene kurban var. Buyurun hocam.
Bir katılımcı: Hocam gücü yeteni nasıl belirleyeceğiz? Şimdi insanlar kısıtlı imkânlara sahipler ama tatil yapmak için para bulabiliyorlar ama ibadete geldiği zaman çeşitli kaçamaklar olabiliyor. Orada ölçüyü nasıl koyacağız? İkinci soru, kredi kartıyla kurban alarak taksitle kurban kesilebilir mi?
Evet, tamam. İki tane soru üst üste. Şimdi, gücü yeten meselesi, biz insanlara gücü yeten diyeceğiz tabi. Çünkü Peygamber efendimiz böyle bir tanımlama yapmamış. İnsanlar kaçarsa kaçacak, bu bir ibadet. Yani ibadette zorlama olmaz ki. Herkes namaz kılacak diye Kur’an-ı Kerim ısrarla söylüyor. Değil mi? Hatta diyor ki, “Eğer korkarsanız yürüyerek namaz kılın.” diyor. Ya da bir vasıtaya binili olduğunuz zaman namaz kılın. Ama namazı asla kazaya bırakmayın diyor. Namazın kazaya kalmaması için Cenab-ı Hak bütün emirleri verdiği halde insanlar ne durumda?
Bu bir ibadet. Çünkü sonucuna kendi katlanacak. Benim buna gücüm yetmiyor diyebilecek. Çünkü bizim burada zorlamamız olmaz. Ve hiç kimsenin iç işlerini bizim bilmemiz de mümkün değil. Mesela ben hiç unutmuyorum, rahmetli babam Erzurum’da işte tüccar bir insandı. Herkes beni zengin biliyordu. Hâlbuki işleri bozuldu. İstanbul’a geldim, burs almak için gittim, etrafta millet homurdanıyor. Böyle bana duyuruyorlar, zenginler de burs alırsa falan… Cık, hâlbuki hiç beş kuruş paramız yok. Kimseye anlatamıyorsun ki.
Üniversite’nin açılışında işte, buraya zenginler çocuklarını göndermez; bir tane var Abdülaziz Bayındır. Hâlbuki orada bir şey yapsalar benden daha zor durumda olan belki de yoktur. İnsanların… O günler öyleydi ama kimseye diyemiyordun. Biz de tamam diyorduk ne yapalım. Fakülte bitene kadar gene en zengin bildiler. Ama halbuki hiçbir şey yoktu.
Şimdi, ben bunları Allaha şükür ki yaşadım. Çok şükür. Cenab-ı Hakkın büyük bir lütfu. Şimdi, bilemiyorsunuz insanların gerçek durumunun ne olduğunu. Dışarıdan siz kendi kendinize bir karar veriyorsunuz ama o işin iç yüzü belli olmuyor. Ha, bu bir ibadet. Kişiye biz anlatacağız. Yapmazsa yapmaz ne yapalım? Yaparsa yapar. Sevabı da kendinin günahı da kendinin.
Kredi kartıyla kurban. Kredi kartıyla aldığınız zaman zamanında ödeyeceğinizden eminseniz olur. Ama kredi kartıyla zamanında ödeyememe riski varsa bunlar biliyorsunuz hemen faize giriyor, bu olmaz. Taksitle olur mu? Taksitle olabilir. Biz her türlü alışverişimizi yapıyoruz. Yani imkânı olmak demek şu anda nakit parası olmak demek değil. Tamam, veresiye alırsın, ödeyecek gücün varsa sonra ödersin. Onda bir problem yok.
Söyle Hatice.
Hatice Hanım: Şimdi, bu son zamanlarda Pakistan… demek istiyorum Hocam. Kurban paralarını kesiyorlar… topluyor. Bu toplananlardan da hayvanlar alınıyor kesiliyor. Fakat kesilen hayvanların etleri büyük tüccara satılıyor. Kasap oluyor (biliyor)sunuz (?). Bu alınan para Pakistan’a gönderiliyor. … caiz mi?..
Evet. Şimdi, hayvanları alıyorlar kesiyorlar, etini bir kasaba satıyorlar, parasını da Pakistan’a gönderiyorlar. Duymuş muydun Enes Hoca bunu sen? (gülüşmeler). Şimdi, bu hoş bir şey değil tabi. Ben buna şahsen olmaz diyemiyorum şahsen. Çünkü kurbanı almış ve kesmişler. Ama kestikten sonra hayvanın eti satılmaz. Onu satmak için ne yapacaklar? Bir fakire verecekler. Fakire diyecekler ki al bunu sen sat. Tamam, o alıp sattı mı o para o fakirin olacak.
Bakın, yani kurban eti satılamaz. Kurbanın derisi satılmaz. Dolayısıyla o yapmış oldukları yanlış. Yani o kabul edilebilecek bir şey değil. E fakire verdikten sonra fakire sattırmak da olmaz. Ama şunu yaparlarsa, giderler oraya, hayvanı alırlar keserler, oradaki fakir fukaraya dağıtırlarsa olur. Bunu yapmayacaklarsa hiç bu işe girmesinler.
Bir katılımcı: Parasını gönderse olmaz mı?
Parasını gönderdikleri zaman olmaz. Para olmaz. Bakın okuduk, hayvan kesilmesi lazım. Ve hayvanın o günlerde kesilmesi lazım. Başka günde kesilirse olmaz. Bunu kesin sağlayabilirlerse yapılır, yoksa olmaz. Ve bu konuda güveniniz yoksa onlara başka şekilde yardım yapın kurbanınızı burada kesin. Güveniyorsanız, yani oraya gidecek, orada hayvan kesilecek, fukaraya dağıtılacak diye inanıyorsanız verirsiniz.
Şimdi burada bir soru var. “Ölülere kurban kesip sevabını bağışlamak, ölülere Kur’an okuyup sevabını bağışlamak, ölülere nafile namaz kılıp sevabını bağışlamak”
Şimdi, Kur’an-ı Kerimde şu var; “Rabbenagfirlî ve li vâlideyye…” Şeyde vardı değil mi? İbrahim (a.s) ile ilgili. Bir dakika “Rabbenagfirlî ve li vâlideyye ve lil mu’minîne yevme yekûmul hisâb.” Tam bu ifadelerleydi değil mi? Şimdi, “Yarabbi beni affeyle..” İbrâhîm 41, tamam. 14. sure 41. ayet. “Yarabbi beni affeyle, annemi babamı affeyle ve bütün müminleri hesap gününde affeyle.” diye dua ederiz. Cenab-ı Hak bu duayı bize emrediyor. Biz bu duayı zaten her namazımızda yapıyoruz. Bakın hep anamıza babamıza dua ediyoruz.
Peygamber (s.a.v)in bir hadisi vardır tam bu ayeti kerimeyi açıklayan. İnsan öldüğü zaman ameli kesilir. Yani artık işi biter. Öldün bitti. Çünkü sen yapacaksın bir şey ki senin defterine kaydedilsin. Üç kişi hariç. Bir, kendisine dua eden iyi bir evlat. Bak, kendisine dua eden… Gerçi bu üçüncü sırada zikrediliyor ama ben konu ile alakalı olduğu için başa aldım. Kendine dua eden iyi bir evlat. Evlat insanın eseridir zaten değil mi? Gene kendi yaptığından alıyorsun. Evlat…
E bunun amel defterine kaydedilir dua edildikçe işte. Hepimiz namazımızda, Yarabbi anamı babamı affet diye zaten duayı yapıyoruz. Yani o bize öğretilmiş. Her namazımızda duayı yapıyoruz.
İkincisi, kendisinden yararlanılan bir ilim bırakan kişi. E o ilmi kim şey yapmış? Bu şahıs. Şimdi, ilim öyle bir şey ki, şimdi buraya bir bardak su getirildi, (içer) içiyorum, biraz sonra bitiyor; ilim kullandıkça bitmez artar. İlim adamı o ilmi çalışmayı yaparken para kazanamaz. Ama öyle bir şey kazanır ki, yani miras malları gibi… Mesela dünyanın en zengin adamı olursunuz, öldüğünüz gün malın sahibi artık siz değilsiniz, sizin soyunuzdan gelenlerindir. Ama ilminizin sahibi sizsiniz. Falan adam böyle demişti derler devamlı değil mi? Dolayısıyla işte bunun faydası devam ediyor. Bak gene kendi amelinden.
Üçüncüsü de sadaka-i cariye denen şey. Yani insanların yararlanabileceği iş yapmışsınız. Bir şey yapmışsınız, ağaç olur, bir şeyler olur. Mesela bir insanı yetiştirmişsiniz, o da sizin sadaka-i cariyenizdir. Bir adam yetiştirmişsinizdir. Yani hayırlı bir şey yapmışsınızdır toplum yararına. Allah rızası için. Ne olursa olsun. Bunun sınırı çok geniş. En çok neye ihtiyaç varsa o. O da sizin ameliniz olduğu için devam eder durur.
Şimdi, Allah-u Teâlâ Necm suresi, yani 53. surenin 39. ayetinde… Bak şöyle bir açarsanız lütfen. 53. sure. Bunun 39. ayeti. 53 değilmiş ya 54. sureymiş. 53… Niye bende… Burada yanlışlık var ha. Ben de yanlış. 528. sayfa tamam.
“Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.” Hatta bunu yukarısından okuyalım. Bak, “E fe re’eytellezî tevellâ.” “Sen o yüz çevireni görmedin mi?”, “Ve a’tâ kalîlen ve ekdâ.” “Birazcık vermiş ondan sonra dayatıyor.” Cık, olmaz diyor. “E indehu ilmul gaybi fe huve yerâ.” “Gayb bilgisi kendi yanında mı?” Görüyor mu? İlerisinde yapacağı şeyler mi var? “Em lem yunebbe’” “Yoksa kendisine bildirilmedi mi?” “bimâ fî suhufi mûsâ. Ve ibrâhîmellezî veffâ.” “Musanın sahifelerinde ve İbrahimin sahifelerinde ki kendisine yüklenen görevleri tam yapmış olan bunlar bildirilmedi mi?”
Nedir o? “Ellâ teziru vâziretun vizre uhrâ.” “Hiç kimse kimsenin yükünü taşımaz.” Birçokları der ki, sen şu şeyi yap günahın vebali benim boynuma. Kardeşim tamam ben yaparım, o günahı ben çekerim, sen de beni o günaha sürüklemenin cezasını çekersin. İkimiz de gideriz. Sen benim boynuma demekle benim üzerimden alamazsın ki. Kimse kimsenin yükünü çekmez.
“Ve en leyse lil insâni” “İnsanın kendisinin değildir.” “illâ mâ seâ.” “Sadece kendi yaptığı.” Yani kişinin kendi gayretiyle ortaya koyduğu dışındaki hiçbir şey kendinin değildir. “Ve enne sa’yehu sevfe yurâ.” “Onun çalışması yakında gösterilecektir.”Görülecektir. Yapmış olduğu yakında ortaya çıkacaktır.
E şimdi böyle olunca başkası adına yapacağımız şeylerden ne çıkar? Gayet açık. Şimdi bir başka ayet daha okuyalım. 17. sure. İsrâ suresi. Onun 19. ayeti. Bak diyor ki burada: “Ve men erâdel âhırete ve saâ lehâ sa’yehâ.” “Kim ahireti ister, onun için de gayret gösterirse…” Bak burada sai kelimesi geçti, sai. Öbüründe de sai kelimesi geçti Arapça bilenler için. “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.” Burada da “ve saâ lehâ sa’yehâ.” Yani kişinin kendi sai ve gayretinden başkası kendinin değildir.
Burada da diyor ki, kim ahireti ister onun için gayret gösterirse… “ve huve mu’minun” ve inaçlı olarak bu gayreti gösterecek. Ölende böyle bir şey olur mu? Ölmüş kişi bunu yapabilir mi? “fe ulâike kâne sa’yuhum meşkûrâ.” “İşte bunların çalışmaları teşekküre değer.”
Şimdi, dolayısıyla bunlar işin esası. Bunları yazan kitaplar var. Yani işte, ölü için kurban kesilir, ölülere Kur’an okunup sevabı bağışlanır, nafile namaz kılınıp sevabı bağışlanır diye yazan kitaplar var. O kitaplar şunu söylüyor, umulur ki Allah kabul eder. Bu bir ümit. E peki Allah yarın ahirette dese ki, burada açık açık ayetler varken sen bu ümidi nereden buldun? Ne cevap verilecek?
Bir başka soru daha.
Bir katılımcı: Hocam peki Haşir suresi geçen hafta işlediğimiz ayet, 10. ayet, iman eden geçmiş kardeşlerimize dua ediyorlar “Vellezîne câû min ba’dihim yekûlûne rabbenâgfir lenâ ve li ihvâninellezîne sebekûnâ…”
Tamam, iyi, çok güzel söyledin. Onun cevabını verdik ama bir daha okuyalım. Haşir suresi, geçen hafta okuduğumuz 59. sure 10. ayet. Bakın şimdi, bu şeyin başında ne dedim? Biz her namazımızda “Rabbenagfirlî ve li vâlideyye ve lil mu’minîne yevme yekûmul hisâb.” diyoruz. “Yarabbi beni affet, anamı babamı ve bütün müminleri.” Bütün müminleri derken, Adem (a.s)dan bugüne gelen tüm müminler bu işin içine girer.
Onların bağışlanması için dua zaten ediyoruz. Ama buradaki dua değil. Burada ibadeti yapıyorsun. Kurban kesiyorsan kendin için keseceksin. Kur’an okuyorsan kendin için okuyacaksın. Ondan sonra nafile namaz kılıyorsan ya da farz neyse, kendin için kılıyorsun. Ama burada ne diyor Allah? “Vellezîne câû min ba’dihim”. Bu Müslümanlardan sonra gelenler, yani bu Medinede’ki Müslümanlar … anlatıyorduk. Geçen haftaki dersten hatırlarsınız.
“yekûlûne” “Şöyle derler” “rabbenâgfir lenâ” “Yarabbi bizi bağışla.” Biz her duamızda “Rabbenagfirlî” diyoruz değil mi? “Rabbenagfirlî” diyoruz. “Yarabbi beni bağışla.” “ve li ihvâninellezîne sebekûnâ bil îmân” “İmanla bizden önce gelip geçmiş kardeşlerimizi bağışla.” Bu da “ve lil mu’minîne” demektir. Yarabbi bizi ve o müminleri bağışla.
Tamam. “ve lâ tec’al fî kulûbinâ gıllen lillezîne âmenû” “Müminler içinde kalbimizde bir kin bırakma.” Şimdi bu da aynen az önce söylediğimizi takviye etmiş oldu. “inneke raûfun rahîm.” “Çünkü sen rauf ve rahimsin.” Çok şefkatlisin ve çok ikram sahibisin.
Şimdi, bir soru daha var burada. “Zekât mükellefiyim. Yüzde otuzu peşin olmak üzere iki yıl taksitle dükkân aldım. Peşin verilen yüzde otuz paraya zekât vermem gerekir mi?”
Şimdi, dükkânı satmak için almak var. Bu herhalde belli ki kullanmak için almış değil mi? Kim bu soruyu soran? Ha kendin için aldın değil mi dükkânı? Kendin için aldıysan o dükkâna zaten zekât yok. Yüzde otuzunu peşin verdin ya, kalan yüzde yetmişini borç sayacaksın, zekâtından düşeceksin onu. Tamam mı? Bak kârlı çıktın (gülüşmeler).
Yani şimdi diyelim ki yüz milyara aldın o dükkânı, otuz milyarını verdin, yetmiş milyar borcun kaldı. Gerçi artık bundan sonra artık milyar konuşmayacağız değil mi? Alıştıralım kendimizi. O milyarlar bitti. Yüz bin liraya aldın, otuz bin lirasını peşin verdin, yetmiş bin lira borcun kaldı. Şimdi yetmiş bin lira da fazla paran var. O yetmişi o yetmişten düşersin zekâtın yok demektir. Tamam mı? Yani o borcun olduğu için. Sen kendin için almışsın dükkânı. Ama satmak için alırsan o ayrı. O zaman ticaret malı sayarsın, onu diğer mallarına eklersin, borcunu düşer artanını zekât olarak verirsin.
Tamam, böylece sorular da bitmiş oldu. Haftaya… Evet buyurun… Bir dakika bir soru var.
Bir katılımcı: … İbrahim (a.s)ın babası için ettiği duanın salih bir amel olmadığı konusunda uyarı var.
İbrahim (a.s)ın babası için yaptığı ile ilgili uyarı var doğru. Babası müşrikti. Ama İbrahim (a.s) söz verdiği için bu duayı yaptı. Biz müşrik olanlar için dua etmiyoruz tabi.
…