Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bugün gene Fetih suresini okumaya devam ediyoruz. Geçen hafta Tebük Savaşı’ndan kısaca bahsetmiştik. Bu hafta o konuyu biraz daha açmaya çalışacağız. Bu sebeple bu haftaki dersimize Fetih suresinin 15. ayetinden başlayacağız.
“Se yekûlul muhallefûne izentalaktum ilâ megânime li te’huzûhâ zerûnâ nettebi’kum.” “O geriye bırakılmış olanlar ganimet almak için yola çıktığınız zaman diyecekler ki: ‘Bırakın biz de sizinle beraber gelelim.”, “yurîdûne en yubeddilû kelâmallâh” “Onlar istiyorlar ki, Allahın sözünü değiştirsinler.”, “kul len tettebiûnâ” “De ki: ‘Siz bize hiçbir zaman uymayacaksınız.” Arkamızdan gitmeyeceksiniz, tâbi olmayacaksınız. “kezâlikum kâlallâhu min kabl” “Allah-u Teâlâ size bundan önce bu hükmü vermiştir.”, “fe se yekûlûne bel tahsudûnenâ” “Diyecekler ki: ‘Siz bizi kıskanıyorsunuz.”, “bel kânû lâ yefkahûne illâ kalîlâ.” “Hayır, onların anlayışı kıttır.” Onlar çok az anlarlar.
Bu ayeti daha önce okumuştuk. Bugün tekrarlamamızın sebebi Tebük Savaşı ile ilgili olarak daha çok şeyler söylemek istediğimiz için ona bir hazırlık olmasıdır. Önceki hafta anlattığımız şeyleri hatırlarsanız, Peygamberimiz (s.a.v) Hudeybiye için Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Ama Mekke’ye çok güçlü bir şekilde gitmek için elinden gelen bütün hazırlıkları yapmıştı.
Biliyorsunuz, Yemame Kabilesinin, Yemame’nin reisi Müslüman olmuş. Mekke’nin doğusunda kalan Yemame. Yememe Mekke’nin buğdayını sağlayan bir yer. Size bundan sonra buğday vermeyeceğim demiş. Hendek Savaşının yapıldığı Hicret’in beşinci yılında Mekke çok büyük bir kıtlık yaşamış. Kuraklık. Peygamberimiz (s.a.v) Yemame’nin başkanına haber vermiş bunlara buğday verin diye. Mekke’ye beş yüz altın yardım göndermiş. Yüklü miktarda hurmayı Ebu Süfyan’a göndermiş, sendeki derilere karşı bu hurmayı al diye.
Ondan sonra, Mekke’nin içerisinde Müslümanların hacca geleceğine dair haber yaymış. İnsanlar arasında, bugünkü ifadelerle, bir kamuoyu yoklaması yapmış. Müslümanlara karşı tepkilerini ölçmüş. Sonra da Mekke’ye daha çok insanla gidebilmek için de her türlü tedbiri almış. Medine’nin çevresindeki kabilelere haber göndermiş; biz hacca gidiyoruz, siz de gelin beraber gidelim diye. Fakat o çevredeki kabileler Peygamberimizle birlikte hacca gelmek istememişler. Yani çöl kabile… Çölde yaşayan Araplar.
Şimdi, onlar düşünüyorlar diyorlar ki, bunlar kanlarına susamış. Daha geçen sene… Çünkü Hendek Savaşı Hicretin beşinci yılında olmuştu. Bu hadise de Hicretin altıncı yılında. Diyorlar ki, yahu daha geçen sene Mekkeliler Medine’ye geldi. Bunların evlerinin ortasına kadar hücum etti. Bunları öldürmek için her şeyi yaptı. Sonra çekti gittiler. Bu sene bunlar kendi elleriyle, gidip Mekkelilere teslim olacaklar. Bunları kesin öldürürler. Görürsünüz hepsini öldürürler. Hiçbir tanesi geri dönmez.
Dolayısıyla özür beyan ederek Peygamberimize katılmamışlardı. Mekke’ye gelmediler. Mekke’ye gelmeyince Hudeybiye’de de bulunmadılar. Orada Peygamberimize biat yapan insanların arasında da olmadılar. Yine hatırlarsanız, Hayberle Mekkeli müşrikler arasında bir antlaşma vardı. Müslümanlar Mekke’ye hücum ederse Hayberliler Medine’yi işgal edeceklerdi. Hayber’e hücum ederse bu defa Mekkeliler Medine’yi işgal edecek ve Müslümanları arkadan vurarak etkisiz hale getireceklerdi.
Peygamberimiz Hudeybiye antlaşmasıyla Mekke ile Hayber’in arasını ayırmış oldu. Ve bu tehlikeyi tamamen ortadan kaldırmış oldu. İşte Allah-u Teâlâ da Peygamberimize Hayber fethini nasip etti. Çünkü Hayber kolay lokma bugünkü ifadeyle. O insanlar çok zengin fakat savaşçı değiller. Müslümanların karşısında dayanacak güçleri yok.
Şimdi, bu çevre kabilelerinin, o çevredeki çöl Araplarının tavrını gösteren yukarıda bir ayeti kerime var. “Se yekûlu lekel muhallefûne minel arâb” “Bu Araplardan geride bırakılmış olanlar…” Yani davete icabet etmeyen o çöl Arapları “… sana şöyle diyecekler:”, “şegaletnâ emvâlunâ ve ehlûnâ” Ya mal var, çoluk çocuk var, iş var, güç var. Yani bir türlü fırsatını bulamadık ya Muhammed seninle birlikte gelmeye. “festagfir lenâ” “Bizim için de Allahtan bağışlanma dile.” Günahlarımızın affedilmesini Allahtan iste diyorlar. Diyecekler.
“yekûlûne bi elsinetihim mâ leyse fî kulûbihim” Dilleri ile söylüyorlar ama içlerinde bu yok. Yani yalan söylediklerini kendileri çok iyi biliyor. Yalan söylüyorlar. Aslında ne mallarından, ne çoluk çocuklarından dolayı Mekke ziyaretine katılmamaları söz konusu. Katılmamalarının tek sebebi Mekkelilerden korkmaları.
“kul fe men yemliku lekum minallâhi şey’en in erâde bikum darren ev erâde bikum nef’â” “De ki: Allaha karşı sizi korumak için kimin gücü vardır?..” Kim herhangi bir şeye güç yetirebilir? “… Eğer Allah size bir zarar vermek istese ya da sizi menfaatlendirmek istese buna kim engel olur?”, “bel kânallâhu bi mâ ta’melûne habîrâ.” “Hayır, Allah onların ne yaptıklarından haberdardır.” (Fetih 11). Onların içlerini bilir Cenab-ı Hak. Bütün niyetlerini bilir.
“Bel zanentum en len yenkaliber resûlu vel mû’minûne” “Hayır, aslında siz şöyle düşündünüz. Bu Peygamber ve müminler geri dönmeyecekler.”, “ilâ ehlîhim ebeda” “Asla ailelerine geri dönmeyecek.” Mekkeliler onları orada öldürecekler, işlerini bitirecekler diye düşünüyordunuz. “ve zuyyine zâlike fî kulûbikum” “Aslında bundan dolayı da pek memnun olmuştunuz.” İçiniz bir hoş olmuştu. “ve zanentum zannes sev’” “Ve kötü bir düşünceye dalmıştınız.”, “ve kuntum kavmen bûrâ.” “Siz aşırılık yapan, mahvolmayı hak eden bir kavimsiniz.” (Fetih 12).
İşte şimdi bunların bu durumunu Allah-u Teâlâ anlatıyor. Sonra da bunlara diyor ki… Yani bu… Tabi Peygamberimiz Mekke ile sulh antlaşması yapıp, Mekke tarafını sağlama bağlayınca bu çöl Arapları diyorlar ki, kesin Muhammed Hayber’e gider (s.a.v). Hayber de herkesin ağzını sulandırıyor. Çok zengin bir yer. Bırak biz de gelelim ya Muhammed diyorlar. Biz de seninle gelelim. Zaten üç hafta sonra da Hayber’i fethetmişti Peygamber efendimiz.
İşte ilk okuduğum ayette Cenab-ı Hak onu hatırlatıyor. “Se yekûlul muhallefûn” “O geriye bırakılmış olanlar sana şöyle diyecekler:”, “izentalaktum ilâ megânime li te’huzûhâ” “O ganimetleri almaya gittiğinizde”. Savaşa gitmek olarak anlatmıyor Allah, ganimet almaya gitmek. Çünkü çok kolay lokma ya, eliyle bırakmış gibi alacaklar.
Hayberliler Müslümanlara karşı bir fesat kaynağıydı. Aslında Hendek savaşını hazırlayan Hayberliler olmuştu. Mekkelileri kışkırtanlar onlar olmuştu. Mekke’ye gidip puta secde etmişlerdi. Sizin dininiz onların dininden hayırlıdır diye yemin etmişlerdi. Hâlbuki bunlar Yahudi. Bunlar İslam dinini en iyi bilen insanlar. Gatafanlılara para verip, paralı asker olarak cepheye sürmüşlerdi. Medine’deki diğer Yahudi kabileleriyle de zaten sıkı ilişkileri vardı. Münafıklarla da ilişkileri vardı ve orada Müslümanları tamamen boğmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Dolayısıyla bunlar iyi bir çıbanbaşı olmuşlardı ve cezalandırılmaları da gerekiyordu.
İşte o geriye bırakılmış Araplar diyecekler: “izentalaktum ilâ megânime li te’huzûhâ” “O ganimetlere gittiğiniz zaman almak için”, “zerûnâ nettebi’kum” “Biz de katılalım müsaade edin de.” Nasıl olsa burası kolay, niye Mekke’ye gelmediniz? “yurîdûne en yubeddilû kelâmallâh” “Allahın sözünü değiştirmek istiyorlar.” Çünkü şeyde Allah-u Teâlâ Hayber ganimetlerini Müslümanlara vaat etmişti. “kul len tettebiûnâ kezâlikum kâlallâhu min kabl” “De ki: Siz bizim arkamızdan gelemeyeceksiniz…” Hiç böyle bir şey olmaz. “… Çünkü bu hükmü daha önce Allah vermiştir.”, “fe se yekûlûne bel tahsudûnenâ” “Ha, şimdi siz bizi kıskanıyorsunuz diyecekler.”, “bel kânû lâ yefkahûne illâ kalîlâ.” “Hayır, aslında onlar anlayışı kıt insanlardır.” (Fetih 15).
“Kul lil muhallefîne minel a’râb” “Şu geriye bırakılmış Araplara söyle” O çöl Araplarına… “setud’avne ilâ kavmin ulî be’sin şedîd” “Çok güçlü bir kavme çağrılacaksınız yakında.”, “tukâtilûnehum” “Onlarla savaşacaksınız”, “ev yuslimûn” “Ya da onlar teslim olacak.” Ve ya Müslüman olacak. “fe in tutîû yû’tikumullâhu ecren hasenâ” “Eğer bu davete boyun eğer gelirseniz Allah size güzel bir ücret verecektir.”, “ve in tetevellev kemâ tevelleytum min kablu” “Eğer bundan önceki gibi yüz çevirirseniz.”, “yuazzibkum azâben elîmâ.” Allah-u Teâlâ “acıklı bir azapla sizi azaplandıracaktır.” (Fetih 16).
İşte bu kabileler, bu Araplar daha sonra Tebük için davet aldılar Peygamber (s.a.v)den. Tebük Savaşı Bizans’a karşı verilmiş bir savaş. Daha önce de söyledik… (derse yeni gelen birine) Orada bir yer var. Daha önce de söylemiştik, Hudeybiye antlaşması sırasında Bizanslılar İranlılara karşı bir savaş kazanmışlardı. Yani Persleri yenmişlerdi Bizanslılar. Dolayısıyla Bizans Kralı Heraklius muzaffer bir komutan olarak Kudüs’e gelmiş. Yani Suriye bölgesine gelmiş. Suriye bölgesi tabi oldukça büyük bir bölge. Kudüs de o bölgenin bir parçası. Oraya gelmiş. Kudüs’e girmiş. Her gittiği yerde ayaklarına halılar seriyorlar. Yollara çiçekler atıyorlar. Çok büyük bir ihtişam.
O sıra Peygamberimiz (s.a.v) de Mekke ile antlaşma yaptıktan sonra bir sulh dönemi geçiyor. Savaşsız bir dönem geçiyor. Hayber’i saymayacaksınız tabi. Bu savaşsız dönemde Peygamber efendimiz etrafa mektuplar gönderiyor. Bu mektuplardan bir tanesi de Heraklius’a gidiyor. O da Şamdayken Heraklius’a gidiyor. Hatta Heraklius’un şeyi de vardır. Yani orada Ebu Sufyan’ı çağırmış. Ebu Sufyan da konuşmuş. O kitaplarda vardır. Bakayım eğer burada bulabilirsem… Neyse burada gözükmüyor.
Şimdi, o mektuplar konusu daha sonra, ben şu anda onunla ilgili kitabı buraya getirmemişim. Mektup Şam’a varıyor. Heraklius o mektubu okuyor. Ebu Sufyan’ı çağırıyor. Ebu Sufyan’a soruyor. Peygamberimizle ilgili ondan bilgi istiyor. Ebu Sufyan da dürüstçe cevap veriyor. Son derece dürüst bir şekilde konuşuyor. Arapların böyle bir özelliği var, pek yalan söyleyen insanlar değil. Mesela işte, Heraklius’u bulduk, buna yalan bilgiler verelim, Muhammed aleyhine yardım alalım diye bir düşünceleri yok. Heraklius’a karşı gayet dürüst bir şekilde konuşuyor. Olanı biteni olduğu gibi anlatıyor Peygamberimiz (s.a.v) ile ilgili olarak.
Heraklius da, bu diyor bizim beklediğimiz peygamberdir. Ah keşke onun yanında olsam da, elini ayaklarını yıkasam diye böyle bir saygı ifadesinde de bulunuyor. Ama etrafındaki papazlar çok rahatsız oluyorlar bundan. Sonra da Heraklius tabi çark ediyor.
Hani her zaman söylüyoruz ya, doğruyu anlamak çok kolaydır da doğruya uymak zordur. Yine aklımızda kolay kalan bir örneği her zaman veriyoruz. Yeryüzünde yalan söylemenin kötü olduğunu bilmeyen yoktur ama hemen hemen yalan söylemeyen de yoktur. Bir şeyin yanlış olduğunu bilmek başka, o yanlıştan vazgeçmek başka bir şeydir. Ya da doğruyu bilmek başka, o doğruyu uygulamak başkadır.
İşte bu Heraklius… Muhammed (s.a.v)in peygamber olduğunu öğrenen Heraklius’a… Tabi değişik şeyler var kaynaklarda, tarihçi olmadığım için bilgiler ne derece doğru, değil bilmiyorum da; okuduğum kaynaklarda, bazılarında diyor ki, Heraklius İran’a karşı kazandığı zaferin sarhoşluğuyla, gittikçe büyüyen Müslümanların bu büyümelerine bir dur demek için oraya kırk bin kişilik bir ordu hazırlamıştı. Mekke’ye doğru.
Bazıları da diyor ki, Heraklius’a haber vermişler; Muhammed (s.a.v) öldü, orada da büyük bir karışıklık var, durum çok müsait, gel, buraları düzelt. Biz de sana işte şöyle şey verelim, vergi verelim diye o çevredeki müşrik Arapların ona haber gönderdiğine de dair haberler var. Hangisi doğru onu Allah bilir. Ama kesin olan bir şey var, Heraklius Medine’yi vurmak için hazırlanmış. Peygamberimiz de bunu duymuş.
O zaman Peygamber efendimiz çevre kabilelere haber gönderiyor. Ve açıkça söylüyor; daha önce bir yere savaşa gittiği zaman hiç bildirmezmiş, kimseye haber vermezmiş. Ama bu defa yol çok uzun. Şimdi, Tebük’den Medine’ye kadar ben birkaç kere gittim. O arayı birkaç kere gittim geldim yani iki taraflı. Aklımda yanlış kalmış olabilir ama altı yüz kilometre kadar bir yol aşağı yukarı. Yanlış hatırlıyorsam… Servet de gitti yakında. Altı yüz kilometre değil mi? Altı yüz kilometrelik bir yol.
Bu yol üzerinde iki tane konak yeri var. Birisi Teyme, birisi Hayber. Yani Teyme’ye yüz elli kilometre kadar zannediyorsam uzaklığı. Hayberin de Medine’ye uzaklığı işte yüz, yüz elli kilometre civarında. O çölde saatlerce gidiyorsunuz hiçbir şey yok. Gökten ateş yağıyor, çöl kumlarına vurunca geriye ateş olarak dönüyor. Bir de sıcağın çok güçlü olduğu bir dönemde Peygamber efendimiz bu sefere karar veriyor. Yani hurma sıcaklığı dedikleri dayanılmaz sıcaklıkların olduğu zaman var. Ben o hurma sıcaklığına rastladım da hakikaten ne gölge de dayanabiliyorsunuz ne şey. Klimalar çalışınca biraz rahatlıyorsunuz. Gecesi gündüzü çok sıcak oluyor. O sıcaklık hurmaları pişiriyormuş. Yani bir süre devam ediyor.
O sıcaklık sırasında yola çıkıyorlar. Bir de o sene kıtlık senesiymiş. Bakın, Cenab-ı Hak imtihan ettiği zaman tam eder. Bir de şuna bakın, Peygamber (s.a.v) altmış yaşını geçmiş, zaten Tebük Savaşı son savaş Peygamber efendimizin. Hicretin dokuzuncu yılında yapılan bir savaş. Ondan sonra artık savaş yapmıyor. Mekke’yi daha yeni fethetmiş. Dersiniz ki, artık yaşlandı biraz dinlensin. Cenab-ı Hak öyle demiyor.
Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret etmiş, Medine’de o kadar çok savaşlar vermiş, sonra Allahın yardımıyla Mekke’yi tekrar fethetmiş. O Huneyndir, o Taiftir çevre bölgelere de yayılmış. Geniş bir bölgeye yayılmış. Medine’ye geliyor, şimdi o bölgenin en güçlü siyasi otoritesi halinde. Fakat duyuyor ki, Bizans İmparatoru oraya ordu göndermek için hazırlanmış. Devrinin süper gücü… İşte ayet de onu bildiriyor, “ulî be’sin şedîd” diyor. (Fetih 16). “Çok güçlü bir ordu.”
O günün dünyasının iki güçlü devleti var. Persler, Romalılar. Daha önce Persler Romalıları yenmiş. Şimdi de Romalılar Persleri yenmiş. Dolayısıyla dünyanın en güçlü devleti o zaman. O günkü dünyanın en güçlü devleti ve Müslümanlar bunlara karşı savaşa çıkacaklar. Kıtlık senesi bir, havalar çok sıcak iki, gidilecek yol çok uzun ve çöl üç, düşman çok güçlü dört. Görüyor musunuz imtihanı? Yani şimdi siz bir imtihanı kazandınız diye Allah bırakmaz, daha ağır bir imtihandan geçirir. Yani her sınıf atladıkça sorulan sorular da daha ağırlaşır.
İşte Peygamberimiz (s.a.v) de hayatının en zor savaşına hazırlanıyor orada. Çevre Araplara haber gönderiyor. Gidilecek yeri anlatıyor. İş son derece zor. Herkesin hazırlanmasını istiyor. Tabi bu arada münafıklar da boş durmuyorlar. Abdullah bin Ubey bin Selul diyor ki, Muhammed ne zannediyor diyor. Karşısında çocuk mu?.. Bizans… Koskoca Bizans… Koskoca Roma İmparatoru… Ben onların kellelerinin uçtuğunu görür gibiyim şu anda diyor. Yani Müslüman gözüken bir adam bu. Destek olması gerekirken fitne fesat çıkarıyor.
Ama burada, şimdi burada birçok genç var. Siyasete arzulu birisi varsa içinizde Peygamberimizle Abdullah bin Ubey bin Selul’un ilişkilerini çok iyi öğrenmesi lazım. Her türlü pisliği yapan bu adama karşı Peygamberimiz hiçbir şey yapmıyor. İnşallah bir başka dersimizde… Bu akşam konu edecektik, son anda vazgeçtik. Hani bir şey vardır, “kim dinini değiştirirse öldürün.” Oh ne güzel, öldürdün mü her şey bitiyor. Öyle mi? Maalesef öyle olmuş. Kitaplar da onlarla dolu. Onu inşallah bir başka derste, uygun bir zamanda konu ediniriz. Her türlü fitneyi ve fesadı çıkaran Abdullah bin Ubey bin Selul’u Peygamberimiz öldürmüyor. Üstelik ona hiçbir şey de yapmıyor.
Şimdi ben size şöyle kısaca şu Tebük Harbini okuyayım. Şöyle iki sayfalık bilgi var kısa. Bu arada bundan da haberiniz olmuş olur. “Tebük, Şam ile Medine arasında yarı yoldadır.” Yani bugün Ürdün’den çıkıyorsunuz. Ürdün’den çıktıktan sonra yüz yüz elli kilometre kadar gittiğiniz zaman Tebük geliyor karşınıza. Maan sınır kapısı var, oradan hemen ilerde. “İslamiyet bütün Arabistan çölüne yayılırken Kuzeyde Bizans İslama bir darbe indirmeye hazırlanıyordu. Bizans İran’a karşı zafer kazanınca daha geniş bölgeleri fethetme hevesine düşmüştü. Kendisine bağlı derebeylerine, Hıristiyan Araplara emirler vererek Müslümanlara karşı harbe hazırlanmalarını bildirdi.
Bu hazırlıklar Medine’de duyulunca Müslümanlar arasında derin bir düşmanlık ve üzüntü hâsıl olmuştu. Şimdiye kadar yapılan seferlerde gidilecek yer gizli tutulurdu. Fakat bu seferde yol uzak, düşman çok olduğundan herkesin ona göre hazırlıkta bulunması için, gidilecek yer açıkça söylendi. Her tarafta gönüllüler toplanmaya başladı. Fakat o sene Hicaz ve Necid’de müthiş bir kıtlık olmuştu. Hurmalar harap olmuş, develer ölmüş, hayvanlar kırılmıştı. Sefere gitmek isteyenlerin çoğu binecek hayvan bulamıyordu. Bu güçlük karşısında sefer hazırlığı ağır gidiyordu. Sıcaklar geçmemişti. Bu sıcakta uzak yerlere gitmek istemeyenler vardı. Bunlar ağır davranıyor, özürler ileri sürüyor, aile durumlarını sebep olarak gösteriyorlardı.
Özellikle münafıklar kendileri gitmediği gibi, başkalarını da savaştan soğutmaya çalışıyorlardı. Münafıklar: İran’ı yenmiş olan bir düşmana nasıl karşı çıkılır, Muhammed Bizans’ı ne sanıyor diyerek halkı korkutmak istiyorlardı. Sıcaklar sona ermediğinden çölde sefer hakikaten çok güç olacaktı. Havalar kurak, gidilecek yer uzaktı. Bu sıcakta, susuz çölde ordunun hareket kabiliyeti çok zordu.
Fakat iman, ihlas, mefkure aşkı ile gönülleri yananlar böyle şeyleri önemsemiyordu. Bu sebeple Peygamberimiz bütün güçlüklere rağmen büyük bir ordu hazırlamayı başardı. Ashabın ileri gelenleri büyük fedakârlıklar gösterdiler. Ebu Bekir elinde avucunda ne varsa hepsini ordunun hazırlanması için verdi. Osman gönüllülerden oluşmuş bu orduya dillere destan olacak bir yardım yaparak bir alayı…” bir alay askeri “… teçhiz etti. Kadınlar bile süs eşyalarını bağışlayarak İslam kadınına yakışır bir fedakârlıkta bulundular.”
Evet, “Kıtlık zamanında hazırlandığı için bu orduya Ceyşu’l Usre adı verilmiştir. Yani, Zorluk Ordusu. Bu savaş her bakımdan münafıkların seçilmesini sağlamıştır. Münafıkların ileri sürdüğü sebeplar sudan sebeplerdi.” Sıcağı delil gösteriyorlar ve özür diliyorlardı. Kur’an-ı Kerimde bununla ilgili ayetler var. O ayetleri daha sonra okuyacağız.
“Peygamberimiz Selime kabilesinden Cedd bin Kays’a şöyle sormuş: ‘Bu sene Rumlarla savaşa hazır mısın?’ O da şöyle bir cevap vermiş: ‘Ya Resulallah bana müsaade etsen de başımı derde sokmasam. Vallahi kavmim bilir ki ben kadınlara düşkün bir adamım. Korkarım ki Rum kadınlarını görünce sabrım tükenir dayanamam günaha girerim.” Şimdi şu münafıkların sudan bahanelerini görüyor musunuz?
“Peygamberimiz ondan yüz çevirdi. Onun hakkında şu ayet indi. ‘Onların içinden başımı derde sokma, bana müsaade et diyenler var. Onlar kendilerini asıl derde sokuyorlar. Fitneye düşüyorlar. Cehennem kâfirleri her taraftan saracaktır. (Tevbe 49).’ Münafıkların bütün gayretlerine rağmen otuz bin kişilik büyük bir ordu hazırlandı. Hz. Peygamber aile işlerine bakmak üzere damadı Hz. Ali’yi, valilik sıfatıyla da Muhammed bin Mesleme’yi bıraktı Medinede.”
Şimdi bu da çok ilginç… Hz. Ali’yi ailesine bakmak üzere bırakıyor. Şehre vali olarak da bir başka zatı, Muhammed bin Mesleme’yi bırakıyor. Şimdi, Şiiler hep diyorlar ya Peygamberimiz Hz. Ali’yi kendi yerine şey gösterdi, veliaht gösterdi falan diye. İşte, son seferine çıkarken Hz. Ali’yi değil de Muhammed bin Mesleme’yi şey yapmış.
“Ordunun hareketi pek şanlı oldu. Kadınlar evlerin damlarına çıkmışlar orduyu heyecanlandırıyorlardı.” Demek ki şiirler söylüyorlar. Bir takım şeylerle orduya şevk veriyorlardı. “Böyle manzaralar halkın ruhunu coşturur. Bir kişinin yapamadığını bir toplum yapar. Milletçe hareket pek heyecanlı olur. Ebu Hayseme isminde bir zat bu manzarayı gördükten sonra evine döndü. İki karısı vardı. Baktı ki onlar çardağını süpürmüşler.”
Yani gitmek istemiyormuş Ebu Hayseme. Bakmış ki onlar çardağını süpürmüşler. “Su serperek orayı serinletmişler. Soğuk su doldurmuşlar. Nefis yemekler hazırlamışlar. Çardağın altına oturup rahat edecek yerde…” Çardağın altına oturacağına aklı başına gelmiş ve şöyle demiş: “Resulullah bu sıcakta rüzgârda yansın, toz toprak içinde kalsın, Ebu Hayseme de burada serin gölgede otursun, hazır yemekler, soğuk sular içsin. Bu olacak şey değildir.” Hemen bir at bulmuş, binmiş, koşarak Peygamber efendimize yetişmiş.
Neyse, sonra “Çölde sıcak ve susuzluktan büyük zahmetler çekerek Tebük’e kadar ulaştılar Müslümanlar. Karşılarına hiç kimse çıkmadı. Bizanslılar kuvvetli bir İslam ordusunun gelmekte olduğunu haber alınca, içeriye doğru çekilip kendi kalelerine kapandılar.”
Şimdi, bakın Cenab-ı Hakkın bu konuda bir kanunu var. Diyor ki: “Len yedurrûkum illâ ezâ.” Bu ehli kitap, Yahudi ve Hıristiyanlar “Sizin canınızı sıkmaktan başka size hiçbir zarar veremezler.”, “ve in yukâtilûkum yuvellûkumul edbâr.” “Sizinle savaşa girerlerse gerisin geri döner kaçarlar.” (Âli İmrân 111). İşte, burada Müslümanlarla savaşa hazırlanmışlar. Müslümanların geldiğini duyunca kaçıp kalelerine sığınmışlar.
Yine bir ayet var, “İllâ fî kuren muhassanetin” Hangi… Ayeti hatırlarsanız tam olarak… Haşr suresinde değil mi? Evet.
(Oradakiler ayeti hatırlatılıyor)
“Lâ yukâtilûnekum cemîan illâ fî kuren muhassanetin ev min verâi cudur” du değil mi? Cudur, dal’dan sonra vav var değil mi? Yok mu? Ben de işte… “be’suhum beynehum şedîd.” Kaçıncı sayfa dediniz? Yok, sayfa numarasını söyleyin de hemen bulayım.
Enes Hoca: … buldum.
Buldun mu? Tamam. Ver. Bak. Şimdi… İşte Allah-u Teâlâ bakın burada diyor ki: “Le entum eşeddu rehbeten fî sudûrihim” “Şurası kesin, siz onların içlerine korku salma açısından en güçlü kimselersiniz.” Yani sizden korktukları kadar hiçbir şeyden korkmazlar. “fî sudûrihim minallâh.” Yani Allahtan çok sizden korkarlar. “zâlike bi ennehum kavmun lâ yefkahûn.” “Bu şundan dolayıdır, bu Yahudi ve Hıristiyanlar anlayışsız bir toplumdurlar.” (Haşr 13).
Peki bugün Müslümanlar ne diyor Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili? Anlayışsız mı diyorlar bugün yeryüzündeki Müslümanlar? Ne diyorlar? Çok anlayışlı değil mi? Ah keşke onlar kadar olsak! Demiyorlar mı? Bugün adına Müslüman denen insanlar nazarında Yahudi ve Hıristiyanlar nedir? En bilgili, en çağdaş, en bilmem ne… Ne oldu şimdi? Cenab-ı Hakkın yargısının tersine bir yargı var değil mi Müslümanlarda?
Ondan sonra, devam edelim…
Enes Hoca: “Lâ yukâtilûnekum cemîan…”
Şimdi öyle bir duruma gelirseniz, siz Yahudi ve Hıristiyanlara kendi gözlüğünüzle bakarsanız, yani Müslüman penceresinden bakarsanız, işte o zaman onlar sizden korkarlar. Ama sen şimdi onların arkasına sığınırsan niye senden korksun ki? Sen onlardan korkmaya başlarsın. Şu anda biz onu yaşıyoruz.
“Lâ yukâtilûnekum cemîan” “Onlar topyekûn sizinle savaşamazlar.”, “illâ fî kuren muhassanetin” Ancak korumalı, yani surlarla çevrili şeylerde, yerleşim birimlerinde ancak savaşırlar. “ev min verâi cudur.” “Ya da duvar arkalarında.”, “be’suhum beynehum şedîd.” “Kendi aralarında birbirlerine baskıları çok şiddetlidir.” Aralarında bir birlik yoktur bunların. Birbirleriyle çok şeydirler, problemlidirler. “tahsebuhum cemîan” Uzaktan bakarsan “Zannedersin ki bunların hepsi birlikte.”, “ve kulûbuhum şettâ” Ama “Her birinin kalbi farklıdır.” Parça parçadırlar. “zâlike bi ennehum kavmun lâ ya’kılûn.” “Bu şundan dolayıdır, onlar akıllarını kullanmaz bir toplumdurlar.” (Haşr 14).
İşte şimdi, böyle bu toplumlar sizin karşınıza çıkamazlar diyor. İşte çıkamadı. Bakın bir tarafta devrin süper gücü var, öbür tarafta çölden gelen otuz bin kişilik… Onunki eğitimli asker, Müslümanlarınki sağdan soldan toplanmış bir asker; yani nesi olur bunların. O yapılan toplantıyla, yani asker toplanmasıyla savaşa çıkılması arasında fazla bir vakit yok. Toplanır toplanmaz savaşa gidiyorlar. Ama öbür tarafta eğitimli bir asker var.
Ve bunlar Müslümanların geldiğini görünce geri çekiliyor ve kalelerine sığınıyorlar. İşte Allah-u Teâlâ da diyor ki, geçen hafta da okumuştuk bu ayetleri, “Len yedurrûkum illâ ezâ.” “Sizin canınızı sıkmaktan başka size bir zarar veremezler.”, “ve in yukâtilûkum yuvellûkumul edbâr.” “Sizinle savaşa girerlerse size sırtlarını dönüp kaçarlar.”, “summe lâ yunsarûn.” “Sonra yardım da görmezler.” (Âli İmran 111).
Bir katılımcı: Hocam bu Asrı Saadete mi mahsus?
Asrı Saadete mah… Yok, işte siz bugün… Bugün biz Müslüman mıyız diye sorgulamamız gerektiğini anlayalım. Yani bu hakikaten… Şöyle çevreye biraz dolaştığımız zaman ben Müslümanım diyen çok insan var. Ama Kur’an-ı Kerimle Allah-u Teâlâ’nın Müslümanlık için biçtiği elbiseyi giydirdiğiniz zaman bakıyorsunuz ki hiç birisine uymuyor o elbise.
Bir katılımcı: (tam anlaşılmıyor)
Çok, bunların sayısı çok, bir tane iki tane değil. Tabi ki bu anlayışta olunca karşı tarafa yalvarmaya başlıyorlar. Karşı taraf…
Şimdi, ben bunu inşallah sık sık tekrarlamaya niyet ediyorum. Çünkü bazı toplantılara katılınca söyleyeceğim şeyin önemi iyice ortaya çıkıyor. Şu, yani şu durumdan daha üzücü bir durum olabilir mi? Müslümanlar olarak çok uzun zamandan beri en zeki öğrencilerimizi seçip; onlara doktora yapsın, âlim olsun diye gönderdik. Neyin doktorasını yapacak? Hani şeyle sanayi konusunda, teknik konusunda olabilir. Onda hiç problem yok, mesele değil. Onu her zaman yapabilirsiniz. Ama tefsir doktorası yaptırmak için Fransa’ya, İngiltere’ye, Amerika’ya öğrenciler gönderiyoruz.
Bunlara o doktorayı yaptıran hocalar Kur’an-ı Kerimin Allahın kitabı olduğunu kabul etmiyorlar. Muhammed (s.a.v)i Allahın peygamberi saymıyor. Fıkıh doktorası yapmak için gönderiyorsunuz, aynen. Hadis doktorası için gönderiyorsunuz, İslam tarihi doktorası için… Bunlar İslam’ın azılı düşmanları. Onlara diyorsunuz ki, bizim üniversitelerimizde imam yetiştirecek, müftü yetiştirecek hocaları siz yetiştirin. Bu noktaya gelmiş Müslümanlar. Yani Müslümanlar her şeylerini kaybetmiş vaziyette. Bir tek isimleri kalmış.
Ellerinde bir Kur’an-ı Kerim var. O Kur’an-ı Kerimi isterse sabah akşam okusunlar… Şeye benziyor, plastik bir borunun içerisinden suyun akmasına benziyor. Su ne kadar kaliteli olursa olsun o borunun içerisinden su geçmez, geçse de zaten çatlatır onu, o boruya gene yaramaz. Plastik boruya su hiçbir zaman yaramaz. O hale gelmişiz. İstediğin kadar Kur’an-ı Kerim oku. Senin içine geçmedikten sonra neye yarar? O Kur’an-ı Kerim sana fayda vermedikten sonra, sana yol göstermedikten sonra…
Ve işin özünü biz bırakmışız. Detaylarla uğraşıyoruz. Havanda su dövüyoruz. Kur’an-ı Kerimden uzaklaşalı tabi asırlar olmuş. Onun için aklımızı başımıza toplayalım. Bakın Cenab-ı Hakkın vaadi haktır. İşte o devrin süper gücü olan Bizans ordusu Müslümanların geldiğini duyunca korkudan kalelere sığınıyorlar.
Bir katılımcı: Hocam! Kalelere sığınma olayı bizde de var. Bu şartlarda … korunaklı kale sayılabilir mi? Veya korunaklı yer?
Korunaklı yer olarak sayılır da Müslümanların durumu nasıl? Müslümanların karşılarına çıkamadılar. Müslümanları ezip geçiyorlar. Asıl konu o.
Bir Katılımcı: Allahın bir cezası olabilir mi hocam bu Müslümanlara?
Tabi ki Müslümanlara Cenab-ı Hakkın bir cezası bu.
Bir Katılımcı: Yani Müslümanlar dini düzeltmediği sürece de aynı musibetler yüzyıllardır devam edebilir mi? Yoksa Allah…
Yüzyıllardır niye devam… Yani Cenab-ı Hak için bir Müslümanla bir Hıristiyanın farkı ne olacak? Bir inanma farkıdır. Başka bir fark var mı? Onu da Allah yaratmış, onu da. Sen Allahın istediği gibi inanmadığın zaman seniz adın Ahmet Mehmet diye Allah sana yardım mı edecek? Sen dini kendi kafana uydurursan…
Evet, hiçbir tarafa… Şimdi devam ediyorum, “Tebük’e vardılar. Karşılarına çıkan olmadı. Bizanslılar kuvvetli bir İslam ordusunun gelmekte olduğunu haber alınca içeriye doğru çekilip kalelere kapandılar. Müslümanlar karşılarına hiç kimsenin çıkmadığını görünce dönmekten başka iş kalmamıştı. Hiçbir tarafa saldırmadılar. Çünkü maksat müdafaa idi, saldırma değildi. Müslümanların böyle müthiş bir ordu toplayarak koca Bizans’a meydan okurcasına hareket etmesi etraftaki sınır beylerini telaşa düşürdü.”
Yani bunlar artık küçük bir şey değil, Bizans’ı bile korkuttular. E buyurun artık, ne yapacaksınız? O sınır beyleri mutlaka birisine dayanarak ayakta duruyor. O zaman Bizans korktuğuna göre bunlardan, mecburen Müslümanlara sığınacaklar.
“Bazı sınır beyleri anlaşmalar yaptılar. Eyle hâkimi Rube oğlu Yuhanna, göğsünde altın bir haç asılı olduğu halde hediyelerle Peygamberimize geldi. Onunla antlaşma yaptı. Cizye vermeyi kabul etti. Senede üç yüz dinar verecekti.” Yani üç yüz altın. “Suriye sınırındaki Cerba ve Ezruh halkı da antlaşmalar yaptılar. Onlar da cizyeye bağlandı. Peygamberimiz de onlara ahitnameler verdi. Karada ve denizde serbest ticaret yapma hakkı tanıdı. Kervanlarına hiçbir şekilde dokunulmayacağına karşı garanti verdi.
Bazıları dediler ki, buraya gelmişken daha ileri gidelim Suriye’ye hücum edelim.” Peygamberimiz de bunu ashab arasında istişare etti bu konuyu. Hz. Ömer’in o arada söylediği bir sözden bahsedilir. Hz. Ömer demiş ki, eğer bu Allahın emriyse devam edelim. Peygamberimiz de demiş ki, Allahın emri olsa bunu seninle müzakere eder miyim demiş. Sana danışır mıyım demiş. Öyleyse gitmeyelim demiş. Bir de orada veba hastalığı varmış. O zaman Peygamber efendimiz demiş ya; bir yerde veba hastalığı olursa oraya gitmeyin, vebalı bulunan bir yerde iseniz oradan da çıkmayın diye bir emir vermiş. Oradan geri dönmüş gelmişler.
Şimdi buradan ayeti herhalde çok daha iyi anlama imkânını bulacağız. Ben bu kadar uzatmamın sebebi şu, tefsirlerde bu ayetler farklı konularla ilgilendirilmişler. Tabi farklı anlamlar çıkıyor. Şeye bakarsanız… Bakın hiç kendimizi yormayalım, mesela Keşşaf tefsirinde diyor ki, Peygamberimiz zamanında bu olmadı. Peygamberden sonra Ebu Bekir döneminde dinden dönme olaylarına karşılık bu Araplar yardıma çağrıldılar. Ya kardeşim o Arap kabilelerinin durumuna Allah onlar çok güçlüdürler mi diyecek? Nasıl çok güçlü ki? Devlete baş kaldırmış, küçük küçük kabileler. Zaten senin emrinde olan insanlar bunlar.
Hakikaten hiç alakası olmayan şeyleri tefsirlere bazı âlimlerin doldurduğunu görüyoruz. Ama çok şey yapın, böyle nötr düşünün. Biz öyle yapıyoruz arkadaşlarla kendi aramızda. Yani kendimizi hiç zorlamıyoruz. Okuduğumuz kitaplara da esir etmiyoruz. Allahın ayetlerini okuyoruz. O zaman olmuş olayları zihnimizde tartıyoruz. Ne olabilir? Eh. İşte burada şey var, Hudeybiye antlaşması var. Ondan sonra Hayber’in fethi var. O Hayber kolay lokma olduğu için Cenab-ı Hak Hudeybiye’ye gelmeyenlere vermemiş.
Ama diyor ki: “Onlara söyle yakında bir kavme çağrılacaksınız.” Bir kavim. Kavimler değil. Ne kavmi bu? Roma kavmi. Yani Romalıların hâkimiyetinde olan bir yer. “Çok güçlü bir kavim.” O dönemde çok güçlü Bizans’tan başkası var mı? “Onlarla savaşırsınız.” “tukâtilûnehum ev yuslimûn” “Ya da teslim olurlar.” Şimdi, gitti Peygamberimiz oraya kadar, savaştı mı? Savaşmadı. Peki o bölge ne oldu? Teslim oldu Peygamber efendimize.
Ha “yuslimûn” kelimesi, mesela muslim kelimesini kullanırız aynı kökten. Muslim dediğimiz zaman ki biz Müslüman diyoruz, bu Allaha teslim olandır. E bir de teslim olanlar da var, onlara da muslim denir. Ama o din anlamında değil sözlük anlamında. Allaha teslim olduğunuz zaman Müslüman olursunuz, başkasına teslim olduğunuz zaman Türkçede teslim oldu derler, Arapçada da ona da muslim derler teslim olan kimse manasına.
İşte onların bir grubu Peygamberimize teslim olarak antlaşmalar yaptılar. Peygamberimizin artık hakimiyeti Bizans sınırına kadar dayandı. Yani kuzeyde Bizans sınırı, doğuda İran sınırı. Güney de zaten okyanus. O kadar geniş bir bölgeye Peygamber efendimiz kısa sürede hâkimiyet kurmuştu.
“fe in tutîû yû’tikumullâhu ecren hasenâ” “Eğer itaat ederseniz Allah size büyük bir ücret verir.” Bakın burada şey vaat etmiyor Allah, ganimet vaat etmiyor. Sadece size sevap verir diyor. “ve in tetevellev” “Eğer dönerseniz”, “kemâ tevelleytum min kablu” Bundan önce de döndüğünüz gibi” Yani savaşa katılmazsanız “yuazzibkum azâben elîmâ.” “Allah size acıklı bir azap verir.
Şimdi, bu olayın detaylarını Tevbe suresinin… 9. Sureyi açın bir zahmet. Oradan 81. ayeti. Burada şey yapıyor. Savaşa gitmek istemeyenlerin tavırlarını anlatıyor Allah-u Teâlâ. Otuz bin kişilik savaşçı çıktı ama bir grup da gitmediler. “Ferihal muhallefûne bi mak’adihim hılâfe resûlillâh.” Yani Allahın Elçisi’nin isteğinin hilafına, onun isteğine aykırı olarak oturdukları yerde geride kalanlar sevindiler, hoşlandılar. Aptallar bu sıcakta gidiyorlar. Karşılarında öyle bir ordu. Bunlarda akıl yok. Artık kolay, akla ne gelirse söylersiniz.
“ve kerihû en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâh” “Malları ve canlarıyla Allah yolunda savaşa girmek onlara ağır geldi, hoşlarına gitmedi.” Hoşlanmadılar. “ve kâlû lâ tenfirû fîl harr” Kendileri gitmediği gibi çevrelerine de “Bu sıcakta savaşa çıkmayın dediler.”, “kul nâru cehenneme eşeddu harrâ” “Onlara de ki Cehennem ateşi daha… Onun harareti daha fazladır bundan.”, “lev kânû yefkahûn.” Keşke anlasalardı.”
“Fel yadhakû kalîlen vel yebkû kesîrâ” “Bunlar az gülsün çok ağlasınlar.”, “cezâen bi mâ kânû yeksibûn.” “Yaptıklarının karşılığı olmak üzere.” (Tevbe 82). Yani bunların aslında ağlanacak hallerine güldüklerini görüyoruz. Sizi haliniz ağlanacak haldir niye gülüyorsunuz ey münafıklar demiş oluyor Cenab-ı Hak.
“Fe in receakallâhu ilâ tâifetin minhum feste’zenûke lil hurûci fe kul len tahrucû maiye ebeden ve len tukâtilû maiye aduvv” “Eğer Cenab-ı Hak seni onlardan bir gruba geri dönderirse, senden izin isterlerse bunlar savaşa çıkmak için; de ki siz ebediyen savaşa katılmayacaksınız benimle beraber. Ve benimle beraber hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız” (Tevbe 83). Çünkü münafık ya. Münafıkları Peygamberimiz bile bile demek ki arasına almıyor. Ama o Tebük savaşına münafıklar katılmıştı. Bakın o zor savaşa münafıklar katılmıştı. Geri dönüşte de Peygamberimize tuzak kurdular. Giderken de yolda Peygamberimizin devesi kaybolmuştu, yine bir fitne çıkardılar asker içerisinde. Ha, göklerden haber veriyor, devesinden haberi yok. Bu ne biçim peygamber? Yani bu dalga geçmeler her zaman var. Münafık her zaman ve her yerde var. Bunları duymazlıktan geleceksin başka çaresi yok. Peygamberimizin o zor ordusuna bütün sıkıntıları göze alarak münafıklar katılmıştı. Onun için çok dikkatli olmak lazım.
Sonra Peygamber efendimiz bunu duyuyor. Diyor ki, bakın ben sizin gibi bir insanım diyor. Allah-u Teâlâ bildirirse bilirim ama bildirmediği zaman ben hiçbir şey bilemem ki diyor. Ama şimdi Cenab-ı Hak bildirdi. Gidin, deven falanca yerde, yuları bir ağaca takılmış vaziyette, onu orada bulup getireceksiniz. Gidip getiriyorlar. Şimdi orada Peygamberimiz o şekilde tabi askerin moralini daha yüksek tutmuş oluyor.
“innekum radîtum bil kuûdi evvele merra” “İlk önce siz burada oturmaya razı oldunuz.” Oturma kararı verdiniz. “fak’udû meal hâlifîn.” “Siz de geride kalan kadınlarla birlikte oturun.” (Tevbe 83).
“Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden” “Bunlardan birisi öldüğü zaman üzerlerine hiçbir zaman namaz kılma.” Şimdi, Peygamberimize Cenab-ı Hak bu münafıkları bildirmişti. Allah bildirmese Peygamberimizin bilmesi mümkün değil. Nereden bilebilir? Nereden bilebilir? Ama Allah-u Teâlâ bildirdiği için Peygamber efendimiz de bildi. Peygamberimiz de onların adlarını kime öğretmişti? Söyleyin bakalım sahabeden kime öğretmişti? Hah, Hz. Huzeyfe’ye öğretmişti.
Tabi bu yazılı bir liste değil. Arapların hafızası bizim gibi değil ki, onlar bir duydular mı bir daha unutmuyorlar. Onun için biri vefat ettiği zaman bakıyorlardı ki Hz. Huzeyfe namaza gidiyorsa herkes gidiyordu, gitmiyorsa kimse gitmiyordu. Bir sakatlık var diye. Çünkü ölene kadar bakın kimse bilemiyor kimin münafık olduğunu. Peygamberimiz de bilemiyor. Allah-u Teâlâ bildirdiği için biliyor.
Bir katılımcı: Hocam aslında bu tip olaylar şimdi mesela tarihte yaşanmış, mesela bazıları gaybdan haber alarak kitap yazdığını söylüyorlar. Ya da işte gaybdan bir takım bilgiler aldığını ileri sürerek işte insanların… (anlaşılmıyor) … onların yalancı olduğuna dair de bir delil teşkil etmesi açısından…
Elbette tabi. Tabi ki onlar hep yalancı. Şimdi bu tip adamlar genellikle meseleler ortaya çıktıktan sonra gaybdan haber vermeye başlarlar. Ben demiştim derler.
Bir katılımcı: Genellikle münafıklar zaten sözleriyle, tavır hareketleriyle kendilerini ortaya koyuyorlar. Peygambere bile “fe se yekûlûne bel tahsudûn” Peygamber onları çekemiyor yani hâşâ. Peygambere bunu söyleyen insan sonra kendinin ne mal olduğunu ortaya koyuyor yani…
Şimdi, bazıları…
Katılımcı: … “bel kânû lâ yefkahûne illâ kalîlâ” Onlar çok azmış diyorlar.
Bazıları ortaya…
Katılımcı: Sözün bile farkında değiller.
Evet. Bazıları ortaya koydukları tavırla münafık olduklarını gösteriyorlar. Ama bazıları da bu konuda öylesine yetişmişler ki Peygamberimiz bile onları anlayamıyor. Mesela Tevbe suresinde bir ayet var, onu bulmaya çalışıyorum. “ve min ehlil medîneti meredû alân nifâkı lâ ta’lemuhum.”
Bir katılımcı: “Konuştukları zaman konuştukları hoşuna gider”
O başka. O başka. O da var tabi.
Bir katılımcı: “nahnu na’lemuhum”
Evet, “nahnu na’lemuhum” Yani Medine halkından… O ayeti bulamıyorum.
Bir katılımcı: 118 Hocam. Tövbe 98.
98 değil. 98 değil. Tamam. 101. ayet. Bak, “Ve mimmen havlekum minel a’râbi munâfikûn.” “Çevrenizdeki Bedeviler içinde münafıklar var.” Mümin olmadığı halde mümin gözükenler var. “ve min ehlil medîneti” “Medine halkından da var.”, “meredû alân nifâk” “Münafıklık konusunda bunlar antrenmanlı.” Eğitimli. “lâ ta’lemuhum” “Sen onları bilmezsin.”, “nahnu na’lemuhum” “Onları biz biliriz.”, “se nuazzibuhum merrateyni” “Onları iki kere azaplandıracağız.”
Yani bazıları, hani derler ya, samanın altından su yürütür ya, o tipten. Bilmek çok zor. Senin karşına büyük mücahit olarak da çıkabilir. Sen sonuna kadar da öyle bilirsin.
Evet, şimdi, nereden şey yaptık ki? Kaçıncı ayetti? Bir dakika ben şey etim. Hah tamam buldum yerimi. “Fe lâ tu’cibke emvâluhum ve lâ evlâduhum” “Onların malları ve çoluk çocuğu seni hoşlandırmasın.” Ondan dolayı böyle onlara imrenme. “innemâ yurîdullâhu li yuazzibehum bihâ fîl hayâtid dunyâ” “Allah onlara o mallar ve evlatlarıyla azap etmek istiyor.” (Tevbe 55). Bakarsın ki o münafığın evladı sapasağlam bir Müslüman olur. Ona bundan daha büyük azap olur mu?
Mesela Abdullah bin Ubey bin Selul’un oğlu Abdullah, Peygamberimize geldi, “Ya Resulallah Medineliler bilirler Medineliler bilirler, Medine halkı içerisinde babasına en saygılı olan genç benim. Babamın yaptığı suçu da biliyorum…” diyor. Yani ölümü hak etmiş olan bir suç işlemiş. “… Lütfen bana müsaade edin onun cezasını ben vereyim…” diyor. Yani babamı ben öldüreyim diyor. “… Çünkü bir Müslüman kardeşim onu öldürürse, babama olan sevgi ve sayımdan dolayı korkarım ki o Müslüman kardeşime bir kötülük yaparım.” diyor. Kendimi tutamam, dayanamam.
Peygamberimizde diyor ki, yok diyor. Baban bizim yanımızda kaldığı sürece bizden sadece izzet ve ikram görecektir. Sadece izzet ve ikram görecektir. O Munâfikûn suresinin inmesi üzerine bu olaylar oluyor. Hakkında sure de iniyor çünkü. Orada Peygamberimize diyor ki işte, ayette geçiyor onun o sözü, “Yekûlûne le in reca’nâ ilel medîneti le yuhricennel eazzu min hel ezell” “Eğer Medine’ye bir geri dönelim…” Bir sefer sırasında söylüyor bunu. “… Bizden izzetli ve şerefli olanlar, o zelil ve hakir olanları Medine’den çıkaracak.” (Munafikûn 8).
Şimdi bunun bu sözü de Kur’anla sabit olunca, o sefer dönüşünde oğlu Peygamberimizden izin istiyor; Peygamberimiz vermiyor. Ama dayanamıyor bu Abdullah. Gidiyor, Medine’ye girmeden babasının önünü kesiyor, kılıcını da çekiyor. “Baba…” diyor. “… Zelil ve hakir olan benim, izzetli ve şerefli olan da Peygamberimiz ve Müslümanlardır demezsen seni Medine’ye sokmam. Bak bu kılıcımla kafanı uçururum.” diyor.
Lan oğlum diyor. Sen deli mi oldun? Sen bu kadar saygılı bir çocuktun. Ne oldu sana? Yapma, etme… Yok diyor, sen onu söylemezsen seni bırakmam. O da söylemiyor. Peygamberimize haber geliyor. Yahu Abdullah babasını sıkıştırmış. Abdullah’ı çağırıyor. Bırak diyor baban gitsin. Medine’ye varıyorlar.
Fakat öyle bir durum ki, Peygamberimizin yanında samimi Müslümanlar onu savunuyorlar. Abdullah bin Ubey bin Selul’u savunuyorlar. Ya Resulallah, bu bizim büyüğümüz. Bu bizim şeyhimizdir diyorlar. Yani şeyh, liderimiz manasına. Lider anlamına. Türkçedeki anlamda değil. Siz Medine’ye gelmeden önce biz bunu başımıza kral yapma kararı vermiştik. Siz gelince kaldı. Onun için bunu üzücü bir tavır içinde olmazsak iyi olur diyorlar.
Peygamberimiz (s.a.v) Medine’ye vardıktan sonra da buna hiçbir şey yapmıyor. Fakat Hz. Ömer diyor ki, ya Resulallah bana müsaade et de şu münafığın kellesini bir uçurayım diyor. O kelle uçurmakta mahir. Peygamberimiz hayır diyor. Müsaade etmiyor ona da. Medine’ye varıyorlar. Medine’de kendisine gösterilen o büyük saygı yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Artık insanlar buna laf atmaya başlıyorlar.
Ama oğlu da bir taraftan sıkıştırıyor. Habire sıkıştırıyor. Zelil ve hakir olan benim, izzetli ve şerefli olan Peygamber… Tamam, öyle olsun. Senin dediğin gibi olsun. Öyle değil, ağzınla söyleyeceksin diyor. Söylettiriyor ağzıyla. Tamam, ben hakir olayım, senin Peygamberinde izzetli ve şerefli olsun diyor.
Sonra işte hastalanıyor. Peygamberimiz (s.a.v) ziyarete gidiyor. Yanlış aklımda kalmadıysa tabi o geçmiş… Eskiden okuduğum için hatalar yapabilirim. Hz. Ebu Bekir diyor ki, ya Resulallah bari hasta ziyaretine gitme. O da sen de gel diyor. Şimdi, gidince, Abdullah bin Ubey ölüm döşeğinde; ya Resulallah diyor şu hırkanı bana giydirir misin diyor. Tamam diyor, hemen çıkarıyor; Hz. Ebu Bekir ya Resulallah bu kadar da olmaz diyor.
Diyor ki, bunun ona bir faydası yok ama bize faydası var. Çünkü o iyilik yapılarak yapılan baskı var ya, onun yerini hiçbir şey tutmaz. “Kötülüğe iyilikle karşılık ver. O aranda düşman olan kişi sıcak bir dost haline dönüşür.” (Fussilet 34). Sonra da ölüp gidiyor tabi. Ama artık Medinelilerin Abdullah bin Ubey’e hiçbir bağlılığı kalmıyor. Sonra Peygamberimiz Hz. Ömer diyor ki, Ömer diyor, sen öldürelim diyordun, ne oldu? Valla ya Resulllah ben senin kadar bunları düşünecek durumda değilim diyor.
Şimdi, düşünün Peygamberimiz (s.a.v)… Hakkında da sure de inmiş yani, yaptığı fitne fesadın haddi hesabı yok. Uhud savaşında savaş meydanından üç yüz kişiyle geriye gelmiş. Bunların hepsi idamlık suç yani. Savaş meydanından kaçmış. Kendi gelmekle kalmamış, üç yüz kişiyi çekmiş savaş meydanından. Müslümanların orada perişan olmalarına sebep olmuş. Hep tümüyle suç işte, suç odağı. Evet, Ayşe validemize zina suçunu da o atmış. Her türlü pisliğin kaynağı. Çıbanbaşı.
Ama şöyle bir düşünün. Peygamber (s.a.v) Abdullah bin Ubey bin Selul’u öldürseydi kahraman olurdu. Kesin kahraman olurdu. Büyük bir kahraman olurdu. Onun için bu konularda… İşte az önce söyledim ya, Peygamberimizin siyasi rakibi var mıydı? Vardı tabi, işte Abdullah bin Ubey bin Selul. Adamı kral yapmak için anlaşmışlar. O sırada Peygamber efendimiz geliyor, kraliyeti suya düşüyor. Bakıyor ki onun karşısına çıkamayacağım, Müslüman gözükmek zorunda kalıyor. İşte siyasi rakip, ona karşı Peygamberimizin tavrı.
Ben her zaman şunu düşünürüm. Rahmetli Ziya ül Hak, Zülfikâr Ali Butto’yu öldürmeseydi ne kadar iyi ederdi. Bak şimdi onun kızının Pakistan’da ciddi bir çıbanbaşı olmasını sağladı. Siyasi kişiliklerin öldürülmesi hiçbir zaman bir ülkenin lehine olmuyor. Bakın Amerikalılar Kennedy ailesini hiç unutmuyorlar. Türkiye’de de Menderes ailesi unutulmuyor. Dolayısıyla Peygamberimizin hayatında bizim için çok güzel örnekler vardır. Örneklerden bir tanesi de bu. Yani son derece tahammüllü olmak lazım.
Şimdi, öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bu dünyada inanç bir kor ateş gibi gerçekten. Yani asrımıza mahsus bir olay değil, her zaman böyle. Onu sürekli avucunda tutmak zor. Bazıları atıyor yere. Bazıları da tutuyormuş gibi hava yapıyor. Böyle numara yapıyor, püf elim yandı böyle… Dışarıdan hakkaten avucunda tutuyormuş gibi numara yapıyor. Ama bu dünya böyle işte. Bugün Müslüman olan biraz sonra dinden dönebiliyor.
Mesela Allah-u Teâlâ ne diyor? “İllellezîne âmenû, summe keferû” değil mi? “O kimseler ki iman ettiler, sonra kâfir oldular.” Ondan sonra ne diyor? “summe âmenû” “Sonra tekrar inandılar.”, “summe keferû” “Sonra tekrar kâfir oldular.” (Nisâ 137). Yani bu… Kâfir olmak zaten… Bizde maalesef her şey birbirine karışmış.
Şimdi bakın buradan… Şimdi burada çok genç, hakikaten önümüzdeki, yani geleceğin büyük ilim adamı olabilecek kişiler çok var şu cemaat içerisinde görüyorum biliyorum onları. Öncelikle onlar için, bir de herkes için şunu söyleyeyim. Kur’an-ı Kerimde peygamberlerin tebliğleri var. Bütün peygamberler insanları tevhide çağırmışlardır. Tevhid ne? Allah birdir’e değil. Allah zaten bir, kimse iki tane Allah var demiyor. Tevhid dediğimiz Allahtan başka ilah olmadığıdır. Yani bir tek ilahtır Allah, Ondan başka ilah yok. Yani şirkten uzaklaştırmaya çağırmışlardır. İnancın temeli bu.
Şimdi, az önce dedik ya, niye Müslümanlar karşısında Ehli Kitap ve diğer kâfirler çok başarılı oluyor. Şimdi bakın, bizim inancımızı anlatan kitaplar hangi kitaplardır? Yani Müslümanların inancı nasıl olacak diye? Hangi kitaplar? Muharrem! Hangi kitaplar var?
Muharrem: İlmihaller Hocam.
Yani akait kitapları derler. Şirk konusu akaidin ana konusu olması gerekmez mi? Birinci konu, çünkü bütün peygamberlerin ana mücadelesi bu konudadır. Akait kitaplarına bir bakın bakalım. Size bir zamanlar ödev vermiştim bakın diye, hiç biriniz cevap getirmediniz. Bir tanesinin şirki işlediğini göremezsiniz. Çok kısa değinenler vardır. Orada da putları anlatırlar. Kur’an-ı Kerimin anlattığı şekliyle değildir. Putları anlattığı zaman, işi götürürsünüz o devrin Mekke’siyle sınırlarsınız, Allaha şükür bitmiştir şirk işi (!).
Hâlbuki Allah peygamberlere de diyor “Hele şirke düş yaptığın yok olur gider.” İbrahim (a.s) ile ilgili var. Bu konuda insanların şirke düşmesini engelleyen iki temel kavram koyuyor Allah Kur’ana; yalnız Allaha kul olmak, yalnız Ondan yardım istemek. O zaman, akait kitaplarının iki temel konusu daha ortaya çıkıyor. Yani şirk ana başlığı altında iki tane temel konu. Ne oluyor bunlar? Birisi ibadet, birisi de istiane. Yardım dileme. Tabi onunla birlikte şefaat de olması lazım. İbadet de istiane de akaidin konusu değildir. Hâlbuki en temel konudur. Şirke düşmemek için ibadetin ne olduğunu bileceksiniz.
Hangi tavır Allahtan başkasına ibadettir? İbadet kelimesi kölelik anlamına gelir. Allahtan başkasına ibadet etmemek demek, Allahtan başkasına köle olmamak demektir. Yani kayıtsız şartsız boyun eğmemek demektir. Şimdi, bu ibadet konusu sadece fıkhın konusu olarak gelmiştir bize. Fıkhın konusu olan ibadet de, efendim namazın şartları kaçtır, orucun şartları kaçtır, namaz nasıl kılınır, farzları nedir, vacip nedir. Bu da önemli elbette. Ama esas, temelde o işin bir akidesini, yani onun mantığını kavra, ondan sonra uygulaması yapacaksın. Bu da elbette önemli, önemsiz demiyorum. Ama bundan daha önemlisi yalnız Allaha kulluğun anlamını öğrenmektir. Bu akidenin konusu, öbürü fıkhın konusudur. Akidede ibadet yoktur.
Onun için, bakın, yalnız Allaha kul olmak hürriyetin doruk noktasıdır. Bundan daha ileri bir hürriyet kavramı düşünülemez. Onun için, Müslümanların hürriyetin en sıkı savunucuları olmaları gerekir imanları gereği. Ama gelin görün ki, hürriyet konusunda çok problemli bir hayat yaşıyoruz. Bugün de yaşıyoruz, geçmişimizde de yaşamışızdır. İnsanlar, Allaha teslim olmayı, yöneticilere teslim olmaya ya da hocalara teslim olmaya çevirmişlerdir. Allahın kulu olmaktan önce başkalarına kul olmuşlardır. Ama kendilerini de Allahtan başkasına kul olmadık zannediyorlar.
Açın Katoliklerin kitabını, onlar da Allahtan başkasına… Şirk en büyük günahtır derler. Allahtan başkasına ibadet edilmez derler. Ondan sonra İsa’yı da sokarlar araya, başkasını da sokarlar. Çünkü bu kavram üzerinde durmamışlardır.
İkincisi de istianedir. İstiane yardım istemektir. Allahtan başkasından manevi yardım istememek. Ama bu da sorumluluğu ortadan… Yani kişisel sorumluluğu şey yapar. Ben yardımı yalnız Allahtan isteyeceğim, onun dışındakilere tenezzül etmeyeceğim. Bu günlük hayatına da yansıyacak ve senin sürekli faal olmanı, sürekli en önde olmak için gayret göstermeni sağlayacak. Yani sorumluluk sahibi olmanı sağlayacak.
Ama bu istiane konusu da ihmal edildiği için, yani akidenin konusu olması gerekirken akidede yok. Kur’an-ı Kerimde bununla ilgili ayetlerin çoğusunun üzeri karatılmış. Yani şeylerde, meal ve tefsirlerde. Ondan dolayı Müslümanlarda dikkat ederseniz çok ciddi bir şahsi sorumluluk problemi vardır. Herkes yükü başkasına yüklemeye çalışır. Ben değil de başkası…
Bir katılımcı: Hocam … (anlaşılmıyor)
Bir kabirden yardım isteyenler, manevi yardım isteyenler şirke düşmüş olurlar tabi.
Bir katılımcı: (anlaşılmıyor)
(Gülüşmeler)
Ben bir şey demedim değil, orada ben ayet okudum. Benim söylememe gerek yok ki, Allahın söylemesi önemli olur. Allahın ayeti mühim olduğu için, Allahın ayeti çok esastır.
Şimdi, bir de akidenin bir başka konusu olması gereken, inancın üçüncü ayağı bu mindunillah ifadesidir. Kur’an-ı Kerimde çok geçer. Allahın dunundan. Çünkü o insanların teslim olduğu kişiler, onlara göre Allaha yakınlığı olan kimselerdir.
O zaman, mindunillah kavramının da akidenin çok önemli bir konusu olması lazım. Çünkü orada bir piramit, bir ilahlar piramidi oluşturulur. En tepeye Allah konur, onun altına hakikat-i muhammediye uydurmasıyla bir Muhammed kavramı konur. O bizim Peygamberimiz Muhammed değildir. Onun adını istismar etmişlerdir. Orada derler ki, bu hakikat-i muhammediye ile Allah arasındaki fark sadece bir görüntüden ibarettir. Aynı gerçeğin iki ayrı yüzüdür derler.
İslam Ansiklopedisi’nde yazılı bu. Ve de savunmacı olarak yazmışlardır. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’ni açın görürsünüz. Hakikat-i muhammediye inancı Taoizm’in te inancı ile Hıristiyanlığın oğul inancının birleşmesiyle oluşmuştur. Yani bugünkü Hıristiyanlıktaki İsa inancının birleşmesiyle oluşmuştur. Ondan sonra insan-ı kâmil gelir ki, Allahın görünen şekli olarak tarif ederler. Hani ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm şeklinde formüle ederler ya, hâşâ sanki Cenab-ı Hak…
Ondan sonra en altta şıhlar, sonra din adamları şunlar bunlar. Bu piramidin tamamı Müslümanın tepesi üzerine binmiş büyük bir şey gibidir, kaya parçası gibidir. Onun altında ezilir durur. Ve kendisini de hak yolda zanneder.
Şimdi, Allah-u Teâlâ… Bu hafta dindarlık semineri vardı da, o seminerde ben de bir konuşma yaptım. Onun detaylarını anlatmak istemiyorum. Çünkü arkadaşlarımızla onu iyi bir değerlendireceğiz ondan sonra inşallah anlatırız. Daha sağlam bir şey olur. Şimdi, Cenab-ı Hak dindarlık konusunda insanları ikiye ayırıyor. A’râf suresini bir açın lütfen. 7. sure. 30. ayet.
Şimdi, önce şunu anlatayım. Bu surede, yani bu ayetten önceki ayetlerde Adem (a.s)ın yaratılması, şeytanın Ademe secde etmemesi, bu sebeple kovulması, Adem’in Allahın verdiği emri tutmayarak Cennetten çıkarılması, sonra tövbe etmesi. Yani ilk yaratılış anlatılıyor burada. Ve burada anlatılan bu okuyacağım ayette tüm insanlıkla ilgili ayet.
“Ferîkan hadâ” “Allah bir grubu kendi yolunda saymıştır.” Çünkü bir grup öyle bir tavır gösteriyor ki, tam Allahın yolunda. “ve ferîkan hakka aleyhimud dalâle” “İkinci bir grup da sapıklığı hak etmiştir.” Kendi tavırları sebebiyle. Şimdi sapıklığı hak edenlerle ilgili ne diyor Allah bakın, “innehumuttehazûş şeyâtîne evliyâ” “Onlar o şeytanları evliya edinirler.” Sapıklar. “evliyâe min dûnillâhi” “Allahın dunundan…” Yani Allaha yakın “… veliler kabul ederler.”, “ve yahsebûne ennehum muhtedûn.” “Kendilerini de doğru yolun ortasında hesap ederler.”
Bakın sapıkların genel karakteri bu. Müminler için değil. Şimdi, onların hepsi de kendini dindar sayıyor mu? Onun için, kendini sapık sayan bir tane adam bulamazsınız yeryüzünde. Onun için, esas olan bizim değerlendirmemiz değil Allahın değerlendirmesidir.
Dolayısıyla arkadaşlar bakın, bizim yani şu insanlara dinlerini öğretin diye dediğimiz kitapların haline bakın. Ben Cenab-ı Hakka dua ediyorum. Allah-u Teâlâ elbette duamızı kabul edecektir. Çünkü bugüne kadar Cenab-ı Hakkın dualarımızı kabul ettiğini ve hiç ummadığımız neticelere ulaştığımızı gördük çok şükürler olsun. Bundan sonra da niyaz ederiz Allah-u Teâlâ’dan, duamızı kabul ede. Şu Müslümanların kitaplarındaki, onları Müslümanlıktan uzaklaştıran kısımları temizlemeyi Cenab-ı Hak bizlere lutfeylesin.
Katılımcılar: Âmin. Âmin
Ve İslami ilimlerin Kur’anı Kerime göre yeniden ortaya çıkmasını nasip eylesin. İnsan gerçekten çok üzülüyor. Fıkha bakıyorsunuz, Kur’an ve Sünnet’in dışında oluşmuş bir ilim. Kelâma bakıyorsunuz, Kur’an ve Sünnet’in dışında oluşmuş. Ya Kur’anın açıklaması olan tefsire bakıyorsunuz, tefsir âlimleri Kur’anı anlama yerine eski ulemayı anlamaya çalışarak, Kur’anı onların zihinlerine uydurmaya çalışmışlar. Dolayısıyla birçok ayetin anlamı kaybolmuş.
E böyle bir ortamda siz çıkacaksınız niye Cenab-ı Hak bize yardım etmiyor diyeceksiniz. Niye yardım etsin ki? Allah size bir kitap göndermiş, onu okuyup ona uymanız gerekirken başka şeylerle uğraşıyorsunuz. Şimdi, ben şahsen kendi kendimi bazen çok ciddi manada şey yapıyorum ve gece uykularım kaçıyor. Yarabbi diyorum, ben acaba bu insanlara çok kötü şeyler mi söylüyorum. Bunlar niye bizi gördükleri zaman büyük bir düşmanı görmüş gibi davranıyorlar. Kaçıyorlar, yaklaşmıyorlar. Hâlbuki bunlar bizimle en fazla kaynaşması gereken insanlar olacak.
Çok mu kötü şeyler söylüyoruz? Söylediklerimiz acaba Kur’an-ı Kerime aykırı mı? Bakıyorum, kendi kendime bir aykırılık bulamıyorum. Size de söylüyorum, öyle bir şey olursa lütfen hatırlatın. Ama niye bu insanlar Kur’an-ı Kerimden kaçıyorlar. Yani ben Müslümanım diyenleri kastediyorum, beş vakit namazını kılanları kastediyorum. Diğerlerini değil.
Bir katılımcı: Af edersiniz, o kaçanların açıklaması gerekmez mi bunu?
Hayır biz yanlış bir şey mi söylüyoruz onlara?
Bir katılımcı: Onların açıklaması gerekir.
Bir katılımcı: Hocam … (anlaşılmıyor)
Şimdi, onlar diyor biz Kur’andan anlamayız âlimler anlar diyor. Ondan sonra da diyor ki, sen kendini ne zannediyorsun, o âlimler şöyle âlimlerdi diyor (!).
Şimdi, hiç unutmuyorum, bir arkadaşım var Erzurum’da. Çok iyi Arapça bilir gerçekten. Şimdi, bizim bu faaliyetlerimize de fena halde sinirleniyor. Üstelik de o çevresindekiler, yani orada tanıyanlar bilirler, benim çok iyi arkadaşımdır. Onun için beni kimin aklına gelirse hemen onunla birlikte anarlar. Şimdi, ziyarete gittim; Erzurum’un diliyle bana diyor ki, ola sen Gurandan Sünnetden ne anlarsan? Sen kim, Kur’an Sünnet kim?..
Ya dedim, sen beni gayet iyi tanırsın. Şimdi, herkes de bilir ki, her yerde bizi metheder yani. Benim yanımda öyle konuşuyor ama başka yerde de çok savunur bizi. Ya dedim, bak otuz yıl iyi bir ömür verdik bu işe. Ne durumda olduğumu da çok iyi biliyorsun sen. Yahu bu Kur’an-ı Kerimden hala anlamıyorsan böyle bir din olmaz. Bu Allahın dini olmaz ki. Bu farklı bir şey olur. Hâlbuki bakın Peygamberimizin sahabeleri çölden gelmiş bedeviler, ne anlamışlarsa yetmiş onlara ya. Ama anlayış bu, kavrayış bu.
Çünkü Kur’an-ı Kerime bakıyorlar… Prensip olarak eski ulemanın haklı olduğuna bir kere çocukluktan inandırılmışlar. Kur’ana bakıyorlar, onların dedikleri Kur’ana hiç uymuyor. Diyorlar ki, ha biz anlamıyoruz, aslında bunlar muhakkak… Onlar Kur’ana aykırı hiçbir şey yapmamıştır ama biz anlamıyoruz diyorlar. Hemen kendileri havlu atıyor.
İşte, şimdi siz akidenizden şirki çıkardıysanız… Şimdi, Ehli Sünnet diye yere göğe bırakmadığımız mezhepler var. İmanda mezhebin ne? Biz Ehli Sünnet vel Cemaatız. Sanki başkaları ben ehli bidatım diyormuş da (!). Böyle bir adam bul gel, ben de anlayayım o zaman. Ben bidatçıyım diyen bir adam bul gel, o zaman senin Ehli Sünnet olduğunu ben de tasdik edeyim.
Yahu işte ayet, herkes kendini en iyi kabul ediyor. Ama Allah kabul ediyor mu? En güzel isimleri sen kendine koy. Sen tut, inancı anlatırken şirki çıkar inancın konuları arasından (!). E daha ne kaldı geriye? Ve asırlardır bu böyle. Bunu söylediğim, işte Ehli Sünnet mezhepleri. Maturidi mezhebi böyle. Eş’ari mezhebi böyle. Başka hangisiydi Mehmet Hoca? Gitmiş galiba. Ha buradasın. Başka hangileri var? Mutezile mezhebi böyle.
Yahu hangisi… Ya çıkarmışlar yani… Tutuyorlar, Allahın varlığını ispatla meşgul oluyorlar. İspatı vacip diyorlar. Ya peygamberlerden hiçbir tanesi Allahın varlığını ispatla uğraşmamış. Niye sen kendin uğraşıyorsun? Ne derdin var ya?
Bir katılımcı: … ilgili ayetler var ama Hocam.
Hangi ayet var?
Katılımcı: (anlaşılmıyor)
Hangi? Söyle.
Katılımcı: (anlaşılmıyor)
Söyle, söyle. Ayeti oku, ayeti oku.
Katılımcı: Bilmiyorum Hocam.
E bilmiyorsan niye söy… Bildiğin zaman gel. Haftaya gel oku, sana söz. Haftaya gel oku. Allahın varlığını ispatla ilgili ayet yok. e fîllâhi şekkun fâtırıs semâvâti vel ard” var mesela. “Göklerin ve yerin yaratıcısı Allahtan şüphe mi olur?” (İbrâhîm 10). Bak o ispat değildir. Çünkü niye? Herkes zaten bunu biliyor. Bunu herkes biliyor. Ona gerek yok. Elde bir o. Allahtan başka ilah olmadığıyla ilgilidir bütün ayetler. Onunla alakalıdır.
Enes Hoca: Lâ ilâhe illallah…
Lâ ilâhe illallah’dır esas olan. Evet. Neyse işte, biz bu durumda olduğumuz için de Cenab-ı Hakkın yardımını alamıyoruz. Bu akşam da böyle bir ders yapmış olduk.
Bir katılımcı: (anlaşılmıyor)
Tamam, bir getir o zaman. Onların o… Ha son zamanlarda öyle. Ben eskileri kastediyorum. Son zamanlarda onu güzel güzel işleyen kitaplar var. Yani son zamanlarda şirki güzel işleyen kitaplar var. Ben eskileri kastederek söyledim.
Bir katılımcı: … ayrı ayrı bakıyorlar Hocam.
Şu anda, yani son zamanlarda var, ondan ümitliyiz de, ben burada söylerken eski ulemayı kastederek söyledim. Şimdi sizin okullarda okuduğunuz kitaplar onlar değil ama. Senin o dediğin kitaplar değil. Peki…