Elhamdulillahi rabbil alemin Vesselatu vesselamu ala rasulina muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain
Bugün, son gelişen olaylar sebebiyle, ayeti kerimeleri Al-i İmran suresinde sırayla okumaya bir ara veriyoruz.
Biliyorsunuz, mayıs ayının ortalarında, bir hanımı, dinden döndü diyerek ölüm cezasına çarptırmışlardı. Müslüman bir hanım, gayrimüslüm bir beyle evlendi diye, zina cezasına çarptırmışlardı. Bununla ilgili, Sudan Hükümet yetkililerine hemen bir mektup göndermiştik. O mektubun gönderilmesinden dört gün sonra, Arap medyasında; o karardan vazgeçildiğine dair bilgiler ulaşmıştı.
Aradan fazla zaman geçmeden, geçtiğimiz hafta, Musul’un, Tıkrit’in ve bazı Irak şehirlerinin, bir grup tarafından işgal edilmesi üzerine, esir olarak alınan kişilerin, öldürüldüğüne dair haberler yayılmaya başladı.
İşte, o esirlerin hanımlarına tecavüz edildiğine dair haberler yayılmaya başladı ve bu sıralarda en fazla tartışılan konulardan birisi oldu. Bu akşamda; İslam dininde esirlere yapılması gereken muamelelerin ne olduğunu anlatmaya çalışacağız.
Şimdi bir taraftan, orada bu fiilleri işleyen kişilerin dayanmış oldukları kaynakları, öbür taraftan da, Kuranı Kerim ve Rasululah’ın (sav) yapmış olduğu, Kuranı Kerime göre yapmış olduğu uygulamaları ortaya koymaya gayret edeceğiz.
Özet olarak şunu söyleyelim; Kuran-ı Kerim, Bedir savaşından önce, kölelik ve cariyeliği kaldırmıştır. Savaş esirleri, sadece savaşta esir alınabilir. Savaş esirleri, karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakılır. Rasululah (sav), ömür boyu bu hükmü uygulamıştır. Hem Bedir’de, hem de daha sonraki savaşlarda, almış olduğu esirlere bu hükmü uygulamıştır. Köleleştirme diye bir olay yok, bu çok sonraları ortaya çıkmıştır.
Yani, şöyle; şu anda arkadaşlarımızın tespit ettiği, işte; Fatih Hocanın ve Enes Hocanın tespit etmiş olduğu kaynaklara göre; tabiinden sonra ortaya çıkıyor bu tür meseleler. Ama bize ulaşan kitaplara baktığınız zaman, sanki Rasululah’dan (sav) beri varmış gibi gösteriliyor. Öylesine kesin şeyler ortaya konuyor ki, Allah-u Teâlâ’nın Kuranı Kerim de emrettiği “yasak” sayılıyor, yasakladığı da “emir” olarak, kitaplarda yer alıyor ve bugüne gelinmiş oluyor.
İşte, en son; Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisinde de aynı durumu görüyoruz. Bunu, şunun için söylüyorum: ortada muhteşem bir İslam dini var. Gerçekten insanı son derece heyecanlandırıyor öbür taraftan da Kuranı Kerimin tamamen dışlandığı, Kitabın ve Hikmetin dışına çıkmış ama bütün insanların İslam Dini olarak bildiği bir yapı var. Bu tür olaylar, o yapıyı kavramamız açısından çok büyük bir önem taşıyor. Çünkü o yapı, asırlardır uygulanan bir yapıydı.
Hani, zengin olanlar bilirler, zengin olduğunuz zaman nerden gelip nerden gittiğini hiç hesap etmezsiniz ama işler birazcık bozulmaya başlayıp da, gelirler giderleri karşılamamaya başlayınca, o zaman hesaplar yaparsınız. Ooo ne açıklarımız varmış, ne gereksiz harcamalar yapıyormuşuz demeye başlar ve bazı harcamaları kısar, kendinize çeki-düzen vermeye çalışısınız.
İşte şu anda İslam âlemi, o noktada, onun için krizler; akıllı olan insanlar için çok ciddi sıçrama tahtalarıdır. Yani şöyle bir ekonomik alanda araştırın, büyüyen şirketlerin büyük bir bölümü, krizi güzel yönettiği için büyümüşlerdir.
Yani krizler, çok büyük sıkıntıların yanında, büyük imkânlar da ortaya koyarlar. İşte, biz de bu tür krizleri, büyük imkânların vesilesi yapmaya çalışıyoruz. Biliyorsunuz, bundan önceki derslerimizden birisinde, o Sudan’da ki konuyu dile getirmiş, Sünni/Şii mezheplerin tamamının, O kadına verdiği cezayı onayladığını ama bu cezanın, Kurana ve sünnete yüzde yüz ters olduğunu, burada ortaya koymuştuk. Zaten bu ay yayınlanacak olan Kitap ve Hikmet dergisinde de; o konuda yazdığımız bir yazı var, yazının başlığı; “Paralel dini kimler yaşatıyor?”
Paralel dini, kimler yaşatıyor? Şimdi, o paralel kelimesi çok uygun düştü, çünkü bir şeyi bir şeyin üzerine paralel koyduğunuz zaman, altını tamamen kapatıyor. Üstü çok farklı olmasına rağmen, bakanlar üsttekini görüyor, alttakini göremiyorlar.
İşte ona benzer bir şey daha, yine bu krizin bize sağladığı büyük bir imkânı da kullanarak bu akşam bir başka yanlışa dikkati çekmiş olacağız, Allah nasip ederse.
Şimdi, Bedir savaşından önce inmiş olan Muhammed suresi var; Kuranı kerimin 47. suresi 506. sayfa. Şimdi, bu neden Bedir savaşından önce inmiştir? Çünkü Allah-u Teâlâ, bu ayette vermiş olduğu hükme aykırı davrandığı için, elçisi Muhammed aleyhisselamı çok ağır bir şekilde suçlamıştır. Eğer önceden böyle bir hüküm vermeseydi, o suçlama olmazdı, çünkü Allah-u Teâlâ;
“la yukellifullahu nefsen illa vus’aha“ buyurur: “Allah, hiç kimseyi gücünün üstünde bir şeyle sorumlu tutmaz.” Şimdi, bizim en güvendiğimiz kaynak; Kuran-ı Kerimdir. Kuran-ı Kerimin dışındaki bütün kaynaklar, problemli olabilir ama Kuran-ı Kerim problemsizdir. Zaten Allah-u Teâlâ bizden önceki ümmetler mesela Yahudi ve Hıristiyanlar için diyor ki, Maide suresinin 68. Ayetinde, diyor ki
“kul yâ ehlel kitâb lestum alâ şeyin hattâ tukîmût tevrâte vel-incîle vemâ unzile ileykum min rabbikum”, “Ey ehl-i kitab! Tevrat’ı ve İncil’i ayakta tutmadıkça, uygulamadıkça ve size indirilen bu Kuran’a uymadıkça hiçbir temeliniz olmaz” sonra diyor ki, yine aynı surede, 47. ayette, 115. sayfa;
“vel yahkum ehlul incîli bimâ enzelallâhu fîh”, “Ehli İncil, ellerinde İncil bulunduranlar yani Hıristiyanlar, Allahın o İncil’de indirdikleriyle hükmetsinler” diyor. Biz, şimdi hepimiz biliyoruz ki, Muhammed aleyhisselam, nebi oluncaya kadar, Hıristiyanlar, O İncil’i çoktan devre dışı bırakmışlar. İşte, şeyde, Antakya’da, İzmir’de İznik’te, İzmir’in Efes’te tabi, İznik’te ve Kadıköy’de aldıkları kararlarla, yeni bir Hıristiyanlık ortaya çıkarmışlardı. Onlar için esas olan oydu. Bugünkü Hıristiyanlar için de esas olan O. Allah’u Teâlâ onlara, İncil’den başka herhangi bir şeye uyma yükümlülüğü yüklemiyor. İsa aleyhisselam, sıfır da doğmuş kabul ediliyor ki, gerçek doğumu öyle değil ama en azından o çevrede doğmuştur. Rasulullah (sav) ile onun arasındaki süre, hele bu Maide suresi, en son inen surelerdendir. 630 dersek, yuvarlak olarak, 630 sene geçmiş, otuzunu bırakın 600 sene içerisindeki Hıristiyanlıkta oluşmuş olan diğer kaynakların tamamını Cenabı Hak bir kenara itiyor. Diyor ki; “İncil ehli Allah’ın orada indirdiğiyle hükmetsin” diyor. İncil ile hükmetsin demiyor. Çünkü İncil’in içerisinde Pavlus’un, Petrus’un bir takım kimselerin mektupları var, yani Allahın kitabı olarak inanılan kitabın içine de insanların sözleri sokuşturulabilmiş.
Onun için Allah-u Teâlâ, “İncil Ehli onunla hükmetsin” diyor, ondan sonra yine Tevrat Ehli içinde, aynı yani Yahudiler için de aynı şeyi söylüyor, diyor ki, hatta onunla indirilmesini emrettikten sonra, 44. ayette Maide suresinin;
“ve men lem yahkum bimâ enzelallâhu feulâike humul kâfirûn”, “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerdir” diyor. Bize sıra gelince de, şöyle diyor Cenab-ı Hak, bize sıra gelince de şöyle diyor, diyor ki,
“ve enzelnâ ileykel kitâbe bil hakki musaddikan limâ beyne yedeyhi”, “sana da bu kitabı, Ey Muhammed! Bütün gerçekleri içeren bir kitap olarak indirdik. Kendi önündekileri tasdik eden, kendinden önce gelmiş olan kitapları tasdik edendir. “limâ beyne yedeyhi minel kitab ve muheyminen aleyhi” “onun üzerine de koruyucudur”, yani Tevrat’ta ve İncil’ de olanların, doğrularını “Bu” korur, Kuran’da da varsa doğru demektir.
“fahkum beynehum bimâ enzelallâh” “öyleyse onların arasında Allahın indirdiğiyle hükmet”, yani neyle? Kuran ile hükmet diyor. Yani, “onların” dediği, “Yahudi ve Hıristiyanlardır.” Şimdi bu cümleyi zihninizde çok iyi tutun, çünkü arkasında başka şeyler gelecek.
“ve lâ tettebi ehvâehum” “onların arzularına uyma” “ammâ câeke minel hakk” “sana gelen bu gerçekten uzaklaşarak onların arzularına uyma”, yani Yahudilerin Hıristiyanların arasında hükmederken de, sana indirilen bu kitapla hükmedeceksin diyor. Ondan sonra da,
“li kullin cealnâ minkum şir’aten ve minhâcâ” “her birinize ayrı bir yol, ayrı bir yöntem oluşturmuşuzdur” diyor “ve lev şâallâhu le ce’alekum ummeten vâhideh” “Allah farklı bir tercihte bulunsaydı, hepinizi tek bir din mensubu yapardı”
“ve lâkin li yebluvekum fîmâ âtâkum” “size verdiği şeyle sizi zor bir imtihandan geçirecektir”
“festebikûl ḣayrât” “o zaman hayırlı işlerde birbirinizle yarışın” yani siz, Yahudilerin Müslüman olmasını, Hıristiyanların Müslüman olmasını beklemeyin ama siz karar verecekseniz, Kuranı Kerime göre karar verin.
“ilallâhi merci’ukum cemî’an feyunebbiukum bimâ kuntum fîhi taḣtelifûn” “Dönüşünüz Allah’adır ve aranızda görüş ayrılığına düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Şimdi bütün bunlar, şunu söylüyor bize; Allah-u Teâlâ diyor ki, şimdi Yahudilere çok uzun asırlar sonra, ne diyor?
“Kim ki diyor, Tevrat’la hükmetmezse onlar kafirlerdir” diyor. 44. ayette yani, onun manası o, yani demiyor ki, “Talmud’a uyun” demiyor. Tevrat diyor, Talmut demiyor. Hâlbuki Tevrat’ın yanında büyük bir Yahudi edebiyatı var, İncil’in yanında da büyük bir Hıristiyan edebiyatı olduğunu, zaten bilmeyen yok. Ki bugün onlar, Onunla İncil’i tamamen kapatmışlardır.
Bir gün Almanya’dan bir Katolik heyet gelmişti, 30 kişiden fazlaydı, Ramazan’dı, hep beraber iftar yaptık. Onları ben iftara davet etmiştim. Ondan sonra vakfa geldik, onlara dedim ki;
“Bu oruç, siz de de var, niye tutmuyorsunuz?” Başkanları dedi ki, “Sen çok derin sorular soruyorsun” dedi. Neyse, sonra bizim arkadaşlardan birisi onlara dedi ki;
“Tevrat’ın ve İncil’in sizin açınızdan ne değeri vardır?” Bizim için kutsal metinlerdir, tarihi değeri vardır ama günümüzde onlara bakmayız. Biz “Konsil kararlarına göre” hareket ederiz demişlerdir. “Konsil Kararı” demek, bizdeki “icmalardır” demektir.
Şimdi, onlar bizim geleneğe “icma” olarak geçmiştir. Onlarla bizim aramızdaki fark şu; onlar, Konsillerini nerede topladıklarını yazmışlardır. İşte Antakya’da şunu, Efes’te bunu, İznik’te şunu, Kadıköy’de de şunu yaptık demişler ve Konsillere karışan kişilerin isimleri de belli, tutanakları da belli. Ama bizimkilerin söylediği “icma’nın” nerede yapıldığı, kim tarafından yapıldığı, bu icmaya kimler katıldığına dair, hiç kimsenin ortaya koyacağı tek kelimelik bir bilgi yoktur. Şimdi onlar öyle yaptı, biz de böyle yaptık demeye getiriyorlar.
Şimdi dolayısıyla bugün, ne olmuşsa olmuş, Cenabı Hakkın emirlerine uygulayarak Allah elçisine diyor ki, “Allah’ın indirdiğiyle hükmet, sakın onların arzularına uyma” diyor.
Öyleyse, bizim görevimiz de bu. Kaldı ki, kaldı ki, bizim geçmişimizden bize intikal eden, mezheplerin görüşleri olarak intikal eden görüşlerin, o mezhep imamlarına ait olduğuna dair de çok ciddi şüpheler var. Ait olduğunu farz edelim. Farz edin ki, Ebu Hanife’nin kendisi geldi, burada konuştu: Ebu Hanife, İmam Şafii, Ahmed bin Hanbel, İmam Malik, efendim Zahiri mezhebinin imamı Davud-i Zahiri, işte İmam Cafer-i Sadık. Bunların hepsinin buraya gelip, öyle farz edin ki, ruhaniyetleri geldi, hani bazıları iddia ediyor ya, farz edin ki geldi. Öyle düşünün yani ve burada konuştular. Her biri dedi ki “tamam, bu görüşler bizim görüşümüzdür.” Peki, onlara uyma görevimiz var mı? Allah ne emir veriyor? Allah elçisine diyor ki; “Onların arzusuna uyma, ben sana ne indirdiysem, ona uy” diyor.
Onun için, bizim elimizde tabi, çok büyük imkanlar var, çok şükür ki, elimizde şu kitap var. Cenabı Hak tarafından korunmuş olan bu kitap var. Biz, bu kitapta her şeyi buluyoruz.
O zaman, o esirlere karşı nasıl davranılacağına dair olan hükümleri de, bu akşam hep birlikte okuyacağız inşallah.
Şimdi burada Bedir savaşından önce indirilmiş olan ayette Cenabı Hak şöyle diyor; estaizubillah, Muhammed suresi, 47. sure, 4. ayet, 506. sayfa.
“fe iżâ lakîtumulleżîne keferû fedarberrikâb” “Kâfirlerle savaş meydanında karşılaştığınız zaman, boyunlarını vurun” O, seni öldürmeye geliyor, sen, daha çabuk davranıp onu vuracaksın.
“hattâ iżâ eśḣantumûhum” “bu, boyun vurma işi, onları tamamen etkisiz hale getirmenize kadar devam etsin.” Yani artık size karşı koyamayacak, savaşamayacak hale gelinceye kadar devam etsin.
“feşuddûl veśâk” “o zaman da bağı sıkı tutun, esir alın.” Çünkü onu esir almazsanız, oradan gider, arkada başka gruplarla işbirliği yapar, yeni bir hücum yaparlar, daha büyük problem çıkar, esir alın. Peki, alınan esirler ne olacak?
“fe immâ mennen ba’du ve immâ fidâen” “ondan sonra yapılacak şey; o esirleri, karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakmaktır.” Başka bir şey yok, “karşılıklı” ne demek? “Fidye” alacaksınız, “can bedeli” alıp serbest bırakacaksınız.“Karşılıksız” ne demek? “Hiçbir şey almadan” serbest bırakacaksınız. Peki, üçüncüsü var mı, dördüncüsü var mı, beşincisi var mı? Sadece iki tane. Peki, burada köle ya da cariye edinmek var mı? Böyle bir şey yok, serbest bırakacaksınız; karşılıklı ya da karşılıksız. Şimdi, karşılıksız serbest bırakma kolay. Savaş, savaş oluyor, adam, zaten bütün masrafını harcamış gelmiş, belki bir sürü de borca girmiştir, savaşa gelmek için. Maddi durumu da iyi değilse, tamam git. Ama içlerinde zenginler vardır. Mesela ibn-i Abbas, şey Abbas bin Abdül Muttalib, Rasulullah (sav) in amcası, Bedir’de esirdi, zengin bir kişi. O, can bedelini ödedi ve serbest bırakıldı.
Şimdi, bunlar esir alındıktan sonra, haydi “bağı sıkı tutun deniyor da“ ne olacak acaba? Bu insanlara karşı tavrımız ne olacak, onu ilgili ayetlerden okuyacağız da, şimdi bu kişiler, eğer hani fidye istiyorsunuz, eğer bedlini ödeyecek durumda değillerse, sürekli esir mi kalacaklar? Hayır, Tevbe süresinin altmışıncı ayetinde, zekâta hak kazanan sekiz sınıftan birisi, bu esirlerdir. Müslümanların topladığı zekâttan bunların fidyesi ödenir ve hürriyete kavuşurlar.
Peki, ne oluyor? Bunlar, bu süre içerisinde müslümanları yakından tanımış olacaklardır. Bir de ailenin birer ferdi gibi bunlara davranılacak, zaten ilgili ayetler bunu net bir şekilde gösteriyor. Nur suresinin 31. ayetinde, esirler ailenin çocukları gibi değerlendirilmiştir. Nur suresinin elli sekiz ve elli dokuzuncu ayetlerinde de aynen ailenin bir ferdi olarak değerlendirilmiştir ve şeyi de biliyorsunuz, İnsan suresinde de Allah-u Teala Müslümanları meth ederken şöyle diyor;
“ve yut’imunettaame ala hubbihi” yani “öyle insanlardır ki, bu mü’minler, kendinin ihtiyacı var, istiyor da, ona rağmen yiyeceği yedirirler, kime? “miskinen” “çaresiz kalmış birisine” “ve yetimen” “yetime” “ve esira” “ve esire”. “Esir”, görüyor musun bak? “çaresiz kalmış kişi”, “yetim”, “esir”. Ayetlerde esirlere iyi davranılmasıyla ilgili çok sayıda uyarı vardır. Rasulullah (sav) şöyle demiş; Buhari ve Müslüm’de geçen bir rivayette; Onlar kardeşlerinizdir ve iyilik yapmanız gereken kişilerdir. Allah onları, sizin yetkiniz altına vermiştir. Kimin kardeşi, kendi yetkisi altındaysa, yediğinden yedirsin, bak kardeşi diyor esire, dikkat ediyor musunuz? Kardeşi, esir bu, düşman işte, biraz önce sana kılıç çeken adam. Yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ağır yüklerde yüklemeyin diyor, eğer böyle bir şey yaptırmanız gerekirse onlara yardımcı olun, beraber yapın yani işi.
Şimdi, Bedir esirlerinden birisi, kendi hatırasını şöyle anlatıyor, Bedir’de esir düşmüş kişilerden birisi, Aziz bin Umeyr adında birisi. Diyor ki; Bedir savaşı sırasına ben de esir düştüm. Allah’ın elçisi (sav) şöyle dedi, orada şöyle bir şey söylemiş, bu esirleri yanlarında tutanlar için: “esirlere karşı iyi davranın” demiş. Ben de Ensardan bir grupla beraberdim, onlar beni yanlarına almışlardı, diyor. Öğlen yemeğinde ve akşam yemeği sırasında ya da sabah akşam yemek yerken, onlar iki vakit yemek yiyorlar; sabah-akşam. Onlar diyor, hurma yer, bana ekmek ikram ederlerdi. Şimdi bizim için biraz ters gelir ama onlar da hurma, düşük seviyede bir yiyecek ama ekmek zenginlerin yiyeceği. Rasulullah böyle dediği için, onlar hurmayla idare ediyor, ellerindeki ekmeği, esire veriyorlarmış. İnsan suresindeki ayeti de az önce okuduk. Kendilerinin canı çekmesine rağmen ona veriyorlar. Bunu diyor, Rasulullah’ın emri sebebiyle, böyle yaptılar diyor.
Peki, şimdi, siz bu kişinin, ister karşılıklı, ister karşılıksız olarak Mekke’ye götürüldüğünü düşünün, Mekke’de ki insanlara diyecek ki, ya bu insanlar beni esir aldılar. Buğday ekmeğini bana verdi, hurmayı onlar yediler. Bizim bi Türk için bu kelime bir şey ifade etmez çünkü biz hurmayı az buluruz ama bir Mekkeli, “yok yav, gerçekten mi, Allah, Allah demeyecek mi? Şimdi burada, bu insanların neyini öldürüyorlar? İçindeki düşmanlık duygusunu, değil mi?
İnsanın kendisini öldürmek, düşmanı çoğaltmaktan başka hiçbir işe yaramaz onun bütün akrabaları size düşman olur ama içindeki düşmanlığı öldürürseniz, o, gittiği yerde herkesi size dost haline getirir.
Evet, şimdi, biliyorsunuz, Bedir esirlerinin bir kısmını Rasulullah (sav) karşılıksız serbest bıraktı, bir kısmını da karşılıklı serbest bıraktı. Bazıları da okuma-yazma bildikleri için onlarla da bir sözleşme yaptı, mesela iş biliyorsa, sen şu işi yap serbestsin. Onlar da işte onar tane talebeye okuma-yazmayı öğrettiler, serbest kaldılar. Ama bu süre içerisinde, her biri, o bulunduğu ailenin bir ferdi, son derece, bak o yediklerinden yediriliyor, giydiğinden giydiriliyor, içtiklerinden içiriliyor. Hiç onlara, hatta daha da fazla ikramda bulunuluyor şeyden, şimdi bu insanlar, Mekke’ye döndüğü zaman, İslam’ı; onlar vasıtasıyla en güzel şekilde tebliğ etmiş olmaz mı?
Şimdi, arkadaşlarımız biraz araştırma yaptılar. Bakalım bu işin esası nedir? Tabiin dönemindeki ulema, esirlere bundan başka bir muamele yapılmaz diyor. Şimdi onunla ilgili bilgileri şey yapar mısınız? Sizin ikinizde de vardı galiba, değil mi? Fatih’te mi? Sen de de var. İsterseniz, herkes kendi yanındakini söylesin.
Evet, bir dakika, şey yap. Aynı bilgiler sende de varsa, istersen sen söyle tamam sen söyle.
Fatih Orum: Şöyle, toparlanmış maddeleri okuyayım.
A. Bayındır: Ha, toparlanmış tamam, haa, İslam ansiklopedisinden okuyorsun, değil mi?
Fatih Orum: Evet, İslam ansiklopedisi, esir maddesi. Öldürmeyle ilgili, esirlere yapılacak muameleden, öldürmeyle ilgili dört mezhebin görüşlerini şöyle toparlamış
A. Bayındır: Yok, yok onu değil. Şey olarak, öldürme değil, esirlere bu iki muameleden başkasının yapılmayacağı görüşünü söyleyen eski ulema.
Fatih Orum: Ha, o da var burada işte.
A. Bayındır: Ha onu, şimdi şu anda onu şey yapalım, ondan sonra öbürüne geçeriz.
Fatih Orum: Buna karşılık sahabeden ibn-i Ömer.
A. Bayındır: İbn-i Ömer, Ömer (r.a)’ın oğlu, evet.
Fatih Orum: Tabiinden Ata bin Ebu Rebah.
A. Bayındır: Ata, tabiin’in büyük ulemasından,evet.
Fatih Orum: Hasan-ı Basri
A. Bayındır: Hasan-ı Basri’yi zaten hepiniz biliyorsunuz.
Fatih Orum: Sait bin Cübeyr
A. Bayındır: Sait bin Cübeyr
Fatih Orum: Mücahit ve Muhammed bin Sirin
A. Bayındır: İbn-i Sirin, bir de Ebu Hanife’nin hocası Hammad bin Ebi Süleyman.
Fatih Orum: ve Şii-Caferiye mezhebine göre, esirin öldürülmesi caiz değildir hatta Hasan bin Muhammed et-Temimi, bu konuda ashabın icmaı olduğunu söylüyor.
A. Bayındır: Bak, ashabın icmaı var, esir öldürülemez. Esire bu iki işlemden başkası yapılamaz. Zaten, ayet bunu net bir şekilde söylüyor. Tabiinde de aynı şekilde, bakın Caferi mezhebinde bu devam ediyor, bu hüküm. Caferi mezhebinin farkı, kölelik ve cariyeliği kabul etmiş olmasıdır. Ona biraz sonra temas ederiz. Evet, devam et.
Fatih Orum: Nitekim ibn-i Ömer’e, öldürülmek üzere esir getirildiğinde, bunu reddetmiş ve esirlerin karşılıksız veya fidye ile salıverilmesini ifade eden ayeti, yani Muhammed suresinin dördüncü ayetini okumuştur.
A. Bayındır: O kadar, diğerleri de aynısını yapmışlar, zaten siz, Kuran-ı Kerim’e ve Rasulullah’ın uygulamasına bakarsanız, esirlere bu iki işlemden başkasını yapma imkanınız yoktur. Ya karşılıklı serbest bırakacaksınız, ya da karşılıksız serbest bırakacaksınız. Az önce dediğim gibi, karşılığını istiyorsunuz. Diyorsunuz ki, “kardeşim fidyeni ödeyeceksin”. O da diyor ki, “bir şeyim yok”, yok mu ha, tamam. Sen hangi işi becerebilirsin? Peki, sen o işi yap diyor. Mesela “on tane talebeyi okutmak gibi”, “ben işte şu işi yaparım,” “tamam, git yap, “yok, sen bana müsaade et, ben ticaret yapayım, ben kendi paramı kazanayım” “tamam, kazan, ona da imkan veriliyor. Peki, hiçbir şeyi yok. O zaman, zekattan. Zaten sekizde bir, çok ciddi bir rakamdır. Biz rahmetli Özal zamanında, seksenbeş gibi (1985), yani o dönemlerde bir şey yapmıştık, Türkiye’nin zekat potansiyeli diye bir toplantı yapmıştık. Devlet Planlama Teşkilatının uzmanları gelmişti. Onlara bir hesap yaptırmıştık. Türkiye’nin zekat potansiyeli, o günkü Türkiye bütçesinin tam dört katıydı, düşünebiliyor musunuz? O günkü Türkiye bütçesinin tam dört katıydı. Bu, Devlet Planlama Teşkilatındaki rakamlara göre. Devlet Planlama Teşkilatındaki bu rakamlar, hiçbir zaman zekat düşünülerek oluşturulmuş rakamlar değil, ona rağmen böyleydi. Yani çok ciddi rakamlardır bunlar. Şimdi bunun sekizde biri ne demek? O günkü bütçenin yarısı demektir. O da çok yüksek bir rakamdır, değil mi? Dolayısıyla, zaten ne kadar esirin olacak ki? Burada şu var, esiri, yanında barındıran aileye veriliyor bu para. O ailede, çünkü o esire gereken iyi davranışı yapıyor, yani karşılıklı. Ve ailenin bir ferdi. Kadın esirlere, bir hak daha tanınıyor; evlenme hakkı var. Evlendikleri takdirde, eğer yanında bulundukları kişiyle evleniyorlarsa, yani teslim edilen ailenin bir ferdiyle evleniyorlarsa, hürriyetine kavuşturulmadan evlendirilmesi imkansız. Mutlaka hürriyetlerine kavuşturulacak, mihri o olacak. O, ayetin hükmü zaten. Ama bir başkasının, yani o aileden değil, başka bir aileden evleniliyorsa, mihri; esirin kendisi alıyor, onu, kendi fidyesinin bir kısmı olarak verebilecek bir durumda oluyor, artanını da eşiyle beraber çalışsınlar ödesinler ya da zekattan alırlar, neyse. Şimdi bu da ne olmuş oluyor?
Şimdi, güzel bir kızı düşünün, esir düşmüş. O ailenin hiçbir ferdi, cinsel yönden tırnağına bile dokunduramıyor. Sadece nikahla şey yapıyor, nikah sırasında da, öyle normal bir kadın nasıl evleniyorsa, o şekilde. Çünkü Allah-u Teala, Nisa suresinin yirmi beşinci ayetinde diyor ki;
“fenkihûhunne bi iżni ehlihinne” “ailelerinin onayıyla onları, kendinize nikahlayın“ diyor, “nikahlayın” derken de “karşılıklı bir sözleşmedir” bu. Yani, sözleşme yapıyorsunuz, kadın kabul etmezse, zaten nikah olmaz.
Ee, şimdi bu kadın evlenecek, Mekke’de ki yakını duyacak ki, oradan birisiyle evlenmiş, “Allah Allah diyecek, esirle nasıl evleniliyor? Öyle şey mi olur? Esir değil ki, hürriyetine de kavuşmuş.
Şimdi bunun, İslam dinin anlatma konusunda, Mekke’de ki insanlar açısından ne kadar büyük önemi olduğunu düşünün. Ya da birisi geri geliyor, hiç evlenmeyi kabul etmemiş. Diyelim, Mekke’de ki birisine aşık olmuş, kim olursa olsun ben onunla evlenmeyeceğim demiş olabilir. Ee geriye döner, “noldu, neler yaptılar?” “Valla hiç bana dokunan olmadı, son derece iyi ikram ettiler, evlerinin, ailelerinin bir ferdi gibi yaptılar.” “yok ya” diyecek. Ne muhteşem bir İslam propagandası, değil mi? İşte, Kuran-ı Kerim’de ve sünnette olan bu, Rasulullah’ın uygulaması bu,
Rasulullah, Cüveriye’yle evlenmiştir, Tai kabilesinden. Hürriyetine kavuşturmuş ve onun şeyiyle, kabul etmesiyle birlikte yani, nikah kıyılarak. Şeyden, Hayber’den Safiyye’yle de aynı şekilde,
Dolayısıyla, yani, daha sonra, işte sonra bu kölelik, cariyelik, çok sonra ortaya çıkıyor , çok sonra ortaya çıkıyor. Onunla ilgili bilgileri, şimdi söyle bakalım Fatih.
Fatih Orum: Evet, şöyle: dört mezhebe göre, devlet başkanı gerekli gördüğü takdirde, muharip erkek esirlerin öldürülmesi yönünde karar verebilir.
A. Bayındır: Bak şimdi, bakın şeyde iş nasıl değiştiğine bakın, hatta istersen şuradan oku, çok daha net bir şekilde söylüyor bu, Şimdi bu; Ömer Nasuhi Bilmen’in Islahat-ı Fıkhiyye Kamus’u, Hukuk-u İslamiyye ve Islahat-ı Fıkhiyye Kamus’u, burada şey var, o beyaz kağıtların olduğu yer. Şimdi, şuradan okuduğu, şu anda Diyanet Vakfı tarafından yayınlanmış İslam Ansiklopedisi, aynı bilgiler var orada da. Ömer Nasuhi Bilmen daha farklı bir şekilde anlatmış. Ömer Nasuhi Bilmen’i biliyorsunuz, eski Diyanet İşleri Başkanıdır, eski İstanbul müftüsüdür. Onların hepsinden daha önemlisi şudur; Mecelle Tadil Komisyonu vardı, Mecelle’yi de duymuşsunuzdur. Osmanlıların son zamanlarında Hanefi fıkhına göre oluşturulmuş bir kanun mecmuasıdır; yargı hukuku ve Ticaret hukuku vardır orada. Diğer hukuklar yoktur, bir de bir takım kaideler vardır.
Şimdi, bunu değiştirmek ve geliştirmek için bir komisyon kurulmuştur; Mecelle Tadil Komisyonu, 1913’lerde, tarihini yanlış hatırlamıyorsam kurulmuştur. Ömer Nasuhi Bilmen, genç bir ilim adamı ama çok kabiliyetli bir insan, bu komisyonda yer almıştır. O komisyon, 1928’e kadar çalışmıştır, devletin resmi şeyidir. O komisyonun çalışmasının sebebi, Türkiye Cumhuriyetinin kanunlarını yapmaktır. Yani bak burada, göremezsiniz gençler, Fatih görüyor, madde maddedir. Bir yerde görürseniz, Ömer Nasuhi Bilmen’in Islahat-ı Fıkhiyye Kamus’unu açın, madde maddedir yani bir kanun mantığıyla yapılmıştır oradaki çalışmalar, Mecelle Tadil Komisyonunda. 1928’de Mahmut Esat Bozkurt’un Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı bir konuşmayla Mecelle Tadil Komisyonu ilga edilmiş, yerine batıdan alınan konmuştur. Tabii, bu uluslar arası olaylar söz konusu, bir takım anlaşmalar, şunlar bunlar.
İşte, 1928 değil, 1926 yanlış söyledim 1926’da da olmuş. Şimdi Ömer Nasuhi Bilmen, o büyük çalışmayı bize özetlemiştir. Bu kitap, 1951’de basılmıştır, ilk baskısını İstanbul Üniversitesi yapmıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bastırmıştır, 1951’de. O zaman Hukuk Fakültesi Dekanı Sıddık Sami Onar’ın bir takdim yazısı vardır. Yani, şu İslam aleminde, bu kitaptan daha derli toplu, daha güvenilir bir şekilde aktaran geçmiş bilgileri aktaran kitap, ben şahsen şu ana kadar görmedim. Eğer bu kitap, Arapça olsaydı, herhalde İslami İlimler sahasında çalışan herkesin başucu kitabı olurdu.
O bakımdan, yani tek bir kişinin çalışmasının ürünü değil, büyük bir ekibin, aşağı yukarı on beş sene civarında yapmış olduğu çalışmasının ürünüdür. O bakımından, bundan oku dedim ona. Yoksa öbüründe de farklı bir şey yok. Evet.
Fatih Orum: Evet, bu Hocamın bahsettiği çalışmanın üçüncü cildi, 399. sayfa ve 491. madde.
A .Bayındır: Bak, madde numarası, işte ondan. Çünkü kanun olsun diye yapılmıştır; madde madde, evet.
Fatih Orum: Harp neticesinde, kahren elde edilen esirler hakkında, veliyyu’l emr muhayyerdir.
A.Bayındır: Veliyyu’l emr dediği, devlet başkanı, yetkili makam. Serbest bırakılmıştır, diyor.
Fatih Orum: Bu hususta Müslümanların menfaatlerine göre hareket ederek, dilerse bu esirlerin mukatil olan tarafını katl edip maddeyi fesadı bil külliye ortadan kaldırır, dilerse …
A. Bayındır: Dur, orada kalalım. Demek ki, serbest bırakılmış. Birinci seçim, hepsini özetliyor. 1. İsterse bunların hepsini öldürür, esirlerin tamamını öldürür, var mı ayette? Devam et.
Fatih Orum: Dilerse bunların şerlerini def için yalnız istirkaklarıyla yani köle ve cariye edilmeleriyle iktifa eder.
A. Bayındır: Köle yada cariye yapar diyor 2. seçenek, var mı ayette? Yok, evet.
Fatih Orum: Dilerse İslam zimmetinde ahd ve emanında olmak üzere hepsine hürriyet verir ve dilerse bunları İslam esirleri ile mübadelede bulunur.
A. Bayındır: Bak, diyor ki, yani benim hakimiyetimde yaşayacaksın, hürsün ama bir yere gidemezsin diyor, nasıl bir hürriyet ki yani?
Fatih Orum: Bundan yalnız Arap müşriklerinin erkekleri müstesnadır.
A. Bayındır: Arap müşriklerinin erkekleri başka, onlar, Şafii mezhebine göre öldürülür. Neyse, önemli değil, tamam, burayı geçelim istersen, Bakın şimdi bunu söyledi, Şimdi mezheplerin ayrıntılarını okuyalım şeyden, bir sayfa daha çevir. Şu öbür sayfanın başı, kaçıncı madde, 501’mi? Ha,
Şimdi şeyi açın, onunla karşılaştıracak, Muhammed suresinin dördüncü ayeti açık olsun, şimdi karşılaştırma yapacağız.
Fatih Orum: Evet, 501. madde: Esirler hakkında “men”, yani bir lütuf olarak meccanen salıvermek, caiz midir değil midir meselesinde de müctehitler ihtilaf etmişlerdir.
A. Bayındır: Bakın, şimdi ayeti kerimeye bakın, diyor ki
“fe şuddûl veśâka” “yani bağı sıkı tutun” “fe immâ mennen ba’du” “ondan sonra yapacağınız men’dir” “men” ”men” demek “karşılıksız serbest bırakmaktır” Şimdi “men” caiz midir, değil midir diye ihtilaf edilmiştir, böyle bir şey olabilir mi, yani Allah’ın koyduğu hüküm, caiz midir diye ihtilaf edilmiş. Böyle bir şey olur mu?
Mesela Mecelle’de bir kaide vardır: “Mevarid-i nasta ictihada mesağ yoktur.” Bir konuda ayet varsa, ictihad yapılamaz” diyor, ee noldu şimdi, ayet var açıkça. Nasıl ihtilaf ediyoruz? Şimdi daha ağırı gelecek cümlenin, dikkat edin. Devam et.
Fatih Orum: Hanefi mezhebine göre, “men” caiz değildir.
A. Bayındır: Buyurun, Allah’ın emrini yapmak, caiz değilmiş, görüyor musunuz? “immâ mennen ba’du” dedi ya Cenab-ı Hak. Hani şimdi, Irak’ta yapılanlar tenkit ediliyor tabi. Son derece haklılar, elbette ki tenkit edecekler, insan fıtratına her şeye aykırı, doğru. Ama bunun arka planını bilelim. Şimdi, İslam Ansiklopedisine bunu yazanlar (az önce) bu konuda mücadele edebilirler mi? Ya da bu mezheplere sarılanlar, bu konuda mücadele edebilirler mi? Devam et, şimdi.
Fatih Orum: Velev ki, esir,
A. Bayındır: Şeye bak istersen, diğer mezheplere teker teker bak.
Fatih Orum: İmam-ı Malik’e göre de esiri, meccanen ıtlak caiz değildir.
A. Bayındır: İmam-ı Malik’e göre de caiz değil, diyor ama bakın bu görüşler, ne Ebu Hanife’nin görüşüdür ne İmam-ı Malik’in görüşüdür. Ben size biraz sonra size anlatacağım onu ama öyle diyorlar. Bugün, İsa aleyhisselama neler söylemiyorlar ki! Ee, o zatlar ancak ahirette konuşacaklar, şimdi gelip konuşma şansları yok. Evet, İmam Malik’e göre de caiz değilmiş, Yani Allah’ın ayette emrettiği şey caiz değilmiş, böyle bir şeye inanabilir misiniz? Ama inanırız dersiniz, çünkü bundan önceki mürtedin öldürülmesiyle ilgili de burada gördünüz yani, derler. Evet, devam et.
Fatih Orum: İmam-ı Ahmed’e göre de esiri, meccanen ıtlak caiz değildir.
A. Bayındır: Ahmed bin hanbel’ e göre de caiz değilmiş. Mesela kendisini Selefi sayanlarda öyle fidye alıp da serbest bırakamazlar.
Fatih Orum: İmam-ı Şafii’ye göre; veliyyül emr, göreceği bir maslahata mebni, esirleri bir bedel mukabilinde olmaksın azad edebilir.
A. Bayındır: Ha, İmam-ı Şafii demiş ki, hürriyetine kavuşturabilir, yani “men” caizdir demiş ama delili ayet değil dikkat edin, delili ayet değil, devam et.
Fatih Orum: Nitekim Bedr esirlerinden bazıları hakkında böyle muamele yapılmıştır.
A. Bayındır: Bedr esirlerinden bazıları hakkında böyle muamele yapıldığı için, ayeti delil almamasının da bir sebebi var; ayeti delil alırsa; İmam Şafii, kölelik ve cariyeliğe fetva veremez. Onun için Bedr esirlerini de eline alıyor, yoksa ayeti bilmiyor değil. Bilmez olur mu, onun için Bedr esirlerini gösteriyor ki, kölelik ve cariyeliğe fetva versin. Çünkü söz; kölelik ve cariyeliğe geldiği zaman, bunların hepsi, bu ayetin mensuh olduğu hakkında ittifak ediyorlar, değil mi? Bu ayeti, yürürlülükten kaldırılmış sayıyorlar. Bak, sahabe döneminde kimse bunu böyle saymıyor, tabiin döneminde de saymıyor. Hatta İmam Mailk, bu konuda ciddi mücadele ediyor ama şimdi zavallı İmam Malik o görüşte sayılıyor, ne yapsın? Ne yapsın, nasıl gelsin de ben bunu söylemedim desin, ölmüş gitmiş, artık ahirette bu iş olacak, evet.
Bir de “fida’yı” oku, fidyeyle.
Fatih Orum: Evet, 502. madde.
A. Bayındır Şimdi “fe immâ mennen ba’du ve immâ fidâen” dedi, “men” ayetin bir bölümü, caiz değildir, gördünüz. Bir tek İmam-ı Şafii diyor ama ayete dayanarak değil, evet.
Fatih Orum: Esirler hakkında “fida”, yani bir mal ile veya İslam esirleriyle mübadele tarikine tevessül edilip edilmemesi meselesi de müctehidin-i kiram arasında bir ictihad mevzuu olmuştur.
A. Bayındır: Buyurun şimdi, “fidyeyle olur mu?” diye o da ihtilaf konusu olmuş, ihtilaf edilmiş. Yaa, Allah Allah ya, böyle şey olur mu? Hani “mevrid-i nasta ictihada mesağ yoktu.” yani, ayet varsa, açık hadis varsa ictihat yapılmazdı, ne oldu? Bunu siz demiyor musunuz? Evet.
Fatih Orum: Esirleri para mukabilinde azad etmek hususunda Hanefi fukahasının muhtelif kavilleri vardır. Meşhur olan kavle nazaran bu, caiz değildir.
A. Bayındır : Buyurun işte, bak şimdi, ayetteki “menn’de” caiz değil, “fida’da” caiz değil, az önce okuduk ya, ikisi de caiz değil. Ee Rasulullah’ın yaptığı uygulamalar var, onların hiç birisi de görülmüyor. Peki, şimdi fazla vakit kaybetmemek için size şey yapayım, çünkü çok az vakit kaldı. Onu kapatabilirsin.
Esirlerin öldürülmesinden bahsederken, neye dayanıyorlar, delilleri ne? Burada asıl dayanakları, efendim, Bedir’de Rasulullah iki kişinin öldürülmesine emir vermiş. O, iki kişi, Mekke’de iken Müslümanları öldürdükleri için öldürülmüşlerdir. Bakara suresinin yüz doksan üçüncü ayetinde şöyle diyor;
“ve kâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetun ve yekûneddînu lillâh” “onlarla savaşın ki, onların çıkardıkları o fitne ortadan kalksın ve din Allah’ın olsun”
“fe inintehev” “savaşmaktan vazgeçerlerse onlar” bizimle savaşanlarla savaşma hakkımız var, savaşmayanlarla değil, “savaşmaktan vazgeçerlerse”
“felâ udvâne illâ alâzzâlimîn” “zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” yani daha önce işlemiş oldukları suçlarla suçlu olanlar dışında kimseye düşmanlık edilmez. Bedir savaşında daha önce iki kişi, Mekke’de iken Müslümanları öldürülenlerden iki kişi orada esir alınmış onlara önceki suçlarının cezası verilmiştir.
Şimdi burada asıl konu Ben-i Kureyza olayıdır. Ben-i Kureyza Yahudileri, bu Hendek savaşında Müslümanlarla işbirliği yapmışlar, zaten bir sözleşmeleri vardı: Medine Sözleşmesi. Mekkeliler, büyük bir orduyla, o güne kadar Arap yarımadasında görülmemiş büyük bir orduyla Hendek savaşına geliyorlar, Hayber’deki Yahudiler de Mekkeliler ile işbirliği yapıyorlar.
Savaş sırasında bir takım sıkıntılar ortaya çıkınca, Ben-i Kureyza Yahudileri, düşmanla işbirliği yapmaya başlıyorlar, düşman tarafına geçiyorlar. Yani işte bu Mekkeliler ile işbirliği yapıyorlar. Ayrıca Müslümanlar içerisindeki münafıklar da onlarla işbirliği yapıyorlar ve Müslümanlar bir taraftan içten ve dıştan ateşler arasında kalıyorlar.
Hem Müslüman gözüken insanlar, hem …. (anlayamadım) müttefikleri olan Ben-i Kureyza hem de zaten savaşmak üzere gelen Mekkeliler. Mekkeliler, bir başarı elde edemeden geriye gidince, Ben-i Kureyza’da hemen kalelerine çekiliyor, bunlar Yahudiler, zengin insanlar, kalelerle çevrili mahallelerinde oturuyorlar, yüksekçe evleri var, oraya çekiliyorlar. Rasulullah hemen orduya emir veriyor; “ikindi namazını herkes Ben-i Kureyza’da kılacak” diye, oraya gidiyor, Ben-i Kureyza’yı kuşatıyor, 15 ya da 25 gün kuşatma yapılıyor, çatışmalar oluyor, ölenler oluyor artık 15 gün sonra, bunlar teslim olmaya karar veriyorlar. Bu konuyu anlatan Ahzap suresinin, otuz üçüncü surenin, 26 ve 27. ayetleri var. Orada diyor ki Allah-u Teala, o şeyi anlattıktan sonra, hatta ben, … 420 mi, tamam. Evet, şimdi burada, yukarısını anlatmayayım, çünkü saate bakıyorum bir de vakit şey yapmış.
“ve enzelelleżîne zâherûhum min ehlil kitâbi min sayâsîhim” “o ehli kitaptan Mekkelilere destek verenleri de kalelerinden Allah indirdi” “ve każefe fî kulûbihimurru’be ferîka” “kalplerine korku salarak” “vete’sirûne ferîkâ” “ bir grubunu da esir alıyordunuz”
Şimdi, Ben-i Kureyza’yı sarmışlar, sonra onlar kalelerinden çıkarak Müslümanlarla göğüs göğüse savaşmaya başlamışlar. Bir kısmı ölmüş, esir ne zaman alınıyor, Muhammed suresinin 47. ayetine göre; düşman tamamen etkisizleştirildiği zaman. Etkisiz hale gelincede esir alıyorlardı. Çünkü Müslümanlar düşmanı etkisizleştirmeden esir aldıkları için, Enfal suresinin 67. ayetinde çok ağır biçimde suçlanmışlardır. Burada esir alıyordunuz dediğine göre Cenab-ı Hak, demek ki onları tamamen etkisiz hale getirmişlerdir.
Peki, ondan sonra
“ve evraśekum ardahum ve diyârahum ve emvâlehum” “Allah sizi onların mallarına, yurtlarına ve topraklarına mirasçı kıldı.” Onlardan ne almış oldu?
Çünkü bunlar, tüccar insanlardı, kuyumculuk yapıyorlar, büyük ticaret işleriyle meşgul oluyorlardı. Peki, esir ettik, esirlere ne gibi muamele yapılacaktı? Karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakma, değil mi ayeti kerimenin hükmü? Ama ayetin benim okumadığım bir kısım daha var, orayı da okuyalım.
Elinden arazisi alınmış, malı alınmış, her şeyi alınmış olan esir ne ödeyecek ki, karşılıklı serbest olsun? Şimdi Muhammed 4. ayeti açın, orada onun hükmü de var.
“fe iżâ lakîtumulleżîne keferû fedarberrikâb” “kafirlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, boyunlarını vurun” Tamam, oradaki Ben-i Kureyza savaşmış, öldürülmüş bir kısımı. Ne zamana kadar?
“hattâ iżâ eśḣantumûhum” “onları iyice sindirinceye kadar” esirler alınıyor “fe şuddûlveśâk” “bağı sıkı tutun”
“fe immâ mennen ba’du ve immâ fidâen” “bundan sonra karşılıklı ya da karşılıksız onları serbest bırakırsınız”, ne zamana kadar?” “hattâ teda’al harbu evzârahâ” “o savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar” Yani, karşı tarafın dayanma gücü artık tamamen bitinceye kadar, böyle yaparsınız.
Şimdi, Ben-i Kureyza’nın dayanma gücü kalmış mı? Her şeyi bitmiş, öyleyse artık bunlardan daha “men” ve “fidaya” lüzum yok, artık bu esirler mecburen serbest bırakılacaklar, herhangi bir şey alınmayacak bunlardan; kölelik/cariyelik de yok. Onlar Medine’de elbette ki işçi sınıfı olarak, onun bunun yanında hizmetçi olarak tabii ki çalışmışlardır. Büyük bir bölümü de; oradan, Necran tarafında ya da Hayber tarafında bulunan akrabalarının yanına gitmiş.
Şimdi burada şöyle bir hikaye anlatılıyor. Yahudiler, 1070’de Romalılar tarafından ağır bir yenilgiye uğratılmışlardı, Kudüs’de. Orada, Masad dağında bir kaleye sığınmışlar, o kalede savaşırken sonra yenilmişler, işte 600 ila 900 kişi arasında öldürülmüş Romalılar tarafından. Şimdi o hikayeyi almışlar, Ben-i Kureyza’ya aynen monte etmişler Yahudiler. Ben-i Kureyza’ya aynen monte etmişler.
Şimdi bunu oraya monte eden, işte bizim siyer kitaplarında görürsünüz, efendim Rasulullah (sav) esir alınan adamlar şart koşuyorlar, işte aramızda falanca kişi hakem olsun, işte şöyle olsun. Esir şart koşabilir mi? Şart koşan kişiye, esir denir mi? Efendim, Sad bin Muaz arada hakem olmuş, o da zaten hastaymış. İşte bir eşeğin sırtında gelmiş oraya, aralarında hakem olmuş, efendim birisi onlara işaret etmiş, eğer Rasulullah’ın hükmüne uyarsanız hepinizin kellesi gider, o zaman Sad bin Muaz’ın hükmüne uyun. O da demiş ki, “Tevrat’a göre hüküm verilecektir.” Evet, Tevrat’ta öyle bir şey var; bakın mesela Tesniye’de 20. Bab’da şöyle bir şey geçiyor: diyor ki, “bir kente saldırmadan önce kent halkına barışı önerin, barış önerilerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışacak, size hizmet edeceklerdir ama barış önerilerinizi gerir çevirir, sizinle savaşmak isterlerse kenti kuşatın. Tanrınız Rab, kenti elinize teslim edince, orada yaiayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin.”
Şimdi, buna göre; efendim Sad bin Muaz buna göre hakemlik yapmış, kararını vermiş, dolayısıyla orada eli kılıç tutan bütün erkekler öldürülmüş, bunların sayısı 700 ile 900 arasında. Şimdi yalan söylemek çok zor bir iştir. Bu sayıları 700 ile 900 arasında olan savaşçılar, nerede bekletilmişler, biliyor musunuz? kalelerinden çıkarıldıktan sonra. Medine’de Hazreç kabilesinden Haris’in kızının evinde, herhalde odasının balkonuna koymuştur, 700 kişi dediğin nedir ki yani, ya da 900, önemli değil. Şimdi yalan söylemek gerçekten zor, bütün unsurları düşüneceksin, kolay mı?
Şimdi, bunu söyleyen kim? Bunu söyleyen ibn-i İshak, tarihçi ibn-i İshak, başka söyleyen yok. İbn-i İshak, ha daha sonra başka kaynaklarda devreye giriyor. İbn-i İshak, bunu Medine’de yaşayan Yahudilerin, yani o kabileden olup da Medine’de kalanlar var tabi, onların torunlarından duyduğu hikayelere göre şey yapıyor. Onlarında ataları Kudüs’ten gelmiş, yani Kudüs’de o erkekler kılıçtan geçirildikten sonra bir kısmı kaçıyor gelip Medine’ye yerleşiyor, bunlar da Beni Kureyza işte.
Kudüsle ilgili duydukları hikayeyi, Medine’ye monte ediyorlar, ondan sonra bizim bütün siyer kitaplarında görürsünüz yani, siyer kitaplarında vardır. Ha, ondan sonra da bu, mezheplere delil oluyor, ayetler bırakılıyor. Ama işin en ilginç tarafı şu; İmam Malik, İmam Malik’in yaşıtı bu adam, aynı dönemde yaşayan insanlar; ibni İshakla İmam Malik. İmam Malik, ibni İshak için bu adam yalancı deccalın teki diyor. Yalancı deccal diyor. Bu adam diyor Yahudilerle ilgili olmadık hikayeler uyduruyor diyor, ondan dolayı da Medine’den sürdürüyor İmam Malik. Bu İmam Malik, bu ayeti delil alıp, esirlerin öldürülmesine fetva veren bir kişi haline getiriliyor daha sonra, şu anda açın Maliki mezhebini, öyle haydi buyurun. İmam Malik ne yapsın?
Şimdi, dolayısıyla sonuca gelelim, daha sonra sorularla devam ederiz, vakit epeyce geçti. Esirlere, savaş tümüyle bitmişse bir kere önce esir alırsınız, iş biter, sonra serbest bırakırsınız. Mesela; Mekke’ye Rasulullah (sav) girdi, Mekke’de hiç kimse direnmedi, onun için bir tane esir yoktur. Çünkü artık, onda hiç kimsenin savaşacak hali kalmadı.
Evet, Ben-i Kureyza’da da esirler aldı Müslümanlar, niye? Arkası tamamen kesilinceye kadar, yani artık herkes bu defa dışarıya çıkıp, hepsi de esir konumuna düşünce artık onlar esir olma işi bitmiş oluyor, zaten bir kısmı öldürülmüş oluyor, onların malları alınıyor, arazileri alınıyor, evleri alınıyor ellerinden. Bunlar, ganimet olarak asker arasında taksim ediliyor.
İkincisi; hiçbir zaman kölelik ve cariyelik yoktur, burada ayrı bir ders yapmıştık, arzu edenler o dersten şey yapabilirler, hiçbir zaman kölelik ve cariyelik yoktur. Muhammed suresinin 47. sure 4. ayet, bunu tamamen kesin olarak kaldırmıştır, ama maalesef, bizim o sohbetimizi internetten dinlersiniz, maalesef konuyla ilgili ayetlerin tamamının anlamı kaydırılarak, bütün mezheplerin ittifak ettikleri kölelik ve cariyelik ortaya konmuştur, o da sonradan.
Öyleyse, biz o şeylere, bir tek Müslüman da olsa bizim vazifemiz insanlara Allahın dinin doğru anlatmaktır bunlara. Tıpkı Sudan’dakilere söylediğimiz gibi,
Evet, şimdi dersimize ara veriyoruz.