Elhamdü lillahi rabbil alemin. Vel akibetü lil muttakin. Vessalatu vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bu elhamdulillah demek biliyorsunuz manasını, yani yaptığı her şeyi güzel yapmak Allaha mahsustur. O tüm varlıkların sahibidir. Arkasından gidilmesi ve desteklenmesi gereken de Allahın rasulü ve onu yakından takip eden kişilerdir.
Bunu her konuşmanın başında Müslümanlar söyleyerek zihinlerini bir noktaya toparlamış ve yapmaları gereken işler konusunda kendilerini bir tarafa yönlendirmiş oluyorlar. Biliyorsunuz geçtiğimiz Cuma günü akşam saat 18.00 de burada bir ilmi münazara müzakere yapılmıştı. Prof. Dr. İlyas Çelebi -kelam hocası olan Marmara İlahiyat Fakültesinde- İlyas Çelebi’nin yönettiği, Yard. Doç. Dr. Ebubekir Sifil Hoca’nın katıldığı ve benim de katıldığım bir müzakere, bir münazara yapılmıştı. Orada kader konusuyla ilgili görüşler ortaya konmuştu. Ebubekir Hoca tarafından sorulan sorular vardı. Ben onlara o zaman, bir kısmına cevap vermedim, bir kısmına verdim.
Şimdi, geçtiğimiz Pazar günü Faruk Beşer arkadaşımız, -Faruk Beşer Marmara İlahiyat Fakültesinde Fıkıh Hocasıdır- Prof. Faruk Beşer. Yaratan bilmez mi? Diye bir yazı yazdı. Tabi orada isim belirtmiyor ama muhatap belli. Dolayısıyla biz dedik ki bugün, bugünkü dersi Cuma günü cevaplandırmadığımız sorulara bir de Faruk Beşer Beyin Pazar günkü yazısında ortaya çıkmış olan sorulara tahsis edelim. Şimdi Fatih Orum Hoca o soruları soracak, ben de cevaplamaya çalışacağım. Ama her şeyden önce bu toplantıya katılmış olanlara teşekkür ediyorum. Hem Ebubekir Sifil’e hem salonu dolduran sizlere, diğer misafirlere hem de toplantıyı gayet güzel bir şekilde yöneten İlyas Çelebi Hocaya teşekkür ediyorum.
Ebubekir Sifil ismi ve Faruk Beşer ismi önemli. Şu açıdan önemli. Birisi Türkiye’de kurulan Ehli Sünnet Uleması Birliği ya da Ehli Sünnet Alimleri Birliğinin üyesi. Faruk Beşer de Türkiye Alimler Birliğinin çok aktif bir üyesidir. Bu sebeple,- gerçi ikisi de aktif üyedir- belki bu hem Ehli Sünnet Alimler Birliğinin hem de Türkiye Alimler Birliğinin bu sahada yapmış oldukları bir çalışma olmuş olur. O açıdan önemli olarak düşünüyorum. Evet şimdi Fatih Orum Hoca’dan soruları alalım. Önce kimle başlıyorsun?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Ebubekir Sifil’in sorularıyla başlıyoruz. Ebubekir Sifil şöyle sormuştu, hatırlayacağınız üzere. Kur’an’ın bize kadar değişmeden geldiğinin delili nedir? Bir şey kendi kendisinin delili olur mu?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet şimdi, burada bir su var. Bu suyun soğukluğunun delili nedir? Şimdi dışarıdan bakıyorsunuz, buharlamayı görüyorsunuz. Bu aldatıcı olabilir değil mi? Buharlıymış gibi gözükebilir. Soğukluğun delili o suyu içmekle olur. Şimdi, bir şey tabii ki kendi kendisinin delili olur. Başka şeyden nasıl delil alacaksınız? Allah’ın Rasulu Muhammed SAV o toplumda, ben Allah’ın elçisiyim diye ortaya çıkıyor. Söylediğim sözler Allah’ın size ulaştırmamı emrettiği sözlerdir diyor. Bunu ispat için herhangi bir şey yaptığını bilen var mı? Kendisinin okunması yeter.
Dün Amerika’dan bir Türk gelmişti. New York’ta çalışıyormuş. Belli, yani çok iyi eğitim almış, elli yaşlarına yakın bir yaşı vardı, yani kırk beş elli arası. Görüntü öyleydi en azından, benim gördüğüm. Orada da çok önemli bir firmada önemli bir işte çalışıyor. Dedi ki, “Ben çocukluğumdan itibaren beş vakit namazını kılan bir kişiyim ve bu yüzden de, yani dinimden taviz vermediğim için birçok yerden atıldım.” dedi. “Fakat şu anda geldiğim son nokta, Kur’an’ı Kerim’den şüphelenmeye başladım” dedi. “Çünkü benim çalıştığım büyük… -Çalıştığı firma büyük bir firma, o firmada her dinden insanlar var. Budistler var, ateistler var, Hıristiyanlar var, Yahudiler var. Ne kadar din çeşitleri varsa hepsinden var- “Bize birtakım sorular soruyorlar. Ben o soruları çeşitli cevaplarla geçiştirirken en sonunda kendi kendime sormaya başladım ve cevapsız kaldım, o zaman şaşırdım” dedi. “İşte Kur’an’ı Kerim’i bir insan da otursa yazar dedim,” dedi. Ciddi ciddi şüphelere düşmüş ve geldi işte konuştuk dün. Dedim, “Tamam yazıyorsan, yaz. İnsanın bir saçı vardır, bir de yapma saçlar var, peruklar var. Çok da güzel gözüküyor. Ama herhangi bir fabrika bir saç telini yapabilir mi, böyle bir fabrika yeryüzünde var mı?” Dedim. “Hayır” dedi. “Yok.” “Tamam, işte buyurun.”
Şimdi, tabi orada şüphelenmesini haklı kılan hususlar var. Biz geçen haftaki derste de, hemen her derste bunu anlatıyoruz. Kur’an’ı Kerim’in lafzı değişmemiştir ama kelime manalarıyla çok ciddi oynamalar olmuştur ve kendi içinde çelişen bir kitap haline dönüşmüştür.
Bir de gene dün, önemli bir yerde, önemli konumda olan birkaç kişiyle konuşuyorum. Ki bunlar uluslar arası ilişkileri olan yurtdışında önemli işler yapmış olan arkadaşlarımız. Birisi dedi ki, “Avrupalılar ve Amerikalılar Kur’an’ı Kerim’i şeytan yazmış diye iddia ediyorlar.” “ Neden?” Dedim. Dedi ki, “Müslümanlar ellerine Kur’an’ı alıp Allahuekber diyerek birbirlerini öldürüyorlar. Avrupa’daki insanlar da bundan korkuyor,” dedi. “Bir Müslüman gördümü korkuyorlar. Bunu rahatlıkla görebiliyorsunuz.” Şimdi ben oradan, Amerika’dan gelen o arkadaşa tabi birtakım şeyler söyledim. Yani dedim ki, “burada bir problem yok, o… nedir dedim senin en çok mesela en fazla zihnine takılan konu nedir?” Dedim. Dedi ki, “Dünya yuvarlak mı? Hangi ayette okuyorsan dünyayı düz görüyorum” dedi. Dedim, “tabi şimdi sen… Kur’an’ı Kerim’i okuma metodu var, yani, Kur’an’ın hikmetine ulaşma yöntemi var. Sen ona göre oku, o zaman göreceksin ki, Kur’an’ı Kerim bırak dünyanın yuvarlaklığını bütün noktaları ayrıntıları ile anlatmıştır.” Dedi ki, “mesela işte sizinle ilgili internette konuşuluyor, güneş gündüzün işareti değildir, gece … yani güneş, gecenin ve gündüzün işareti değildir demişsin. İşte bundan dolayı neler konuşulduğunu biliyor musun?” Falan. Yo dedim bilmiyorum ama şunu biliyorum. Birtakım ilim çevrelerinde Türkiye’de, “Bundan dolayı biz ondan utanıyoruz” falan dediklerini duydum. Ama bunu söylediğim için silikon vadisinden Amerika’nın önde gelen kişilerinden birisi bana e mail gönderdi. Yani ilim adamı olarak, sırf ondan dolayı, “Seninle beraber konferanslar verebilir miyiz? Birlikte kitap yazabilir miyiz?” Dedi. Şimdi dedim insanlar bunu bilmediği için konuşuyor. Ama bir anlatayım, bir yazayım o zaman sizin hepinizin ağzı açıkta kalacak. Neyse birazcık anlattım. İşte bu kutup bölgesindeki namaz vakitleri ile ilgili yapmış olduğumuz gözlemleri anlattım ki çoğusunu siz biliyorsunuz, çünkü sorular çok şey yapmak istemiyorum. Kısa sürede tatmin oldu gitti.
Şimdi bunlara da gerek yok aslında. Kur’an’ı Kerim’i okuduğunuz zaman, bunun Allah kelamı olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Ama bir müddet sonra o yanlışlar sizin içinizde birike birike bir patlama yapıyor. Yanlış mealler. İşte bir taraftan Allah-u Teâlâ Allah hepinizin yola gelmesini doğru yolda olmasını ister, bir taraf ta diyor ki dilediğini saptırır, dilediğini yola getirir. E diyorsunuz ki, Allah Allah bu ne biçim iş. Bir taraf ta diyor ki işte müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün diyor. E bir tarafta da efendim başka bir şey söylüyor. Tam onun zıddı gibi. O zaman, bu nasıl bir kitaptır? diyor.
Tabi bu maalesef, tarih içerisinde bu noktaya nasıl gelindiğini biz her derste anlatıyoruz gayet iyi biliyorsunuz. Tabi ben şimdi burada özet geçmek zorunda olduğum için bunu da mutlaka istismar edecekler onu da biliyorum. Ama sadece bu konuyu anlatmaya kalksak dünya kadar vakit alır. Bu konudaki uluslar arası… Mesela şu anda o kadar örnek aklımdan geçiyor ki, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuyla ilgili.
Mesela şimdiye kadar yaptığım, gayrimüslimlerle yaptığım toplantıların hiçbir tanesinde, Kur’an Allah’ın kitabı mıdır? Diye bir soru sorulmadı. Herkes bunun öyle olduğunu anladı. Çünkü Kur’an’ı Kerim’in kendisi bunu ispatlıyor. Allah-u Teâlâ’nın… Geçen de zaten cevap olarak verdim. Asıl cevap şudur, Kur’an’ı Kerim Allah-u Teâlâ’nın indirdiği kitaptır. O kitabın delili, Allah’ın yarattığı kitap, kâinattır. Cenab-ı Hak Fussilet suresinin 53. Ayetinde diyor ki,
(41/ Fussilet 53)
“Senurîhim âyâtinâ fil âfâgı ve fî enfusihim”
“Onlara çevrelerinde ve kendi içlerindeki ayetlerimizi göstereceğiz.”
“Hattâ yetebeyyene lehum ennehul hagg,”
“Kur’an’ın hak kitap olduğu onlar için çok net bir şekilde ortaya çıkacak”
Yani herkesin kendi bilgisi, kendi birikimi o kitabın hak kitap olduğunu gösterecektir. Aksi takdirde ben şimdi kendime göre bir ispat yaparım, ne olur? Kur’an Allah’ın kitabıdır. Bizim hani öğrencilerimize sorsak, Kur’an Allah’ın kitabıdır, nereden biliyorsunuz? Ne derler? Öğretmenim öyle söyledi. E öğretmenin yanlış söylediyse? Babam öyle anlatıyor. Ya baban yanlış söylediyse? E canım camideki hoca? Kardeşim bunu, yani bu yanlış bilgiyi bir Hıristiyan, bir Yahudi verdiği zaman yanlış oluyor da, bir Müslüman verdiği zaman olmuyor mu? Bir sorgulasana! Ya seni aldatıyorsa? Ama ne zaman kendin okur, kendin onun Allah’ın kitabı olduğu kanaatine varırsan işte o zaman “eşhedü” dersin. “Ben şahidim” dersin. Dolayısıyla falan böyle diyor filan böyle diyorla olmaz, onun için Kur’an’ı Kerim, kendinin Allah kitabı olduğunu her insana haber verir, ama o insan onu kendi diliyle okuması şartıyla. Kendi diliyle okumazsa, ezbere, istediği kadar ezberlesin sadece bir musikisi kendisinde kalır. Allah’ın kitabı olduğu konusunda soracağınız hiçbir soruya cevap veremez. Evet.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Hocam bu soruyla alakalı olarak; şayet Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna dair Kur’an’dan delil getirilemeyecek olursa; Rasulullah’a Mekke’de ve Medine’de ehli kitabın ve müşriklerin Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna inanmadıklarına dair yaptıkları itirazların tümünü haklı itirazlar olarak görmemiz gerekir. Çünkü Rasulullah onlara, Allah’ın kitabından delil getirdi. Gidip kütüphanelerden, bakın madem bizzat kitaptan delil kabul etmiyorsunuz ben size şu şu kitaplardan, şu kütüphanelerden bilgi aktarıyorum demedi.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Tabi. Şimdi biliyorsun bir ayeti kerime var. Bakayım da onu bulayım. Şimdi ayeti kerimeyi bulayım da ben. Yanlış okuma ihtimalinden dolayı, şimdi diyor ki bak, Cenab-ı Hak, Ankebut suresinin 48. Ayetinde diyor ki,
(29/Ankebut 48)
“Ve mâ kunte tetlû min gablihî min kitâb”
“Bundan önce sen herhangi bir kitap okuyor değildin”
“Ve lâ tehuttuhû biyemînik”
“Sen şu anda da elinle böyle bir kitabı yazmıyorsun.”
Şu anda Kur’an’ı okuyorsun ama, yani Rasulullah baştan herhangi bir kitap okumuş değil, Kur’an’ı Kerim inince onu okuyor elbette.
“Ama şu anda da onu elinle yazıyor değilsin.”
“İzen lertâbel mubtılûn.”
“Öyle olsaydı hakkı batıl görenler şüphelenirlerdi.”
O zaman demek ki, Rasulullah Kur’an’la insanlara… Zaten
(50/ Kaf 45)
“fezekkir bil gur’âni mey yehâfu veîd”
“Benim vaadimden korkanı Kur’an’la bilgilendir.” Diyor.
Ve yine Allah-u Teala Ğaşiye suresinde olacak galiba,
(88/ Ğaşiye 21-22)
“Fezekkir innemâ ente muzekkir.” Diyor.
“Sen insanlara doğru bilgi ver,” Kur’an’daki bilgiyi ver, Kur’an oku, senin yapacağın sadece Kur’an’ı okumaktır.”
“Leste aleyhim bimusaytır.”
“Onların tepelerine dikilecek değilsin.”
Çünkü Kur’an’ı Kerim’i okuduğun zaman karşı taraf bunun Allah’ın kitabı olduğunu çok rahat bir şekilde anlar. Ben sadece bu konudaki… Yani hatıralarımın birçoğunu siz biliyorsunuz, anlatmak istemiyorum, tüm dersi kaplar diye. Yani sadece işte tekrar edeyim. Yani gayrimüslimlerden bu konuda şüphesi olana hiç rastlamadım şu ana kadar. Yani Kur’an’ı okuyayım da ben, bu Allah’ın kitabı değildir desin hiç hatırlamıyorum. Çünkü o kendisinin Allah’ın kitabı olduğunu kendisi hatırlatıyor. Mesela şunu hep görmüşümdür. Ben gayrimüslimlerle konuştuğum zaman da sordukları sorulara hep ayetlerle cevap veririm. Bir ayetle cevap verdiğim zaman, ikinci soruyu aynı konuda sormazlar.
Şimdi, internette vardır, Roma’da bir sunumumuz oldu. Ve benim konuşmamı özellikle bir kokteylde anlattılar, dediler yarın toplantı var. Otelde bir kokteyl verdiler. Kokteylde de öyle içki falan yok, Hıristiyanlar içki içerler biliyorsunuz ama, yani bize karşı olan şeylerinden dolayı bizim dinimizce yasak olan hiçbir şey yoktu. Orada ilan ettiler, dediler ki yarın ilmi toplantımız var. Bekliyoruz. Saat 15.30’da Abdulaziz Bayındır’ın konuşması var, mutlaka bekliyoruz. Özellikle bekliyoruz dediler. Şimdi sabahleyin toplantıda birkaç kişi var. Bizim konuşma saati gelince tıklım tıklım doldu salon. Ve, hep böyle Katolik Kilisesinden papazlar, üniversitelerden öğretim üyeleri, en düşüğü doktora öğrencisi ve doktora yapmış olan elemanlar. Kısa bir sunumdan sonra, üç saat kadar soru sordular. Sorulan her soruya Kur’an’ı Kerim’den cevap verdim. Aynı konuda bir daha soru sormadılar. Tamam. Kur’an’dan cevap verince, tatmin oluyor karşı taraf. Saat oldu 17.30… yok 19.00 oldu. Çünkü bir de o sunumla beraber akşam saat 19.00 oldu. Dediler ki, artık kapatmamız lazım. Hiç kimse kalkmadı yerinden. Bakın o kadar uzunca bir süre, kimse yerinden kalkmadı. Dediler ki, hayır sorularımız bitmedi. Peki, bir yarım saat daha verdiler. 19.30 a kadar. Gene kimse kalkmadı yerinden. Orası Roma. Gene kimse kalkmadı yerinden. Dediler ki, sorularımız bitmedi. Ya dediler şeyler, burası otel, yapılan program var, yarım saat daha ancak alabildik, daha fazla mümkün değil, işte yukarıda yemek yememiz lazım falan. Dediler ki, bir toplantı daha düzenleyeceğinize söz verin kalkalım. Onlar da dediler ki vallahi yapmaya çalışırız, ama yapamadılar. Dinleyicilerin tamamı gayrimüslim, tamam mı?
Şimdi Kur’an’ı Kerim öyle bir… bu Allah’ın kitabı. Yani şimdi siz susamış bir insana şöyle güzel soğuk bir su verdiğiniz zaman, o insan o suya doyar mı? Susuzluğu gidene kadar içmek ister değil mi? İşte Allah’ın kitabını verdiğiniz zaman bu böyle. O insan derhal onun zevkini alıyor. Ben bu konuda, -samimiyetle söylüyorum kesinlikle bir şey değil- Müslümanlardan başka itiraz eden görmedim. Şey değil, şaka falan değil, sakın yanlış anlamayın. Yani Allah’ın kelamını anlattığınız zaman, bak Rusya’da, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde, Amerika’da ne bileyim, birçok yerlerde konuşmalar yaptık. Müslümanlarla konuştuğun zaman bir ayet okudunmu adam hop diye sanki iğne batırmışsın, “ama!” diyor falan. Ama gayrimüslimler son derece böyle şey yapıyor ve Avrupa’da yaptığım konferanslardan üç saatten aşağı süreni hiç hatırlamıyorum. Evet.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Evet bir başka soru şöyleydi. Allah Teâlâ’nın kulların imtihan gereği olan fiillerini bilmediği iddiasına delil getirdiğiniz Al-i İmran suresinin 140. Ayetine “iman edenleri bilsin diye” şeklinde anlam verdiniz. Oysa kendiniz; Allah içimizi, kalbimizi bilir diyorsunuz. O halde, burada niçin Allah Teala iman gibi bir bildiği konuda Müslümanları müminleri, ayrıca Uhud gibi çetin bir imtihana tabi tuttu?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet. Şimdi tabi burada aslında sorgulanan Kur’an’ı Kerim ben değilim. Bu ifadeler benim ifadem değil ki, Allah-u Teâlâ’nın sözü. Yani soruyu, Allah niye böyle dedi? diye Cenab-ı Hakk’a soracağına bana soruyor. Şimdi Cenab-ı Hak burada diyor ki, estauzubillah
(3/ Al-i İmran 140)
“İn yemseskum garhun”
“Size bir yara dokunduysa”
Çünkü Uhud’da Müslümanlar bir yara aldılar.
“Fegad messel gavme garhun misluhu”
“Karşıdaki kavme de daha önce bunun benzeri bir yara dokunmuştu.”
Yani onlar da Bedir’de yara almışlardı.
“Ve tilkel eyyâmu nudâviluhâ beynen nâs,”
“İşte bugünler insanlar arasında dolaştırılır.” Bir o galip gelir, bir bu taraf galip gelir.
“Ve liyağlemallâhullezîne âmenû”
“Allah iman edenleri bilsin diye” İman edenleri bilsin diye.
“Ve yettehıze minkum şuhedâé’,”
“Ve sizden şahitler alsın diye.”
Yani çünkü ahirette de Cenab-ı Hak evet defterler açılacak her şey olacak ama bir de şahitler ortaya çıkacak, onu da ayeti kerimelerde bildiriyor.
(4/ Nisa 41)
“Cié’nâ min kulli ummetim bişehîdin ve cié’nâbike alâ hâulâi şehîdâ.”
“Her topluluktan şahit getirdiğim ve seni de bunlara şahit getirdiğim zaman ne olacak?” diyor.
Yani o ahiretten haber verdiği ayeti kerimede. Şimdi ben… Ama bu Ebubekir Sifil beyin sorusu, aslında bizim müfessirlerde gördüğüm büyük bir yanlışın ortaya çıkarılmasıdır. Mesela Maturidi’de görüyorum. Gördüm. Fahrettin Razi’de gördüm. Elmalılı Hamdi Yazır’da gördüm. Şimdi bunlar, “Allah imtihan eder” derken zannediyorlar ki, Cenab-ı Hak insanı bilgi imtihanından geçirir. Hâlbuki Allah-u Teâlâ her insanın içinden geçeni… Yani kişiye kendinden daha yakın. Yani kalbiyle kişinin kendi arasında bulunduğunu Allah-u Teâlâ bildiriyor değil mi? Dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın bizim içimizde olanı bilmemesi diye bir şey söz konusu olamaz. Ve ondan dolayı da imtihan etmez. Peki, imtihanı nasıl yapıyor? İmtihanı, olaylar karşısındaki tavırlarımızı ortaya koymak için yapıyor.
Her şeyden önce şunu çok iyi bilelim. Mesela şöyle bakın. İlk imtihanı kaybeden kimdi? İblis. İblis’ti. İblis’le ilgili ayetleri bir açalım. Gerçi bunlar çok fazla zaman alacak gene. O kadar… Yani vakit yetmeyecek ama neyse. Ama bu imtihan meselesi önemli. Biliyorsunuz Allah-u Teâlâ, Âdem As’ı halifesi olan bir varlık olarak yaratacağını belirtince, melekler buna itiraz etmişlerdi. Ya Rabbi kan dökecek birilerini mi oluşturuyorsun? Diye. Fesat çıkaracak. Allah-u Teâlâ dedi ki, sizin bilmediğiniz tarafı var. Evet, siz bunu biliyorsunuz. Çünkü hayvanlar âleminde de liderlik mücadelesi kanlı biter. Bunlar hepsi birbirinin yerine geçecek kişiler olduğuna göre burada da kanlı mücadeleler olacak demektir. Bugün işte Mısır’da olan, Suriye’de olan, senin olmasın benim olsun mücadelesidir. Yani bir halifelik mücadelesidir. Buraya ben senden daha layıkım mücadelesidir.
Şimdi… Sonra Allah-u Teâlâ, Âdem As’a bütün isimleri öğretti. Yani eşyanın bilgisini öğretti. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler konuyla ilgili videoyu dinleyebilirler. Çünkü ayrıntıya giremiyorum. Sonra onları meleklere gösterdi. Dedi ki bunların isimlerini bana bildirin. Yani bunlar ne işe yarar? Eğer iddianızda haklıysanız. Halifelik bu… Bilimde ve teknolojide olacaktır demektir o.
(2/ Bakara 32-33-34)
“Gâlû subhâneke lâ ılme lenâ illâ mâ allemtenâ, inneke entel alîmul hakîm.”
“dediler ki ya Rabbi bizim bir bilgimiz yoktur, sen bize neyi öğretmişsen onu biliriz, bilen sen doğru karar veren sensin.”
Sonra Âdem As’a dedi ki, şunların isimlerini bildir onlara. Onların isimlerini bildirince Allah-u Teâlâ şöyle dedi.
“Gâle elem egul lekum innî ağlemu ğaybes semâvâti vel ard”
“Ben size demedim mi? Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim”
yani sizin bilmediğiniz nice şeyler var, siz bildiğinizi zannediyorsunuz. Bak bu eşyanın içindeki bilimden haberiniz yok. Bildiğimi ben size söylemedim mi? Ondan sonra
“ve ağlemu mâ tubdûne ve mâ kuntum tektumûn.”
“Ortaya koyduğunuz yani sizin söylediğiniz başka, içinizde başka şey var” diyor meleklere.
Şimdi açığa çıkarıyorsunuz Âdemle ilgili bir şey söylüyorsunuz ama içinizde demek ki bir kıskançlık var Âdem As’la ilgili. Meleklerin hepsinde var demek ki. Tabi şimdi buna hemen diyecekler ki, meleklere çok değişik roller biçilmiştir biliyorsunuz, o da, henüz o konuda bir ders yapmadık inşallah yaparız. Ondan sonra Allah-u Teâlâ emir veriyor. İşte meleklerin imtihanı.
“Üscudu li adem”
“Adem’e secde edin.”
Hadi bakalım. Kıskandığınız kişiye secde edin. Hepsi secde ediyor, İblis etmiyor. Hepsi kendisini yeniyor. Ama İblis etmiyor. Direniyor, kendini büyük görüyor ve kâfirlerden oluyor.
Şimdi İblis’in… bak İblis Allah’ı inkâr etmiş değildir. İblis, ahireti inkâr etmiş değildir. İblis, Âdem As diye bir varlık yok demiyor. Ama ne yapıyor? İblis o kendinde… Zaten Allah’la ilgili inancı falan var. Pekâlâ var, hiç problem yok. Ama kendi arzularını, kendi isteklerini, Cenab-ı Hakk’ın isteklerinin önüne geçirerek Allah’a şirk koşmuş oluyor. Kendi nefsini Allah’a ortak koşmuş oluyor. Şimdi hepimizde bu vardır.
Şimdi mesela bir örnek vereyim. Bu örnekte isim vermeyeceğim. O kişi bizi zaten dinlemez. Hiçbiriniz de onu tanımazsınız. O bakımdan rahatlıkla veririm. Şimdi bundan iki-üç ay kadar… Üç ya da dört ay kadar önce, Vakfın bir ihtiyacı oldu, bir arkadaştan, – yani zengin bir arkadaş, maddi durumu oldukça iyi- dedim “elli bin lira borç verir misin?” Çünkü biliyorsunuz bizim Vakfımızın her ay seksen beş bin lira,nin altına düşmeyen harcaması var. Maaştır, vergidir, şudur, budur. Dedi ki, “Ben sana borç vermeyeyim, şu anda… Birkaç gün sonra elime yüklüce bir para geçecek, ben onun birkaç katını Vakfa bağış olarak vereyim” dedi. Ha iyi ne güzel. O birkaç gün geçti, yok! Birkaç hafta geçti, yok! Telefonlar ediyorum falan. Baktım ki artık telefonlara çıkmamaya başladı. Dedim, anlaşıldı sen parayı aldın vermek istemiyorsun, bir daha da seni aramayacağım.
Şimdi bu… İşte bu imtihandır. Elinize imkân geçinceye kadar veririm dersiniz. Fakat imtihan geçti mi para o kadar tatlı gelir ki veremezsiniz ve imtihanı kaybedersiniz. Hâlbuki o ana kadar, veririm diyor. İçinde olan o, ama Allah-u Teâlâ sizin samimiyetinizi olaylarla deniyor. Hadi bakalım!
Şimdi buna Kur’an’ı Kerim’den biraz daha ayrıntılı bir örnek şey yapalım. Kur’an’ı Kerim’in bu konuda örneklerle doludur. Cenab-ı Hak insanı nasıl imtihan eder? Ama bir tek örnek 33. Surenin 11. Ayetini açın. Yani hangi örneği vereceğim diye gerçekten şey yapıyorum, tereddüt ediyorum. Çünkü çok fazla örnek var bu konuda. Ahzab suresi 11. Ayet, Allah-u Teâlâ burada diyor ki, “ya eyyühellezi” Yok. 11. Ayet tamam. Aslında 9’dan başlayalım tamam.
(33/ Ahzab 9 10)
“Yâ eyyuhellezîne âmenuzkurû niğmetallâhi aleykum”
Bu şey savaşıyla alakalı, Hendek Savaşı olarak biliyoruz ya. Medine’ye Mekke’den, Arap yarımadasının büyük kabilelerinden genişçe bir grubun yapmış olduğu hücum. O sırada beni Kureyza ile Müslümanlarla ittifak etmişlerdi. Beni Kureyza Yahudi kabilesiydi. Birlikte Medine’yi savunmak için ittifak etmişlerdi. Sonra beni Kureyza ayrılmıştı ve Müslümanlarda da bir dağılma olmuştu. İşte o durumu anlatan ayetler bunlar. Diyor ki Allah-u Teala,
“Yâ eyyuhellezîne âmenuzkurû niğmetallâhi aleykum iz câetkum cunûdun feerselnâ aleyhim rîhan ve cunûden lem teravhâ,”
“Müminler Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Size ordular geldi, ben de onlara rüzgâr gönderdim. Ve sizin görmediğiniz ordular gönderdim.”
Zaten o ayrıntılara girmeyeyim, çünkü sorular çok. Onu siyer kitaplarından okursunuz. râ
“Ve kânallâhu bimâ tağmelûne basîr”
“Allah-u Teâlâ ne yapmakta olduğunuzu görüyordu.” Ne durumda olduğunuzu görüyordu.
“İz câûkum min fevgıkum ”
“Sizin üstünüzden onlar gelmişlerdi.” Yani üst taraftan gelmişlerdi.
“ve min esfele minkum”
“alt taraftan da gelmişlerdi.”
Zaten şeyde Yahudilerle Mekkelilerle ittifak edince Müslümanlar iki ateş arasında kalmışlardı.
“ve iz zâğatil ebsâru ve beleğatil gulûbul hanâcira”
“Gözler dönmüş kalpler boğaza kadar gelmişti.”
Yani yüreğim ağzıma geldi deriz ya, o noktaya gelmişlerdi.
“ve tezunnûne billâhiz zunûnâ”
“Allah hakkında da çeşitli zanlar beslemeye başlamıştınız.”
Allah bize yardım etmiyor, Allah bizi bıraktı, Allah’ın desteği gelmeyecek falan diye birtakım zanlar içerisine girmeye başlamıştınız. O noktaya kadar herkes çok dindardır, çok şeydir ama asıl mesele, o zor onda dik durabiliyor musunuz? Dikkat edin yani.
Şimdi burada ben bir hikâye anlatmam gerekiyor. İstanbul Müftülüğünde çalışıyorum. Doksanlı yılların başında. Bizim ailede, yakın çevremizde, bulunduğumuz köyde öyle tarikat falan yok. Erzurum’da da yoktu, sonradan oluşmuş gerçi. Dolayısıyla ben tarikatı, tasavvufu üniversitelerden şurdan buradan duymuştum. İstanbul’a geldim bunlarla karşılaştım, yani bazı davranışları hoşuma gitmiyordu ama, iyi işte toplaşıyorlar bir şeyler yapıyorlar falan diye. Sonra hurafelerini vatandaşın sorularıyla öğrenince, baktım bu çok ciddi bir problem, Süleymaniye Camisinde kürsüye getirdim, anlatmaya başladım, ortalık müthiş bir şekilde karıştı tabi. Bugün de öyle yani, biliyorsunuz. Sürekli bir şey konuştuk mu ortalık karışıp duruyor. Ortalık acayip karıştı. Şimdi o zaman, o zamana kadar gerçekten… Bilenler bilir, tarikatlar bize soru sorar, cemaatler sorar, hepsinin güvendiği kişiydik. Herkesin bildiği bir şeydir bu yani. Şimdi… Sonra herkes bize muhalif olmaya başladı. Hatta bir ara, ben kafayı mı yedim? Dedim yani, tek başıma kalınca. Ne oldu yani Allah Allah? Ya binlerce kişi şeydi. Mesela işte biz Süleymaniye Vakfını kırk küsur kişiyle kurmuşuzdur, otuz dokuzunu burada Fatih görmemiştir. Yani. Tamam mı yani. Herkes, etrafımızdan kaçmak bir şey değil.
Şimdi onun çok büyük hikâyeleri vardır onları anlatamam şimdi de… Şey olarak, esas adını bileceğiniz bir hocayla karşılaşmıştım o sıra, yaşlı bir hoca. Bir odada oturduk, bana tarikatları ve tasavvufu anlattı. Hani dedim ya, ben onları hiç tanımıyorum diye. Kendisi çok iyi biliyor onları, bana bir anlattı, kanım dondu. “Ya hocam bunlar bu kadar mı?” “Ooo daha fazla,” dedi. “Bak sana bir şey söyleyeyim dedi, şirk yoksa tarikat yoktur,” dedi. “Bu derece kesin.” “Allah Allah hocam hep mi böyle?” “ Oo dedi daha aşırıları vardır,” falan dedi. “Allah Allah,” neyse. Ayrıldık tabi, hocaya teşekkür ettim falan. A geldim, baktım ki iki gün sonra bir tarikatın dergisinde bana karşı yazı yazmış. O hoca. Gerçekten öyle bir tuhaf oldum ki, şaşırdım kaldım, ya nasıl oluyor bu iş?
Şimdi o sıra hakikaten benim tek tesellim Kur’an’ı Kerim’di. Yani kimseyle konuşamıyorsun, kime desen herkes karşı. Tek tesellim Kur’an’ı Kerim’di. Ve o sıra Hud suresi, 127 gibi aklımda kalıyor bir açalım. Yok, 116ymış, yanlış söyledim bak. Sayfadaki yeri aklımda da, numarası aklımda kalmamış. Şu ayet hemen karşıma çıktı, böyle açtım tesadüfen bu ayet çıktı karşıma, Cenab-ı Hak teselli edecek ya, karşıma bu ayeti çıkardı. Estauzubillah.
(11/ Hud 116- 117)
“Felev lâ kâne minel gurûni min gablikum ulû begıyyetin yenhevne anil fesâdi fil ardı”
“Keşke diyor sizden önceki”
“Keşke.” Allah keşke der mi? diyecekler. Vallahi kendine sorun, ben karışmam, demiş işte. Yani, Allah’a soramadıklarını bana soruyor hâşâ. Cenab-ı Hakk’ın avukata ihtiyacı yok. Ayet ortada işte. “
“Felev lâ kâne minel gurûni min gablikum ulû bagıyyetin”
“Sizden önceki çağlarda birikimi olanlar, keşke olsalardı”
“yenhevne anil fesâdi fil ard”
“O bulundukları yerlerdeki fesattan insanları nehyedecek olsalardı”
“illâ galîlen mimmen enceynâ minhum,”
“onlardan kurtardığımız çok azı bunu yapmıştır.”
“vettebeallezîne zalemû mâ utrifû fîhi.”
“Ama o zalimler şımartıldıkları şeyin peşine düştüler.”
Hocam diye saygı gösteriyorlar, elini öpüyorlar. İşte, hocam saygılar, falan. Tabi onu kaybetmek istemiyor. O zaman da ne yapıyor? İmtihanı kaybediyor. İşte Cenab-ı Hak insanları böyle imtihan eder. Bilgi imtihanından geçirmez. Sen dik durabiliyor musun? Allaha çok şükürler olsun, hamdü senalar olsun, tanıyanlar gayet iyi bilir, ben şahsen televizyondan konuşmayacağım hiçbir sözü kapalı kapılar ardında konuşmam. Allah’a hamdolsun. Zaten onun için bu kadar tepki görüyoruz. Ama orada o hoca, bana karşı konuştukları şeylerin tamamını unuttu. Tuttu, o zaman tam hedefte olan tarikatın dergisinde bize yazı yazdı. Evet,
“ve kânû mucrimîn”
“Ve böylece günahkâr hale dönüştüler.”
“Ve mâ kâne rabbuke liyuhlikel gurâ bizulmin ve ehluhâ muslihûn. ”
“Rabbin, ülkeleri halkı salih iyiyken zalimlik yaparak hâşâ yanlış yaparak helak edecek değil ya” diyor. Evet.
Şimdi işte imtihan bu. İmtihan dik durabiliyor musunuz? Yani adam gibi adam olabiliyor musunuz kardeşim? Çevrenize bakın, bu tür insanlar çok azdır.
Şimdi mevki ve makam ihtiyacı… makama gelmek istiyorsa yetkilinin karşısında ne yapacağını şaşırır. O makama gelmek istediği kişi dese ki, “ya iki kere iki kaç eder?” “Kaç etmesini istersiniz efendim?” “Sekiz. “Tabi elbette ki sekiz eder.” “Yok yedi.” “Ha yanılmışım efendim tabii ki yedi eder” diyor. “Ya dokuz olması lazım.” “A bak bende ne kadar şey yaptım ya, dikkatsizim elbette ki dokuz olacak.” Böyle çocuk gibi… Yanlış mı söylüyorum? Bunlar Allah’tan korkmanın ne olduğunu bilmiyorlar ki. Cenabı Hakk’ın gücünü bilmiyorlar ki.
O sıra yine bir hoca bana demişti ki, “Sen kime dayanıyorsun demişti. Arkanda kim var? Şimdi büyük oğlum burada olsa da bir anlatsa. O zaman İmam Hatip okulunda okuyor, o çocukları deli ettiler… yani oradaki şeyler. İşte baban arkasında şey var. O da tabi çok zeki bir çocuk. Bilmiyorsunuz diyor, CIA de var, KGB de var. Diyor ki, korktular baba diyor. Şimdi bu dalga geçiyor, onlar ciddi zannediyorlar. Şimdi dedi ki bana, “Senin arkanda kimler olduğunu ben biliyorum.” “Kim var?” Dedim. “Biliyorum, biliyorum, gelip müftü beye söyleyeceğim. İstanbul müftüsüne söyleyeceğim.” Zannediyor ki ben İstanbul Müftüsünden, mevkiden makamdan… Allaha hamdolsun… Korkan bir adam bunlarla uğraşır mı? “Gel söyle” dedim. “Geleceğim” dedi. “Gel.” “ Biliyorum” dedi. “Biliyorsan söyle. Ya kardeşim söylesene.” Dedim. Ondan sonra tabi sinirlendim. “Söylemezsen dedim en adi adamsın” dedim. Etrafında da tabi kimler olduğunu söylesem gene şu anda ortalık karışır. Şimdi ona dedim ki bak, “Siz hayatta hiç Allah’a güvenip dayandınız mı?” dedim. “Siz Allah’a dayanmayı sadece cemaate anlatmak için öğrenmişsiniz” dedim. “Bir de insanların cebindeki parayı almak için Cenab-ı Hakk’ın adını kullanırsınız. Allah’a güvenmenin ne demek olduğunu siz bilir misiniz?” Dedim. “Cenab-ı Hakk’ın gücünün kudretinin ne demek olduğunu siz nereden bileceksiniz?” Dedim. “Hayatınızda bir kere ona dayandığınız yak ki, hep şunun bunun sırtından geçinmeye çalışıyorsunuz, siz ne bilirsiniz bunu?” Ondan sonra tabi birçok hikayeler var onları… belki bakarsınız, öyle bir adetim yoktur ama bir gün yazarsam yazarım. Onların çoğusunu bizim çocuklar da bilmez, hanım da bilmez. En yakınlarım da bilmez neler olduğunu. Evet.
Şimdi… Evet. Bakın şimdi ayeti kerimeyi okuyorum. Az önceki 116’ydı. Şimdi esas şeye geldim, Ahzab suresine tekrar devam ediyorum. İmtihan neymiş bakın şuradan görün. Diyor ki Allah-u Teala,
(33/ Ahzab 10 -12)
“İz câûkum min fevgıkum”
“Bir grup üst taraftan geliyor.” Yahudiler bastırmışlar üst taraftan.
“Ve min esfele minkum”
“Alt taraftan da bütün Arap koalisyonu”
Çünkü çok büyük bir orduyla, Arap yarımadasının görmediği büyüklükte bir ordu, geliyorlar.
“Ve iz zâğatil ebsâru ve beleğatil gulûbul hanâcira”
“gözleri dönmüş yürekler ağıza gelmiş”
“ve tezunnûne billâhiz zunûnâ”
“Allah hakkında çeşitli zanlara kapılmışsınız.”
Çünkü can pazarı artık. Her şey gidiyor. Çoluk çocuk gidiyor, mal gidiyor, mülk gidiyor, tüm her şey gidiyor.
“Hunâlikebtuliyel mué’minûne”
“İşte müminler orada imtihandan geçirildiler.”
İmtihan öyle şey değil. Sorduğu sorulara cevap değil, bilgi imtihanı değil. Tamam mı?
“Ve zulzilû zilzâlen şedîdâ.”
“Çok şiddetli bir şekilde sarsıldılar.”
Öyle bir sarsıldılar ki. İşte cihad edenler ve sabredenler diyor ya Allah-u Teâlâ, cihad ve sabr. Yani şartlar ne olursa olsun gevşeme yok, yürümeye devam. Yürüyeceksin. Sabır da odur. Doğru bildiğin yolda dik durup, yürümeye devam edeceksin. Allah’tan başkasına boyun eğmeyeceksin. İşte imtihanı orada kazanırsın.
“Ve iz yegûlul munâfigûne vellezîne fî gulûbihim meradun”
Hani münafıklar şöyle diyor. Münafık ne demek? Bakın şu mesele çok mühim. Hepimiz, her an münafıklıkla kâfirlikle yüz yüzeyiz, bunu unutmayın. Hepimiz. Herkes. Allah’ın enbiyası da dâhil. Yani nebiler de dâhil. Ahzab suresinin… yokk ahzab değil. Zümer suresinin 65. Ayetini hatırlayın. 464. Sayfa. Bak diyor ki, Allah-u Teala,
(39/ Zümer 65)
“Ve legad ûhıye ileyke ve ilellezîne min gablike, lein eşrakte leyahbetanne ameluke”
“Sana ve senden öncekilere şu vahyedildi. Hele şirke düş bütün yaptığım yok olur gider.”
Bu, nebilere yapılan vahiy. Ne demek şirke düşmek? Allah’ın emriyle başkasının emri arasında git gel yapar da öbürünü tercih edersen gittin.
Şimdi, geçende bir düğünde, çok güvendiğim bir arkadaşım dedi ki, “bana soruyorlar -iyi de Arapça bilen bir arkadaş- işte Abdulaziz hocayla ilgili ne şey yapıyorsun?” Dedim ki, “diğer konular neyse ama işte imsak konusunda doğru olabilir.” Neyse o şeyle, Bakara 187’nin ilgili kısmını okudum ve mealini de verdim çünkü masada başkaları da vardı. Dedi ki, “o senin yorumun.” Dedim ki, “burada herhangi bir kelimeye yanlış mana verdiysem söyle.” “O senin yorumun” diyor. Allah’ın ayetine Abdulaziz’in yorumu diyor. Allah Allah. Bu ne biçim mantıktır? “Peki dedim, bak yetmişe gelmiş yaşın, bugüne kadar bir kere olsun çıkıp da imsak gözlemi yaptın mı?” dedim. “Hayır” dedi. E buyur şimdi. Ayet benim yorumum, gözlem de yapmamış. İmtihan böyle kaybediliyor. Her şeye rağmen dik duracaksın.
Bak bu Ramazan’da biliyorsunuz bütün şeyleriyle bize yüklendiler de kim galip çıktı peki? Allah’a hamdolsun, Cenab-ı Hakk’ın yardımıyla biliyorsunuz… Peki, Diyanetteki görevliler bu imtihanı yüzde yüz kaybettiler. Burada açıkça söylüyorum. İlan ediyorum. Yüzde yüz kaybettiler. Yüzde yüz yanlış olduklarını adları gibi biliyorlar, inat ettiler. Bu ümmete zulmettiler, sahura kalkması gereken saatte millete namaz kıldırdılar ve teheccüd vaktinde namaz kıldırdılar. Allah-u Teâlâ’da rezil etti onları. Bana cevap verme sözü verdikleri halde kendi televizyonlarında konuştular. NASA’nın Meksiko City’de çektiği fotoğrafı, fecr-i kazip fotoğrafı diye gösterdiler. Ben baktım. Bu fotoğraf otuz derece enlemin güneyinde çekilemez. Çünkü biraz şey yapınca öğreniyorsunuz meseleleri. Sonra baktık ki NASA Meksiko City’de çekmiş. Ve bizim ilan ettiğimiz saati gösteren ufuk resmini de eksi on sekiz derece diye gösterdiler. Kaç kere burada konuştum. O astronomun öğrencilerin yüzüne bakamaması gerekir. Onurluysa mesleğinden ayrılması gerekir. Tekrar ediyorum. İşte, doğruları bilmek bir şey değil, doğruları söylemek lazım. Peki, niye efendim kabul etmediler? E canım şimdi bu kadar millete karşı… işte imtihan orada kaybedilir. Halk ne der?i tercih eder de, Allah ne der?i ikinci plana koyarsanız işte bu Cenab-ı Hakk’ın şirk dediği şeydir. Evet.
(33/ Ahzab 13 -15)
“Ve iz galet tâifetun minhum yâ ehle yesrib”
“Müslümanlardan bir grup dedi ki, ey Medineliler,”
“lâ mugâme lekum ferciû,”
“Artık bugün duracak yer kalmadı. Burada kalmanın bir anlamı yok, dönün geriye.”
“Ve yesteé’zinu ferîgun minhumun nebiye”
“Bir grup da gelip Rasulullah’tan izin istiyor.” O en zor zamanda.
“Yegûlûne inne buyûtenâ avratun ve mâ hiye biavrah,”
“Diyorlar ki evlerimiz açık ya Rasulallah gidip bir koruyalım çoluk çocuğu.”
“İn yurîdûne illâ firârâ”
“Bunlar sadece kaçmak istiyorlardı.”
“Ve lev duhılet aleyhin min agtârihâ summe suilul fitnete leâtevhâ ve mâ telebbesû bihâ illâ yesîrâ.”
“Çevrelerinden onların yanına gelinse burada bir fitne çıkarmaları bir bozgunculuk çıkarmaları istenseydi Müslümanların arasında bunu mutlaka yaparlardı. Hiç böyle çok az bir gecikmeyle bunu yaparlardı.”
Bak şurayı iyi dinle.
“Ve legad kânû âhedullâh”
“Halbuki bunlar savaşa gelmeden Allah’a şu sözü vermişlerdi.”
“min gablu”
“Daha önce.”
“Lâ yuvellûnel edbâr,”
“Ne pahasına olursa olsun geri dönmeyecekler.”
İşte sıkıyı görene kadar, sıkıyı gördün mü birçoğu imtihanı kaybediyor. Şimdi bilgi imtihanı mıymış? Cihad ve sabır imtihanıymış. E peki tefsirler diyor ki, Allah insanın kalbindekini bilir. Ya kardeşim imtihan o değil. Ya niye siz ayetleri anlamamakta ısrar ediyorsunuz ey müfessirler? Niye ısrar ediyorsunuz? Cenab-ı Hak insanı bilgi imtihanından mı geçiriyor? Ya cihad ve sabır imtihanından geçiriyorum diyor. Niye siz onları düşünmüyorsunuz? Kur’an’ı Kerim’de bunun dünya kadar örneği var. Evet. Neyse bir ara verelim. Gene devam edelim oldu mu?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Ebubekir Sifil’in yönelttiği bir başka soru şöyle. Kehf suresinin 80. Ve devamındaki ayetlerde öldürülen çocuk hakkında Allah Teâlâ’nın onu tahmin üzere öldürdüğünü söylüyorsunuz. Eğer Allah Teâlâ gerçekten o çocuğu bilgi üzere değil tahmin üzere öldürdüyse arkasından gelecek çocuk için de aynı durum söz konusu olmayacak mıdır?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Çünkü yani Allah-u Teâlâ diyor ki burada, bakın mesela Diyanetin Mealinden okuyayım ben size.
Erkek çocuğa gelince onun ana babası mümin kimselerdi. Bunun için onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.
Benim sözüm mü bu? Yani bunu söylüyorsunuz demenin bir anlamı var mı? Efendim ondan sonrakini biliyor muydu? Bilmiyor muydu? Ya kardeşim Allah-u Teâlâ çok açık ve net ayetlerde söylüyor, bilinceye kadar diyor. Bilmedikçe diyor, bilelim diye diyor. Allah-u Teâlâ böyle söyledikten sonra bize ne düşer? Ya inanırsın ya da inanmazsın. O senin bileceğin bir şeydir. İnanırsan sen bilirsin, inanmazsan gene sen bilirsin. Dolayısıyla bu konunun… Bu konu zaten kaderi anlamak için çok açık olan ayetlerdendir. Şimdi bu çocuk iman ve küfürle imtihan ediliyor. Yani, bu çocuğun annesini babasını küfre sürüklemesinden korktuk diyor. Sürüklemeyebilirdi de. Niye? Çünkü imtihan gereği şey olduğu için imtihan gereği olan kısmı Cenab-ı Hak bilmediğini bize ifade ediyor. Bilmiyorsa bilmiyor o kadar. Yani Allah-u Teâlâ’ya biz laf öğretecek değiliz ki. İster inanırsın ister inanmazsın. Çünkü Cenab-ı Hak ne diyor? Estauzubillah
(6/ Enam 103)
“Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr, ve huvel lâtîful habîr.”
“Basiretler onu kavrayamazlar “diyor.
Yani siz ne kadar ince görüşlü, ayrıntılı bir şekilde düşünen, çok geniş tahliller yapan, çok zeki insanlar olsanız bile Allah’ı idrak edemezsiniz” diyor. Bak şeyde En’am suresinin 103. Ayeti
“Lâ tudrikuhul ebsâru ve huve yudrikul ebsâr, ve huvel lâtîful habîr.”
“O latif ve habirdir.” Ne demek latif? Yani,
“sizin bütün duyu organlarınızı, bütün imkânlarınızı, bütün kapasitenizi çalıştırsanız da Cenab-ı Hakk’ı kavrayamazsınız” diyor. Ondan sonra da söylediği şey 106. Ayette.
(6/ Enam 106)
“İttebiğ mâ ûhiye ileyke min rabbik,”
“Öyleyse Rabbinden sana vahyedilen neyse sen ona uy.”
İşte Allah’tan vahyedilenlerden birisi de, “o çocuğun annesini babasını küfre sürüklemesinden korktuk” sözüdür. O da Allah’ın vahyidir. E bilinceye kadar ifadesiyle bunu birleştirdiğin zaman, olay tam oturuyor mu? Yani siz de bilinceye kadar… hani şeyde Muhammed suresinin 31. Ayetinde
(47/ Muhammed 31)
“Ve lenebluvennekum”
“Sizi kesin olarak yıpratıcı imtihandan geçireceğiz,”
“ hattâ nağlemel mucâhidîne”
“içinizden cihad edenleri bilinceye kadar.”
Bunun ne olduğunu bir derste gördük işte. Cenab-ı Hak o en zor zamanda dik durup durmayanları denemiş oluyor. Ondan sonra
“minkum ves sâbirîne”
“ve sabredenleri bilinceye kadar.”
“ ve nebluve ahbârakum.”
“Ve haberlerinizi ortaya çıkarıncaya kadar.”
Bunu Allah-u Teâlâ söylüyor. İster inanırsın, ister inanmazsın. Allah-u Teâlâ’ya laf öğretmeye gerek yok ki… şimdi kendileri Allah-u Teala’nın ayetlerinden uzaklaşıyorlar. Bizi de uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Hiç kusura bakmayın biz uzaklaşmayız. Biz bu ayetlere sonuna kadar uyarız. Evet.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Bir başka soru şöyle. Rum suresinin ilk ayetleri ile ilgili olarak Rumların üç ila dokuz yıl içinde galip geleceğini bilen ve bildiren Allah Teala’nın insanın iradi fiillerini bilmediğini söylemek ne kadar inandırıcıdır?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Gene yani Cenab-ı Hakk’ı sorguya çekiyor.
(21/ Enbiya 23)
“Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hum yus’elûn.”
“Allah yaptığından sorguya çekilmez. Sorguya çekilecek olan insanlardır.”
Bu Rum suresi 30. Ayeti ben mi yazdım ki, bana soruyorsun? Cenab-ı Hakk’ın ayeti, üç ile dokuz yıl içerisinde sizi galip getireceğiz. Galip gelmek başka bir şeydir, imtihanı kazanmak başka bir şeydir. Bakın imtihanı Müslümanların kaybettiklerini Allah-u Teâlâ’nın kendisi bildiriyor. Şimdi, burada gene okumuştum, bir daha okuyayım. Yani geçen Cuma günü okumuştum. Enfal suresinin 68. Ayetinde Cenab-ı Hak ne diyor? Hatta 67/68’i tekrar birlikte okuyalım. Müslümanlar biliyorsunuz… Bak şöyle bir düşünün, Allah-u Teâlâ Rasulullah SAV’e ve Müslümanlara Muhammed suresinin 4. Ayetini indirmiş. Savaş meydanında düşmanı iyice ezmeden esir alamazsınız diyor.
(47/ Muhammed 4)
“Feizâ legîtumullezîne keferû fedarber rıgâb,”
“O kafirlerle savaş meydanında karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun”
“hattâ izâ eshantumûhum”
“onları tamamen etkisiz hale getirinceye kadar”
“ feşuddul vesâga”
“işte o zaman bağı sıkı tutun.” Yani esir alın. Arkasından da,
“feimmâ mennem bağdu ve immâ fidâen”
“Arkasından ya karşılıklı ya karşılıksız serbest bırakırsınız” diyor.
Esirin köleleştirilmesi öldürülmesi falan yok. Bir kere kölelik o ayetle kaldırılmıştır. Şimdi… Ama Müslümanlar tabi bu savaştan önce Rasulullah ve ashab bu ayete uymamayı aklının köşesinden geçirir miydi? Bilgi imtihanı olsa, bu ayeti biliyorlar değil mi? Ama esirlerle, ganimetle yüz yüze gelince ne yaptılar? Esir aldılar. Ve imtihanı kaybettiler.
E şimdi siz… siz tabi diyorsunuz ki, Rasulullah’ın yaptığı her şey vahiyledir, dedikten sonra bu ayetlerin üstünü örtmek zorundasınız. Ondan sonra, icma diye bir delil var diye ortaya çıktıktan sonra bu ayeti kimsenin görmemesini sağlamak zorundasınız. Çünkü Rasulullah ve ashabı ittifakla Cenab-ı Hakk’ın emrine aykırı davrandıysa, icma diye bir delil olur mu? Olmaz. Peki, Rasulullah Cenab-ı Hak tarafından bu derece ağır suçlandıysa, her yaptığı vahiy olur mu? Ama siz, işi tamamen karıştırıyorsunuz, hikmet diye bir bilgi ortadan kaybolmuş. Sünneti kitabın önüne geçirmişsiniz. Kitap sünnet ilişkisini bozmuşsunuz. Kur’an bir kenarda kalmış. Tabii ki sünneti öne geçirirsen çok rahatlıkla uydurma hadislerle işi idare edersin. O zaman ayetlerin doğru anlaşılmasını engellemek için her şey yapılır. Yani … Cuma günü ben yanlışa dikkati çektim, hangi mealden okursanız okuyun benim bu size anlattığımı orada göremeyeceksiniz. Ve siz böyle bir Bedir savaşını hiç duymuş muydunuz şimdiye kadar? Yani her tarafı bozmuşlar. Hani minareyi çalan kılıfı hazırlamış.
Biliyorsunuz kader inancını tarumar ettikten sonra Rasulullah’a şu sözü söylettirirler. Kader konusunda Rasulullah konuşmayı yasakladı. Allah Allah. Ya iman edilecek bir konuda konuşma nasıl yasaklanır? Bunu Hıristiyanlar söylüyor. Çünkü izah edemiyorlar. Diyorlar ki siz kiliseye güvenin, biz sizin imanınızı koruruz diyorlar.
Bak ne diyor Allah-u Teâlâ.
(8/ Enfal 67)
“Mâ kâne linebiyyin en yekûne lehû esrâ”
“Hiçbir nebinin esir almaya hakkı yoktur.”
“Hattâ yushıne fil ard,”
”Savaş meydanında tam hâkimiyet kuruncaya kadar.”
“Turîdûne aradad dunyâ,”
Bakın önce nebiye hitap etti, sonra müminleri de kattı işin içine. Niye siz uyarmadınız Rasulullahı? Onlar da işin içine girdiler dikkat ediyor musunuz?
“Turîdûne aradad dunyâ,”
“Siz dünyalık istiyorsunuz,”
“Vallâhu yurîdul âhırah,”
“Ama Allah sonrasını istiyor.” Mekke’ye girmenizi istiyor. Ondan sonra…
“Vallâhu azîzun hakîm”
“Allah güçlüdür doğru karar verir.” Allah’ın verdiği karara uyun gerisine karışmayın.
Ondan sonra bakın ne diyor Allah? Üç ile dokuz yıl içerisinde zafere ulaşacaksınız diye önceden söz vermedi mi Rum suresinde?
(8/ Enfal 68)
“Lev lâ kitâbun minallâhi sebega”
“Daha önce Allah’ın bu yazdığı şey olmasaydı,” Yani bu suredeki size verdiği söz.
“Lemessekum fîmâ ehaztum azâbun azîm.”
“Aldığınız şeyden dolayı size elbette büyük bir azap dokunacaktı”
Peki Cenab-ı Hak önceden biliyor muydu, bilmiyor muydu bunların esir alacaklarını? Açık değil mi ayeti kerime?
Yine bakın İsra suresinde de Allah-u Teâlâ Rasulullah SAV’e niye mucize vermediğini anlatıyor. Bak diyor ki 59. Ayet, mealden okuyayım bakın. Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan tek şey. Allah’ı bir şey alıkoyar mı? Değil mi? Çünkü bunlar Allah’ı kendi kafalarına göre tanımlıyorlar, Allah şudur diye felsefeciler tanımlamış, kelamcılar tanımlamış, bu insanlar tanımlamış. Allah budur. Ondan sonra da o kendi tanımlamalarına aykırı olan ayetlerin hepsinin üstünü çiziyorlar. Ya Allah-u Teâlâ diyor ki, siz beni tanımlayamazsınız. Benim size tanıttığıma bakın diyor.
(6/ En’am 106)
“İttebiğ mâ ûhiye ileyke min rabbik,”
“Rabbinden sana indirilene uy” diyor. İttebiu ma uhiye ileykum muydu o öbür ayette? İttebiğ ma uhiye ileyke min rabbik, evet. Şimdi,
“Rabbinden sana vahyedilene uy.” Tamam. Yani vazifen Allah ne diyorsa ona uymaktır. Biz ilk günden beri bunu söyleyip duruyoruz. Bak,
(17/ İsra 59)
“Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti illâ en kezzebe bihel evvelûn,”
“Öncekilerin mucizeler karşısında yalan söylemeleri bizi engelledi”diyor.
Onun için Rasulullah’a Cenab-ı Hak mucize vermemiştir. E şimdi, Muhammed As’ın mucizeleri diye kitap yazan adamlar,bu ayeti kabul edebilirler mi? Hadis kitaplarını Rasulullah’ın mucizeleri ile dolduran insanlar bu ayeti kabul edebilirler mi? Ama Kur’an’dan da çıkaramıyorlar. E meneanâ kelimesi de açık. Onu görmeyecek. Görmeyecek. Onu karıştırma. Bak diyor ki,
“Ve âteynâ semûden nâgate mubsıraten fezalemû bihâ,”
“Semuda her şeyi açıkça gösteren, deveyi mucize olarak gösterdik” Yani, Salih As’ın nebi olduğunu.
“Ve mâ nursilu bil âyâti illâ tahvîfâ.”
“Biz mucizeleri korkutmak için göndeririz.”
Şimdi, işte açık. Peki, Allah ezelden bütün her şeyi biliyor diyenlere bu ayeti kerime… ve dünya kadar ayet ne diyor? Siz neye göre konuşuyorsunuz? Allah-u Teâlâ demeyecek mi ahirette? Ya ben size demedim mi, siz beni kavrayamazsınız, benim dediğime bakın. Bunu yapan var mı? Allah aşkına söyleyin bana. Ya iste bak hep Allah’ın ayetlerini okuyorum size. Evet devam et.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Evet. Konuyla ilgili Faruk Beşer hocanın bazı tesbitleri var. Şimdi ben onları aktaracağım. İlki şöyle. Bilelim diye ifadesi önceden bilmiyorduk anlamına gelmez. Bir şeyi önceden ilim olarak bilmek ile vaki olarak bilmek ayrı şeylerdir.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Yani hiç böyle bir şey duydunuz mu şimdi? Bilelim diye. Bilelim diye söylenen bir söz, önceden bilmediği anlamına gelmez. Böyle bir şey olur mu? Devam et. Hiç bunun üzerinde durmaya gerek yok.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Aslında yine üzerinde durulmaya değmez bir ifade. Ama okuyalım. Madum, şey değildir. O halde bu ayetler onu kapsamaz demek madumun şey olmayacağı görüşünü tercih eden bir yorumdan ibarettir ve o da zannidir.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Madum, şey değildir, yani olmayana şey denmez ifadesinin… Biliyorsunuz Cuma günkü sunumda… bunların mensup olduklarını söyledikleri Maturidi mezhebinde İmam Maturidi bunu çok kesin bir dille ifade ediyor. Diyor ki, Mutezile bunu söyler sadece. Yani Maturidi de söylemiyor, Eş’ari de söylemiyor. Burada zaten Ebubekir Sifil dedi ki Eş’ariye göre de, ehlisünnete göre de madum şey değildir. Olmayana şey denmez. Zaten Arap dilinde de olmayana şey denmez. E Türk dilinde denebilir canım, şey kelimesi Arapça bir kelimedir, Arapça’dan Türkçe’ye geçmiştir. Bir dilden bir dile geçerken kelimeler anlam kaybeder, değiştirir falan. Ama Arapçada maduma şey denmez. İşte belli. Yani Allah-u Teâlâ efendim olmayan şeyi biliyorduysa eskiden, daha niye bizi engelledi ifadesini kullanıyor. Bilmiyor muydun önceden ki böyle diyorsun der değil mi insanlar?
Evet dikkat ediyor musunuz hiç haklı tarafları yok. Şey yapıyorlar, yani az önce de söylediğim gibi kader inancı diye saçmalıklarla dolu, asla savunulamayacak bir inanç türü oluşturuyorlar, ondan sonra da savunamayınca diyorlar ki, bu akılla anlaşılmaz. E kardeşim insanlar akıllı. Ne yapacağız? Koyun değil ki, koyun olsa anlarım. Evet.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Şöyle devam ediyor. Kaldı ki O bir şeyi dilediğinde ona ol der, o da hemen oluverir ayetinde Allah olmayan bir şeye de şey demektedir.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bakın iza erade şey’en. İki türlü takdir vardır. Birisi yaratılıştan önce yani bir plan yapma manasına. Yani şimdi siz bir ev yapmadan önce, bir iş yapmadan önce, bir çay yapmadan önce zihninizde onun planını, bir kurgusunu yapıyor musunuz? O plan olması lazım. O zihinde olandır, o zihindeki şeydir. Sonra onu uygulamaya geçiyor, geçiriyorsun o da dışarıdaki şeydir. Murad ettiği zaman bir şeyi ona ol der, o da oluverir. Çünkü bir zihinde kurgulanan vardır, bir de uygulanan vardır.
Cenab-ı Hak kıyamete kadar kurguladığı her şeyi tabiî ki bize de bildiriyor, ahirette şöyle olacak, cennette böyle olacak, cehennemde böyle olacak. Hepsini bildiriyor. Bunları Allah-u Teâlâ kurguladığı için yani kuralını koyduğu için kesin olacak. Ama insanların imtihanla ilgili davranışlarını Cenab-ı Hak önceden kurgulamamış. Aksi takdirde imtihan etmesinin anlamı olmaz. Evet.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Evet. Şöyle demiş daha sonra. Hadid suresinin 22. Ayetini zikrederek, yani ayetin meali şöyle, yeryüzünde ya da kendi içinizde size isabet eden bir şey yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o bir kitapta yazılı olmasın. Bu ayetle ilgili şu tesbitte bulunmuş. Bu kitabı, ister Allah’ın ezeli ilmi olarak alın, ister bizim mahiyetini bilemeyeceğimiz ana hafıza gibi düşünün, orada bizim fiillerimiz de vardır.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: İşte bu… Burada şöyle bir yanlış anlam veriliyor. Gerçi Faruk öyle bir şey yapmamış da. Ama bazı tefsirlerde vardır. İşte
(57/ Hadid 22)
“Mâ esâbe min musîbetin fil ardı ve lâ fî enfusikum illâ fî kitâbin min gabli en nebreehâ,”
Nebraahadaki ha zamirini ard ve enfüs’e gönderenler vardır. Yani toprağı yaratmadan, sizin nefislerinizi yaratmadan önce bir kitaba kaydetmişizdir şeklinde anlam verenler vardır. Bu o anlamı… Gerçi öyle bir anlam vermemiş ama, o anlamı verenlerin safında yer almış. Şimdi, Allah-u Teâlâ bir şeyi yaratmadan mutlaka bir yere kaydeder. Allah’ın kanunu budur. Şimdi diyor ki ayette,
“Mâ esâbe min musîbetin”
“Başa gelen herhangi bir şey”
“fil ardı”
“yeryüzünde” ve ya da
“ve lâ fî enfusikum”
“kendinizde”
“illâ fî kitâbin min gabli en nebreehâ,”
“onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce kaydederiz.”
Ezelde falan… Ezelde diye bir şey zaten yok şeyde… Öyle bir kelime bulamazsınız Kur’an’ı Kerim’de. “Onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce.” Hatta şeyde de işte bir yaprağın düşmesi ayrı bir olaydır yani. Şimdiye kadar yaprak dalındaydı şimdi düşüyor. Onun için ne diyor?
(6/ Enam 59)
“ve mâ tesgutu min veragatin illâ yağlemuhâ ve lâ habbetin fî zulumâtil ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbim mubîn.”
“Yani bir yaprak düşmez ki, düşmeden önce bir yere kaydedilmiş olmasın.”
Düşmeden önce kaydediliyor. Ezelden değil.
Katılımcı: Hocam an o zaman bize göre an.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: O an, bize göre an falan değil, onun çok küçük bir parçası. Çok küçük. İşte bu Cenab-ı Hakk’a kolaydır diyor Hadid suresinde.
Katılımcı: Diğeri dokuz yıl önce kaydedilmiş. Rum suresinde Müslümanların galip geleceği.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Tabi Rum suresi dokuz yıl önce kaydedilmiş. Bu şeyde. Tamam.
(6/ Enam 59)
“Ve mâ tesgutu min veragatin illâ yağlemuhâ”
Tamam o şeymiş. Mâ tesgutu şimdiki zaman için kullanılan bir ifadedir Arapça’da,
“yani şu anda bir yaprak düşüyor olmasın ki Allah onu mutlaka bilir.” Ondan sonra diyor ki,
“ve lâ habbetin fî zulumâtil ardı ve lâ ratbin ve lâ yâbisin illâ fî kitâbim mubîn.”
“Yerin derinliklerindeki bir dane, kuru-yaş ne varsa hepsi mutlaka onu ortaya çıkaracak bir yerde kayıtlıdır.”
Yani kâinatta kaydı tutulmamış hiçbir şey yoktur. Bütün hareketler kayda geçiyor. O olay olmadan önce kayda geçiyor, ezel falan diye bir şey yok. Onun için o sürekli yazı halindedir. Ondan dolayı
(57/ Hadid 22)
“İnne zalike alallahi yesir” diyor.
“Bu Allah’a kolaydır” diyor.
Şimdi düşünürsünüz, yani sizin ifade edemeyeceğiniz rakamlarda olay bir anda meydana gelir kâinatta. Bu kadar şey yazılır mı? Dersiniz. Allah-u Teâlâ, “Bu Allah’a kolaydır” diyor.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Evet şöyle devam ediyor Faruk Beşer hoca. Bu tür hataların iki temel sebebi vardır, aklının her şeye kesmeyeceğini akledememek ve akla fazla güvenmek. Bununla beraber subhaneke la ilme lena demeyi unutmak ya da gururuna yedirememek.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır:
(2/ Bakara 32)
Subhaneke la ilme lena… Subhaneke la ilme lena, illa ma allemtena kısmını niye söylemiyor ki?
“İlla ma allemtena,”
“ya Rabbi bize öğrettiğinden başkasını bilmeyiz.”
Allah’ın öğrettiklerini okuyoruz biz. Ama onlar Allah’ın öğrettiklerini okumak istemiyorlar. Aradaki fark bu. Tamam mı?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: İkincisi var. İkincisi de zaman konusundaki eksik bilgimiz. Zaman bize göre var olan bir şeydir. Allah için geçmiş gelecek diye bir şey yoktur. Onun için her şey andır.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Ya şimdi… Hakikaten, bu var ya, buna saçmalık demek saçmalığa hakarettir.
Katılımcı: ….
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Ya bunun kardeşim Kur’an’ı Kerim’de Cenab-ı Hak kendisiyle ilgili fiillerin tamamını zaman kipleriyle ifade ediyor. Peki, az önce okuduğum, “bizi engellemedi” Ezelden mi engelliyor? Öncekilerin, bak diyor ki,
(17/ Isra 59)
“Ve mâ meneanâ en nursile bil âyâti illâ en kezzebe bihel evvelûn,” diyor değil mi? Ayeti yanlış okumadım değil mi?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Öyle hocam.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Öyle. Bak,
“Öncekilerin yalanlamasından başka hiçbir şey bizi engellemedi.”
Demek engellemeden bir öncesi var. Meneana fiilinin mefulu da Allah-u Teâlâ. Bizi engellemedi. Bu zaman değil mi bu? Bugün birisi internetten soru sormuş, efendim Allah’ın fiillerini zamanla bağlantılı göstermek şirkmiş. Ben de cevap yazdım, sen Allah’a müşrik mi diyorsun? Evet yani bunun başka bir cevabı var mı? Başka cevabı varsa söyleyin. Ya bunu söyleyen Allah-u Teâlâ. Yani Allah-u Teâlâ bak mesela demiyor mu?
(9/ Tevbe 105)
“Ve guliğmelû feseyerallâhu amelekum ve rasûluh”
“Çalışın davranın Allah çalışmanızı görecek.” Görecek. Gelecekle ilgili.
Ya kardeşim Allah’ın zamanla mekânla ilişkisi yokmuş. Allah Allah. Ya bunu birisi Cenab-ı Hakk’a anlatmalı. Ya Rabbi sen kendini tanımıyorsun. Sen gel bize sor demesi lazım. Tekrar ediyorum. Buna saçmalık demek, saçmalığa hakarettir. Ya bunlar… Bunlar gerçekten soruyorum hangi dinin mensubuysalar açıkça söylesinler. Allah’ın kitabında bu yok. Bir tane delil getirsinler ya. Ya biz o kadar ayetler sıralıyoruz. O ayetlerin hiçbirisini görmüyorlar. Kâfirlik görmemektir. Görmezlikten gelmektir kâfirlik, imanlarını kurtarsınlar, tevbekar olsunlar, Allah’tan korksunlar.
Bu ümmet öldürüldü, kader inancı ümmetin içine girdiğinden beri ümmette iş kalmadı. Nasıl kalsın? İnsanların Allah’a güvenini bitirdi bu insanlar. Çünkü ezelden sen cehennemlik yazıldıysan ne yaparsan yap cennete gitme şansın yok. O zaman üçkâğıtçılar devreye giriyor. Kendini Allah’ın yerine koyuyorlar. Gel benden el al, seni şey yaparım diyor.
Burada biz şey yaptık biliyorsunuz, büyük bir cemaatin lideri ne dedi şeyde, buradan ben videodan gösterdim size. Ölürken sizi Naime sokacağım demedi mi? E tabi öyle olacak. O aynı kişi ne dedi? Kitabından okuduk ne diyordu? Efendim diyor, Marks anasının karnında Markstı, cehennemlikti. E tabi o Marks da gelip ona şey yapsaydı, onu da cennete götürürdü. Ama kendini kim götürecekse? O kimin cennetiyse de, onu ahirette göreceğiz. Evet. Öyle din sömürücülüğü yapmanın bir âlemi yok. Şey de vardı Ebubekir Sifil’in ayetlere zahir manasını ver… Oradan bir okusana.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Rahman suresinin 39. Ayetinin açıklanmasını istemiş.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Orayı oku istersen.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Diyor ki, Kur’an’daki her kelimeyi zahir anlamıyla almak durumundasınız dedikten sonra Rahman suresinin 39. Ayetine bir meal verir misiniz diye bir soru sormuş.
Katılımcı: … suresinin 88. Ayetine de….
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bir dakika. Rahman suresi?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: 39.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: 54’müydü 55’mi Rahman suresi?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: 55
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: 55. Sure miydi? 39. Ayet. Şimdi okuyalım bakın Rahman suresi 39. Ayeti. Diyor ki Allah-u Teâlâ burada,
(55/ Rahman 39-41)
“Feyevmeizin lâ yus’elu an zembihî insun velâ cânn.”
“O gün herhangi bir insan ya da cin günahından sorulmayacaktır.”
Şunu anlat bakayım neler yaptın diye. Çünkü her şey yazılı zaten. Ama orada kalmıyor. Bakın orada ne diyor Allah-u Teâlâ, bir sonraki… 41.. o arada,
“ Febieyyi âlâi rabbikumâ tukezzibân”dan sonra diyor ki, sebebini anlatıyor. Çünkü bu şahıslarda Kur’an’a bütüncül bakmak diye bir şey yok. Öyle bir nokta arıyorlar, acaba bizim şeyimize uygun bir şey bulabilir miyiz? Noktasal bakıyorlar. Bak diyor ki Allah-u Teâlâ,
“Yuğraful mucrimûne bisîmâhum”
“Günahkarlar simalarından tanınırlar.” Sormaya lüzum yok ki, belli zaten.
“Feyué’hazu binnevâsî vel agdâm.”
“Alınlarından ve ayaklarından tutunurlar.”
Eee. Şimdi cevabı var mıymış Kur’an’ı Kerim’de? Dikkat ediyor musunuz hiçbir sıkıntı çekmeden bütün her şeyin cevabını verebiliyoruz Allah’a hamdolsun. Çünkü Kur’an’ı Kerim Allah’ın kitabı. Bunun başka bir tarifi yok. Böyle bir kitap olmaz yani, sadece Cenab-ı Hakk’ın kitabı olur. Başka insanların böyle bir kitap yazması ihtimal dışı, böyle bir şey asla düşünülemez. Bir şey daha vardı neydi o?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Maide suresinin 109. Ayeti. Sayfa 125.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bir de Maide suresinin 109, sayfa 125. Gerçi o konuda üzerinde çok konuşmak lazım da. Şimdi Maide 109’da ne diyor?
(5/ Maide 109)
“Yevme yecmeullâhur rusul”
“Allah’ın rasulleri bir araya getirdiği gün.”
“feyegûlu mâ zâ ucibtum,”
“Allah-u Teâlâ onlara diyecek ki siz nasıl karşılandınız? İnsanlar size nasıl cevap verdiler? Yaptığınız uyarılara uydular mı?”
“Gâlû lâ ılme lenâ”
“ya Rabbi bizim bu konuda bir bilgimiz yok.”
Zanları var da ama bilgileri yok. Bilgi olması için kesinlik gerekir.
“İnneke ente allâmul ğuyûb”
“çünkü gayıpları çok iyi bilen sensin.” Bu ne demek? Şimdi, iman kişinin neresinde olur?
Katılımcı: Kalbinde.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Kalp nedir?
Katılımcı: Gayb.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Kişinin gaybıdır değil mi? Bir kişinin kalbinde iman olup olmadığını bir rasul bilebilir mi? Sadece davranışlardan tahmin eder o kadar. Yine Allah-u Teâlâ Ahkaf suresinin 9. Ayetinde 46. Sure, Rasulullah SAV’e ne diyor?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Sayfa 502.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: 502. Sayfa evet.
(46/ Ahkaf 9)
“Gul mâ kuntu bid’am miner rusul”
“ De ki ben…. İlk ortaya çıkan rasul ben değilim.”
“ve mâ edrî mâ yuf’alu bî ve lâ bikum,”
“Bana ne yapılacağını bilmem. Size de ne yapılacağını bilmem.”
Şimdi bu Rasulullah’a milleti cennete göndertiyorlar. İşte aşere-i mübeşşere falan diye. Ya ayet, ben bana ne olacağını bilmem, size de bilmem dedikten sonra, sen cennete, sen cennete nasıl der? Ha şu olur. Yaptığı bir fiil için, bak bu fiil seni cennete sokar der ama onun devamını bilmez. Yarın ne olacağını bilmez ki.
İşte Osman bin Maz’un Ra vefat ediyor. Ümmü Âlâ onu evinde barındıran hanım. Rasulullah cenazesine gelince Ümmü Âlâ diyor ki, “Allah’ın sana ikram ettiğinden eminim” diyor. Rasulullah diyor ki, “Nereden biliyorsun Allah’ın ona ikram ettiğini?” “Ya Allah kime ikram eder ya Rasulallah?” diyor. “Bak” diyor, “Ben Osman’la ilgili hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum. Ama ben Allah’ın Rasulu olduğum halde vallahi nasıl karşılanacağımı bilmiyorum” diyor. E şimdi… hani kızını topluyor biliyorsunuz, amcasını, yakınlarını. Benim ahirette size faydam olmaz diyor. Dolayısıyla kimin imanlı öldüğünü hangi rasul bilebilir ki? İşte la ilme lena dediği odur. Ama siz Kur’an’a bütüncül bakmazsanız anlayamazsınız bu ayetleri. Yani gayıpları bilen sensin, biz bilmiyoruz nasıl öldüklerini, nereden bileceğiz, sadece Allah bilir değil mi? Ben şeyde söylüyor ya İsa As, yanlarındayken durumlarını görüyordum ama, ben öldükten sonra şahit sen oldun diyor, ben bilemiyorum ne oldu. Evet. Tamam mı?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Salon içerisinden iki soru var. Onlarla bitirelim hocam. Sorunun biri şöyle. Ahmet Mehmet’i öldürmek istiyor. Allah Ahmet’in imtihan olarak öldüreceğini bilmezse Mehmet’in öldürüleceğini ecelinden biliyor. Mehmet’in öleceğini bilen Allah Ahmet’in öldüreceğini bilmez mi?
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Şimdi onun cevabını vereyim. Kur’an’ı Kerim… ya Al-i İmran, ya Enfal’da var.
(3/ Ali İmran 154)
“Gul lev kuntum fî buyûtikum leberazellezîne kutibe aleyhimul gatlu ilâ medâciıhim,”
“Yani siz evlerinizde de olsaydınız,” Bu Uhud savaşında şehit düşenlerle alakalı ayeti kerime.
“Evlerinizde de olsaydınız ölümü yazılı olanlar öldükleri yere gider orada ölürlerdi. Düşman öldürmezdi ama kendileri ölürdü.”
Al-i İmran olabilir büyük bir ihtimalle. Evet, Al-i İmran olacak. Şimdi ama onlar orada düşman tarafından öldürüldükleri için şehit oldular. Evet. Dolayısıyla bunlar Cenab-ı Hak.. Yani siz Kur’an’ı Kerim’e bütüncül yaklaştığınız zaman hiçbir soru cevapsız kalmaz. Evet.
Katılımcı: Hocam sanırım o soruda ölümü yazılı olanlar doğru fakat öldüren kişinin durumu bilmez mi vardı herhalde.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: İyi. Öldüren kişi günahkâr olur. Öldürme fiilinden dolayı.
Katılımcı: Onu Allah bilmez mi? Diye herhalde soruyor.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: E tamam işte. Yani anlaşılmadı mı yani mesele? O imtihan. Öldürmeyebilirdi son ana kadar. Onun için Allah-u Teala…
Katılımcı: O kişinin imtihanı.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Tabi o kişinin imtihanı. Allah-u Teâlâ şey yapar, öldürecek olan kişiyi son anda uyarır. Yapma! der. Ondan dolayı birçok kimseye bakarsınız ki tetiği çekemez, geri döner. Evet.
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Evet. Bu Al-i İmran suresinin 154. Ayeti.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Evet. Al-i İmran 154. Ayetmiş. Tamam mı? Bitti mi?
Yard. Doç. Dr. Fatih Orum: Bir soru daha var. Bu gündem dışı ama önemli olabilir soran açısından. İnsanlar cemaatle kılınan namazın yirmi yedi kat daha çok sevabı var diye beş vakit namazın hepsi için camiye devam ediyor. Bunun bir dayanağı var mıdır? Demiş.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Şimdi, cami son derece önemli. Rasulullah SAV zamanında kadınlar da camiye gelirlerdi. Erkekler de gelirlerdi. Elbette ki bir farkı vardır. Yirmi yedi kat diye bir hadisi şerif var ama o hadisin sıhhati konusunda benim bilgim yok. Onu Cenab-ı Hak ne kadar verecekse onu kendisi bilir. Yani mümkündür, çünkü kişi evinden çıkıyor gidiyor, namaz için vakit ayırıyor, tekrar geri geliyor. Yani bu ciddi bir emek sarfıdır, bundan dolayı bu mümkündür, olabilir. Zaten bir hadisi şerif daha var. Rasulullah SAV buyuruyor ki, “la salate li carril mescide illa bil mescid” … “Mescide komşu olanın mescidin dışında namazı olmaz” diye de bir hadisi şerif var. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar, ciddi bir özür yoksa namazı camide kılmak gerekir.
Şimdi bizim biliyorsunuz Süleymaniye Vakfında Kur’an Evinde geçen sene dersler verildi. Bu sene de Süleymaniye Vakfı Kur’an Evi Güz Dönemi kursları başlıyor. Hergün Arapça, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri verilecek. Bu internette miydi? Evet. İnternette Kur’an Evi sayfasında böyle bir başvuru formu var. Arzu edenler başvururlar. Birde şey var, adı soyadı telefon numarası e mail adresi, dersler, kurstan beklentileriniz, görüş ve önerileriniz diye bir bölüm var oraya da kendi görüş ve önerilerinizi yazarsınız. İnşallah çok yakında herhalde eylül ayının ortalarında falan belki zannedersem başlar. Eylül ayının ortalarında mı başlayacak? Buraya tarih yazmamışsınız. İnşallah dersler başlayacak. Peki Allah hepinizden razı olsun.