Euzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bugün Cuma suresine başlıyoruz. Allah-u Teâlâ burada şöyle buyuruyor, bu surede; önce her zaman tekrarladığımız gibi Besmele’nin kısa bir anlamını verelim. Böylece belki zihinlere iyice yerleşir. Biliyorsunuz bizde Bemele’ye birkaç şekilde anlam verilir. Rahman ve Rahim olan Allahın adıyla. Tabi yanlış bir tercüme değil. Fakat Rahman da Rahim de Arapça bir kelime, dolayısıyla bir Türkün burada kastedilen manayı tam olarak anlaması mümkün değil.
Esirgeyen, bağışlayan Allahın adıyla diye de tercüme ediliyor. Hiç tercüme edilmeden Bismillâhirrahmânirrahîm şeklinde de söyleniyor. Tabi bunların hepsi olmaz değil. Olabilir ama bize göre manayı tam olarak aksettirmiyor. Yani esirgeyen ve bağışlayan anlamında yapılan tercüme manayı tam aksettirmiyor. Çünkü burada iki kelime var. Rahman ve Rahîm kelimesi. İkisi de aynı kökten. İkisinde de rahmet ve merhamet anlamı var. İkisinde de iyilik ve ikram anlamı var.
Fakat bunlardan Rahman kelimesi insanlar için kullanılmıyor. Sadece Allaha mahsus bir özellik. Rahîm kelimesi insanlar için de kullanılıyor. Kur’an-ı Kerimde mesela Peygamberimiz (s.a.v) ile alakalı olarak “bil mu’minîne raûfun rahîm.” Tevbe suresinin sonlarında. “Müminlere karşı raûf ve rahîmdir” şeklinde şey yapılarak Peygamberimizin özelliği olarak bildirilmiştir (Tevbe 128). Dolayısıyla insanlara da rahîm denir. Ama insanlara Rahman denmez.
Şimdi, merhamet, acıma duygusu güçsüz olan insanlar için söylenir. Güçlü olan kişiye denir ki, eğer acıyorsan, ne yap? Yardım et denir değil mi? Yani o güçsüz olanlar içindir, ah keşke elimde olsa da şunu yapsam bunu yapsam dersiniz ve üzülürsünüz. Öyle değil mi? Ama güçlü olanlar için denir ki, senin üzülmene gerek yok ki, problemini gider.
Allah-u Teâlâ için gideremeyeceği bir problem yok. Dolayısıyla Rahman ve Rahîm kelimeleri Allahla ilgili olduğu zaman anlamı farklı olur, insanlarla ilgili olduğu zaman farklı olur. Allahın merhameti yapacağı iyilik ve ikramıdır. İnsanların merhameti bazen iyilik ve ikram şeklinde olur bazen de üzülme ve acıma şeklinde olur. Çünkü insanın gücü zayıftır. Ama Allahın gücü sonsuzdur.
Rahman kelimesi yalnız Allah-u Teâlâ’ya mahsus bir kelime olduğu için buna verilecek anlam da öyle olmalıdır. Dolaysıyla biz Besmele’yi tercüme ederken Rahman’a İyiliği Sonsuz şeklinde anlam verdik. Çünkü Allahın dışında herkesin iyiliğinin bir sonu vardır. Ama Allahın iyiliğinin sonu yoktur. Şöyle Allah-u Teâlâ’nın bize olan iyiliklerini saymaya kalkın saymak mümkün değildir. Bir saniyelik hayatımızı sürdürebilmek için sayamayacağımız kadar çok nimete ihtiyacımız var. Ve buna her zaman ihtiyacımız var. Onun için Allahın iyiliği sonsuzdur. Sadece bize değil tüm varlıklara Onun iyiliği sonsuzdur.
Rahîm kelimesine de İkramı Bol şeklinde anlam verdik. İkramı bol sözü insanlar için de kullanılabilir değil mi? Yani falan adamın ikramı boldur, sofrası açıktır, iyiliği sever şeklinde kelimeler kullanılabilir. Böylece Besmele’nin anlamı şu şekilde oldu; İyiliği Sonsuz, İkramı Bol Allahın Adıyla.
Evet, bu şekildeki bir anlam Türkiye’de alışılmış bir anlam değil ama zamanla insanlar alışır. Alışılmış olmadığı için de her defasında tekrarlıyoruz anlamı.
“Yusebbihu lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard” “Göklerde ne var yerde ne varsa Allah için tespih ederler.” (Cuma 1). Tespih kelimesinin birçok anlamı vardır. Türkçede tespih dediğimiz zaman aklınıza ne gelir? Tespih denen alet gelir. İşte, Subhanallah, Elhamdulillah, Allahuekber diye zikirler çekilirken sayıları tespit etmek için yapılmış, boncuklardan oluşan bir alet. Yani Allahı zikir manasından alınmıştır. Allahı zikir demek, Allah-u Teâlâ’nın özelliklerini hatırlamak demektir.
Tabi Allahın özellikleri, Allahın isimleri, Allahın sıfatları Onu tanımlayan; Onun yüceliğini, büyüklüğünü, gücünü, kudretini ortaya koyan sıfatlardır. Dolayısıyla Onu o şekilde tanımlamak gerçekten bir tespihtir. Çünkü Allaha layık olmayan sıfatları reddediyorsunuz, Allaha layık olan sıfatları da teker teker sayıyorsunuz. Bunun adı tespihtir. Bu yanlış değil.
Tespihin bir başka anlamı Allaha boyun eğmektir, kulluk etmektir, yani ibadet yapmaktır. “Göklerde ne var yerde ne varsa her şey Allaha boyun eğer.” Tüm kâinatta geçerli olan Allahın kanunlarıdır. Zaten Allahın dini de odur. Yani Allahın dini Allahın tüm kâinatta geçerli olan kanunlarıdır. O kanunların bizim hayatımıza yansıyan tarafına Allahın dini diyoruz. Cenab-ı Hak kendi dinini şöyle tanımlıyor: “Yüzünü dosdoğru bu dine çevir. Allahın fıtratına. Öyle ki insanları ona göre yaratmıştır” (Rûm 30).
Allahın fıtratı demek, yaratılış, gelişim, değişim kanun ve kuralları. Yaratılıştaki kanunlar, gelişmedeki kanunlar, değişmedeki kanunlar; bütün bunlar Allahın fıtratını oluşturuyor. İnsanları da ona göre yaratmıştır Allah. Gökleri ve yeri yarattığı gibi insanları da ona göre yaratmıştır. Tam bir bütünlük vardır. “Allahın yarattığının yerine geçebilecek hiçbir şey yoktur.” Ya da “Allahın halkının yerine geçebilecek hiçbir şey yoktur.” (Rûm 30).
Şimdi, Allahın yaratması, yaratma kanunu, fıtrat dindir. Bu fıtrat bütün kâinatta geçerli olan kanundur. Fizikçiler o kanunları araştırır, kimyacılar o kanunları araştırır, gök bilimciler o kanunları araştırır. Bütün bilim adamları o kanunları araştırır. Onu buldu mu kendisini çok başarılı kabul eder. O zaman bütün ilmi çalışmalar Allahın fıtratta koyduğu kanunları ortaya çıkarmak içindir.
İşte o fıtratta bulunan kanunların sosyal hayata yansıyan kısmı Allahın dinidir. Mesela şimdi gözümüz çalışıyor; göz, kulak, kan dolaşımı, sinir, sindirim sistemi, vücudumuzdaki bütün hücreler; bunların tamamının çalışmasına konunun uzmanları ne diyor? Nasıl buluyorlar onu, çalışmayı? Mükemmel diyorlar değil mi? Hayran kalıyorlar oradaki o düzene, o sisteme. Muhteşem bir şey diyorlar. Okudukça, araştırdıkça hayran kalıyorlar.
İşte, vücudun içyapısında… Bir de şöyle sorayım; kalbimizin çalışmasıyla ilgili, kan dolaşımımızla ilgili kararı biz verecek olsaydık ne olurdu? Çoğumuz kısa sürede ölür giderdik. Allah onu bize bırakmamış. Bütün o vücudumuzun içerisindeki bütün kanunlar kendiliğinden işliyor. Ve onlara mükemmel kanunlar diyoruz ki gerçekten öyle. Onun mükemmelliği konusunda bütün kâinat görüş birliği halinde. Bütün ilim adamları bu konuda hayranlıklarını söylüyorlar. İşte o hayran olduğunuz kuralların sosyal hayatla ilgili kısmı da İslam dinini oluşturur. O zaman, üzerinde düşündüğünüz zaman buna da hayran olmamanız mümkün değil.
Şimdi, vücudun her hangi bir yerinde bir arıza oluyor, doktorlar müdahale ediyor; işte ya bypass yapıyorlar ya da bir takım şeyler koyuyorlar, yabancı maddeler koyuyorlar. Mesela işte çiviler çakıyorlar şeylere kemiklere falan. Bir takım şeyler yapıyorlar. Aslı kadar güzel olur mu onlar? Hiç mümkün değil. Bir de çok başarılı olmaları lazım. İşte İslam dini üzerinde bir ilim adamı ne kadar başarılı olursa olsun ortaya koyduğu görüşler o kalçaya çakılan platinler gibi olur.
Onun için İslam dinini Kur’an ve Sünnet bağlamında insanlara anlatabilirsek, aklı başında olup da ona hayran kalmayacak bir tek insan yeryüzünde bulunamaz. Hesabına gelmediği için karşı çıkabilir ama evine gittiği zaman o mükemmelliği içinden tekrarlar durur. İşte İslam kâinatta geçerli olan kuralların sosyal hayattaki devamıdır.
Dolayısıyla siz kendinizden bir deneme yapın, Allahın emrettiğine uygun hareket ettiğiniz zaman vücudunuzun tüm hücrelerinin rahat ettiğini hissedeceksiniz. Huzur bulacaksınız, ruhunuz rahat edecek ve mutlu olacaksınız. Ama kurala aykırı hareket ederseniz, mesela terli terli sokağa çıktınız ve rüzgâra vücudunuzu kaptırdınız terli terli, ne olur? Hastalanırsınız. İşte İslam’ın kurallarına aykırı olan her türlü davranış da kişiyi manevi olarak hastalandırır. Mutsuzluk başlar, huzursuzluk başlar. Bu defa huzuru tevbe edip Allahın dinine döneceğine günahları arttırmakta arar insanlar. Her günaha daldıkça huzursuzluğu daha da artar.
Dolayısıyla Allahın dinine uyduğunuz zaman çevreyle de uyumlu yaşarsanız, kendi içinizde de uyumlu yaşarsınız, bütün insanlıkla uyumlu yaşarsınız ve herkes sizden yararlanır. Allahın dinine aykırı davrandığınız zaman ilk faturayı vücudunuz öder. Huzursuzluk olarak, rahatsızlık olarak öder. Sonra da sürekli ödemeye devam eder. Ve bu ahirette de devam eder daha kötüsü.
Onun için bir ayeti kerimede Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkana…” Yani Allahın huzurunda ben ne yapacağım diye endişe çekene “… iki tane cennet vardır.” (Rahmân 46). Hani Allahtan korkarak hareketlerini ayarlayan insanlara iki cennet vardır. Bunlardan birisi bu dünyanın cenneti, birisi de ahiretin cenneti. Yani dünya hayatı da o zaman size cennet gibi olur; huzurlu olursunuz, mutlu olursunuz. Zengin olmayabilirsiniz o ayrı bir konu. Çünkü huzurlu olmakla zengin olmak arasında birebir denge yoktur.
İşte bu ayeti kerimede Cenab-ı Hak buyuruyor: “Göklerde ne var yerde ne varsa bunların tamamı Allaha boyun eğer.” (Cuma 1). Allahın koyduğu kurallara göre davranır. Allahın koyduğu kurallardan bir tanesi de insanların irade hürriyeti içerisinde olmasıdır. Allah insanlara irade hürriyeti vermiştir. Bu irade hürriyeti sebebiyle insanlar öyle iyi şeyler yapabiliyorlar ki insanlığı mutlu ediyorlar.
İşte insanlar burada hoparlörü yapmışlar, şuradaki elektrikleri yapmışlar, interneti yapmışlar, işte kameraları yapmışlar, bakın sandalyeler masalar yapılmış, şu güzel bina yapılmış, her birinizin giydiği değişik değişik elbiseler var, akşam gideceğiniz eviniz var, eve giderken bindiğiniz vasıtalar var ve üzerinde yürüdüğünüz yollar var. Bunlar insanların kanuna uydukları zaman yaptıkları güzellikler. Medeniyet… İnsandan başka medeniyet kuran başka bir varlık yok.
Ama aynı insan aşırı davranınca işte bugünlerde Gebze’de göründüğü gibi çevre kirliliği, zehir, pis atıklar ya da sokaklarda görülen ahlaksızlıklar ya da okul kapılarında görülen çocuklar arasında birbirlerine karşı yanlış davranışlar, baba ile evlat, ana ile evlat ya da ana baba, birbirlerine düşman olan aileler falan hepsi ortaya çıkıyor.
Bunların tamamı Allahın verdiği irade hürriyetinin iyi ya da kötü kullanılmasının sonucudur. Bu Allahın koyduğu bir kural. Allahın koyduğu bir başka kural daha var. gökler ve yer Allahın kuralına göre davranıyor. Siz ne yaparsanız yapın nehirler gene akmaya devam ediyor, denizler gene balık üretmeye devam ediyor her ne kadar azalsa da, güneş gene doğuyor, yıldızlar gene parlıyor, vücudumuzun iç kısmı gene bize bağlı olmayarak çalışmasına devam ediyor.
İşte bütün bunlar göklerde ve yerde olan her şeyin Allahı tespih ettiğinin bir başka ifadesi. Yani her şey Allahın koyduğu kurala göre işler. Her şey Ona uyar. Bir insanın Allaha isyan etmesi de Allahın koyduğu kurala göredir. Çünkü Allah ona isyan etme hürriyeti vermeseydi isyan edemezdi. Bir kimsenin Allaha itaat etmesi de Allahın koyduğu kurala göredir. Çünkü Allah ona doğruyu bulma kabiliyeti vermeseydi bulamazdı.
“el melik” “Melik Odur.” Kral O. Yani tüm kâinatın yönetiminin başında olan Allah-u Teâlâ’dır. “el kuddûs” “Manevi kirlerden arındıran da Odur.” Her şeyi arı, duru, tertemiz halde yaratan Odur. “el azîz” “Güçlüdür O.” Başaramayacağı hiçbir şey yoktur, hiçbir işi de yarım bırakmaz. “el hakîm” Ama “Hakîmdir, bütün kararları ve uygulamaları yerli yerindedir.” (Cuma 1). Yersiz olan hiçbir kararı, sözü ve uygulaması yoktur.
“Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum” “Şu ümmiler içerisinde içlerinden bir elçi gönderen Odur.” Şimdi, ümmi ne demek biliyor musunuz? Üm kelimesinin manasını biliyor musunuz? Ana demek. Ümmi de anaya mensup manasına, yani anasından doğmuş, öyle özel bir eğitim görmemiş. Hah, öyle kalmış. Yani mektep medrese görmemiş. E her insan gibi o da anasından, çevresinden, sokaktan, başka yerlerden birçok şeyler öğrenmiş. Ama oturup da bir eğitimden geçmemiş. Okuma yazması yok.
Mesela Mekke’de bir ilkokul olduğuna dair hiçbir kayıt ben bugüne kadar rastlamadım. Sen rastladın mı Enes Hoca? Rastlayanınız var mı? Yok. Yoktur çünkü. Ama Medine’de Yahudilerin eğitim kurumları vardı. Adı neydi hatırlayanınız var mı? Evet Beytül Midras. Beytül Midras. Hâlâ o kelimeyi kullanıyorlar. Değil mi? O kelimeyi hâlâ kullanıyorlar. Midraş mı diyorlar bir şey diyorlar? Telaffuzu farklı ama o kelimeyi kullanıyorlar.
Zaten Ehli Kitap da Mekkelilere aynı kelimeyi söylüyor, ümmi diyor. Ma lena fil ümmiyyine sebil, öyle miydi ayeti kerime? Yoksa ve ma aleyna mıydı? Ma lena fil ümmiyyine sebil.
Yahya Şenol: “kâlû leyse aleynâ fîl”
Ha leyse, kâlû leyse aleynâ fîl ummiyyîne min sebîl. Nerede, hangi ayette? Hatırlıyor musun?
Yahya Şenol: Âli İmrân 75.
Âli İmrân 75… 75 Âli İmrân. “Ve min ehlil kitâbi men in te’menhu bi kıntârin yueddihî ileyk” “Ehli Kitaptan öyleleri var ki, ona bir kantar dolusu altın versen sana tastamam iade eder.” Yani böyle güvenebilirsin. Yahudi ve Hıristiyanlardan öyle insanlar vardır ki, kantar dolusu altın teslim etsen sana onu tastamam geri verir. “ve minhum men in te’menhu bi dînârin lâ yueddihî ileyk” “Ama içlerinde öyleleri vardır ki, bir dinar versen…” Bir dinar 4,35 gram ağırlığında altın para. “… onu sana geri vermez.” “illâ mâ dumte aleyhi kâimâ” “Tepesine dikilip durursan o başka.” Tepesine dikilir durursun, senden kurtulmak için çıkarıp verebilir. Yoksa gönlüyle vermez. Böyleleri de var.
“zâlike bi ennehum kâlû” “Bunun sebebi şu, derler ki” “leyse aleynâ fîl ummiyyîne sebîl” “Bu ümmiler hakkında…” Ümmi dedikleri işte Mekkeliler. Okuma yazma bilmeyen insanlar ya. “… Bunlarla ilgili bizim üstümüze düşen bir görev yok.” Yani bunlara karşı bir sorumluluğumuz yok. Onları adam yerine koymuyorlar. “ve yekûlûne alâllâhil kezibe ve hum ya’lemûn” “Bile bile Allaha karşı yalan söylüyorlar.”
Yani şimdi bugün mesela Yahudiler bütün insanlığı kendi köleleri gibi kabul ederler biliyorsunuz. İşte bu da Allaha karşı yalan söylemektir. Şimdi burada asıl konu şu; bunlar, Yahudiler de Mekkelilere ümmi diyorlar. İşte Allah bu ümmiler içerisinde bir peygamber çıkardı.
Yahya Şenol: (anlaşılmıyor)
Ona da geleceğiz. Onu da okuyacağız inşallah. Bakarada da var. “Ve minhum ummiyyûne lâ ya’lemûnel kitâb” (Bakara 78).
“Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûla” “Ümmiler içerisinde bir resul gönderen Odur.” (Cuma 2). Şimdi, bugün de dikkat ederseniz eğitimli insanlar eğitimsizleri pek beğenmezler. Ne derler? Cahil cühela. Ya olmaz falan. Şimdi, bizim bu vakıftaki çalışmada dikkat ederseniz eğitimli eğitimsiz ayırımı gözetmiyoruz. Böyle bir şey var mı? Var mı? Tabi yok diyeceksiniz ben öyle sorduğuma göre. Beni yalanlayacak haliniz yok ya. (gülüşmeler).
Bir katılımcı: Hocam ama konuyu bilmeden tartışmaya girerse mesela?
Haddini bilmiyorsa âlim de olsa bir şey ifade etmez.
Katılımcı: Hayır, işte o cahil dediğiniz…
Yok, haddini bilmeyen başka bir konudur cahil başka bir konudur. İkisi birbirinden farklıdır. Haddini bilmemek ayrı bir konudur cahillik ayrı bir konu. Cahil de olsa adam haddini bilebilir. Nerede oturup nerede kalkacağını bilebilir. O ayrı bir konudur.
Bir katılımcı: Girmek için vizemiz yok. Onun için sınırsızlığı gösteriyor.
Peki, sağ ol teşekkür ederim. Bak beni destekledi, çünkü eski talebelerimdendir.
Şimdi, biz burada çalışma yaparken bir ayırım yapmıyoruz. Bu ayırım yapmamanın da çok büyük faydasını görüyoruz. Nedir o? Şimdi, Allah-u Teâlâ… Hani meseleyi izah ediyorsunuz, karşınızdaki de Allahın yarattığı bir insan; eğitim görmemiş olması bazen artı değer getiriyor. Faydalı oluyor. Neden faydalı oluyor? Çünkü eğitim gören bir konuda şartlanmış oluyor. Onu şartlanmışlığından kurtarmak çok zor. Ama eğitim görmemiş olan uluorta konuşuyor. Onun uluorta konuşması ufuk açıcı oluyor. Ufkunuzu açıyor.
Şimdi, birçokları ben bunları anlatırken bir türlü akılları yatmıyor, olmaz öyle şey diyorlar. Öyle cahil cühelayla olur mu? İşte şu seviyede bu seviyede ilim adamı olacak. Ben de diyorum yaptığımız çalışmaların sonuçlarını görüyorsunuz. Olup olmadığını sonuçlara bakarak karar verin. Yok, onları sen öyle yapmıyorsundur diyorlar. Öyleyse bizim bir çalışmamızın içerisine gelin biracık dinleyin o zaman görürsünüz.
İşte şimdi, Allah-u Teâlâ insanların ümmi dediği kişiler içerisinden bir peygamber çıkarıyor. Ve bu peygamber Medine’ye vardıktan dört sene sonra kendilerini âlim kabul eden, o burunları büyük Yahudilerin tamamını Medine’den sürüp çıkarıyor. Beşinci sene hiç kimse kalmıyor. En son Hendek Savaşı’ndan sonra çıkarıyor. Hiç kimse kalmıyor. Siz misiniz burnu büyükler, hadi bakalım!..
Bu arada şunu kafamıza iyice koyalım, İslam dinini Peygamber (s.a.v) olabilecek en kötü şartlar içerisinde tebliğ etmiştir. Olabilecek en kötü şartlar. Mekke’de de öyle Medine’de de öyle. Öyle olunca da bizim için bir bahane kalmıyor. Bir tek yapacağımız şey var Peygamberimizi takip etmek. Yani içinde bulunacağımız şartların hiçbirisi Peygamberimizin bulunduğu şartlar kadar kötü olmaz. O zaman yanlış bir şey yapmamaya, Peygamber efendimizin yolundan dikkatle gitmeye çalışmalıyız.
İşte o ümmiler Mekke’den Medine’ye hicret ettiler. Hicretten bir buçuk sene sonra, geçen hafta anlatmıştık, hicretten bir buçuk sene sonra Mekkelileri savaşta yendiler. Hâlbuki şimdi biz Medine’de Peygamber efendimiz Medine’nin hâkimi oldu falan diyoruz, doğru gerçi. Gerçekten hâkim olmuştur ama kimse onu hâkim falan seçmiş değildir. Gel seni başımıza geçirelim Medine’nin lideri ol falan değil. O sadece orada tespit ettiği idari boşluğu çok güzel değerlendirerek fiili bir durum meydana getirmiştir. O kadar. Yaptığı o.
Onun o fiili durumu Hudeybiye’de hukuki bir şekle girmiştir. Çünkü bir siyasi belgeye imza atmıştır ilk defa Hudeybiye’de. Allah-u Teâlâ da onu bir fetih olarak vasıflandırmıştır. “Açık bir fetih ile senin önünü açtık.” (Fetih 1). Sonra işler müthiş bir şekilde yürüyüp gitmiştir.
Şimdi, bu ümmi kelimesi Ehli Kitap için de kullanılır Kur’an-ı Kerimde. Yani ümmi sadece şey için… Çünkü ümmilik her toplumda olabilir. Okuma yazma bilmeyen manasına. Yahudiler arasında da var. Ama Yahudilerden kime ümmi deniyor bu çok önemli. Okuma yazma bilmeyene değil. Şimdi bakacağız.
Mehmet Bey: Anlamadan okuyana ümmi deniyor.
Ha, güzel, sen okumuşsun bak bunu biliyorsun. Anlamadan okuyana ümmi deniyor evet.
Mehmet Bey: Manasını bil…
Tamam. Şimdi Bakara kaçıncı ayetti? Bakara 78. Şey burada değil, değil mi? Müfredat burada değil. Tamam. Neyse, bu konu bizim internet sitemizde olması lazım. Sen oradan mı okudun Mehmet Bey?
Mehmet Bey: Ben burada derslerden.
Derslerden, ha maşallah. Zaten eskiden beri gelenlerin yanında konuştuk mu hep tekrar oluyor onlar için. Evet tabi bu şey kolay. Hemen okuryazar olmayan demiş ama okuryazar olmayan olur mu? Bak şimdi. Şimdi ayetin içerisinden o mananın yanlış olduğu ortaya çıkacak. O kadar kolay mealcilik yapıyorlar ki.
Şimdi, bize diyorlar ki, Hocam bir Kur’an-ı Kerim meali hazırlasanıza. Hay hay! E iki buçuk sene uğraştık bir Bakara suresini ancak yapabildik. O da içimize tam sinmiş değil. Kaç senedir uğraşıyoruz Mâide’ye geldik? Eh beşinci sene hah. Kardeşim adam altı ayda Kur’an-ı Kerimin mealini yapıyor. Yapınca bu kadar olur tabi, daha fazla olmaz. Ama bizim yaptığımız yeterli mi? Kesinlikle değil. Yani samimiyetle söylüyorum, ben şahsen bir adamın ömrünün bir Bakara suresine yeteceğine inanmıyorum; gerçek manada kavramak isterseniz.
Yani muhteşem bir şey çünkü. Kur’an-ı Kerim öyle bir şey ki… Şöyle bakın, bir hücreyi araştırmakla geçen ömürler var değil mi? Ama o hücreden neler çıkarıyorlar neler. Bir dünya keşfediyorlar o hücrenin içerisinde değil mi? Yani araştırma yapanlar. Kur’an-ı Kerim de öyledir. Yani hangi ayetin üzerinde derinleşirseniz muhteşem şeyler keşfedersiniz.
“Ve minhum ummiyyûn” “O Ehli Kitap içinde…”, yani Yahudi ve Hıristiyanlar arasında “… ümmiler vardır.” “lâ ya’lemûnel kitâb” “Onlar Kitap’ı bilmezler.” Neyi bilirler ya? “illâ emâniyye” “Sadece onların bildikleri kuruntulardır.” (Bakara 78). Yani Kitap’ı okumazlar değil. Okumak ile bilmek arasında fark vardır. Bugün Türkiye’de Kur’an-ı Kerim okuyan çok sayıda insan var. Hafızlar var. Onların içerisinde Kur’anı bilenler ne kadar?
(Yahya Şenol’a hitaben) Tamam mı öyle okuma yazma değil burası. “lâ ya’lemûn”, ilim. “O Kitap konusunda ilim sahibi değillerdir.” Okuma yazma başka bir şeydir bilmek başka bir şeydir. Ha, okuma yazma bilmenin çok önemli bir aletidir de, okuma yazma olmadan da bilebilirsiniz. Birisi size bir şey anlatır.
Onların bildikleri nedir? “illâ emâniyye” “Bir takım kuruntulardır.” Yani Kitap’ı anlamadan okumaktır. Tevrat’ı İncil’i anlamadan okuyor. Niye emâni deniyor, kuruntu deniyor? Çünkü anlamadan okuduğu için de bir takım sevaplar bekliyor. Ondan dolayı öyle kuruntusu var. Yani hüsnü kuruntusu var. Sevaplar bekliyor.
E bizde de öyle değil mi? İşte her Perşembe akşamı bir Yasin okuyacaksın, bilmem sabahları Tebareke okuyacaksın, şu kadar zaman da bir hatmedeceksin. Güzel, niye? Efendim her kelimesine Cenab-ı Hak on sevap verecek diye hadisi şerif var. Doğru. Doğru da, anlamadan okuyana mı verecek? Anlamadan okuyana mı verecek? Anla bakalım. İşte bir takım kuruntular ve beklentiler. İşte Allah onlara ümmi diyor.
“ve in hum illâ yezunnûn.” “Onlar sadece tahmin yürütürler” başka bir şey yapamazlar. (Bakara 78).
“Fe veylun lillezîne yektubûnel kitâbe bi eydîhim” “Şunlara yazıklar olsun, kendi elleriyle kitap yazarlar.” Kendi elleriyle yazarlar şöyle. “summe yekûlûne hâzâ min indillâh” “Derler ki bu kitap Allahtan.” Bana yazdırıldı derler. (Bakara 79).
Bir katılımcı: Aynı kaynaktan.
Bir katılımcı: (anlaşılmıyor.)
Bu ayet her zaman için geçerli. Niçin böyle söylerler? “li yeşterû bihî semenen kalîlâ” “Bunun karşılığında küçük bir karşılık alsınlar diye.” Yani bundan dolayı para da kazanabilirler, itibar da kazanabilirler, saygı da görebilirler. Ama bunların hepsi azdır, çünkü dünya hayatı ile sınırlıdır. Öldüğünüz zaman elde bir şey yok. “fe veylun lehum mimmâ ketebet eydîhim” “Yazdıklarından dolayı yazıklar olsun onlara.” “ve veylun lehum mimmâ yeksibûn.” “Kazandıklarından dolayı yazıklar olsun onlara.” (Bakara 79).
Evet şimdi, demek ki Ehli Kitap arasında da ümmiler var. Şimdi, bugün bir de şurasını da kafamıza koymamız lazım, yeryüzünde her insan âlimdir. Aynı şekilde her insan cahildir. İkisi de doğrudur. Çünkü, her insan âlimdir, bildikleri konular farklıdır; biri şu işi bilir, biri bunu, biri bunu, biri bunu, herkesin kendine göre bildiği bir iş vardır; her insan cahildir, en büyük âlimin bile hiç bilmediği konular vardır. Herkes bildiği konunun âlimi bilmediği konunun cahilidir. Ama din konusunda herkesin mutlaka bilmesi gereken şeyler vardır. Çünkü hayatımızı düzenlemek, ahiretimiz için azık hazırlamak için böyle yapılacak.
Bu hafta bir delikanlı bir soru sormuş. O soru üzerine ben de biraz düşündüm. Her zaman burada konuşuyoruz ama düşününce daha çok etki etti. İzmir’den bir delikanlı sormuş. Diyor ki, işte bir kızla nişanlandım diyor. Düğünümüze otuz üç gün mü kaldı… Öyle diyor değil mi? Otuz üç gün kala bir trafik kazasında nişanlısı ölmüş. Yedi ay falan olmuş. Yedi aydır ölümden başka hiçbir şey düşünmüyorum diyor. Çok seviyormuş demek ki. Yani dinimize aykırı olmayacak şekilde nasıl ölebilirim diye soruyor. Niye öyle diyor? Nişanlısına kavuşmak için.
Yirmi dört yaşında olduğunu yazmış oraya. Ben dedim ki, sen bugünden itibaren elli sene daha yaşasan toplam on sekiz bin gün eder. Öyle ediyor değil mi? Bir senede üç yüz altmış gün var. On sekiz bin gün ediyor işte. Yuvarlak hesap. Şimdi, nişanlınla evli olduğunu düşün dedim. Bu on sekiz bin günden bir tek gün onun isteklerini yerine getirmek için ondan ayrı kaldığını hesap et. Bu senin için bir ayrılık olmaz değil mi? On sekiz bin gün berabersiniz, bir gün nişanlının arzularını ya da eşinin diyelim hadi evlenmişsin, arzularını yerine getirmek için bir gün ayrı kalmışsın. On sekiz bin günde bir gün.
Peki, şimdi ahireti bir hesap et. Ahiret on sekiz milyar gün değil, değil mi? On sekiz trilyon da değil, katrilyon da değil. Artık ne kadar kelime biliyorsanız söyleyin. Katrilyondan yukarısı var mı? Yok yani neyse, kentilyon bir şey derler galiba değil mi? Neyse, şimdi o kadar katrilyon gün bile ahretin yanında sıfır. Ama düşün ki on sekiz katrilyon günde bir gün, işte dünyayı bir gün kabul et öbür tarafı da on sekiz katrilyon gün kabul et; işte on sekiz katrilyon günde bir gün eşinden ayrı kalmışsın. O gün bu dünya hayatıdır. Kaldı ki o kadar etmez de, öyle kabul et.
Şimdi bu bir günü eşini daha çok mutlu etmek için tümüyle çalışmayla geçirmeye değmez mi? E değer, tamam. İşte bu dünya hayatı, sen dua et Cenab-ı Hak sana daha çok ömür versin daha iyi yaşa. Çünkü öldüğün andan itibaren kazanma imkânı bitiyor. Kazanma yeri burası. Dolayısıyla ona yas tutmayı bırak, farz et ki bir günlüğüne ondan ayrılmışsın. Onu mutlu etmek için ne yapman gerekiyor? Allahı razı etmen gerekiyor. Çünkü cennete gitmen lazım, onun da cennete gitmesi lazım ki birleşesiniz. Cehenneme gittin mi mümkün değil. O zaman geceni gündüzüne kat, tevbeni yap, bu dünyada en başarılı bir Müslüman olmaya çalış diye gönderdim.
Ben ona nasihat verirken kendime nasihat vermiş oldum. Kendi kendime Allah Allah dedim ya şuraya bak. Gerçekten şey yapmak gerekiyor. Hayattan ibret almak lazım ve şu yaşadığımız günlerin kıymetini çok iyi bilmemiz lazım. Çünkü bunlar… İşte ne yapacaksak burada yapacağız. Dünya bizim için tarif edilemeyecek kadar önemli bir yerdir. Çünkü ne kazanacaksak burada kazanacağız. Sevdiklerimizden ayrı kalmamız ahiretle kıyaslandığı zaman hiç dikkate alınmayacak kadar azdır. O zaman ebedi hayatta daha mutlu olabilmek için bu dünyamızda daha iyi Müslüman olmaya çalışmamız lazım. Her türlü sıkıntıya göğüs germemiz lazım.
Şimdi, adam tutuyor gurbete gidiyor, çok af edersiniz tuvalet temizliyor değil mi? Niye? Çoluğuna çocuğuna bir şey getirsin diye. E tamam. Yani Allah senden onu da istemiyor. Allah için bu dünyada ne yapabilirsen yap ahrette mutlu olabilmek için. Çünkü orası sonsuz bir hayat.
Evet, “Allah ümmiler içerisinde bir elçi gönderdi kendilerinden. Onlara Allahın ayetlerini okuyor, onları geliştiriyor…” (Cuma 2). Geliştiren Allahın ayetleridir. Allahın ayetlerinin sizi ne kadar güçlü hale getirdiğini görmüyor musunuz? Ne kadar güçlü olduğunuzu görmüyor musunuz? İşte ayetleriyle geliştirmiş Allah. Tıpkı şey gibi, bir ekin tarlasının gelişmesi gibi. Ayetlerle geliştiriyor Allah o insanları.
Ve yuallimuhu… O Peygamber ayetlerle geliştiriyor. “ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh” “Onlara Kitap’ı ve hikmeti öğretiyor.” Kur’anı öğretiyor ve doğru görüşleri, doğru sözleri öğretiyor. “ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn.” “Her ne kadar bundan önce apaçık yanlış yolda olmuş olsalar bile.” (Cuma 2).
O zaman bizim için de… Efendim benim hiç eğitimim yoktur, ben okuma yazma bilmem demeye kimsenin hakkı yok. Sizin… Hiç eğitimim yoktur diyenler adını yazmasını bilirler. Değil mi? Mekkelilerin çoğusu onu da bilmiyordu. Öyleyse siz Allahın kitabını öğrenmeye kalkışın, çalışın; göreceksiniz o sizi müthiş bir şekilde geliştirecek, müthiş gelişmeleri yaşayacaksınız.
Namazdan sonra devam etmek üzere… Ezan okundu mu? Okunmadı. Kaçta okunacak? Üç dakika mı var? Üç dakikaysa ancak şey yaparız. Yoksa bir ayet daha mı yapalım? Bir ayet daha yapalım.
Şimdi, Peygamber diyor bunları tezkiye ediyor, bunlara kitabı ve hikmeti öğretiyor. “Ve âharîne minhum” “Bunlardan sonra gelenlere de.” “lemmâ yelhakû bi him” “Henüz bunlar onlara kavuşmadılar.” İşte onlar biziz. O Peygamberin tebliği bize de geldi. “ve huvel azîzul hakîm” “Allah azîzdir ve hakîmdir.” Yani çok güçlüdür, doğru karar verir. (Cuma 3). İşte biz de Kur’an-ı Kerime göre kendimizi geliştirir yetiştirirsek çok güzel bir noktaya geliriz. Çok gelişiriz, çok yetişiriz, çok güçlü hale geliriz ve bilgili hale geliriz.
Şimdi, bir arkadaşımız bir yarım saat kadar önce vakıfta konuşuyor; şimdi, buradan bir grubun içerisine girdiğini, Kur’an ayetleriyle herkese laf yetiştirebildiğini ve muhataplarını susturduğunu söylüyor. Ha işte buyur. Bunu her zaman hepinizden duyuyoruz. Çünkü Kur’an ayetlerini okuduğunuz zaman önce kendinize güveniyorsunuz. Yolunuzun doğru olduğunu biliyorsunuz. O güvenle muhataplarınıza rahat bir şekilde konuşabiliyorsunuz.
“Zâlike fadlullâhi yû’tîhi men yeşâ” “Bu Allahın bir ikramıdır.” Yani Allahın kitabı Allahın ikramıdır. Onu istediğine verir. Bu Kur’an-ı Kerim yeryüzünde herkesin elinde yok. o zaman bunun kıymetini bilelim. Bunu çok iyi anlamaya çalışalım. Bu bizi çok güçlü hale getirir. Her bakımdan güçlü hale getirir. “vallâhu zûl fadlil azîm” “Allah büyük bir ikram sahibidir.” (Cuma 4).
Bismillâhirrahmânirrahîm. Dersimizin ikinci bölümüne başlıyoruz.
“Meselullezîne hummilût tevrâte summe lem yahmilûhâ ke meselil hımâri yahmilu esfârâ” “Üzerlerine Tevrat yüklenmiş kişiler ama o yükü kendileri üstlenmemiş olanlar, bunlar kitap taşıyan eşek gibidirler.” (Cuma 5).
“Meselullezîne hummilût tevrât” “Kendilerine Tevrat yükletilmiş.” Yani birisi onların üzerine Tevrat’ı yüklemiş. İşte bizde olduğu gibi çocuk yaşta anası babası neyse göndermiş, oğlum hafız ol demiş, hafız olmuş. Arapça oku demiş, Arapça okumuş. İşte dini derslerini okumuş, zeki, başarmış falan, işte belli bir noktaya gelmiş. Kur’an bilgisi var. Kendisine yüklenmiş bu. Kendi iradesi olmadan o bilgi onun üzerine yükletilmiş. Fakat kendi bunu üstüne almıyor. Ne demek? Kendisi öğrendiği bilgilere göre davranmak istemiyor. Bunlar neye benzer? Kitap yüklü eşeğe benzer diyor. Bunu Allah-u Teâlâ söylüyor.
Tekrar okuyalım, “Meselullezîne hummilû” “Yükletildiler.” Yani kendileri yüklenmemiş, başkası yüklemiş onun üzerine. Şimdi eşeği düşünün, eşek kendi sırtına yük vurur mu? Birisi, başkası vurur o yükü. “summe lem yahmilûhâ” “Ama onu kendi arzu…” Bu eşek değil insan tabi. İnsan olduğu için kendi arzusuyla Allahın kitabını üstlenir. Bunlar “ke meselil hımâri” “Eşek gibidirler.” “yahmilu esfâren” “Kitaplar taşıyan” eşek gibidirler. Yani onun üzerindeki o bilgiler ona yüktür. Ona uymadığı için ona yüktür.
“bi’se meselul kavmillezîne kezzebû bi âyâtillâh” “Allahın ayetleri karşısında yalana sapanların örneği ne kadar kötüdür.” Bak kendileri hayvana benzetiliyorlar. Allahın ayetleri karşısında yalana sapıyorlar. İşte bu Tevrat’ı bilenlerin yapması gereken Tevrat’a uymak ve Tevrat’ın emri gereği Kur’an-ı Kerime uyup Müslüman olmaktır.
Mustafa Bey: Bizim için geçerli mi Hocam şu an için? Müslümanlar için geçerli mi bu?
Müslümanlar için de bu bir örnektir. Şimdi geçen de seninle gittiğimiz bir konferans vardı biliyorsun. Bu Cumartesi günüydü değil mi? Bugün dördüncü gün. Bağcılar’a gittik. Bağcılar Müftülüğü’nün düzenlediği bir konferanstı. Müftülük gereken tedbirleri almış. Bütün din görevlilerinin katılmasını sağlamak için hepsinden imza almış girişte. İmzalı bir şekilde oradan gelip tamamı konferansı dinlemiş oldu. Bu tabi Müftülüğün dikkati. Teşekküre değer bir davranış.
Sonra halktan da gelenler oldu. Belki yarı yarıya din görevlisi ve halk. E salonu dolduranların çoğunluğu din görevlisi olunca seviye de oldukça yüksekti tabi. Orada sohbetler yaptık. Sohbetten sonra işte Mustafa Bey’in etrafını sardılar. Kitapları bitti, tekrar arabadan kitap getirtti falan. Sonra biz ayrıldık. Mustafa Bey eşiyle beraber gelmişti. Hüdaverdi de vardı beraberinde. Neyse, biz ayrıldık tabi oradan gittik.
Şimdi, giderken arabada bir imam bana diyor ki, Hocam diyor ben diyor açık konuşmayı severim. İyi buyur dedim açık konuş. Diyorlar ki, Abdülaziz Bayındır bu kitapları profesör olmak için yazdı. E peki dedim, en son kitabı profesör olduktan sonra yazdım, ona ne diyecekler? (gülüşmeler) “Aracılık ve Şirk” kitabını da profesör olduktan sonra yazdım.
Ondan sonra dedi ki, ya Hocam dedi sen de çok sert giriyorsun dedi. Biraz yumuşak, alıştıra alıştıra falan olmaz mı dedi. Yani her şeyi hemen söylemek mi gerekir? Zamanla her şey… Böyle bir zamana yaysaydın. Dedim, ben de senin gibi yapmayı çok isterim dedim. Yani dediğin gibi yapmayı çok isterim de, benim onu yapmamı engelleyen ayetler var. Hangi ayetler onlar?
Şu şeyin, Bakara suresinin yüz kaçıncı ayetiydi?
Bir katılımcı: 159…
Bak ezbere biliyor. Bakara 159. Şimdi az önce okuduğumuz ayetlere göre Kur’an-ı Kerim adamı nasıl kuvvetli hale getiriyormuş değil mi? Şimdi okudum, “İndirdiğimiz açık ayetleri ve yolu gösteren, doğruyu gösteren ayetleri gizleyenler” “İnsanlara ayetleri bu kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler.” Yani şimdi diyorlar ya, zamanı değil, yavaş yavaş falan… Her şeyi her yerde söylemen gerekmez. Zamanı olmasaydı Allah bu kitapta indirmezdi değil mi? İşte Allah öyle diyor. “Bu kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler.” “Onlara Allah lanet eder.” “Lanet edenler de lanet ederler.”
“Tevbe eden”, “Durumunu düzelten”, “Ve ayetleri açıklayan” “Onlar hariç.” Yani gizledin, sonra aklın başına geldi tevbe ettin ve söylemediğin ayetleri söylemeye başladın. Bunlar hariç. “Ben onların tevbesini kabul ederim.” “Ben tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olanım.” (Bakara 160).
“Ama o kimseler ki kâfir oldular.” (Bakara 161). Kim bu kâfirler? Bunlar Allahın ayetlerini gizleyenler. Yeri değil, zamanı değil diye gizleyenler. Tamam mı?
Bir katılımcı: Devamı neydi Hocam?
“Ve kâfir olarak ölenler.” Yani şimdi diyor ki zamanı değil. Kardeşim benim ölmemi mi bekleyeceğiz, senin ölmeni mi bekleyeceğiz? Ne zaman bunun zamanı gelecek? Değil mi? “Kâfir olarak ölenler.” “Allahın laneti bunlar üzerinedir”, “Meleklerin laneti.” Şimdi biz ölenleri cennete göndermek için elimizden geleni yapıyoruz ya. Herkes Allahtan daha merhametli oluyor o sıralar. Ama Allah ne diyor? Gizlediyse eğer, “Allahın laneti, meleklerin laneti ve tüm insanlığın laneti bunun üzerinedir.” (Bakara 161).
“Sürekli o lanet altında kalacaklardır.”, “Onlardan azap hafifletilmeyecek”, “Hiç de gözetilmeyeceklerdir.” Yüzlerine de bakılmayacaktır. (Bakara 162).
Bunları okuyunca, imam ne dedi diyorsun ya, imamın böyle eli ayağı sallanmaya başladı. Gerçekten böyle. Ya Hocam öyleyse biz çok mu geç kaldık bunları söylemekte dedi. Yoksa biz a, çok mu geç kaldık Hocam? Yok dedim, çok geç kalmadın, ölmedin ya… (gülüşmeler) Ölmüş olursan çok geç kalmış olursun.
Mehmet Hoca: Hocam bir de “Onların karınlarına ateş doldurulacaktır…” (anlaşılmadı)
Yahya Şenol: Bir sonraki sayfada.
Evet, şimdi Mehmet… O da Bir sonraki sayfadaymış Mehmet Hoca, Karınlarına ateş dolduracaklar.” Kaçıncı ayet o?
Yahya Şenol: 174
Şimdi, Peygamber (s.a.v)e de bunu yapıyorlardı biliyorsunuz. Şeyde o da… Bu ayeti bitireyim ondan sonra o ayeti okuyayım. Yani gizlemenin karşılığında da bir takım bedeller alıyorsunuz. Yani itibar alıyorsunuz, makam alıyorsunuz, mevki alıyorsunuz, şu oluyor bu oluyor.
Bir Katılımcı: Hocam… hele şükür ki Aziz Hoca size takılıyor diyor. (tam anlaşılmadı)
(gülüşmeler)
Onlara… Biz hiçbir tarikatla, hiçbir cemaatle takışmayız. Bizim takıştığımız tek kişiler Allahın kitabına aykırı davrananlardır. Allahın kitabına aykırı davrandıktan sonra, ister adına ne derse desin, ben Kur’ancıyım da dese o bizim hedefimizdeki adamdır. Yani adlarına ne dedikleri hiç önemli değil. Kur’an-ı Kerime aykırı tavırları varsa bizim hedefimizdedirler, biz onlarla mücadele ederiz. Yoksa isim isim saymak gerekmez ki. İşte ayetleri okuyoruz, kim aykırı davranıyorsa kendisini bilir.
“Bunlar bu susmalarına karşılık aldıkları şeyler var ya, karınlarına ateşten başka bir şey doldurmazlar bunlar.” Gerçekten çok çirkin şeyler. “Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacaktır.” “Onları tezkiye etmeyecektir.” Yani iyi insanlardır demeyecektir. “Paylarına düşen acıklı bir azaptır.” (Bakara 174).
Nedir yapılan? Canım yani şimdi… Bana en çok söylenen söz o. Son senelerde baktılar ki bunun adam olacağı yok, son bir iki senedir pek duymuyorum. Şimdi arkadaşlara söylüyorlarmış. Bana artık laflarının geçmeyeceğini iyice inandılar. Ya Hocam şu şirkle ilgili ayetleri niye bize okuyorsun? E kardeşim o ayetleri okumaktan ben rahatsız olmuyorum da sen niye rahatsız oluyorsun? Demek ki sende bir şey var. E o ayetler müşrikler içindir diyor. Müşrikler içinse düşün o zaman. Madem müşrikler için olan ayetler seni rahatsız ediyor, o zaman biraz daha fazla düşünmen lazım. Yanlış mı?
Bir Katılımcı: Yani dine girene kadar bir şey yok, girdikten sonra muaf oluyor (!).
Muafiyet. Sanki muafiyet tanınmış kendilerine. Ondan sonra, efendim şimdi bunları her yerde söylemeye gerek yok ya kardeşim, falan filan. Valla ben söylerim. Niye? İşte orada o hocaya dedim, o imama; dedim ki vallaha ben şimdi iki şeyle karşı karşıyayım, ya Allahın laneti ya insanların alkışı. İnsanların alkışı çok hoşa gidiyor ama Allahın laneti karşısında hiçbir tadı kalmıyor. Hiçbir tuzu kalmıyor. Dolayısıyla ben Allahın lanetini göze alamam arkadaş dedim. Ve hakikaten imam da demek ki iyi niyetlimiymiş, gerçekten eli ayağı böyle sallanmaya başladı ve bayağı böyle sarsıldı. Bayağı sarsıldı.
Bir Katılımcı: … bu kapsamda değil mi? (tam anlaşılmadı)
Tabi canım bu kapsamda o kadar çok şey var ki. Ben şimdi Peygamber efendimizin… İsra suresini açarsanız, 72. ayet miydi? 17. sure evet. Yani aynı şeyi Peygamber efendimize de yapmışlar. 73 değil mi?
Yani “ Nerdeyse seni bir sıkıntıya soktular sana yaptığımız vahiyden uzaklaştırma konusunda. Bize başka bir şeyi uydurasın diye.” Canım öyle de olur… Şimdi mesela şeyi görürsünüz, Allah adına çok taviz veren insanlar vardır. E canım sen yavaş yavaş önce şunu yap, sonra bunu yap, sonra bunu yap; yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, falan filan. Çok iyi çok güzel de, Allah böyle demiş mi? E işte, bir günde bir iki vakit namaz kıl, sonra yavaş yavaş üçe dörde sonra beşe çıkarırsın (!). Tamam güzel de kardeşim, bu yetkiyi Allah sana verdiyse hayhay.
Şimdi, iki hafta önce Süleymaniye Camii’nde sabah namazından sonra Pazar günü… Sen vardın galiba… Yani namaz konusunda şu anda söylediğim gibi konuşmaya başladım. Dedim ki, insanlara öyle şunu kılsan yeter bunu kılsan yeter diye bir yetkimiz yok. Günde beş vakit kılacaksın kardeşim. Dört olsa olmaz mı? Olmaz… E yapsam ne olur? Yapsan günahkâr olursun. Açıkça söyle. Ama şunu da söyle, namazların sadece farzlarını kılmak zorundasın. İki rekât sabah namazı, dört rekât öğle namazı, dört rekât ikindi, üç rekât akşam, dört rekât da yatsı namazı kıldın tamam.
Şimdi, hemen oradan birisi kalktı… (arkadaşlarına hitaben) Siz farkında değildiniz. O, ben selam verdim, benim yüzümü görür görmez birden ürküp hemen arka safa geçti. Siz işin o safhasını bilmiyorsunuz. Herhalde bizden rahatsız oldu. Sonra hemen oradan ayağa kalktı dedi ki, sünnetler ne olacak sünnetler dedi. E dedim bu anlattığım sünnete uygun işte,
Peygamberimiz de öyle yapmış, caminin içerisinde hiçbir namazın sünnetini kılmamış. Onun kılmaması da yani sünnetle farz birbirinden ayırt edilsin. Yani bunların kılınmayacağını bilesiniz. Şimdi mesela akşam namazını kıldık, dışarıda bir grup cemaat var, alışkanlık herkes sünneti kılmaya çalışıyor. Hâlbuki farzı kıldınız çıkın. Allah bin bereket versin. Arkadan gelenler kılsınlar. Zaten az bir vaktimiz var.
Sonra, anlattım; ben tatmin olmadım diye gitmeye başladı. Dedim kardeşim ne tatmin olması? Biz burada insanları tatmin etmek için burada yoğuz. Biz bilgi veririz o kadar. Söylediğimiz yanlış mı doğru mu?
Sonra şimdi bakın ben size sorayım; bu namazları kılmayanlar, mesela sabah namazını vaktinde kılmadı, başka zaman kaç rekât kılıyor?
(Salondan cevap veriliyor)
Sonradan kaza ettik… Sen genel manayı söyle. İki rekât. Bari o iki rekâtı vaktinde kılsın. Sonra nasıl olsa iki kılıyor değil mi? Bari vaktinde kılsın da kazaya bırakmamış olsun. Öğle namazı kazaya kalırsa kaç kılacak? Bari vaktinde kılsın onu. İlla kazaya mı kalacak dört kılması için? E şimdi namazlarda şunu bilmek mecburiyetindeyiz, namazlarda mutlaka kılmamız gereken farzlardır. Öbürlerini ömür boyu hiç kılmasanız bir zararınız olmaz. Ne olur? Kârdan kaybedersiniz zarardan değil. Yani gelirleriniz az olur. Gider hanenize yazılmaz bir şey.
Peygamber (s.a.v) günde on iki rekât nafile olarak namaz kılanlar, yani farz olmayarak namaz kılanlar için cennette köşkler miydi neydi hadisi şerif? Yani bir takım şeyler vaat ediyor. Güzellikler vaat ediyor. Kılarsan. Kılmazsan bir zararın yok gene. E şimdi, bir vakit namazı kazaya bıraktığın zaman ömür boyu namaz kılsan da o kazaya kalmanın zararını gideremezsin. Ancak Allah affederse eder.
Dolayısıyla, şimdi insanlara bu şeyleri anlatıyorsunuz, insanlar çok rahatsız oluyor. E ne yapalım? Bu insanlar bizden rahatsız oluyor diye gerçekleri bırakacak mıyız? Gene birisi geldi, epeyce uğraştı muğraştı bana falan; dedim kardeşim, nasihatler falan bir şeyler ediyordu, dedim bana hiç nasihat etme. İlmi konularda nasihat olmaz. İspatlarsın. Nasihat başka konularda olur. İspatlarsın olur biter. İspatlayacak tarafı olmayınca nasihat ediyor.
Bakın dedim, ben dünyada tek kişi kalacağımı bilsem de bu doğru bildiğim yolda giderim. Ben bir siyasi parti değilim, kimsenin oyuna muhtaç değilim. Benim bir ticarethanem yok ki müşterilerimden korkayım. Bu Allahın dini. Burada tek de kalsak yürürüz. Cenab-ı Hakka güvenmek zorundayız. Çünkü bu dini biz ortaya koymadık Allah koydu. Kendi kafamıza göre, etrafımıza daha fazla insan toplaşsın… Toplaşsın ama Allah kabul etmezse ne işe yarar.
Asıl mesel o. Kabul edecek olan O. O da kitap göndermiş.
İşte bak Peygamberine de diyor ki, “Bana bir başka şeyi iftira edesin diye neredeyse seni yaptığımız vahiyden uzaklaştıracaklardı. Öyle olsaydı seni dost edineceklerdi.” (İsrâ 73). “Seni eğer sabit tutmasaydık” “Birazcık onlara meyledecek gibi olmuştun.” Yani insanları kazanmak için birazcık toleranslı davranalım der gibi olmuştun ya Muhammed. (İsrâ 74).
“Hele onun yapsaydın da görseydin sen.” Allahın peygamberiymişsin falan yok. Allahın dediğinin dışına çıkamazsın, peygamber de olsa kim olursa olsun. “O zaman sana bu dünyanın da ahiretin de cezasını iki katlı tattırırdık.” (İsrâ 75). Bunu kime söylüyor Allah? Peygamberine söylüyor. Yok efendim dünyayı onun yüzü suyu hürmetine yaratmışmış. Onun yüzü suyu hürmetine yaratsa böyle der mi hiç? Uydur uydur söyle ne olacak dilde kemik yok nasıl olsa.
Bir Katılımcı: Bir de diyorlar Hocam “Sen olmasaydın…”
Ha bir de “Sen olmasaydın…” Tövbe estağfurullah.
Ya Muhammed “Sonra sen bize karşı sana yardım edecek hiç kimseyi de bulamazdın.” (İsrâ 75). Bak bunu Allah peygamberine söylüyor. Öyleyse bizim Allahın dinini tebliğ ederken sorumluluğumuz çok çok fazladır. Bu saha öyle bir saha ki, bunu insan kendi menfaati için kullanırsa çok rahat kullanır, bu yolda elde edilecek menfaat hiçbir yerde elde edilmez. Sıfır maliyetli kazançtır bu. Ama zararı ahirettir. Çok ağır de bir zararı var. Ahireti kaybedersin.
O zaman siz derseniz ki, ben yalnız Allahın rızasını istiyorum; tabi ki bunun faturasını Cenab-ı Hak size ödettirir. Çünkü arkasında kazanacağın çok şeyler var. Hem dünyayı kazanacaksın hem ahireti kazanacaksın.
Öyle muhteşem güzellikler oluyor ki, bugün mesela iki tane olay oldu. Sabahleyin Kazakistan’dan iki tane delikanlı geldi. Bizim bu “Tarikatçılığa Bakış”ın Rusçaları ellerinde. Birisi Ataullah’ın sınıf arkadaşıymış burada. Son derece mutlu olmuşlar, okumuşlar, çok memnun olmuşlar. Orada dedim böyle şirkten uzak yaşayan bir topluluk var mı? Var ama çok az dedi. Olsun dedim, az olmak önemli değil. Büyük bir salonu küçük bir lamba aydınlatır. Lamba azdır diye bir kenara atamazsın. Zaten o küçük lambalar aydınlatır. Bütün bir salonu lambayla dolduramazsın ki. Onun için aydınlatanlar azdır ama çok etkili olur. Siz bu yolda yürüyün.
İkincisi de, işte buraya gelmeden önce Van’dan gelen mektup. Böyle ufak tefek birçok şeyler oluyor. Ne kadar güzel elhamdülillah. Siz bir şey yapıyorsunuz ama neticesinin nereye varacağını bilemiyorsunuz. Çünkü Allahın ayetini alan herkes çok güçlü birer tebliğci olarak dışarı çıkıyor.
Şimdi tekrar şeye dönüyoruz… Yani Allahın kitabını ezberlemiş olmak… Bak sonuç olarak, efendim bize okutmadılar yahu. Ah! Nereden? Zavallı babam bilmiyordu, bilseydi okuturdu falan. Tamam, okusaydın çok iyi olurdu elbette. Ama okumadığın için üzülmene gerek yok ki. Hemen başla. E olur mu ben?.. Olur işte. Bak Allah peygamberini ümmilerin içerisine göndermiş. Sen okuma yazma biliyorsun, onlar onu da bilmiyormuş. Ve bu Kur’an-ı Kerim onları ne hale getirmiş baksana. E olur mu? Tabi ki olur. Hadi başla bakalım. O kadar.
Ya işte şimdiye kadar şöyle… Şimdiye kadarı bırak, sen bundan sonrasına bak. Çünkü im cim diye geçmişle ilgili artık bütün imkânların elinden çıkmış, onu geri getiremezsin. Elinde olanlardan istifade etmeye bak. Ya bir ömrü boşuna geçirdik. Geçirdiysen geçirdin, sen bundan sonrasını iyi geçirirsen o boşuna dediğin ömrü de Allah sanki dolu geçirmişsin gibi sevap hanene yazar. Sen bundan sonrasına bak.
Onun için, Allah-u Teâlâ hiç kimseye ümitsizlik diye şey yapmıyor. Ümmilere bu dini göndererek, yani en düşük seviyede olan insanların içerisinde hiç kimsenin bir bahane uydurmasına fırsat vermiyor. Bahane yok.
“Kul yâ eyyuhâllezîne hâdû in zeamtum ennekum evliyâu lillâhi min dûnin nâs” “De ki ‘Ey Yahudiler siz kendinizi Allahın dostları, Allahın oğulları falan zannediyorsunuz, insanlar değil de siz iseniz Allahın dostu” “fe temennevul mevt” “Öyleyse ölümü dileyin.” Niye bu dünyanın sıkıntısını çekiyorsunuz ki? Nasıl olsa ahiret çok daha güzel. “in kuntum sâdikîn.” “Haklıysanız bunu yaparsınız.” (Cuma 6). Gerçekten siz millete öyle söylüyorsunuz ama… Hani bir insan yalan söyler, başkasını kandırır ama kendini kandıramaz.
“Ve lâ yetemennevnehû ebeden” “Hiçbir zaman ölümü istemezler bunlar.” Niye? “bi mâ kaddemet eydîhim” “Yaptıklarından dolayı.” Ne olduğunu kendileri bilmiyor mu? Gidersin bir başkasına sen kendini evliya tanıtırsın, geri dönersin, senin ne pislik olduğunu ben bilmiyor muyum diye kendi kendine konuşursun. Karşı tarafı kandırırsın ama sen kendini kandıramazsın. “vallâhu alîmun biz zâlimîn.” “Allah zalimleri bilir.” (Cuma 7).
“Kul innel mevtellezî tefirrûne minhu fe innehu mulâkîkum” “De ki, ‘O kaçtığınız ölüm var ya gelip sizi yakalayacaktır.” “summe tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdeh” “Sonra gaybı ve şahadeti bilen Allahın huzuruna döndürüleceksiniz.” “fe yunebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn.” “Yaptığınız şeyleri size haber verecektir.” (Cuma 8). Allahın huzuruna gideceksiniz. Bütün bu yaptıklarınız bir bir önünüze çıkacaktır. Ona göre hareketinizi yapın.
Hepsi… Ahirette vakit çok bol. Öyle acele macele bir yere yetişme derdi de yok. Bütün her şey adamın önüne çıkar teker teker. O zaman hesabını veremeyeceğin hiçbir işi yapma, yaptıysan hemen tevbe et. Evet. Çünkü bu dünyada yaşadığın sürece tevbe edemeyeceğin hiçbir günah yoktur. Ne yapmış olursan ol bir beyaz sayfayı açma imkânın her an vardır.
Evet. Soru var mı?
Bir Katılımcı: (anlaşılmadı)
Cebrail (a.s) Peygamber’e (s.a.v) oku diyor gelen rivayetlerde. O da diyor ki, ben okuma bilmem diyor. Peygamberimizin okuma bilmediğine dair açık ayetler de vardır. Ma künte tedru, şey tedri mel kitabu. Yok, o başka o başka. O başka. “ve lâ tehuttuhu bi yemînik” (Ankebût 48). Şey vardı.
(Ayet okunuyor)
“mâ kunte tedrî mel kitâbu ve lel îmânu…” (Şûrâ 52). O değil, o ayeti kerime değil. “ve lâ tehuttuhu bi yemînik” diye şey yapan o ayeti bul.
Mehmet Bey var ondan sonra, buyurun.
Mehmet Bey: Hocam Nisâ 103’de kaza namazı… (tam anlaşılmadı)
Evet, Nisâ 103’üncü ayeti kerimeyi okuduğumuz zaman namazın kazaya kalmaması gerektiği net bir şekilde ortaya çıkar.
Yahya Şenol: Ankebût 48.
Ankebût kaçıncı sureydi? 29. surenin 48. ayetini açalım. 29. surenin 48. ayeti. “Sen bundan önce her hangi bir kitabı okuyor değildin.” Ya da “Herhangi bir kitaba uyuyor değildin.” Ne Tevrat’a, ne İncil’e, ne bir başka şeye. “Elinle onu yazıyor da değildin.” “Eğer böyle bir şey olsaydı hakkı batıl gösterenler şüpheye düşerlerdi.” Yani Muhammed bir yerden öğrenmiş gelmiş bize okuyor derlerdi.
Mehmet Bey: Hocam Nisâ suresi 82’de…
Nisâ 82’de. Kur’an-ı Kerim ansiklopedisi oldu mübarek… Yok, o değil. Burada tutturamadın. (gülüşmeler) Burada tutturamadın. Burada mesela Kur’an-ı Kerimle alakalı değil, Peygamberimizin okuma yazma bilmediği meselesidir. Olay o. Tamam mı? Soru da öyleydi değil mi? Tamam. Başka. Mehmet Hoca buyurun.
Mehmet Hoca: … bir isteğim var. İnşallah Allah kabul ettirir. Ben sizi yakinen tanıyorum. Zaman da geldi. Artık … oldu. Sanıyorum ki Türkiye’de umumi bir konuşma gerekiyor. Biz Irak’ın durumuna her hangi bir şeye düşebiliriz. Allah Süleymaniye Vakfına bir televizyon vermesini diliyorum.
Âmin. Allah kabul etsin. İnşallah.
Mehmet Hoca: Yani birlik olalım, beraber olalım bunu … getirelim. Çok acı günler yaşıyoruz. Kâfirlerin bütün gözü Türkiye’de. Ama bunu gizli yürütüyorlar. Eğer Irak’ın durumuna düşersek çok fena olur. Onun için tedbirimizi alalım, Hocamıza bir tane televizyon verelim, orada da konuşsun gençliği, insanları uyandırsın. … olsa ben ona gideceğim, diyeceğim ki … Allah aramızda uzun ömür versin. Bu televizyon çok mühim bir şey.
Hayırlısı olsun. Şimdi, Allah razı olsun Mehmet Hoca. Çok teşekkür ederiz. Tabi sizin hissiyatınıza biz âmin diyoruz. Cenab-ı Hak kabul eylesin. Cenab-ı Hak lutfeder inşallah çok daha iyi şeyler olur. Şu anda internette bütün dünyaya sesimizi duyurmaya çalışıyoruz ve çok güzel neticeler alıyoruz. Bir de bizim buraya gelen arkadaşlarımızın her birisi birer canlı televizyon. Hiçbir televizyonun yapması mümkün olmayan işi yapıyorlar. Gelen ve gelmeyen her birisi yapıyor. Gidiyorlar birebir insanlarla konuşuyor Allahın kitabını anlatıyorlar.
Benim şahsen en çok Cenab-ı Hakka şükrettiğim taraf şu, arkadaşlara hep soruyorum, gittikleri hiçbir yerde benim adımdan bahsetmeye ihtiyaç olmuyor. Çünkü Abdülaziz Hoca’dan bahsederlerse yanlış olur. Bahsedilecek olan şey Allahın kitabıdır. Herkes ayetleri okuyor ve onunla insanları Allahın kitabına ulaştırmaya çalışıyor. Ve hiç kimseyi gelin bizim cemaatimize katılın diyerek bir cemaat artırma kaygısı yok. Falan hocamızın etrafında toplaşalım kaygısı yok. Çok şükürler olsun. Bunlar Cenab-ı Hakka şükretmemiz gereken taraflardır.
Ve insanlara deniyor ki, işte Allahın kitabı işte siz de Allahın kulusunuz buyurun kitaba. Evet, çağın çeşitli imkânlarından en iyi şekilde yararlanmak lazım. Biz de buna gayret gösteriyoruz. Bu internet vasıtasıyla yaptığımız yayınları daha kaliteli hale getirmeye çalışıyoruz elimizden geldiği kadar. Arkadaşlarımız da gayret gösteriyor.