El hamdû lillâhi rabbil âlemin
Vel âkibutil lil muttakin ves salâtu ves selâmu ala Rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Geçen hafta biliyorsunuz, Savaş Hukuku ile ilgili bir kaç Ayet okumuştuk. Bu günkü Ayetler sebebiyle, Ceza Yargılamasında Objektif Delil Kuralı onun etrafında konuşacağız ama tabii ki Ayet’leri okuyacağız. Konu bütünlüğü olması bakımından 190. Ayet’ten başlıyorum. Orada Bakara Suresi 194’ten başlıyorum.
Burada Allah’u Teala şöyle buyuruyor:
Bakara Suresi 2/190 Ayet: “Ve kâtilu fi sebilillâhillezine yukâtilûnekum ve lâ ta’tedû, innellâhe lâ yuhıbbul mu’tedin”
“Ve kâtilu fi sebilillâhillezine yukâtilûneküm – Allah yolunda sizinle savaşanlarla savaşın, ” sizinle savaşanlarla savaşın, savaşmayanlarla değil.
“ve lâ ta’tedû – sınırları aşmayın”
“innellâhe lâ yuhıbbul mu’tedin – Allah sınırları aşanları sevmez”.
Sınırın aşılması nedir? Onu bugünkü dersimizde göreceğiz. Yalnız savaşta yapılması gereken şeyi Allah’u Teala Muhammed Suresi’nin 4. Ayetinde anlatıyor, bize bildiriyor. Diyor ki;
Muhammed Suresi 47/4. Ayet: “Fe izâ lekıytumullezine keferû fe darber rikâb, hattâ izâ eshantumûhum fe şuddul vesâka fe immâ mennem ba’du ve immâ fidâen hattâ tedaal harbu evzârahâ zâlik, ve lev yeşâullâhu lentesara minhum ve lâkil li yebuve ba’dakum bi ba’d, vellezine kutilû fi sebilillâhi fe ley yudılle a’mâlehum”
“Fe izâ lekıytumullezine keferû fe darber rikâb – Kafirlerle savaş meydanında yüzyüze gelirseniz, karşılaşırsanız hemen boyunlarını vurun”
“hattâ izâ eshantumûhum – onların üzerine hakimiyetinizi tam olarak koyuncaya kadar bu böyle devam etsin”
“fe şuddul vesâka – hakimiyeti tam kurdunuzmu esir alın ve bağı sıkı tutun kaçmasınlar”
“fe immâ mennem ba’du ve immâ fidâen – bundan sonra yapacağınız iki şeydir: onları ya karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakırsınız”
“hattâ tedaal harbu evzârahâ – savaş ağırlıklarını bırakıncaya kadar böyle devam eder” yani karşıtarafın savaşma gücü bitinceye kadar böyledir. Savaşgücü bitti mi artık esir almanıza da gerek yok. Kesin bir hakimiyet kurduysanız esire gerek yok, dikkat ederseniz Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’nin fethinde esir almamıştır.
Alınan esirler ya karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakılır, bu Allah’u Teala’nın koyduğu kuraldır.
Geçen hafta anlatmaya çalıştım, bu kural maalesef Mezhepler tarafından çiğnenmiştir. Cenab-ı Hakk karşılıklı ya da karşılıksız serbest bırakmayı emrettiği halde, mesela Ömer Nasuhi Bilmen’in Istılahatı Fıkhiyye Kamusu 3. Cildinde “Esirlere Karşı Muameleler” başlığı altında yazılanları okuyun. Orda şunu söyler “Esirleri mennen ıklag caiz değildir, Nassa muhaliftir” der. Anlamı şu: “Esirleri karşılıksız serbest bırakmak caiz değildir, Allah’ın Ayetine aykırıdır”. Aykırı olan o söz! Bu Hanefi Mezhebi’nin görüşü. Maliki ve Hanbeli’lerin görüşü de aynıdır. Şafii Mezhebi, esirlerin karşılıksız serbest bırakılmasını kabul eder ama bu Ayet’i delil alarak değil, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Bedir Esirlerine karşı yaptığı muameleyi esas alarak. Halbuki, Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı o uygulamanın dayandığı bir Ayet var. O Ayeti niye görmezlikten geliyorsunuz?
Bu Ayet’te anlatılan verilen emirlerin ikinci kısmı “fidye alarak” esirlerin serbest bırakılmasıdır. Yine aynı kitapta Hanefi Mezhebi’nin görüşü olarak şunu yazar; “Esirlerden fidye alınması caiz değildir”. Hanbeli ve Maliki Mezhepleri de yine aynı fakat Şafii Mezhebi farklıdır. O da yine Peygamberimiz (s.a.v.)’in Bedir Esirlerine yaptığı muameleyi delil gösterir.
Bu Mezheplerin tamamı Ayet’lere aykırı olmasına rağmen, esirlerin öldürülmesini caiz görürler. Nitekim dün mü evvelki gün mü Pakistan Esirleri’ne yapılan muameleyi gazetelerde gördük. Kaldı ki onlar müslüman, onlara böyle bir muamelenin yapılması hiç bir şekilde kabul edilmez ama onlar Amerika Askerleri de olsaydı öldürülemezlerdi.
Bir de şu konuda hepsi ittifak etmiştir; Esirler köleleştirilebilir. Bu da Muhammed Suresi’nin 4. Ayetine, ki bu konuda tek Ayettir yani konunun muhkem tek Ayettir, ona aykırıdır.
Şimdi birçok kişi çıkıyor, biz diyor mesela Kur’an ve Sünnet’e uyarız diyor. Fakat onlara Ayeti okuduğunuz zaman, O Ayetlerden biz anlamayız diyor. Ben bilmez merkez bilir diye bişey vardır ya hani askerlerde ben bilmez merkez bilir. Peki hani Ayet’e Hadis’e uyuyordun, ne oldu? Yani herşeyin lafı çok kolay ve çok güzel de, işin uygulamasına geldiğiniz zaman öyle değil. Hadi getir bakıyım bu konudaki Ayet ve Hadis’ten delilini dediğiniz zaman, e bir bakıyım falanca Alim hangi delili getirmiş! O alim ne demişse o, Allah (c.c.) ne demişse o değil! Peygamber (s.a.v.) ne demişse o değil! Dolayısıyla çok ciddi manada bir hedef sapması ile Müslümanlar karşıkarşıyadır. Ve bunlar kendi aralarında gruplara ayrılmışlar. Birisi şu mezhep, birisi şu mezhep, birisi bu mezhep. Hepsinin ortak düşmanı Kitab’a ve Sünnet’e uyan insanlardır! Çünkü hepsinin oyununu bozuyor bu.
Şimdi burdaki muhteşem hukuku görüyor musunuz? Bu hakikaten ideal bir hukuk, çünkü Allah (c.c.)’ın Hukuku, insanların şeyi değil. Ama insanlar dini kendilerine uydurmak istedikleri zaman birçok Ayet ve Hadisi görmezlikten geliyorlar.
Bakara Suresi 2/191. Ayet “Vaktulûhum haysu sekiftumuhum ve ahricûhum min haysu ahracûkum vel fitnetu eşeddu minel katl, ve lâ tukâtilûhum ındel mescidil harâmi hattâ yukâtilûkum fih, fe in kâtelûkum faktulûhum. kezâlike cezâul kâfirin”
“Vaktulûhum haysu sekiftumuhum – Bulduğunuz yerde onları öldürün” yani savaş sırasında
“ve ahricûhum min haysu ahracûkum – onların sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın” çünkü yaptıkları suçun karşılığı olmak üzere ceza, onlar sizi Mekke’den çıkardılarsa, siz de onları Mekke’den çıkarın. Geçen hafta ayrıntılı bir şekilde konuşmuştuk bu Ayetler üzerine
“vel fitnetu eşeddu minel katl – fitne adam öldürmekten daha şiddetlidir” yani böyle fitne ateşi, ki bu, nedir bu? Burada şöyle birşey var yani İslam Ceza Hukuku’nda, ki İslam dediğim zaman Kur’an ve Sünnet’i anlayın lütfen, Mezhepleri anlamayın. Bugün insanların Şeriat derken akıllarına gelen şey çoğu zaman İslam değildir. Allah’u Teala, müslüman topluluğuna karşı yapılmış olan suçların affedilmesini istemiyor. Topluma karşı işlenmiş suçlar! İşte mesela bir islam toplumuna karşı yapılan savaş; işte orada siz onları affederseniz bu bir Fitne olur. Bu insanlar size daha fazla baskı yapmaya başlarlar, burada hiç Af’tan söz edilmez.
Biraz sonra okuyacağımız Savaş Hukukuyla ilgili Ayetlerde aftan söz edilmez ama karşı tarafın, savaşta olsa, düşmanın işlediği suçtan, hakettiğinden fazla da ceza vermiyorsun. Çünkü müslüman olarak senin hedefin; ne toprak fethetmek, ne insanları öldürmektir, İnsanlara Allah (c.c.)’ın dinini anlatmaktır! Savaş da olsa verdiğiniz ceza, onların işlediği suç ile denk olunca, o insanlar “Biz bunu haketmiştik” derler ve o dine yapışırlar. Nitekim Mekke’ye döndü müslümanlar, Mekke’yi fethettiler, Mekkelilerin tamamı müslüman oldu.
“ve lâ tukâtilûhum ındel mescidil harâmi hattâ yukâtilûkum fih – Mescidil Haram’da onlarla savaşmayın”, nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’ye girerken savaşmayı yasaklamıştı. Çünkü bu Allah (c.c.)’ın yasağı. Onlar orda size karşı savaşırlarsa başka, Peygamberimiz (s.a.v.)’in talimatı da böyleydi. Hücum etmezlerse dokunmayın diye.
“fe in kâtelûkum faktulûhum – orada sizinle savaşırlarsa öldürün onları” çünkü işlediği suçların denk cezası oluyor.
“kezâlike cezâul kâfirin – o kafirlerin cezası böyledir”.
Bakara Suresi 2/192-193 Ayeti “Fe inintehev fe innellâhe ğafûrur rahıym. Ve kâtilûhum hattâ lâ tekûne fitnetuv ve yekûned dinu lillâh, fe inintehev fe lâ udvâne illâ alez zâlimin”
“Fe inintehev – peki vazgeçerlerse” , silahı bırakırlarsa ne olacak
“fe innellâhe ğafûrur rahıym – Allah Gafur ve Rahim’dir” Vazgeçtilerse vazgeçtiler, tamam öylece bırakın. Artık onları takip etmeyin.
“Ve kâtilûhum hattâ lâ tekûne fitne – onlarla savaşın ki fitne olmasın” yani insanları yakan bir fitne ateşi, toplumun düzenini bozan, dirlik ve düzenini bozan davranışlar ortaya çıkmasın, düşmanlıklar olmasın.
“ve yekûned dinu lillâh – din yalnız Allah’a has olsun”. yani oradaki hakimiyet, Allah (c.c.)’ın hakimiyeti olsun.
“Allah (c.c.)’ın Hakimiyeti” nedir? Allah (c.c.)’ın hakimiyeti şudur; Güneşin bir toprağa vurması gibidir. Eğer toprak iyi hazırlanmışsa, oradan çok güzel verim alırsınız. Toprak iyi hazır değilse kupkuru bir hale gelir, vuran güneş orayı işlenmez hale getirir, kurutur. Ama güneş hepsine eşit miktarda ulaşır. İşte Allah (c.c.)’ın dini de insanlara eşit miktarda gelen güneş ışıkları gibidir. Kendini ona hazırlayan, ondan istifade eder; hazırlanmayan kendi zararını artırmaktan başka hiçbir şey elde etmez. Kendinde olanı da kaybeder.
Onun için “Din Allah (c.c.)’ın Olması” demek, herkesin müslüman olması demek değildir. Çünkü müslüman olmak, insanların kendi tercihine bağlı birşeydir, ama hakimiyet Cenab-ı Hakk’ın olacak. Zaten kainat Allah’ın emrinde, yaşadığınız bölgedeki hükümler de Allah (c.c.)’ın hükümleri olduğu zaman, insanlar mutlulukta hayal edemiyecekleri noktalara ulaşırlar ve herkes kendi kişiliğine yüklenmiş olan, o kabiliyetleri son noktasına kadar kullanır. Hem din açısından hem dünya açısından müthiş gelişmeler olur.
“fe inintehev fe lâ udvâne illâ alez zâlimin – eğer o fitne çıkaranlar vazgeçerlerse, yanlış davrananlardan başkasına düşmanlık yoktur”
Mesela Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’yi feth ettiği zaman, belli suçluları tek tek işaret etti, “sadece bunları Kabe’nin duvarına yapışmış olsalar bile öldürün” diye emir verdi. Çünkü onlar zaten öldürülmeyi hakeden suç işlemişlerdi. Sadece o belli suçluların cezası. Kaldı ki onların da daha sonra birçoğunu affetti.
Bakara Suresi 2/194 Ayet: “Eşşehrul harâmu biş şehril harâmi vel hurumâtu kısâs, fe menı’tedâ aleykum fa’teû aleyhi bi misli ma’teda aleykum vettekullâhe va’lemu annellâhe meal muttekıyn”
“Eşşehrul harâm biş şehril harâm vel hurumâtu kısâs – Haram ay, haram aya karşılıktır.” Haramlar karşılıklıdır.
Peki bu ne demektir? Meal’de ne yazıyor bakalım.
17.23 dk. Yahya’dan istiyor meali ve açıklamayı okumasını
“Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler, dokunulmazlıklar karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.”
Açıklaması: “Rasulullah (s.a.v.) Hicretin 6.ncı yılında Umre yapmak maksadıyla Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Mekke yakınlarındaki Hudeybiye’ye gelince, müşrikler Mekke’ye girmelerini önlediler. Orada çetin münakaşalar oldu, sonunda İslam Tarihinin en mühim hadiselerinden biri olan “Hudeybiye Anlaşması” yapıldı. Bu Anlaşmada yer alan maddelerden birine göre; Müslümanlar o sene Harami Şerifi ziyaret etmeden geri dönecekler, ertesi sene aynı Haram Ay içinde Mescidi ziyaret edip Umre yapacaklardı. Müşrikler bunu başarı saydılar. Allah müslümanları ertesi sene aynı Ay’da Mescidil Haram’a getirdi, böylece Haram Ay Haram Ay’a karşılık oldu. İslam Hukuku’na göre saldırıya ancak misliyle mukabele edilir, aşırı gitmek suçtur. Bütün harplerde önce insanlar dine çağırılır, müslüman olmayı yahut cizye vermeyi kabul etmeyenlerle savaşılır.”
Meal yazarını maalesef bilmiyorum. kaynak gösteremiyorum.
Evet yani burda “Haram Ay Haram Ay’a karşılıktır” ifadesinin anlamı, Hudeybiye’de işte Zilhicce de bunlar Hacc’a gitme müsaadesi alamadılar. Seneye tekrar Zilhicce’de geldiler. Peki ondan sonra ne olacak? Bizim için ne anlamı var bu Ayet’in? Bazıları, işte bu Tarihseldir diyerek Ayet’leri tarihe gömüyorlar biliyorsunuz. Burada da fiilen öyle olmuş oluyor.
Öyle olmuyor mu Serhat Hoca? Yani Tarihseldir diyenlerin eline fırsat verilmiş oluyor.
Şimdi bakın, meseleyi Kur’an’dan anladığımız zaman ortaya ne çıkıyor? 191. sayfada Tevbe Suresinin 36.Ayeti’nde Allah’u Teala şöyle diyor.
Tevbe Suresi 9/36 Ayet “İnne iddeteş şuhûri ındellâhisnâ aşera şehran fi kitâbillâhi yevme halekas semâvâti vel erda minhâ erbeatun hurum. Zâliked dinul kayyimu fe lâ tazlimû fihinne enfusekum ve kâtilul muşrikine kâffeten kemâ yukâtilûnekum kâffeh, va’lemû ennallâhe meal muttekıyn”
“İnne iddeteş şuhûri ındellâhisnâ aşera şehra – Ayların sayısı Allah katında oniki aydır”
“fi kitâbillâh – Allah’ın kitabında bu böyledir”
“yevme halekas semâvâti vel erd – gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren böyledir”
“minhâ erbeatun hurum – ondan dört tanesi Haram Ay’ıdır.”
O zaman Allah (c.c.)’ın koyduğu bu kural, tüm dünya için mi geçerli, yoksa müslümanlar için mi? Yani Dörtay Haram Ay’ıdır. Oniki Ay’dır. O zaman aylar Kameri Ay, Güney Ay’ı değil. Peki bugün insanlar, mesela bugünümüze bakarsanız, bugün insanların gündeminde Haram Ayı diye birşey var mı? Müslümanların gündeminden bile çıkmıştır değil mi? Haram Ay işte biraz Kur’an okuduğumuz zaman görüyoruz, o da ne deniyor. Bunlar kaybolmuş maalesef.
Şimdi cevabı sizin vermenizi bekliyorum. Ne dedi Allah’u Teala “Sizinle savaşanlarla savaşın aşırıya gitmeyin” (Bakara 2/190) Hatta bu Ayet’in içerisinde bir husus var. Aynı Ayetin içerisinde, onu okuyum oradan bunun ne demek olduğunu siz çıkaracaksınız inşaallah
(aynı ayet dedi ama 194. ayeti okudu sn. Bayındır)
Bakara Suresi 2/194 Ayet: “Eşşehrul harâmu biş şehril harâmi vel hurumâtu kısâs, fe menı’tedâ aleykum fa’teû aleyhi bi misli ma’teda aleykum vettekullâhe va’lemu annellâhe meal muttekıyn”
fe menı’tedâ aleykum fa’teû aleyhi bi misli ma’teda aleykum – size kim saldırırsa, ona saldırıda bulunun, size yaptığı saldırının dengi ile” Size kim saldırıda bulunursa ona size yaptığının dengi ile saldırıda bulunun.
Yani şöyle düşünün, şurası sizin sınırınız, onlar sizi bu sınırdan Bir Kilometre içeriye sürdüler. Siz toparlandınız, bu sınıra kadar sürerseniz, onlara saldırmış olur musunuz? Yok! O zaman Bir Kilometre de sizin içeriye (onların topraklarına) girme hakkınız var. Çünkü sizden onlar Bir kilometrelik bir toprak almak için harekete geçtiler ve başarılı olamadılar. O zaman sizin de Bir Kilometre alma hakkınız var.
Şimdi bunu bir de Ay’lar olarak düşünün. Haram Ay‘ı herkes için geçerli olduğuna göre onlar size Zilhicce Ayı’nda saldırdılar, Zilhicce Haram Ay’dır. Peki siz Haram Ay’ın geçmesini mi bekleyeceksiniz onlara saldırmak için. O zaman Haram Ay Haram Ay’a karışılıktır ne olur? Yani karşı taraf onu Haram Ay saymıyorsa, senin Haram Ay sayman gerekir mi? Yani bir Ay’ın Haram Ay olması için karşı tarafın da ona Haram Ay demesi lazım. Çünkü senin açından Haram Ay’dır doğru ama o karşı taraf bunun haramlığını dinlemiyor çiğniyor ise, o zaman onlara yaptığının dengiyle karşılık vermek ne olur? O Haram Ay’ı dinlemeden karşı tarafa saldırmak olur!
Şimdi Haram Ay Haram Ay’a karşılıktır’ı anladık mi? Yani karşı taraf, bu Haram Ay’ları, Dörtay’ın haramlığını saygınlığını kabul etmiyorsa, burada bu ayların kutsallığını çiğneyerek size saldırıyorsa ne olur? Siz de saldırırsınız! O zaman artık o haramlık kalmaz. Onlar açısından kalmaz. Çünkü benim bu Ay’a Haram demem için, yani bu ayda benim savaş yapmamam için karşıtarafında savaş yapmaması lazım, değil mi? Ben eli-kolu bağlı durucam ve karşı taraf saldıracak, ben sesimi çıkaramıyacağım! O zaman öyle olmaz mı? Yani ben Haram Ay’a riayet edeceğim, kimseye saldırmayacağım tamam bu benim görevim. Ama karşı taraf bunun Haramlığını dinlemiyorsa, ben böyle duracak mıyım gelsin ne yaparsa yapsın? Bu Ayet’ten onu anlıyor musunuz?
Çünkü “Kim size saldırırsa, yaptığının dengi bir saldırı ile bulunun” diyor. Bunun dengi hem zaman açısından da olur hem de diğer açılardan. Şimdi anlaşıldı mı bu Ayet’in manası? Öyle sadece “bu sene biz Haram Ayı’nda umre yapacaktık yaptırmadılar, bak gelecek sene geldik işte karşıladı birbirini” o düşünülebilir. Ama o sadece tarihsel kalır!
25 Dk. Serhat Hoca ile konuşuyor ama duyulmuyor
Tabi eylem olarak, mekan olarak, hep karşı taraf sana ne kadar saygı duyarsa, sen de ona o kadar saygı duyacaksın! Şimdi biz bu kurallara uyarsak, yeryüzünde insanlar bize saygı duymak zorunda kalırlar değil mi kendi güvenlikleri için. O zaman da fitne ortadan kalkar. Ama bizim güçlü olmamız lazım. Bizi zayıf gördükleri an bastırırlar! Çok güçlü olmamız lazım, yani yeryüzünün dirlik ve düzenlik içerisinde olması için güçlü olmak zorundayız!
Şimdi Fransa Meclisi’nde Ermeni Tasarısı ile ilgili biliyorsunuz gelişmeleri, Senatosu’nda “efendim burda bu olmamıştır” dediğin zaman suç sayılıyor. Bu ne oluyor? O zaman siz de onların bu yaptığına karşılık gelecek bir şekilde ona cezalandıracaksınız, hakkınız doğuyor Öyle şey yok. Sen bana ne kadar saygı gösterirsen, ben de sana o kadar saygı gösteririm!
“vettekullâh – Allah’tan korkun” Evet Allah’tan çekinin, Allah’a karşı saygısızlık etmeyin
“va’lemu annellâhe meal muttekıyn – çok iyi bilin ki Allah muttakilerle beraberdir” kendinizi koruyun demiş oluyor bu aynı zamanda. Kendinizi koruyun! Öyle karşı tarafa korumasız falan olmayın. Yani yaptıklarının cezasını vereceksiniz.
Şimdi Savaş Hukuku’nda bu böyle. Aksi taktirde öyle bir fitne ortaya çıkar ki, önünü alamazsınız bu da böyle! Peki Kişisel Hukuk’ta nedir? Kişisel olarak biri bana kötülük yaparsa onu affetmeyecek miyim? Bakın burada hiç af kelimesi geçmedi dikkat ediyor musunuz? Sadece, “tamam biz vazgeçtik, hatamızı anladık” dendiği zaman sonuç değişiyor.
Şimdi Nahl Suresi 16/126. Ayette aynı prensibi, yani savaşta geçerli prensip, O “size kim saldırırsa, ona denk bir saldırı yapın” (Bakara Suresi 2/194) prensibinin aynısı, İnsan haklarına ve hürriyetlerine yapılan saldırıyla ilgili olarak da var. Aynı prensip. Bu prensip hayatın her noktasında geçerli. Diyor ki bakın burada Allah’u Teala
Burada sn. Bayındır sadece 126 dedi ama sonra 127 ve 128 de okudu ve acıkladı
Nahl Suresi 16/126-128 Ayette “Ve in âkabtum fe âkıbû bi misli mâ ukıbtum bihi, ve lein sabertum le huve hayrul lissâbirin. Vasbir ve mâ sabruke illâ billâhi ve lâ tahzen aleyhim ve lâ teku fi daykım mimmâ yemrurûn. İnnellâhe meallezinet tekav vellezine hum muhsinûn”
“Ve in âkabtum – Birisine ceza vermek isterseniz”
“fe âkıbû – ona ceza verin”
“bi misli mâ ukıbtum bihi – size ne kadar sıkıntı verildiyse” yani karşı taraf size ne kadar yaptıysa onun misliyle cezalandırın onu.
Peygamber (s.a.v.)’in Hadis-i Şerifinde geçen; “Kaybolmuş bir deveyi birisi bulur, bu benimdir diye sahiplenirse yakalandığı zaman, o, o deveyi vermekle kalmayacak bir deve daha verecek” Çünkü o deveyi verdiği zaman cezalandırılmış olmuyor ki, yaptığının dengi ceza, aynı cinsten bir deve daha vermek.
Şimdi bugün mesela “Mali Suça Mali Ceza” deniyor, kulağa hoş geliyor da bunun prensibi bilinmediği için kimseyi tatmin etmiyor. Acaba bunun prensibi nedir, işte prensibi burada! Karşı taraf ne kadar zarar vermişse, ona da o kadar zarar. Prensibi o. Ne kadar zarar verdiyse o kadar zarar. Daha fazla da değil az da değil.
Peki bunu mutlaka yapmamız mı lazım?
“ve lein sabertum le huve hayrul lissâbirin – ama sabrederseniz (ne demek sabrederseniz, ceza vermezseniz) sabredenler için bu tabi ki daha hayırlıdır”.
Ne oldu şimdi, bana yapılmış olan, benim kişisel hakkım ve hürriyetlerime yapılmış olan saldırıda yetki kimin, benim mi devletin mi? Benim! Benimdir. İster davayı yargıya taşırım ister taşımam. Tabi ki bir yargı olacak kendi başıma ilkahak ? ta bulunursam o zaman anarşi doğar. Ondan sonra ne diyor Allah’u Teala
“Vasbir – Sabret” Sabrederseniz daha iyi diyor ya, neyi tercih etmiş oluyor. Sabret diyor
“ve mâ sabruke illâ billâh – senin sabrın Allah’ın yardımıyladır”
“ve lâ tahzen aleyhim – bunlara karşı üzülme”
“ve lâ teku fi daykım mimmâ yemrurûn – onların kurduğu tuzaklardan da için daralmasın”
Adam bir sürü üçkağıtçılık yapıyor, fena halde de canım sıkılıyor! Yok canın sıkılmasın affediyorsan karlı sen çıkarsın. Niye
“İnnellâhe meallezinet tekav – Allah kendisini koruyan”
“vellezine hum muhsinûn – ve iyilik yapan kişilerle beraberdir.”
Şuna dikkat ettiniz mi, Savaşlarda affetmek yok, müslümanlara karşı devletlerarası hukukta diyelim yaptığının karşılığı, ya özür dileyecek ya da karşılığını vereceksin. Affetmek yok, affedersen öyle büyük bir fitne ortaya çıkar ki kurtulamazsın, seni sömürür karşıtaraf. Peki Kişisel Suçlarda sana kalmış, affedebilirsin de etmeyebilirsin de, yani insanlara karşı işlenmiş suçlarda. Peki bir de Allah (c.c.)’a karşı işlenen suçlar var, onlar ne olacak?
Mesela Zina suçu var. Cenab-ı Hakk, zina suçunda dört tane şahit istiyor. Üç tane olursa, adama iftira cezası veriyor. Bu ne demektir? Kes sesini demektir sus, bir yerde konuşma! Çünkü bu tür suçlar, konuşuldukça yayılır ve içinden çıkılmaz hâl alır, açıldıkça ortaya çıktıkça kangren olur, örtüldükçe kaybolur.
Peygamberimiz (s.a.v.)’e bir kişi getirtiliyor, zina itirafında bulunan bir kişi geliyor Muvatta’da geçiyor bu Hudud’ta
“Peygamberimiz bir sopa istemiş, kırık bir sopa getirilmiş. Daha iyisi olsun demiş, yeni bir sopa getirilmiş budakları yontulmamış. Bundan hafif olsun demiş, düzgün yumuşak bir sopa getirilmiş. Allah’ın Elçisi emrediyor, adama Yüz sopa vuruluyor.”
Adam’a sen evli misin bekar mısın diye sorulmuyor. Bak bunlara da dikkatinizi çekerim. Çünkü Nur Suresi indikten sonra Evli-Bekar ayrımı kalmıyor zina cezasında. Sonra şöyle diyor Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey insanlar, artık Allah (c.c.)’ın koyduğu sınırlardan kaçınmanızın zamanı geldi. Kim bu pisliklerden birşey yaparsa, Allah (c.c.)’ın örtüsüyle örtünsün. (Ne demek bu? “Tevbes” ? )Çünkü bize yüzünü gösterirse Allah’ın Kitabı’nı uygularız”. Yüz Sopa Allah’ın Kitabı’nda olan değil mi? Orada evli-bekar ayrımı var mı? Hiç sormuyor evli mi bekar mı, yüz sopa!
Şimdi bazı suçlarda da, mesela bugün kü Ceza Yargılaması’nda da vardır; Bu tür suçlarda Takibi Şikayete Bağlı Suçlar olarak adlandırılır. O, bu şeye oldukça uygun.
Şimdi asıl konumuza gelelim: Bugün Batı’da Fransız İhtilâlinden sonra bir takım gelişmeler var biliyorsunuz. Daha önce Katolik Klisesi herşeye hakim vaziyetteydi, Valileri tayin etmede, Devlet Başkanı’na yemin ettirme de, Devlet Başkanını tayin etme de, her konuda hakimiyet onun elindeydi. Engizisyon Mahkemesi, insanlara işkence edilmesi, öldürülmesi, zorla hrıstiyan yapılması, din hürriyeti diye birşey yok! Bir dini kurum, tüm hayatın üzerinde hakimiyeti kurmuş, klise kendisini Allah’ın yerine koymuş, Allah (c.c.) ile insanların arasına girmiş ve Allah (c.c.) adına insanları yönetiyorlar, iyilik olursa Kliseden, kötülük olursa Allah’tan! Ne yapalım kaderimiz buymuş diyerek, iyiliği kendileri yapıyor, kötülüğü haş’a Cenab-ı Hakk yapıyor.
Yaklaşık Dörtyüz yıl boyunca savaş yapıldı. Fransız İhtilali oldu, işte Aydınlanma Çağı deniliyor. Ben Fransız İhtilali’ni şuna benzetiyorum: Bu büyük bataklıktan insanlar çıktı. Güzel, gerçekten iyi bir mücadele, takdir edilecek bir mücadele, Allah adına, Allah (c.c.)’ın adını kullanarak, Allah’ın dinini kullanarak insanlara zulm edilmesine büyük bir başkaldırı, takdir edilecek bir tavır. Arkasından Yurttaşlık Hakları Beyannamesi, en son İnsan Hakları Beyannamesi oluştu. Güzel! Fakat ben şu Batı’ya baktığım zaman, şöyle görüyorum onu; Büyük bir bataklıktan çıkmışlar, sahile çıkmışlar ama ellerinde hiçbir klavuz yok, nerde ne var bilmiyorlar. Onun için halen o Bataklık Hukuku’nu devam ettirmişler, çünkü oraya alışmışlar, halen onun hukuku bugün devam ediyor.
Mesela orada, yani klisenin anlayışında insanlar doğuştan suçludur. Peki suçtan kurtulması için ne gerekir? Vaftiz olmaları lazım, vaftiz olmazlarsa suçludurlar. Vaftiz oldukları zaman tamam, ister kendi gönülleriyle vaftiz olsunlar ister zorla olsun hiç farketmez. Yani o su’ya dalıp çıktılar mı, tamam artık ilk günahları affedildi, ondan sonra tamam. Niye? Onları suçlu gören de günahlarını affeden de Allah adına hareket ettiğini söyleyen Klise! Şunu okuyayım bunun faydası var.
Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri‘nde şu geçiyor. Bu kitap Katolik Klisesi’nin Resmi kitabı mahiyetindedir. Size zaman zaman söylüyorum. Bunu ben Onların Konsolosluğu’ndan getirttim. Şunu söylüyorlar.
“Günahları yalnız Allah bağışlar”. Doğru mu yanlış mı? Tamam. Bizim birçok kimse de öyle söylüyor. Yani lafın bir anlamı yok, yaptığın ne, bir ona bakalım.
“Günahları yalnız Allah bağışlar. Bir klise ruhanisi “günahların bağışlandı” derken Allah’a ait bir yetkiyi kullanır” Kendini kimin yerine koydu? Allah (c.c.)’ın yerine koydu.
“Bu sebeple ne kadar büyük olursa olsun, klisenin bağışlayamayacağı bir günah yoktur” Hani affetme yetkisi Allah’ın idi kime geçti? Kendini Allah (c.c.)’ın yerine koydu gördünüz mü?
“Günahları bağışlama yetkisi yalnız Papa’ya, onun tarafından yetki verilen Yerel Episkopos’a ya da Papaz’a aittir”. Şimdi Papa, anlamı ne? Baba! Baba kelimesi size neyi hatırlatıyor? Allah (c.c.)’a Baba diyorlar değil mi? Birde papa baba. O yukardaki baba, bu aşağıdaki baba! Peder Farsçası. Fadır (Father) ? ile Peder, farsça biliyorsunuz Batı dilleri grubundan yani Ari Dil’lerden
40.50 dk. izleyicilerden konuşan oluyor ama duyulmuyor ve Sn. Bayındır cevap veriyor .
Şimdi bunu aynen devam ettiriyorlar bugün. Ceza yargılamasında, o Dörtyüz yıl mücadele ettikleri klisenin kafa yapısını aynen devam ettiriyorlar. Ceza Yargılamasında Hakim, haş’a Cenab-ı Hakk’ı temsil eder. Şimdi söylediğim zaman göreceksiniz niye öyle söylediğimi. Çünkü ceza yargılamasında herşey delil olur, hiçbir delil Hakim’i bağlamaz. Bu size neyi hatırlatıyor?
la yus elamma yefal ve hum yuselun ?- Allah yaptığından sorumlu değildir, onlar sorumludurlar.
Yani herşey delil olur, hiç bir delil Hakimi bağlamaz. Bugün Türkiye’de yürürlükte bulunan Ceza Yargılaması böyledir. Hakim, hakimlikten çıkar, hem davacının hem davalının yerine geçer. Re’esen yani bizzat delil arama yetkisi vardır. Tarafları dinler.
Şimdi sözde sanık suçsuzdur fakat Sanık, İddia Makamının sorularını cevaplandırmak zorundadır. Bu nasıl suçsuz oluyor o zaman? Ben suçsuz isem “Bu işi ben yapmadım” derim biter. E herşey delil oluyor, hiçbir delil, adam dese ki, itirafta bulunsa “Evet” dese Hakim’i bağlamaz. Sonra bir de Savcılık Makamı, ihdas edilmiştir Napolyon’dan sonra. Savcı suçu, kamu adına yani Kamu’yu temsil eder. Bu kamu da devletin de bir tüzel kişilik haline gelmesi klisenin kalıntısıdır. Çünkü klise Allah’ı temsil eden bir tüzel kişiliktir. Klise açısından insanlar değersizdir bir eşya gibidir.
Ceza yargılamasında da öyledir. Size suç itham eden devletin bir görevlisi olan Savcı’dır, sizi yargılayan devletin bir başka görevlisi olan Hakim’dir. Efendim Hakim bağımsız, Savcı bağımlı demenin de bir anlamı yoktur. Peki Siz! Siz burada sonucu bekliyorsunuz! Ne söylerseniz artık Hakim’in insafına kalmış. Hakim herşey ama Sanık hiçbirşey dir. Şimdi buna bir bakın, niye davalar bu kadar uzuyor anlıyor musunuz? Çünkü şu Batı’nın, o bataklıktan çıktıktan sonra, gözlerine de o bataklığın perdesi inmiş, etrafı göremiyor! Yavaş yavaş bişey görüyor ama nereye gideceğini bilmiyor, elinden tutan birisi olmadığı için işte bir süre göreceli olarak bir şey var, bataklıkta çektiklerini hatırladıkça bir takım düzeltmeler yapmışlar, şimdi yeniden o bataklığa doğru hızla gidiyor Batı. Hızla gidiyor! Hızla gidiyor da bize ne oluyor? Şimde ben “Bize” derken, sakın şeyi kasdettiğimi, şu Kur’an’ı Kerim’deki Hükümleri ve Fıtrat’ı kast ediyorum. Fıtrat! Batının da arayıp birtürlü bulamadığı şeyi! Şimdi onlar Tabii Hukuk diyorlar, doğru söylüyorlar. Tuwingen ? ile bir anlaşma imzaladık, Tabii Hukuk konusunda çalışacağız falan diye ama nerde! Kimsenin o konuda şeyi yok ki, bütün kafalar batıya göre yetişmiş! Sen bir konuşuyorsun, hiç anlamıyor. Kime ne söylüyorsam bakıyorsun ki, sana karşı ayıp olmasın diye gülmüyor ama belli içinden güldüğü belli!
Şimde size ben söylemiştim, mesela çok kısa söyleyim de fazla uzatmaya gerek yok vakit epey geçti.
Beraet Zimmet asıldır bizde. Ne demek Beraat Zimmet? Bir kişinin suçsuz ve borçsuz olması temel prensiptir bu bir. Peki bir kişiye suç itham edildiği zaman, “sen suçu yaptın” dediğiniz zaman, kim onun suçlu olduğunu, borçlu olduğunu iddia ediyorsa ispat etmek zorundadır. İspat, iddia edene düşer, karşı tarafa değil. Dolayısıyla, kişi kendi aleyhine işlenen suçları affetme yetkisine sahip olduğu için, ispat etme görevi de onun görevidir. Yoksa onun yerine devlet bu işe el atamaz. Bugünkü manada bir tüzel kişilik yoktur. Çünkü o tüzel kişilik klisenin devamıdır. Yani Katolik klisesinin yapısının devamıdır. Herşeyi yapacaksınız orda, suçu Cenab-ı Hakk’a atacaksınız klisede öyle! Herşeyi yapacaksınız Allah (c.c.) adına, ondan sonra suçu Cenab-ı Hakk’a atacaksınız. Burada da yeni devlet anlayışında da herşeyi yapacaksınız, bir İbra mekanizması ile tamam suçtan kurtulacaksınız. Maalesef şirketlerde bu Sermaye Şirketlerinin yapısı da ciddi manada ona benziyor ve bir sürü haksızlıklara sebep oluyor. Onun için Kur’an’ı Kerim’in ve Hadisi Şerif’lerin koyduğu Yargı Sisteminde, suçluluk ispat edilmedikçe, kesin olarak ispat edilmedikçe karşı taraf suçlu sayılmaz. Onun için Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir Hadisi Şerif vardır. Tirmizi’de geçer. Der ki; “Yanılıp affetmek, yanılıp ceza vermekten hayırlıdır.” Gerçi bu prensip yazılı olarak bugünkü Yargılama Sisteminde geçer ama uygulamada yok.
Şimdi az önce okudum size, “Allah’tan başkası günah affetmez” diyor gayet güzel, ondan sonra devamı birşeye yaramıyor! Efendim “sanığın suçluluğunu ispatlanıncaya kadar suçsuzluğu esastır” deniyor doğru çok güzel, ama ondan sonra diyorsun ki, benim iddialarımın hepsini cevaplandırmak zorundasın. Allah Allah! Ama şeyde “Ben yapmadım” dediğin zaman bitti. Benim borcum yoktur dediğin zaman biter. Karşı tarafın ispatlaması lazım!
Hakim taraflara karışmaz, orada ciddi bir Gözlemci olarak durur ve Hakim’in ceza davalarında bir görevi vardır; Şüpheyi araştırma görevi vardır. Şüpheyi bulup, şüpheyle sanığa suç yüklememek için, şüpheyi araştırma görevi vardır. Böyle olunca da sonuçlar çok kısa sürede alınır.
Doktora yapmıştık, “Osmanlı Yargı Sistemi”nde. Size defalarca söyledim, işte orada Yirmibir sene Mahkeme Arşivi’nde bulundum, çok sayıda araştırmaya yardımcı olmak nasib oldu. Doktorayı orada yaptık. Orada, bugünkü gibi değil, Üç gün süren dava bulmak için aylarca araştırma yapmanız gerekir. O üç gün içerisinde (ben kitabı elime almıştım, getirecektim, keşke getirseydim de size bir örnek okusaydım, hayret ederdiniz). O üç gün içerisinde hatta o Bir Gün içerisinde, Bir Gün’de sonuçlanan dava için, yapılan işlemleri görseniz hayret edersiniz. Bir gün de bu kadar işlem olur mu? Olur! Çünkü öyle bir toplum oluşturulmuş ki, toplumun bütün fertleri Yargı’ya yardım ediliyor. Bütün fertleri yargıya yardım ediyor! Onun için bakıyorsunuz ki, İstanbul Mahkemesinin Hakimi, Hukuk Davasına bakıyor, Ceza Davasına bakıyor, Noterlik yapıyor, Cami ve Medreseleri idare ediyor. Vakti boş kalıyor, bakıyor bu defa çarşı-pazar dolaşıyor fiyat kontrolü yapıyor. Bir senelik tuttuğu deftere bakıyorsunuz, küçücük bir defter, cebine koyuyor tamam! Arşive gidin, küçük bir defter görürsünüz, bir yıllık çalışması! Ama bugün, bir Mahkemeye gittiğiniz zaman, önündeki defterin büyüklüğünü görünce şaşırıp kalıyorsunuz. Bunların hepsi yaklaşımdaki yanlışlıklardır. Artık bu dünyanın bu yanlış gidişatına el koymamızın zamanı gelmiştir. Ama el koyarken, Allah (c.c.)’ın yarattığı kainata, Allah’ın indirdiği Kitap ile Allah’ın yarattığı kainatta geçerli olan kurallarıyla fıtrat ile el koymamız lazım. Yani Batının arayıp da bulamadığı o Tabii Hukukla el koymamız lazım. Yoksa size herzaman söylüyorum, maalesef bizde de eğer doğru gidilseydi, herhalde bugün bu durumda olmazdık!