“Allah insanın ömür boyu yapacağı her şeyi bilir ve bunu Levh-i Mahfuz’a yazmıştır.” diyorlar. Allah’u Teâlâ’nın ilmi de değişmediği için dünyaya gelen herkes cennetlik mi, cehennemlik mi baştan bellidir. Yazı yazma işi bitmiştir. Peki insanlar neden imtihana tabi tutuluyorlar? Burada deniyor ki: Allah’u Teâlâ’nın bilmiş olması insanların davranışlarını etki etmez. İşin o tarafına bu akşam girmeyeceğiz. Onu geçen haftaki dersimizde anlatmıştık.
Acaba gerçekten -söylendiği gibi- başımıza gelecek olaylar, biz dünyaya gelmeden mi yazılmıştır yoksa şimdi mi yazılır. İlk önce şunu anlamaya çalışalım. Allah’u Teâlâ’nın bir din tanımlaması vardır. Biz dini kendimize göre tanımlarız. Maalesef Allah’ın yaptığı din tanımını, ben her hangi bir kitapta görmedim. Yani İslami eser diye adlandırdığımız kitaplardan herhangi birisinde Allah’ın yaptığı din tanımını görmedim. Çünkü o din tanımı çok farklı bir şey. O tanımı ortaya koyduğunuz zaman bir çok şeyin çehresi değişiyor. Cenabı Hak 30. surenin 30. ayetinde şöyle buyuruyor. Yüzünü dosdoğru bu dine çevir. Allah’ın fıtratına ki insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın insanları ona göre yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yarattığının yerine geçecek hiçbir şey yoktur. sağlam din bu dindir ama insanların çoğunluğu dinin bu olduğunu bilmezler. Yani din: fıtrattır. Fıtrat: yani tabiatta geçerli kanunlar bütünüdür. İnsanın vücudunda Allah’ın yarattığı kanunlardır. Toplumda Allah’ın yarattığı kanunlardır. Tabiatta Allah’ın yarattığı kanunlardır. Dolayısı ile doğal yasalar, doğal kanunlar bütünü: Allah’ın dinidir. Çünkü varlıkları yaratan Allah’u Teâlâ’dır. Kur’an’ı Kerim’i indiren de odur. Elbette ki onun dini, kendi yarattığı varlıklar aleminde geçerli kıldığı yasalara aykırı değil, o yasaların ta kendisidir. Yani din doğallıktır, diyebiliriz. “Din fıtrattır” demek: “din doğallıktır” demektir. Bu sebeple eğer siz kendi tabiatınızı bozmamışsanız, din olarak size anlatılan her şey sizin içinize yatar, sizi rahatlatır ve mutlaka sizin probleminizi çözer. Yani size şıra vermektir. İçersiniz lezzetli bir şekilde üzüm suyunu (şıra), vücudunuz ondan son derece yararlanır ve rahat edersiniz, beslenirsiniz. Ama bozuk din, o şırayı şaraba çevirmektir. Onu içtiğiniz zaman sarhoş olursunuz.
Din doğallık olduğu için, biz yaşadığımız hayatta, yani biz bütün insanlar, yeryüzünde ne kadar insan varsa hepsi şunu bilir. “Çalışırsan kazanırsın” kardeşim. Çalışacaksın yatmayacaksın. Elinden geleni yapacaksın. İyi olacaksın. Bunun için de çocuklarımızı okula göndeririz. Çok iyi yetişmelerini, hayata iyi hazırlanmalarını sağlarız. Kendimiz de elimizden geldiği kadar gece gündüz çalışırız ki onurlu bir hayat yaşayalım. O fıtrat bizi öyle olmaya zorlar. Allah’u Teâlâ İnsan (76.) suresinde, insanla ilgili şöyle bir tanımlama yapıyor. Diyor ki: İnsan üzerinden uzunca bir zaman geçti. Kendisiyle ilgili herhangi bir bilgi üretilmiş değildi. Yani insandan hiç söz edilmeyen uzunca bir zaman geçti. Ne insanın şeklinde bir varlık var nede kendisi var.
Peki insan neden yaratıldı? Bir hayvanın evrimiyle mi? Hayır. İnsanı döllenmiş yumurtadan yaratmışızdır. O ağır bir imtihandan geçireceğiz. Bu sebeple onu gören ve dinleyen bir varlık olarak yaratmışızdır. Hayvanlar görmez bakarlar. Ama insanlar hem bakar hem de görürler. Bakmakla görmek arasında büyük fark vardır. Şimdi bizim bulunduğumuz salonda rahat bir şekilde oturuyoruz. Ama birisi elinde bıçakla içeriye girecek olsa, şöyle bıçağı bize göstererek girecek olsa tamamımız rahatsız oluruz ve bunun arkasında olacak kötü olayları hepimiz görürüz. Dolayısıyla ona engel olmanın bütün çarelerini ararız. Ama koyunların bulunduğu yere elinde bıçakla on kişi girse koyunlar hiç farkına bile varmazlar. Yani o bıçak onları hiçbir şekilde tedirgin etmez. Yanlarında kendi hemcinsleri kesilir, umurlarında değildir. Onlarda bakmak var ama görmek yok. İnsanlar görür.
İnsanlarda birde dinleme özelliği vardır. İşitme özelliğinin yanında bir de dinleme özelliği vardır. Dinlediği bilgiyi zihnine yerleştirir. Kullanıma hazır hale getirir. Yeri geldiği zaman kullanır. Ama siz hayvanlara gidin en iyi durumda olan Kur’an’ı Kerim’de methedilen at vardır mesela yada hangi hayvan olursa olsun. Gidin alın karşınıza ve nasihat edin. Bunlarda böyle bir özellik yoktur. Onlarda şartlandırma yaparsanız bir şeyler olur.
İşte “Ağır bir imtihandan geçireceğiz. Ondan dolayı dinleyen ve gören bir varlık.” Çünkü dış dünya ile ilişkilerinizi bu iki şey sağlar. Dinleriz, görürüz, oradan aldığımız bilgileri sonra kullanırız. İyi yada kötü. Şimdi insanların fıtratları bunu olduğu gibi kabul eder. Gerçekten de ağır bir imtihandan geçiyoruz. Hepimiz biliriz bunu. Bazen öyle haller olur ki bazı kimseler o imtihana dayanamaz. Hatta isyan ederler. Halbuki siz baştan bilirseniz ki ağır imtihandan geçeceğiz. Hiçbir sıkıntınız olmaz. O, şeye benzer. İmtihan sırasında sorulan sorulara benzer. Ben bunun cevabını mutlaka vermeliyim. Ağır imtihanlarda da şunu kesin bilirsiniz ki Allah hiç kimseye çekemeyeceği bir yükü yüklemez. Allah bana bu yükü yüklediğine göre demek ki ben de bu yükü çekecek kadar kuvvet vardır. Öyleyse bunu kesin başaracağım, dersiniz ve başarırsınız. Başardıktan sonra da Allah size ikramda bulunur.
Şimdi insanlar fıtratıyla bunu gayet iyi bilirler. Herkes imtihandan geçtiğini bilir. İmtihanın ağır olduğunu bilir. Bazılarının başardığını, bazılarının başaramadığını gayet iyi bilirler. Zaten Bakara suresinin 155. ayetinde de şöyle diyor. Sizi kesin olarak biraz korku, biraz açlık, mal noksanlığı, can noksanlığı ve gelir noksanlığı ile mutlaka ağır bir imtihandan geçireceğiz. Sabredenlere müjde ver. Başlarına bir musibet geldiği zaman “Kendimize ait neyimiz var ki derler. Biz de Allahınız.” Neye üzüleceğiz ki. Mesela bir yakını öldü. Veren o, alan o. Ne yapalım. Beni de o istediği an öldürebilir. Ben de ölmüş olabilirdim şu anda dersiniz. Yada malınız gitti. “Ben dünyaya malla mı geldim ki üzüleyim. Hiçbir şeyim yoktu. Giderken de gene bir şeyim olmayacak. O zaman niye üzüleceğim dersiniz. Her şey Allah’ın zaten. Ben de Allahınım. Bitti. Onun huzuruna döneceğim”, ve o zaman imtihanı kesin kazanırsın. Sabredenlere müjde ver. Onların üzerinde rableri tarafından verilmiş olgunluklar olur. Pişer pişmiş adam.
İşte fıtratta bu tür olaylardan başarıyla geçmiş adama ne denir? “Görmüş geçirmiş adam” derler. Bu adam pişmiş. Olaylar bu adamı pişirmiş, denir değilmi. Yani tıpkı bir etin pişmesi gibi. Bakın hayvanı keserler. Eti bulunduğu yerden ayırırlar. Kendinizi o etin olduğunu düşünün, canlılık gitti. Olduğunuz yerden ayrıldınız. Yetmedi doğrarlar hatta bazen de çekerler, kıyma yaparlar. O da yetmez tencereye atar haşlarlar, ondan sonra içerisine bir takım şeyler de katarlar sonra da bir yemek olarak takdim ederler. O kadar işlemlerden geçmese o yemek olmaz. Bir işe yaramaz. İnsan da öyledir. Pişer. Piştikten sonra -tabi insan yemek olarak yenmez ama- olgunluk, bütün insanlara ders vermesine, örnek olmasına sebep olur. Onların üzerlerinde rablerinin verdiği olgunluklar ve Allah’ın ikramı bulunur. Her zaman size kolayı gösterirler. Çıkış yolunu gösterirler. Sabırlı olun geçer. Bir takım yollar gösterirler size. Hep güzellikler gösterirler. O istediğine kavuşacak olanlar bunlardır. Yani bu kadar ağır imtihanlardan geçtikten sonra başarırsan tamam. Ama bu arada başaramayan kaybeder.
Allah’u Teâlâ bu musibetleri ne zaman yazar? Ondan önce 64. surenin 11. ayetini açalım. Başına gelen her musibet: -Buradaki musibet kelimesi; Türkçemizde kötülük anlamınadır, ama Kur’an’ı Kerim’de iyiliğe de musibet denir kötülüğe de. Yani Türkçe karşılığı: sizin başınıza gelen demektir. Başa gelen, kişiye isabet eden şeyler. Yani imtihan gereği önünüze çıkan şeyler.- Başınıza gelen her şey -iyilik kötülük- Allah’ın onayı olmadan gelmez. Muhakkak Allah’ın izni olur. Allah izin verir, musibet ondan sonra başınıza gelir. Allah’ın izin vermesi de yetmez. Yazılması da gerekir. Onu da biraz sonra okuruz. Ama bu arada bir iki tane daha ayet okuyalım. Bu ayeti tamamlıyoruz. Kim Allah’a inanır ve güvenirse onun kalbini doğruya yönlendirir. İnan güven sonucu al. Bu yaşarken olan şey değil mi. İnan güven sonucu al. Peki inanıp güvenmezsen ne olur? İnanıp güvenmezsen sonucu alamazsın değil mi. Allah her şeyi bilir. Şura suresi 42. sure 30. ayet. Bu musibet kötülük manasınadır. Başınıza gelen her sıkıntı -her musibet, burda kötülük manasına musibet.- mutlaka elinizle yaptığınızdan dolayıdır. Sebebi sizsiniz. Allah çoğunu da affeder. Başınıza gelmez. Bir çoğunu da görmezlikten gelir Cenabı Hak. Hiç kimsenin Allah’ın onayı olmadan inanması da söz konusu değildir.
Allah’ın onayı: Yani her şey Cenabı Hakkın onayıyladır. Çünkü Allah bir kural koymuştur. Kader o. Kader: ölçü demektir. Allah’ın koyduğu ölçüler. O ölçüye, uyup uymadığına karar verecek olan o dur. Onun için o onaylayacak ki sen mümin yazılasın. Onun onayından sonra mümin diye yazılırsın. Onun onayından sonra melekler senin sevabını ve günahını yazar. Onaylamadan önce yazılma yok. Yunus suresi 10/100. ayeti okuyoruz şu anda. Allah o pisliği. Yani kafirlik pisliğini, (burda iman) İman dışında pislik: şirktir, kafirliktir. Allah o pisliği akıllarını kullanmayan insanların üstüne yükler. Sebep kim? İnsan, aklını kullanmıyor, doğru davranmıyor. Siz aklınızı kullanıp doğruyu ararsanız Allah mutlaka size doğruları gösterir.
Nisa (4.) surenin 79. ayeti. Başına gelen iyilik Allah’tandır. Çünkü senin bu dünyaya geldiğin zaman hak ettiğin hiçbir şey yok. Allah sana ikram olarak veriyor. Ama başına gelen kötülüğün sebebi de sensin. Kendinden kaynaklanıyor. Ya Muhammed sav. Seni insanlara elçi olarak gönderdik. Şahit olarak da Allah yeter. Şimdi buraya kadar. Musibet tamamen bizim yaptığımızdan dolayı olduğuna göre değil mi. Mesela fıtrat. Ne deriz. “Kendim ettim kendim buldum” değil mi. Ve şöyle bir bakın, sizin en büyük düşmanınız kendinizdir. Bir insanın kendisine yaptığı düşmanlığı hiç kimse yapamaz. Kendisine yaptığı kötülüğü hiç kimse yapamaz. Sizin en büyük dostunuz da kendinizdir. Akıllı davranırsanız çok iyi bir hayatınız olur. Sıkıntı da çekersiniz. Akıllı davranırsanız dürüst olmanız lazım. Dürüstlük geleceğe yapılan yatırımdır. Yatırımdan hemen sonuç alamazsın. Dürüst olduğun zaman bir süre dışlanırsın. Bir yatırım yapan insan da bir süre sıkıntı çeker. Aynen onun gibi ama o dürüstlüğün meyvelerini toplamaya başladığın zaman da müthiş şeyler oluyor. Çok güzel olur. Dürüstlük zaten eğer kolay bir şey olsaydı zaten herkes dürüst olurdu. Niye insanlar dürüst olmuyor. Niye yalan söylüyorlar. Niye yanlış şeyler yapıyorlar. Sabırsızlık gösterdikleri için. Bir an önce arzu ettiklerine kavuşsunlar diye ama yalan öyle zor bir şeydir ki bir kereyle olmaz. Arkasından sekiz on tane daha yalan konuşman lazım ki tutsun. Yoksa tutturamazsın . Biraz sonra unutsan yalan söylediğini -yalan çabuk unutulur, doğrular unutulmaz- hemen foyan açığa çıkar. Yalanı yakalamak çok kolaydır. Peki insanlar niye bu kadar kendilerini sıkıntıya sokuyorlar. Aslında bu daha büyük sıkıntı. Menfaatleri için bunu yapıyorlar. Onun için dikkat edin, dürüstlüğü herkes ister ama kendine karşı yapılması şartıyla. Peki sende dürüst ol. Yok. Dürüstlüğü çok anlatır da kendine karşı yapılırsa. Başkasına karşı olduğu zaman pek dürüst olma ihtiyacı duymaz. Herkes dürüst olsun der ama kendinin dürüst olmasını istemez. Çünkü o faturayı ödemek istemediği içindir. Dürüstlüğün kötü olduğu, kötü gördüğü için değildir.
Peki asıl ayete geldik. 57. sure, Hadid suresi 22. ayet. Orada Allah’u Teâlâ şöyle diyor. Musibet; “Başımıza gelen kötülüğün sebebi biz, iyiliğin sebebi Allah’dır.” Ve Allah onaylamadan da hiçbir şey olmaz. Az önce ayetlerden de okumuştuk. Allah mutlaka onaylayacak. Peki onayladıktan sonra ne olur. Yazıya geçer. Yazı onaydan sonradır. Yazıya geçtikten sonra başımıza gelir. Şimdi resmi daireleri düşünün. -Yani fıtrat dedik ya, insan tabiatında geçerli olan. İşte sosyal bilimler bununla uğraşır. İnsan tabiatında geçerli olan kanunlar.- Şimdi siz çalıştığınız bir yerde, yanlış bir iş yapsanız. Önce sizin için bir yazı yazılır. Savunmanız istenir değil mi. Kendinizi savunursunuz. Savunduktan sonra sizinle ilgili karar verilir. O karar da yazıya geçer, ondan sonra uygulanır öyle değil mi. Bu Allah’ın kanunudur. İnsanların içinde olan, işte, din, fıtrat, doğallık diyoruz ya işte bu. Siz bir şey yaparsınız. Yani yapmaya niyet edersiniz. Allah’u Teâlâ o konuda onayını verdiği zaman yazıya da geçer, ondan sonra o işi yapabilirsiniz. Hatta bir ağaçtan bir yaprak düşecek olsa o da yazıya geçmeden düşmez. Allah’ın kayda geçmeyen hiçbir işi yoktur. Onun için Allah’u Teâlâ Adem as.a bilgileri yazıyla öğretmiştir. İnsanoğlu bu dünyaya yazı yazarak başlamıştır. Yazı son derece mühimdir.
Şimdi burda diyor ki Allah’u Teâlâ: Yeryüzünde yada kendi içinizde her hangi bir şey olmaz ki biz onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce bir yere kaydetmiş olmayalım. Berie: ayrı bir varlık olarak yaratmak demek. Ne olursa olsun bir yaprağın düşmesi, benim şu kolumu kaldırmam indirmem, konuşmam hepsi kayda geçmeden olmaz. Önce kayda geçer, sonra Allah onu yaratır. Onun için Allah’ın yaratmadığı hiçbir şeyi bizim yapmamız mümkün değildir. Ama yaratması da tamamen bize bağlıdır. Yer yüzünde yada kendi nefsinizde herhangi bir şey olmaz ki Yani bende herhangi bir şey oluşmaz ki Onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce kayda geçmiş olmayalım. Şimdi siz dersiniz ki “Bu kadar şey kaydolunur mu?” Bir anda hesap edemeyeceğimiz sayıda olay oluyor. Yeryüzünde, her şey, yaprağın düşmesi bile kayda geçtiğine göre, bizim bildiğiz sayıların yetmesi mümkün değil, bir anlık olayları kaydetmek için. O kadar çok kayıt nasıl oluyor. Bu Allah’a kolaydır. Bu Cenabı Hakka çok kolaydır. Zor değil ki.
Bu ayete şu şekilde bir anlam verirler. Hani kadercilik. Bugün yaptığımız konuşmada da size anlatmıştım. Bir kadercilik anlayışı Emeviler’den sonra İslam alemine girmiştir. Kader, inanç haline getirilmiştir. Hatta size imanın şartı kaçtır diye sorana, altıdır dersiniz. Birisini de kader olarak sayarsınız. Kaderi inanç haline getirmek için de Kur’an’ı Kerim’deki ayetlerin hemen hemen tamamına yakınının anlamını değiştirmek gerekmiştir. Onlardan bir tanesi de bu. Hani her şeyin yaratılmadan yazılmış olması gerekiyor Levhi Mahfuzda. Ayet bu. Şöyle mana veriyorlar. Buradaki nebraha daki ha zamiri enfüs kelimesine yada art kelimesine gönderiyorlar. Arapça bilenler için söylüyorum. Diyor ki: Yeryüzünü veya sizleri yaratmadan önce mutlaka bir kitaba kayıtlıdır. Başınıza gelen her olay yeryüzünü yaratmadan önce bir yere kaydedilmiştir. Deniyor. Yada başınıza gelen her olay sizi yaratmadan önce bir yere kaydedilmiştir. Arapça bakımından bu ayete böyle bir mana vermek imkan ve ihtimali yoktur ama kader inancı şey yaptığı için böyle mana verirler.
Bana geçende mektup gönderen bir arkadaşım bu ayeti yazmış. Kendini tasdik eden bir tek ayet yok. Bu ayete bu yanlış anlamı vererek “Her şey insanlar yada yeryüzü yaratılmadan önce yazılıydı. Kıyamete kadar yapacağınız ne varsa hepsi yazılı.” Demiştir. Araf Suresinin 7/156. ayetinde Cenabı Hak şöyle diyor. Dua ettiriyor. Musa as.la ilgili bu ayet. Musa belirlediğimiz vakit için yetmiş kişi seçti. Hani şeyde, olayı hatırlayın, Musa as. Sina dağına çıkmıştı. Kırk günlüğüne orada kalmış, dönüşte ne olmuştu? O ordayken, buzağıya tapmışlardı değilmi. Hatta döndüğünde, işte bu ayetin yukarısında mealden okuyayım da, ayetin metninden okuyunca çok zaman alıyor. Musa Tur dağından onların yaptıklarından dolayı kızgın ve üzgün olarak kavmine dönünce “Bana ardımdan ne kötü halef oldunuz rabbinizin emrine sabretmeden acele mi ettiniz” dedi. Peki bu olaylar insanlar yaratılmadan yada yeryüzü yaratılmadan bir şeye kayıtlıysa bu insanların bu işi yapmaktan başka çareleri var mı? Musa as. bilmiyor mu ki, bu insanları bundan dolayı hırpalıyor. Bizdeki kader anlayışı öyle bir anlayıştır ki Cenabı Hak da bilmez onu haşa, Rasûlullah da bilmez. Allah’ın hiçbir nebisi de bilmez. Ayete yanlış anlam verilerek. İşte buna dikkatinizi çekmek istiyorum. Bakın çok dikkatle. Ve en başta ne dedik, din fıtrattır. Sizin içinize yatmıyorsa, kafanıza yatmıyorsa orada mutlaka bir şey var. Mutlaka bir şey var. Tevrat levhalarını bıraktı ve kardeşinin başından tutup onu kendine doğru çekmeye başladı. (Harun as.ı) Kardeşi de “Ey anamın oğlu doğrusu bu kavim beni hırpaladı ve neredeyse beni öldürüyorlardı. Artık düşmanları bana güldürme beni bu zalimler güruhuyla beraber tutma” dedi. Engel olamadım dedi yani. (Araf 7/157) “Rabbim bana ve kardeşime mağfiret eyle bizi rahmetine koy çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin.” Dua ediyor. Eskiden yazılıp bittiyse bu duanın ne anlamı var. Allah’ın bilgisi değişecek mi. Yazdığını mı değiştirecek.
Şüphesiz ki buzağıyı ilah edinenlere yakında rablerinden bir gazap dünya hayatında bir zillet ilişecektir. İşte iftira edenleri böyle cezalandırırız. Onlar iftira ettikleri için bu cezayı alıyorlar. Ezelden yazılsaydı bu adamlara ceza vermek zulüm olurdu değil mi? Kötülükleri yapıp da sonra ardından tevbe edip iman edenleri ise muhakkak ki rabbin bunun ardından elbette gafur ve rahimdir. Nihayet Musa’nın öfkesi yatışınca levhaları aldı. Musa’nın öfkelenmesine gerek olmazdı eğer ezelden yazılsaydı. Onların bir nüshasında ise rablerinden korkanlar için bir hidayet ve bir rahmet vardır ve Musa tayin ettiğimiz vakitte tayin ettiğimiz yere gelip af dilemeleri için bu parantez içinde ama başka ayetlerde olduğundan dolayı parantezi okudum. Kavminden yetmiş adam seçti. Onları da o şiddetli sarsıntı yakalayınca Gittiler şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldılar. O zaman Musa as. şöyle dedi. Bundan sonrasını okumayacağım. Çünkü verilen anlamın doğru olması mümkün değil. Şae fiilinden dolayı bunu ayetten okuyacağım. Sarsıntı olunca Yarabbi emretseydin daha önce bu insanları da beni de helak ederdin. İçimizden bir kısım beyinsizlerin yaptığından dolayı bizi helak mı edeceksin. Bu tür imtihanlarla sen kendi koyduğun kuralına göre, o kurala uygun olan dalalete uygun olanı sapıklık sayarsın, hidayete uygun olanı da yoluna getirirsin. Koyduğun kurala göre yaparsın bunu. Bizim velimiz sensin. Yani sen bize her şeyden daha yakınsın. Öyleyse bizi bağışla merhamet et sen bağışlayanların en hayırlısısın.
Evet yine ezelden yazılma söz konusu olsaydı. Bu sözlerin hiçbir anlamı olmazdı. Sonra asıl konu şu: Musa as. şunu diyor. Yarabbi bu dünyada bize bir güzellik yaz. Ezelden yazılmışsa, yaz demenin bir anlamı var mı? Yaz demenin ne anlamı var. Ahirette de güzellik yaz. Biz sana yöneldik. Allah ne cevap veriyor? Azabım, koyduğum kanuna göre o azabı veririm diyor. Merhametim her şeyi kuşatmıştır. YAZACAĞIM. Bu Allah’ın sözü bak. Ya za ca ğım, rahmetimi yazacağım diyor. Kendini koruyanlara yazacağım. (Takva sahiplerine yazacağım.) Zekatı verenlere, ayetlerimize inananlara yazacağım.
Demek ki eğer yazı olup bittiyse ne Musa as.ın bu duasının bir anlamı var değil mi, nede Allah’u Teâlâ’nın yazacağım sözünün bir anlamı olur. Öyleyse lütfen şu işi görüyor musunuz bakın. Eminin ki sizin kafanızı en çok meşgul eden olaylardan bir tanesi budur. Şimdi ayetin manası Yeryüzünde ve kendinizde olan her şey onu ayrı bir varlık olarak yaratmamızdan önce mutlaka bir kitaba kaydolunur. Yeryüzünde ve kendinizde olan her şey. Sadece insanda değil yeryüzünde. İşte yaprağın düşmesi de aynı. O olayı olmadan, ayrı bir varlık olarak yaratmadan mutlaka bir yere kaydedilir. Bir kitaba kaydedilir. Olayı yaratmadan önce kaydediliyor. Kaydediyor. Ayrı bir varlık olarak haline getirmeden önce kaydediyor. Yani önce kayda geçiyor sonra yaratıyor. Ne kadar önce? Onu Allah bilir tabi. Ama bir olayın başımıza gelmesinin sebebi bizim davranışımız olduğunu söylemedi mi Allah. Başına gelen kötülüğün sebebi sensin. Önce ben o kötülüğün sebebi olacağım. Sonra Allah’u Teâlâ onay verecek. O kötülüğün başıma gelmesi için sora yaratmadan önce de yazdıracak, sonra yaratacak. Sebebi bensem o zaman ben ona sebep olmadan önce yazılması mümkün mü? Ayet öyle söylüyor. İşte burada da diyor ki Allah’u Teâlâ: Yeryüzünde ve kendinizde herhangi bir olay gelmez ki onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan bir yerde kaydı olmaz. Bu kadar çok nasıl olur? Allah için kolaydır. Kendiniz gibi düşünmeyin. Bütün kayıtları çok rahat bir şekilde tutar. Her musibet mutlaka, -iyilik kötülük farkı yok- mutlaka olmadan önce Allah tarafından yazılır. Yazıldımı artık geriye dönme imkanı yok. Yazıldı bitti. Ondan dolayı Musa as. diyor ki: Yarabbi bize güzellik yaz. Yazdımı bitti. Yazılana kadar tevbe et, şunu yap, bunu yap, tamam. Ama yazıldı ondan sonrası yok.
Size mesela bir olay anlatayım. Bizde şu söylenir kader inancı gibi “Ecel ne uzar ne kısalır” denir değil mi? Yunus as. kendi kavminden kaçtı. Çünkü uzun yıllar onlara Allah’ın dinini anlatmış kimse de inanmamıştı. Allahtan izin almadan kaçtı. Yunus as. kötü bir şey yaptı mı? Yaptı. Öyleyse bunun cezasını görecek. Görmeyebilir de, -çünkü “Allah çoğunluğunu affeder”, diyor ya- ama görebilir de. Sen misin izin almadan giden. Bir gemiye bindi biliyorsunuz. Yükün fazlalığından dolayı kura çektiler. O günün gemileri dediğimiz, bir teknedir yani fazla bir şey değildir. Bakmaması için herkes öleceğine bir kişi yada iki kişi ölsün. Kura çekiyorlar Yunus as.a çıkıyor. Niye yunus as.a çıkıyor. Çünkü suçlu o.
Herkesin bildiği olay zaten. Yunus as. çekilen kurada atılanlardan oluyor biliyorsunuz değil mi. Bakın başınıza kendi yaptığınızdan dolayı gelir. Yunus as. da olsan affı yok bu işin. Yalnız tevbe kapısı her zaman açık. Ne zamana kadar açık? Allah’u Teâlâ diyor ki biliyorsunuz (Saffat suresi 37/142. ayet.) Yunus as. atıldıktan sonra balığın karnına girdi. Balık tabi, balina olabilir. Büyük bir ihtimalle, büyük bir balina balığı. Balinanın midesinde bir kişiye bir hafta yetecek kadar oksijen olduğunu söylüyor bazı uzmanlar. Yunus as. bugünkü Musul’da yaşayan bir insan. Yunus as.ın gördüğü en büyük balık Dicle ve Fırat’taki balıktır, başka balık bilmez. Yani şimdi biz televizyon şu bu varda, ondan büyük balık olduğunu biliyoruz. Yunus as. bilmez büyük balığı. Dolayısıyla o kendisini balığın karnındayken nasıl hisseder? Balık yuttu diye düşünebilir mi. Zaten o balığın ağzını bir mağara olarak düşünür. Balığın karnında, bir mağaraya girdim pis kokulu bir yer diye düşünür. Nefes alabiliyor ya, öldüğünü düşünmez. Artık balık beni yuttu diye düşünürse, tevbesinin kabul edilmesi zaten mümkün değil.
Nisa suresinin 17. ve 18. ayetlerinde Allah’u Teâlâ şöyle diyor. Tevbe: kendisini tutamayarak günah işleyenlerin yaptığı tevbedir. Tutamayarak kelimesi herkes için geçerlidir. Çünkü fıtrat, işlenen günahın yanlışlığını adama söyler. Bu vücut günah işlemek için yaratılmamıştır. Sevap için yaratılmıştır. Kullanma talimatı öyledir. Günah işlediğiniz zaman vücudunuzda rahatsızlık hissedersiniz. Bir kişi, -o ayette geçiyor ya- bicehaletin kelimesi geçiyor ya. Kendini tutamayarak, bilmeden değil. Bilmeden diye tercüme ederler o yanlış. Bilmeden işlenen suç suç değildir. Oradaki cehalet kelimesi: kendini tutamayarak işleyen demektir. Kendine engel olamayarak. Mesela sigara içmenin kötülüğünü sigara tiryakileri bilmez mi? Ama kendine engel olamaz içer. Öyle değil mi. Bütün günah işleyenler böyledir. Yeryüzünde bütün insanlar yanlışı yanlış olarak bilir. Çünkü bu vücut yanlışa tepkiyi verir. Der ki “Yanlış yapıyorsun.” Onun için vicdan rahatsızlığı çekerler. Huzursuz olurlar falan. Ama sigara tiryakisi olduğu gibi günahın tiryakisi olduğu zaman da zevk almaya başlar. O da başka bir şey. Fakat yanlış olduğunu her zaman bilirler. İşte ayetin manası o
Allah’ın kabul etmeyi üstlendiği tevbe şu. Kendine engel olamayarak kötülük işleyenin tevbesi. Fazla vakit geçirmeden tevbe edenler işte ben onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul eden ve çok merhametli olanım. (Nisa 4/17). Kötülük işleyip duranların tevbesi tevbe değildir. “Yarabbi beni affet” diyor, kötülük işlemeye devam ediyor. Olmaz. Bu suçtan döneceksin. “Yarabbi beni affet” diyeceksin. Kendini düzelteceksin. Ölüm gelip çatmış şimdi tevbe ettim diyor. Bakıyor ki ölecek kurtuluş yok. Tevbe ettim. Olmaz bu. İşte Firavun boğulurken tevbe etmişti. Ne demişti. Ben İsrailoğullarının inandığı tanrıya Allah’a inandım ben Müslümanlardanım. Dedi ama Allah ne dedi. Şimdi mi. Bundan az öncesine kadar isyankardın. Elinde imkan varken, yaşama imkanı varken tevbe etseydin olurdu.
Yunus as. ne yaptı? Bu ayeti kerimede ne diyor Allah’u Teâlâ: Yunus da rasullerdendir. Dolu gemiye kaçmıştı. Kuraya katıldı ve kaybedenlerden oldu. O büyük balık onu yuttu. Ama kendisini ayıplıyordu. Ben yanlış yaptım diyordu. Ölüm gelmeden kendini suçluyordu. Ben yanlış yaptım diyordu. Ölüm gelmeden bir saniye önce bile kendisini suçluyorsa, tamamdır. Eğer Yunus tesbih, tevbe edenlerden olmasaydı. “Yarabbi senden başka ilah yok, senin bu işte hiçbir kusurun yok, ben yanlış yaptım. Ve bu cezayı hak ettim.” Bu ne oldu: tevbe. Atılmadan önce bunu idrak etmiş. Ama atılıyor. Başına gelecek. Çünkü kaçtı. Fakat tevbe ettiği için de kurtulacak. Eğer Yunus bu tevbeyi yapmasaydı. Firavun gibi olsaydı yani. Atıldıktan sonra yada atılma sırasında, kurada çıktığı zaman tevbe etseydi. Yeniden diriltilecekleri güne kadar elbette ki o balığın karnında kalacaktı. Bu tür balıkların ölümünü (balıkların karaya çıkmaları) biz hep intihar diye tanımlarız ya. Öyle değildir. O intihar dediklerimiz, ölümleri geldikleri zaman yaptıkları iştir. Hepsi öyle yapar. Denizin kenarına vururlar, orada ölürler. O balığın karnı Yunus as.ın mezarı olacaktı. Tevbe edince, atılmadan önce kendini ayıpladı, bunu yaptı ama gene o musibet başına geldi. Ne zaman yazıldı bu musibet? Kaçtıktan sonra değil mi. Önce değil. Biz onu boş bir alana attık. Yani balık onu, boş bir alana, midesinden çıkardı. O hasta. Niye hasta? Balığın karnındaki o asitler onu hasta etti. Çünkü o asitler onu hazmetmek için gelen asitlerdir. O eriyecek bir müddet sonra şey yapacak. Onu hasta etti. Kabakgillerden bir bitki üzerine bitirdik. Onu gölge yaptık. Peki iyileştikten sonra ne oldu. Onu yüzbin yada daha fazla kişiye gönderdik elçi olarak. Bakın Allah ne diyor burda. Tevbe etmeseydi balığın karnında kalacaktı. Etti kurtuldu. Ezelden mi yazıldı, o anda mı yazıldı? Ayetlerde anlaşılmayan bir taraf varmı. Son derece açık ve net. Peki fıtratınıza uyuyor mu? Zihninizi rahatlatıyormu. Soru bırakıyormu bir tarafta. Öyleyse doğru anlamışızdır. Çünkü din fıtrattır. Önce dinin tarifini doğru yapmamız lazım. Din doğallıktır.
Siz şu Hollanda’da din doğallıktır diye, Avrupa’da yada bir başka yerde tarif etseniz, buna kim karşı çıkar söyler misiniz. Bütün ilimler o doğal kanunları incelemek için çalışır. O zaman bütün ilim adamları aslında birer din adamı olmak zorundadır ve din ve ilim yüzde yüz uyuşur. Ve bütün dengeler düzelir. Bu muhteşem şeyi görüyor musunuz. Dinin tarifini Allah’ın yaptığı gibi yapmayan bir ümmetten ne beklenir.
Yunus kavmi de tevbe etmişti. Bu da Yunus suresi 98. ayetinde. Burda diyor ki Allah’u Teâlâ. Hani, Allah’ın rasulleri ülkelerinden çıkarıldığı zaman onlar (çıkaranlar) da mutlaka cezaya çarptırılırlar. Mekkeliler büyük sıkıntıya şey yaptı ve Mekke ellerinden çıktı biliyorsunuz. Nuh kavmini, Lut kavmini, Hud kavmini, Salih kavmini biliyorunuz hepsi gitti. Şimdi Allah’u Teâlâ bir kanundan haber veriyor. İşte kader bu. Kader bu. Allah’ın koyduğu ölçüdür: kader. Allah hayrın da şerrin de ölçüsünü koymuştur. Hangisini yaparsan o başına gelir. Sana kalmış bir şeydir. Bak burda ne diyor Allah’u Teâlâ: (10. sure 98. ayet) Keşke bir topluluk inansaydı da imanı ona fayda verseydi olmaz mıydı. Yunus kavmi bundan istisnadır. Yunus as. ayrıldıktan sonra kavmine bir şey olmadı. Neden olmamış, bunu da anlatıyor Allah. İnanınca Yunus as. gidince bunlar inandılar. Biz yanlış yaptık dedi ve tevbe etti ve inandılar. İnanınca o rezillik azabını onlardan kaldırdık. Ne zaman yazmış oluyor bu kaldırmayı Allah? İmanlarının hemen arkasından. Bu da iyiliğin isabeti. Bak açık değilmi. Dünya hayatında bir süreye kadar da onları nimetlendirdik. diyor. Şimdi bütün bunlar böyle.
Size bir şey daha.. İmam Ebu Hanife’nin Fıkhul Ekber kitabından. Ebu Hanife’nin kitabı meşhurdur. Arzu eden bulup okuyabilir. Ebu Hanife’nin Fıkhul Ekber’inde şu yazılı. Diyor ki: “Allah’u Teâlâ ezelden her şeyin ölçüsünü belirlemiştir. Tüm varlıkların, kurallarını koymuş ölçüsünü belirlemiştir.” Tabiatta her şeyin bir ölçüsü vardır. Bunu herkes biliyor. Hayrın bir ölçüsü var, şerrin de bir ölçüsü, iyiliğin de kötülüğün de hepsinin ölçüsü var. Bu ölçüleri Levhi Mahfuz’a yazmıştır. İmanın ölçüleri bu. Onun için her şey o’ndan çıkıyor. Ölçüye uyup uymadığına o karar veriyor. Rasûlullah karar vermiyor. Ondan dolayı Allah’u Teâlâ rasulüne diyor ki: Sen istediğin kişiyi yola gelmiş sayamazsın. Çok hoşuna gidiyor, çok mümin gibi görürsün ama bu adam mümindir diye kesin kanaatin olmaz. Sadece genel bir kanaatin olur. Allah gereken gayreti göstereni hidayete ermiş olarak kaydeder. Yani sınıfı kimin geçtiğini öğretmen bilir. O manada. O yola gelmiş olanı en iyi bilendir. Sen dıştan bilirsin ama adamın kalbini bilemezsin. İşte Ebu Hanife de diyor ki: “Allah oraya imanı yazmış, küfrü yazmış, iyiliği kötülüğü hepsini yazmış ama Ahmet mümin, hasan kafir olacak diye yazmamıştır.” Ama Ahmet mümin, Hasan kafir olacak diye yazmamıştır. Ölçüleri koymuş. Ahmet iman ölçülerine göre hareket ederse onu mümin yazar. Hans küfür ölçüsüne göre hareket ederse onu da kafir yazar. Ayetlere aykırı bir şey varmı? Yazma işi ne zaman, Ebu Hanife’ye göre? Sizin yaptığınız davranışa göredir.
Ama daha sonra olanlar olmuş. Çok ilginç, Ebu Hanife önemli bir sima. Yani Abbasilerin başı Emeviler’in sonu dönemi. Demek ki o zamana kadar bütün meseleler doğruymuş. Ama ondan gelen okuyanlar için söyleyeyim yani Fıkhul Ekber’inden ben bunu aldım Ebu Hanife’nin. Ebu Hanife’nin Fıkhul Ekber’inde, oraya müdahale edildiği belli. Peki bunun delili ne? diye sorarsanız. Ebu Hanife’nin Fıkhul Ekber’inde şae fiili erade manasına kullanılmış. Ebu Hanife’nin zamanında o fiile o mana verilmiyordu. Bunu Arapça bilenler için söylüyorum. Şurada Arapçasını mutlaka okumam lazım. Fazla zaman alır üst taraflarını okumayayım. Sadece bu ifade Fahrettin Razi diye bizde bilinir. Onun tefsirinden alınmış olan bir ifadedir. Fahrettin Razi’nin tefsirinden. Burda şöyle diyor. Diyor ki -tamamını okuyayım. Olsun, kayda geçiyor nasılsa.- İnsanları sıkıntılarla imtihan ediyor ya. Şeyde bu İbrahim as.ı Cenabı Hak imtihandan geçirmişti. O imtihanda kazanınca … o ayetle ilgili bir açıklama yapıyor burda. İbrahim’i rabbi bir takım kelimelerle imtihan ettiğinde, onları tam olarak cevaplandırdı. “Seni insanlara önder yapacağım” dedi. Dedi ki: Yarabbi soyumdan da olsun. Allah’u Teâlâ dedi ki: zalimlere onlara bir sözüm olmaz. Türkçe karşılığı o. Senin soyundan zalim olanlara söz vermem. Yanlış davranışta bulunanlara söz vermem.
İptila: Allah İbrahim’i imtihan etti. Şimdi diyor ki: “Allah imtihan etmez” diyor. Ayetin manası nasıl çarptırılıyor görüyor musunuz. Bu diyor “Mecazdır.” Arapçayı anlıyorsanız görebiliyor musun. Böyle bir ifadeyi hayal edebilir misin. Böyle bir şey olur mu? “Allah’ın bir şeyi denemesi ve imtihan etmesi Allah için caiz değildir.” diyor. Allah’la ilgili hükmü biz veriyormuşuz haşa! Allah “Ben imtihan ediyorum” diyor. Bak bu kadar ilgili ayetler okuduk, bu tefsir ne diyor, caiz değildir, diyor. Niye? “Allah’u Teâlâ bütün bilgileri bilir. Malum olanları bilir.” Tabiî ki malum olanları Cenabı Hak bilmez mi. Biz malum olanlardan bahsetmiyoruz ki. İmtihan gereği insanın yapacağı şeylerden bahsediyoruz. Malum olmadan olanlardan bahsediyoruz. Burda da bir el yordamıyla yapılan bir şey var. Cümle de yanlış yani.- Ayrıntılı olarak bilir. Ezelden ebede kadar. Her şeyi ayrıntılı bilir. Ondan sonra da yazmıştır.” Şimdi bu kadar okuduğumuz ayet, Allah İbrahim’i bir takım kelimelerle imtihan ediyor. Ayetine bu tefsiri yapmak bu ayeti katletmekten başka bir anlam taşır mı?
İşte kader inancı böyle oluşuyor. İlgili bütün ayetlere yanlış anlamlar verirler tamam mı. Bütün mesele şu. Yani bu, şeyden başladı biliyorsunuz. Bize sordukları bir soruyu kayda almışlar. Allah benim kiminle evleneceğimi bilir mi? Bilmez. Bilmez. Bilmez. Bilmez. Bu kadar ayetleri boşuna mı.. Niye? Çünkü Allah imtihan ettiğini söylüyor. Bilirse imtihan olurmu? Kendi bilmediğini söylüyor. Bilmediğini kendi söylüyor. O kadar ayetleri anlattık. Kendisi söylüyor. Allah’u Teâlâ’ya kendi kafamıza göre rol biçemeyiz. Çünkü Allah’ı biz hiçbir şeye benzetemeyiz. Allah kendini nasıl tanımlıyorsa bizim öyle inanmamız lazım. Cenabı Hak eğer senin kiminle evleneceğini belli etmişse, helal haram koyar mı? Şununla evlen bununla evlenme dermi? Nasıl olsa onunla evlenemeyeceksin. Şu işi yap bu işi yapma der mi? Allah bak imtihan ediyor. Bunu söyleyenler diyor ki: “Allah imtihan etmez, mecazendir” diyor. Yav o zaman Kur’an baştan sona, mecaz. Hakikat manası yok bunun. Bu kadar okuduğumuz şeyler boş öyleyse. Ne oluyor? Cenabı hakkın kendisi diyor. Allah’u Teâlâ, ne diyorsa, o kardeşim.
Mesela bugün Disburgdan gelirken Fikret Hocayla, diğer iki arkadaşımızla arabada konuştuk. Hatta onu söylemek daha iyi olur. Burda çok sayıda ayet var. Bir tanesini okuyalım. Mesela Keyf suresindeki, bilge kulla Musa as.ın seyahati var ya. Hani Hızır bir çocuğu öldürüyor. O aslında bir melektir. Allah tarafından aldığı emirleri yapmıştır. Zaten burda da söylüyor bunların hiçbirisini ben kendiliğimden yapmadım. Bunların hiç birisini ben kendi isteğimle yapmış değilim. Allah’ın emri olarak yaptım. Musa as. da bilemiyor. Çünkü bir insanın seviyesindeki bir olay değil. Allah emredince yapılan işler. Bir insan bunları yapamaz. O çocuğu niye öldürdün? diye sormuştu ya Musa as. Diyor ki: O öldürdüğüm çocuğa gelince onun annesi ve babası iki mümin insanlardır. -nakıs fiil olduğu için dır manasına gelir.- mümindir yani. Korktuk ki bu çocuk annesini ve babasını taşkınlığa ve kafiliğe sürükleyecektir. Korktuk.
Şimdi bir ihtimal üzerinde duralım. Bu çocuk öldürülmediği, Cenabı Hak, yaratan da odur, öldürende odur. Allah’u Teâlâ’ya bu konuda kimse soru sorma hakkına sahip değildir. “Allah yaptığından dolayı sorumlu tutulmaz.” İnsanlar sorumlu tutulurlar. Şimdi çocuğun öldürülmediğini düşünelim. Yaşıyor. Yaşadığı takdirde ne yapacak bu çocuk? Annesini babasını bunaltacak değil mi? Ayete göre öyle değil mi? Öyle ki bunlar taşkınlık yapacak ve kafir olma ihtimalleri de var. Peki ezelden yazılmışsa Allah böyle der mi. Bak korktuk, korktuk diyor. İmtihan meselesi. Bu bir gurubu yani bir kulvar böyle düşünün. Bu çocuk yaşadı ve annesini babasını taşkınlığa sürükleyebilecektir. Sürükleyecek değil. “Korktuk” ifadesi sürükleme ihtimali var demektir.
Peki o zaman bu çocuğun canını aldı Cenabı Hak. Alınca artık bu çocuk onları taşkınlığı ve küfre sürükleyemeyecek değil mi? İkinci durumda bumu. Peki o zaman bu çocuğun ömrü kısaltıldı mı kısaltılmadı mı? Kısaltıldı. Aynı Yunus as.da olduğu gibi. Orada son cümle kalmıştı. İyi ki oldu bu. Şimdi “Ecel ne uzar ne kısalır” diyorlar değilmi. Peki ecel uzamıyorsa kısalmıyorsa Allah dermiydi ki: Eğer Yunus o tevbeyi yapmasa balığın karnında kalacaktı dermiydi. O tevbeyi yaptıktan sonra ömür bittiyse nereye gidecekti de o insanları dine çağıracaktı. E şimdi siz, biriniz tabipseniz. Yani falan yerde kaza olmuş adam ölmüş. “Zaten eceli gelmiş..” Yaa değil kardeşim. Kurala uymadığı için ömrünü kısaltmış bu adam. Falan adam sigara içiyor yada uyuşturucu içiyor falan filan. Ömrünü kısaltıyor. Bunun o kadar çok ayeti var ki.. Allah’ın bütün nebileri şunu söylemiştir insanlara Allah’u Teâlâ: Allahtan korkun ve bizim dediğimizi yapın ki Allah sizi bağışlasın sizi ömrünüzün sonuna kadar yaşatsın. Kullanma talimatına uyun ki son kullanma tarihine kadar yaşayasınız demektir bu.
İşte burda da öyle. Şimdi Annesi babası mümin. O zaman Allah’u Teâlâ bu çocuğu öldürmekle annesi ve babasına ikramda bulunmuştur. Ama annesi babası ondan sonra yoldan çıkabilir pekala. O da olabilir. Ama ona ikramda bulunmuştur. Allah’u Teâlâ İbrahim as.ın da iyiliğine karşı ikramda bulunmuş, ona çok hayırlı, çok güzel evlatlar vermiştir. Ama Allah bütün nebilerine şunu söylüyor. Kimseye garanti vermez Allah. Nebiler de dahi. Hiç kimseye garanti vermez. Onun için Zümer 65. ayette şunu demiştir. Ya Muhammed sana şu vahyedildi, senden öncekilere de “Hele şirke düş bütün yaptığın yok olur gider. Kaybedenlerden olursun.” Tabi bu daha da uzayacak. Niye biliyor musunuz. Bu konuda daha çok konuşuruz.
Bize cevap yazan arkadaşlarımız var. Bir arkadaşımda mektup göndermiş. Çok sevdiğim bir arkadaş. O benim söylediklerime katılmıyor. Ben onun söylediklerime katılmıyorum. Fakat bunlar çok ufuk açıcı oluyor. Bunun iyice tartışılması lazım. Yavaş yavaş düzelmesi lazım. Müslümanlar kader inancından kurtulmazlarsa adam olma ihtimalleri yoktur. Çünkü bu tembelleştiriyor insanları. Ve dikkat edin Emeviler’den sonra Abbasilerin başı kader inancının yerleştiği zaman. O günden bu güne İslam aleminde hiçbir sıçrama yoktur. İşte bir Osmanlıların gayretiyle hafif bir toparlanma olmuştur o kadar. Nerde o sahabe dönemi nerde ondan sonraki dönem.