Elhamdü lillahi Rabbi’l-Alemin ve’l akibeti li’l-muttakin ve’s-salatü ve’s-selamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
2010 yılının kasım ayının son salısında Bakara suresinin 97. ayetinden okumaya devam ediyoruz.
Burada Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
2/97.“Kul men kane adüvven li Cibril, fe innehu nezzelehu ala kalbike bi iznillahi müsaddikal lima beyne yedeyhi ve hüden ve büşra lil müminin.”
De ki: Kim Cebrail’e düşmanlık edecekse etsin. O, bu Kur’an’ı senin kalbine, Allah’ın izniyle, Allah’ın emriyle indirmiştir. Dolayısıyla Cebrail’e düşmanlık Allah’a düşmanlıktır.
“Musaddikan lima beyne eydihi”
Kendisinden önceki kitapları tasdik eder olan bu kitabı Cebrail, Allah’ın emriyle indirmiştir.
“Ve huden ve büşra lil müminin”
Doğru yolu gösterir. İnananlara da müjde verir.
Kim Allah’a, meleklerine düşman olursa
Ve resulihi ve Cibrile ve Mikaile
Rasullerine, Cebrail’e, Mikail’e düşman olursa
Fe innallahe adüvvün lil kafirin.
Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.
Şimdi insanlar bunu niye yapıyorlar? Bazı insanları görürsünüz. İsteklerine kavuşamayınca Allahu Teâlâ’nın onlara o başarıyı vermediğini düşünerek Cenab-ı Hakk’a düşman kesilirler. Peki, Allah’ın sana verdiği o kadar nimet var. Onları düşünüp şükretsen olmaz mı? Bu dünyanın kurallarını sen mi koyacaksın yoksa Yaratan Allah mı koyacak?
Sana her şeyi açıklayan ayetler indirdik.
“ve ma yekfüru biha illel fasikun”
Yoldan çıkmış olanlardan başkası o ayetlere karşı görmezlik etmez.
Bunlar her sorumluluk altına girip söz verdikleri zaman her defasında onlardan bir grubu verdikleri sözü çiğneyecek, yaptıkları anlaşmayı kaldırıp atacaklar mı?
“bel ekseruhüm la yü’minun”
Hayır, onların çoğu inanmazlar.
Onlara Allah katından bir resul gelince
“müsaddikul lima mealhüm”
Kendileriyle beraber olanı tasdik eden bir resul gelince
“nebeze ferikum minellezıne utül kitab”
Kendilerine kitap verilenlerden bir grup attı.
“kitabellahi verae zuhurihim”
Allah’ın kitabını sırtlarının arkasına attılar.
“ke ennehüm la ya’lemun”
Sanki bilmiyormuş gibi davrandılar.
Şimdi daha önce tabii defalarca anlatmaya çalıştık. Allah-ü Teala bütün nebilerden söz almıştır. İsterseniz 3.surenin 81 ayetini bir daha hatırlayalım.59.sayfada…
3/81: “Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîn”
Allah o nebilerden söz aldı,
“lemâ âteytukum min kitâbin ve hikme”
Size bir kitap ve hikmet veririm de
“summe câekum resûlun”
Sonra size bir resul gelirse
“musaddikun limâ meakum”
Sizinle beraber olan kitabı ve hikmeti tasdik eden, onaylayan bir rasul gelirse
“le tu’minunne bihî”
O rasule mutlaka inanacaksınız
“Ve le tusenneru hüma”
Ve ona mutlaka yardımcı olacaksınız.
“ kâle e akrartum”
Allah-u Teala şunu da söyledi: Kabul ettiniz mi?
“ve ehaztum alâ zâlikum ısrî”
Size verdiğim bu şeye karşılık bu ağır yükümü üstlendiniz mi?
“Kalu akrarnâ”
Kabul ettik dediler.
“kale feşhedu”
Allah-u Teala buyurdu ki: Şahit olun
“ve ene meaküm mineş şahidin.”
Ben de sizinle beraber şahit olanlardanım.
Şimdi, bu söz İsrailoğulları’ndan alınmıştır. Sadece İsrailoğullarından değil bütün peygamberlerden alınmıştır. Her bir peygamber kendisinden sonra gelecek peygamberlere inanılması için söz almıştır. Muhammed (s.a.v.) den sonra gelecek peygamber olmadığından dolayı bizim böyle bir yükümlülüğümüz yoktur. Şimdi kendi düzenlerini bozmak istemeyenler ya da olayı başka tarafa, başka noktaya çekmek isteyenler bu gelecek peygamberi mehdi, bugünkü Yahudi ve Hristiyanların yaptığı gibi Mesih beklentisi şeklinde başka tarafa pas etmişlerdir. Gelmiş olan peygambere uymak hesaplarına gelmiyor, yeni bir peygamber bekliyorlar. İşte burada bugün okuduğumuz ayetlerde Allah-u Teâlâ bunu bize söylüyor. O günkü ehli kitaba söylüyor. Bakın tekrar hatırlayalım. Bugünkü Tevratta, İsrailoğullarının kardeşlerine bir peygamber geleceği bildiriliyor. İsrailoğullarının kardeşleri kim? İsmail’dir. İsmail’in soyundan gelenler. Çünkü biliyorsunuz İbrahim (a.s.) hem peygamberimizin dedesidir hem İsrailoğullarının dedesidir. İsrail adı Yakup’un (a.s.) lakabı olarak biliniyor. Yakub’un (a.s.) 12 tane oğlu var. Bu 12 soydan gelenler İsrailoğullarını oluşturuyor. Yakub (a.s.), İshak’ın (a.s.) oğlu, İshak (a.s.) da İsmail’in (a.s.) kardeşidir. İsmail (a.s.), İbrahim’in (a.s.) büyük oğlu, İshak (a.s.) da küçük oğludur. Yahudiler, İshak’ın soyundan geliyorlar, Muhammed (s.a.v.) de İsmail’ın (a.s.) soyundan geliyor. Dolayısıyla amcaoğulları oluyor o grubun. Bunu gayet iyi biliyorlar kendileri. Oradan geliyorlar. Bir grubu Medine’ye yerleşiyorlar, defalarca anlattık. Peygamber bekliyorlar -ki geçen hafta da bu ayetlerden okumuştuk- Bir önceki sayfanın ilk ayeti:
2/89: “Ve lemma caehüm kitabüm min ındillahi müsaddikul lima mealhüm”
Allah katından bir kitap onlara geldi, kendileriyle beraber olanı tasdik eden bir kitap
“ve kanu min kablü”
Halbuki bundan önce
“Yesteftihune”
Önlerinin açılacağını bekliyorlardı.
Geçen hafta da anlatmıştık. Bunlara dünya hâkimiyeti sözü verilmişti. Dünya hâkimiyetini gelecek peygamberle gerçekleştirecekleri bildiriliyordu. Ama o peygamber kendilerinden gelmeyince –hâlbuki biliyorlardı kendilerinden gelmeyeceğini- bugünkü Tevrat’ta da var.
“fe lemma caehüm ma arafu”
Bildikleri, bekledikleri kişi geldi, Allahın peygamberi
“keferu bihi”
“Onu tanımadılar, tanımazlıktan geldiler.”
“fe la’netüllahi alel kafirın”
Allahın laneti bu kâfirlere olsun.
Şimdi burada Allah’a karşı düşmanlık edemedikleri için tutuyorlar Cebrail’e düşmanlık ediyorlar. Cebrail niye vahyi bizden birisine getirmedi de tuttu Kureyşli birine getirdi diye ona düşmanlık ediyorlar. Bu tip şeylerin mantığı gerçekten yok. Size çok garip gelebilir. Böyle şey mi olur diyebilirisiniz. İnsanların din adına yaptıkları çılgınlıkları gördüğünüz zaman bu çok hafif kalıyor. Yani din söz konusu olduğu zaman insanlar böyle akılsızlaşıyorlar, aptallaşıyorlar. Kafalarını kullanmıyorlar, sorgulayıcı olmuyorlar. Enteresan işte. Ayeti kerimelerde de Cenab-ı Allah onların bu özelliğinden bahsediyor. Aslında gayet iyi biliyorlar ki Muhammed (s.a.v.) inanmaları gereken peygamberdir. Çok iyi biliyorlar. Ve şimdi inanmak istemedikleri için halen peygamber beklentisi içindeler. Hâla bir peygamber bekliyorlar. Daha çok beklerler, beklesinler. Burada sizin zaman zaman dikkatinizi çektiğim bir husus daha var. Tekrar 59.sayfaya gelirseniz burada ne diyor Allahu Teala:
“Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîn”
Allah nebilerden söz aldı.
“lemâ âteytukum min kitâbin ve hikme”
Size bir kitap ve hikmet veririm de,
“summe câekum resûlun”
Sonra size bir resul gelirse
“musaddikun limâ meakum”
Sizinle olan kitabı tasdik eden, onaylayan bir rasul gelirse
“le tu’minunne bihî”
O rasule mutlaka inanacaksınız
“Ve le tusenneru hüma”
“Ve ona mutlaka yardımcı olacaksınız.
Şimdi burada bir nebi kelimesi geçiyor. Bir de resul kelimesi geçiyor. Bizim mevcut kitaplara bakarsanız o kitaplarda rasulü nasıl anlatıyorlar? Rasul kimdir? Kitaplarda ne yazıyor? Kendisine kitap ve şeriat verilen peygambere rasul derler. Kitaplarda öyle yazar. Burada ne diyor Allah? Kitabı kime verdiğini söylüyor? Nebiye verdiğini söylüyor. Şimdi rasule kitap veriliyor dendiği zaman kaç tane kitap verildiğinden söz ediliyor? Dört büyük kitap, yüz de suhuf. Yüz suhuf kaç peygambere inmiş? Dört tane peygambere inmiş. Yani sekiz peygambere kitap inmiş deniliyor. Hâlbuki En’am suresinin 89.ayeti,83’ten 89’a kadar Allahu Teala 18 tane peygamberin adını sayıyor, 89.ayetinde diyor ki:
6/89:“Ulâikellezîne”
Onlar o kimselerdir ki,
“âteynâhumul kitâbe”
O 18 tane peygamberi saydıktan sonra, bunların babaları diyor. O 18 tane peygamberden en eski olan İdris’tir.(a.s.) babaları nereye kadar çıkar? Âdem’e (a.s.) kadar. Kardeşleri, adını bilmediğimiz birçok peygamber devreye giriyor. Soylarından gelenler deniyor. Dolayısıyla işaret edilmemiş tek bir nebi kalmıyor. Peygamberimize nisbet edilen bir sözde nebilerin sayısı 124bin ya da 224bin olarak bildiriliyor. Bunların tamamı orada sayılmış oluyor, 18 tanesi ismen sayılmış oluyor. Diğerleri de babaları, kardeşleri ve evlatları diyerek hepsi sayılıyor. Evlatları deyince İsmail’in (a.s.) adı da geçiyor. Orada kim girer ona? Muhammet (a.s.) de girer. Onların tamamıyla ilgili diyor ki Allah Teala:
6/89: “Ulâikellezîne âteynâhumul kitâbe
Onlar kendilerine kitap verdiğimiz
Vel hikme
Hikmet verdiğimiz
“ ven nubuvve”
ve nebilik verdiğimiz kişilerdir.
Bak kitap vermiş ve nebilik vermiş. O zaman kaç tane kitap inmiş? Kaç tane nebi varsa o kadar kitap inmiş. Son derece açık. Öbür iddiayı destekleyecek bir delil yok ama nasıl oluyor da bu şekle geliyor, gerçekten anlamak mümkün değil. İşte bu ayette de diyor ki: Allah nebilerden söz aldı. Ayeti okuduk, burada bir nebi ve resül var. Bir de mealini okuyalım, nasılmış:
Hani Allah peygamberlerden ben size kitap ve hikmet verdikten sonra…
Şimdi kitap ve hikmet kelimesi nebi mi rasül mü belli değil. Değil mi? Peygamberlerin ben size kitap ve hikmet verdikten sonra elinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde…
Bakın ikisine de peygamber dedi. Nebiye de peygamber dedi, rasule de peygamber dedi. Dolayısıyla arasındaki farkın de olduğunu bilmemiz mümkün değil bu tercümede. Ne oldu? Kayboldu gitti. Şimdi nebilere Allah bir kitap veriyor. Nebi değeri yükseltilmiş kişi demektir. Allah tarafından yükseltiliyor. Allah kendi kitabını vererek yükseltiyor. O kitabı niçin veriyor? İnsanlara tebliğ etsin diye. Tebliğ ederken de rasul oluyor. Alırken nebi, tebliğ ederken rasul oluyor. Onun için peygamberlerle ilgili olarak “rasulen nebiya” diyerek “nebi olan rasul” şeklinde tanımlamalar Kur’an-ı Kerim’de çoktur. İsmail (a.s) için de “rasulen nebiya” diyor. Bizim gelenekte İsmail (a.s.) rasul değildir. Hâlbuki rasul olmayan bir nebi olur mu? Rasul ne demek? Elçi demek. Allah’ın sözünü insanlara ulaştırıyor. Allah’ın sözünü insanlara ulaştırmakla görevli olmayan bir nebi olur mu? Şimdi burada her şey birbirine karışıyor. Nebiler kitap alanlardır. Rasuller iki türlüdür. Kitap alan rasul de olur, almayan rasul de olur. Kitap alan rasul “nebi rasul” olur. Kitap almayan rasul de sıradan rasul olur. Ne demek; birisi tutar da Allah’ın kitabını burada olduğu gibi nebi ile rasulü karıştırmadan ne ise o şekilde gider de karşı tarafın diliyle herhangi birine anlatırsan Allah’ın rasulü olur. Yani her bir müslüman Allah’ın rasulü olmak zorundadır. Olabilir değil, olmak zorundadır. Çünkü Allah ona bu görevi veriyor. Burada hemen aynı surenin 187. ayetinde burada:
3/187 “Ve iz ehazellahü mısakallezıne utül kitabe”
Allah kendilerine kitap verilenlerden söz aldı.
“ le tübeyyinünnehu lin nasi”
Bu kitabı mutlaka insanlara beyan edeceksiniz. Beyan etmek ne demek? Karşı tarafın diliyle anlatacaksınız demektir. Karşı tarafın diliyle anlatmazsan beyan etmiş olmazsın ki.
“ le tübeyyinünnehu lin nasi”
Mutlaka insanlara beyan edeceksiniz. Beyan etmenin manasını Cenab-ı Hak bildiriyor:
“ ve la tektümuneh”
Gizlemeyeceksiniz. Bu kitabı gizlemeyeceksiniz. İçinde ne var ne yok anlatacaksınız. Ama maalesef bugün bu kitabı bilenlerin büyük bir bölümü hesaplarına gelen ayetleri anlatır, çok önemli bir kısmını hiç anlatmaz, gizlerler. Onun zamanı değildir derler. Zamanı zaten hiç de gelmez.
“fe nebezuhü verae zuhurihim”
Ama onlar bu kitapları sırtlarının arkasına attılar.
“veşterav bihı semenen kalıla”
Bunun karşılığında az bir bedel aldılar. Yani dinlerini satarak dünyalık elde etmeye çalıştılar.
“fe bi’se ma yeşterun”
Satın aldıkları şey ne kötüdür!
Şimdi demek ki kendine kitap verilen herkesin, mesela burada bulunan hepimizin Allah’ın kitabını anlatma görevimiz var. Bu da rasullüktür. Vahiy alma değildir. O nebilik görevidir. Nebilik bitmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, Cenab-ı Hak peygamberimiz için ne diyor? “Hatemennebiyyin” yani peygamberlerin sonuncusu. Ama” hatemen rasul” yok. Rasuller bitmez. Rasullük bitecek olsa bu Allahın kitabını insanlara kim anlatacak? Şimdi burada mesela bugün için Allah nebilerden misak aldı. Peyagamberimize (s.a.v.) muhatab olan, Mekke’de, Medine’de işte o çevrede birkaç tane ehli kitap var. Peki bugünkü ehli kitaba bu ayetin hükmünü kim anlatacak? Biz anlatacağız. Onun için bakın ne diyor Allah? Kendilerine kitap verdiklerimizden söz aldık. Size bir kitap ve hikmet veririz de size bir rasul gelirse diyor, nebi gelirse demiyor. Nebi gelirse deseydi bugünkü insanlar kurtulmuştu. Muhammed’in (s.a.v.) vefatından sonra size bir rasul gelirse, sizinle beraber olanı tasdik eden bir rasul. O zaman gittiğinizde lütfen sizin kitabınız tahrif olmuş falan gibi kelimeleri kullanmayalım. Peygamberimiz öyle bir kelime kullanmamıştır. Kur’an-ı Kerim’de de yok. Yani o insanları incitici şeyler değil de bakın bizim kitabımız size verilmiş olan Tevrat’ı, İncil’i Allah’ın kitabı olarak tasdik ediyor. Evet, siz de biliyorsunuz ki bunlar orijinal değil. Orijinal olmadığı için birer tercümedir. Tercüme olduğu için burada da görüyorsunuz. Yanında ana metin olduğu halde meallere ne kadar büyük yanlışların yansıdığını görüyorsunuz. Allah göstermesin şu anda ortadaki bu metin olmasa ben size bu konuşmayı yapabilir miydim? Yapamazdım. Siz de gözünüzle görüyorsunuz. Şimdi o kitaplarda orijinal metin yok. Onların ne kadar çok isteseler de bizim gibi karşılaştıracakları orijinal metin yok. Bunu da bilmemiz lazım. Zaten onların kitaplarında son peygambere inanma görevi var. Asıl mesele bu kitabın, onların beklediği kitap olup olmadığını onlara anlatmaktır. Burada önemli bir hususa da dikkatinizi çekmiş olayım. Muhammed (s.a.v.) son rasul kabul edilir. Nebilik kısmı pek dile getirilmez. Oysa Kur’an-ı Kerim’de sık sık onun nebi olduğu ifade ediliyor. Rasulün görevi nedir? Biz ne zaman rasul oluruz? Bu ayetlerde yazılanı hiç ilave ve çıkarma yapmadan ne ise aynen nebiye nebi, rasule rasul ikisine de peygamber diyerek değil fark anlaşılsın aynen anlattığınız zaman rasul oluruz. Rasul kendisine verilen görevi aynen aktaran kişi olduğu için Muhammed (s.a.v.) tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim’e rasullük görevi gereği tebliğ ettiği kitap saydıkları gibi Allah’tan tebliğ edilmiş kitap saydıkları gibi, onun sözlerini de risalet gereği söylenmiş söz sayarak ona da vahiy demişlerdir. Kur’an-ı Kerim nasıl vahiyse hadisleri de aynen o şekilde vahiy sayılmıştır. Birisine vahiy metlu demişlerdir. Birisine vahiy gayrimetlu demişlerdir. Vahiy metlu denmesinin sebebi, aradaki tek fark Kur’an-ı Kerim namazda okunur, öbürü okunmaz. Onun dışında bir fark yok derler. İkisi de Allah tarafından indirilmiştir. Niye Muhammed (a.s.) rasul getirdiği ne varsa tebliğ ettiği şeydir. Peygamberimizin hataları anlatılan ayetlerde hep nebi kelimesine vurgu yapılır. Hiç rasul kelimesiyle hatasından bahsedilmez. Çünkü rasul hata yapamaz. Rasulün hata yapma şansı yoktur. Ne inmişse onu anlatacak. Ama nebi olarak hata yapabilir. Çünkü o kendisi yorumlar, hüküm verir. İnsan olarak yani ve bize örnek olur. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’in hiçbir ayetinde nebiye itaat edin yoktur. Rasule itaat edin vardır. Çünkü nebi de vahiy aldığı zaman nebidir tamam ama 24 saat nebidir o. Artık o bir görevdir. Bir ünvandır. Dolayısıyla o unvanla hareket ederken, yorum yaparken hata yapabilmiştir ve Cenab-ı Hak tarafından uyarılmıştır. Bunlar son derece önemlidir. Fazlaca uzatmış gibi oluyorum ama çok temel konular olduğu için anlatmakta zorunluluk var. Tekrar ediyorum, mesela peygamberimizin yaptığı hatalardan biri, Bedir esirleriyle ilgili hatalardan bahsedilirken:
29/67: “Mâ kâne li nebiyyin en yekûne lehû esrâ hattâ yushıne fîl ard.
Hiçbir nebinin düşmanı yere sermedikçe, esir almaya hakkı yoktur.
Ama rasul kelimesi geçmiyor burada.
Tahrim suresinde de bakın çok önemli, lütfen gözünüzle görün iyice anlayalım. Araf suresi 157’yi açalım. 169.sayfa. Bir de 559.sayfa ikisi de açık kalsın. Bakın 559.sayfada Allah ne diyor?
66/1:“Yâ eyyuhen nebiyyu”
Bakın nebi olarak hitap ediyor. Ey nebi, ey değeri yükseltilmiş kişi,
“ lime tuharrimu mâ ehallallâhu lek
Allah’ın sana helal kıldığını niye haram kılıyorsun?
Nebi olarak haram kılma yetkisi yok, görüyor musunuz?
Bir de 169’a geçelim: Diyor ki burada
7/157: “Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyye
Bakın enrasulennebi, Muhammed’in (s.a.v.) iki özelliği. Hem rasul hem nebi. Nebi olan rasul. Ona uyanlar. Ümmi yani özel bir eğitim görmemiş.
“ellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâ”
Yanlarındaki Tevrat’ta onu yazılı buldukları, bugünkü Tevrat’ta da olması gerekiyor ki biz gittiğimiz zaman söyleyelim değil mi? İşte bunlarla gitmemiz lazım.
“vel incıli”
ve incilde yazılı
“ ye’müruhüm bil ma’ruf”
bu rasul onlara iyiliği emreder.
“ ve yenhahüm anil münker”
Onları kötülükten yasaklar. Bu 169.sayfada157. ayet. Araf 157. Şimdi bu rasul ne yapar?
“ ve yühıllü lehümüt tayyibati ve yüharrimü aleyhimül habais”
Bu rasul onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Bakın rasul haram kılıyor. Niye? Rasul kendi sözünü mü söyler? Hayır, Allah’ın sözünü söyler. O zaman haram kılan kim? Allah. Kendi sözünü söylediğinde elçi olmaz ki. Allah’ın sözünü söylediği zaman elçi olur. Ama nebi olarak; mesela ben şimdi İstanbul Üniversitesinde öğretim üyesiyim. Bana 24 saat öğretim üyesi denir mi? Şu anda öğretim üyesi değil miyim? Peki ders veriyor muyum? Şu anda fakültede ders veriyor muyum? Rasullük ders vermek gibidir. Ders verdiğin zaman rasullük gibi olur. Doğru ders vermek zorundasın. Ama dersin dışında yine öğretim üyesiyim. İşte Muhammed (s.a.v.) Kur’an’ı anlattığı zaman hem rasul hem nebi, aldığı ayetleri karşı tarafa aynen ilettiği zaman rasul, Kur’an anlatmadığı zaman sadece nebi. Dolayısıyla Kuran anlattığı zaman helal kılan, haram kılan kim oluyor? Kur’an oluyor değil mi? O sadece nebi olduğu zaman. Mesela ben şimdi öğretim üyesiyim ama bir öğretim üyesinden beklenmeyen tavırlar da gösterebilirim. Ama ders sırasında göstermemem gerekir. Öbür zamanda da göstermemem gerekir ama ders sırasında iş değişir. Herkes öyledir. 24 saat memursunuz ama 24 saat memurluk yapmazsınız. 24 saat size esnaf derler ama 24 saat esnaflık yapmazsınız. Bunun gibi. Burada gözünüzle gördünüz değil mi? Aynı zata nebilik sıfatıyla Allah diyor ki: Niye Allahın helal kıldığını haram kılıyorsun? Ama rasullük sıfatıyla ne diyor? Temiz şeyleri size helal, pis şeyleri haram kılar. Rasullük sıfatıyla haram kılma yetkisi var. Nebilik sıfatıyla yok. Çünkü rasullük tebliği gerektiren bir husustur. Şimdi Ali Bey’in dikkatini çektiği gibi, bu hususta Tahrim suresinde de “Ey peygamber” diyor. Araf’ta ne diyor? Yanlarında buldukları Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere diyor. Halbuki o elçiye, o ümmi peygambere derken de o elçi, ondan bedel o ümmi peygamber. Aslında yine peygambere vurgu yapılıyor. Halbuki nebi olan elçi demesi lazımdı. Çünkü rasullük nebiliğin sıfatı olarak geçiyor burada. Şimdi böyle baktığınız zaman, ikisini karşılaştırdığınız zaman bu fakı anlayabilir misiniz? O zaman diyeceksiniz ki bu Kur’an-ı Kerim çok çelişkili bir kitap kardeşim. Burada diyor niye haram kılıyorsun, öbür tarafta diyor ki haram kılar. Şu açıklamayı da bir okuyalım. Yahya diyor ki okuyalım. Diyanet vakfının mealinden dipnotu okuyalım. Diyor ki burada:
“Ayette geçen ümmi kelimesi, okuma yazma bilmeyen karşılığında kullanılmış olup Rasulullah’ın bir vasfıdır. Allah Teala’nın onu bu vasıf ile açıklaması ümmi olduğu halde ilmin bütün kemalatına sahip olmasındandır ki bu da onun hakkında bir mucizedir.”
Bu kelimeler hep tartışılır kelimeler, neyse. Onların üzerinde durmayalım.
“Rasul denilmesi Allah’a izafeten, nebi denilmesi ise kullara nisbetendir.”
Tam tersi. Bakın bizi Muhammed’in (a.s.) rasul tarafı ilgilendirdiği için kelime-i şahadette nebi mi diyoruz? “Eşhedü enne muhammeden abduhü ve rasulühü” diyoruz. Rasul söylüyoruz. Kulları ilgilendiriyor. Nebi olarak seçtiği kişiye Allah vahiy veriyor. Artık vahiy kapısı bitti. Siz şimdi bu anlayışla ne yapacaksınız? Herşeyi birbirine karıştırırsınız.
“Rasul denilmesi Allaha izafeten, nebi denilmesi kullara nisbetendir. Yani o Allah’ın elçisi olması bakımından rasul, insanlara Allah’ın emirlerini ulaştırması bakımından da nebidir.”
Böyle bir şey yok. Tam zıddı. Peki insanlara bakın muhterem dinleyenler, insanlara Allah’ın emirlerini ulaştırması sırasında nebi ise “niye haram kılıyorsun” denir mi ona? İşte burada önemine binaen bir daha söyleyeceğim. Muhammed (a.s.) sadece o değil bütün nebi ve rasullerin konumları bizim kaynaklarda tam zıttır. İşte burada gördünüz. Bunu görmek için alim olmaya gerek var mı? Gayet açık ve net. Tam zıt olduğu için rasul de sadece tebliğ görevini üstlendiği için Kur’an ve sünnet birbirine karıştırılmış. Çünkü ikisi de tebliğ gereği söylenen söz, ikisini de Allah’tan aldığını söylüyor. O zaman Müslüman alimin kafası allak bullak. Bir yerde sünnet de vahiydir deniyor. Peki Allah, Bedir’de peygamberimize önce hata etmesini vahyedecek, arkasından da niye hata ettin diye azarlayacak. Değil mi? Ondan sonra da diyecek ki
6/68: “Lev lâ kitâbun minallâhi sebeka le messekum fîmâ ehaztum azâbun azîm”
Enfal 68 de bunu diyecek. “Eğer daha önceden Allah’ın bir yazgısı olmasaydı aldığınız şeyden dolayı mutlaka size büyük bir azap dokunacaktı” diyecek. Bunca hatayı yaptıracak sonrada ağır ağır azarlayacak. Siz bu mantıkla nereye gidersiniz? Şimdi bir başka mantık hatasını daha okuyacağız. Ama bunu bugün yetiştiremeyiz.
Neyse ben nebi kelimesi ile ilgili olarak birkaç kelime daha söyleyeyim. Şimdi rasule inanmak gerekiyor. Ne zaman inanmak gerekiyor? Allah’ın kitabını anlatıyorsa. Şimdi siz gider bir yerde Allah’ın kitabını anlatırsanız, doğru anlatırsanız burada yapıldığı gibi birbirine karıştırmadan doğru anlatırsanız, o insanların size inanması gerekir. Peki siz kendinize mi çağırıyorsunuz? Muhammed (a.s.) o tarafa pas ettiğiniz için siz peygamber falan değilsiniz. Siz Muhammed’e (a.s.) gelen ayetleri o insanlara ulaştırıyorsunuz. Son derece şerefli bir görev üstleniyorsunuz. Zaten peygamberimiz de diyor:
“Bir ayet de olsa benden tebliğ ediniz.”
O zaman esasen Muhammed’e (a.s) çağırıyorsunuz. Şimdi o zaman bir ayet daha okuyalım. Diğer ayetlere geçersek yeteri kadar size izah veremem, vakit doldu. 14. surenin 4.ayetine bir daha bakalım. Çünkü zaman zaman okuyoruz o ayeti size. 254. sayfa. Bakın burada diyor ki:
14/4: “ Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihi”
Her rasulü mutlaka kendi kavminin diliyle göndeririz
“li yubeyyine lehum”
Onlara her şeyi açık açık anlatsın, beyan etsin diye.
Peki Muhamed (s.a.v.) hangi dili konuşuyordu? Arapça konuşuyordu. Niye Arap toplumuna gönderildiği için. Türkçe konuşmuyorsa bizimle hiçbir alakası yok. Değil mi? Rasul ve nebiyi karıştırdığınız zaman böyle olur işte. Muhammed’e (s.a.v.) rasul der de nebi demezseniz, onun Araplar dışında kimseyle ilgisi yok. Niye? O Arapça konuşuyordu. Biz Arap değiliz. O zaman rasul tebliği ulaştıran dendiği zaman, siz Türk toplumuna ne zaman rasul olabilirsiniz? Ne zaman ki Türk toplumunun anladığı kelimelerle Kur’an’ı anlatırsanız, o zaman olursunuz. Başka zaman mümkün değil. O zaman yeryüzünde kaç tane topluluk varsa onların her birine kendi dilleriyle Kur’an’a bire bir uyan mealler götürmek müslümanların boynunun borcu değil mi? Sırf meal okuyun değil. Gidip anlatacaksınız. Okuyun demekle olmaz. Gidip anlatacaksınız. Bu konu anlaşılamadığı için, rasul ve nebi birbirine karıştırıldığı için Osmanlı toplumu boyunca Kur’an meali, Kur’an’ın anlaşılması diye bir problem hiçbir zaman gündeme gelmemiştir. Son dönemlerde birazcık geldi. Selçuklularda da öyle. Gittikleri hiçbir toplumda böyle bir şey gündeme gelmemiş. Çünkü rasul ve nebi kelimeleri karışmış birbirine. Çok basit gibi görünüyor başlangıçta ama sonucu nasıl oluyor görüyorsunuz. Allahu Teala peygamberimize ne diyor?
34/28: “Ve ma erselnake illâ kâffeten linnas beşiran ve neziran”
Seni tüm insanlığa elçi gönderdik.
İşte peygamberimizin o elçiliğini bizim ulaştırmamız gerekiyor ama doğru bir şekilde. Dini kendimize uydurarak değil. Bunun sorumluluğu son derece ağırdır. Peygamberimiz nebi olarak hata etmiştir. İşte Tahrim suresini okuduk. Hatasını söylüyor. “Niye haram kılıyorsun?” diyor. Hata etmese bunu söyler mi Allah? Ama elçi olarak hata edemez. Bu mümkün değil. 567.sayfa Hakka suresi 69.sure 40.ayetten itibaren diyor ki:
69/40: “İnnehu lekavlu resulin keriymin.”
Kur’an değerli bir rasulün sözüdür.
Burada elçi demiş değil mi? Niye? Çünkü elçi Kur’an’ı okursa elçidir, okumazsa elçi olmaz ki…
41: “ Ve ma huve bikavli şa’ır”
Şairin sözü değildir.
“kaliylen ma tu’minune.”
ne kadar az inanıyorsunuz?
42: “ Ve la bilkavli kahin”
Kahin sözü de değildir.
“kaliylen ma tezekkerun”
Ne kadar az kafanızı çalıştırıyorsunuz, bilgilerinizi kullanıyorsunuz? Düşünsenize…
“Tenziylun min rabbil’alemiyn”
Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.
44: “Velev tekavvele ‘aleyna ba’dal’ekaviyli.”
Bu elçilik sırasında bize bir söz ilave etseydi yada çıkarsaydı
Elçilik yaparken herhangi bir şey ilave etseydi bu Kur’an-ı Kerim’e
45: “ Leehazna minhu bilyemiyn.”
Onu sıkı bir şekilde yakalar
46: “ Summe lekata’na min hulvetiyn”
Sonra onun şah damarını koparırdık. Görüyor musunuz? Rasullük görevi gereği hata yaparsa cezası bu. Ama nebi olarak hata yaparsa “Niye böyle yapıyorsun?” diyor ve uyarıda bulunuyor sadece. Niye? O bir yorum meselesidir. Yorumda hata yapılabilir. Ayetler arası ilişkiyi tam kuramamış olabilir. Şu ayetten sonra şu ayet gelir ama bu arada bir ayeti atlamış olabilir. Hata yapar fakat tebliğde hata olmaz. Burada ne varsa onu aynen. Çünkü burada mazeret yok. Neyse… Şimdi Kur’an meallerindeki hataların bağışlanmaz olduğunu görüyor musunuz? Anladık mı? Meal yapmak da bir rasullük görevidir. Ne ise aynen aktaracaksın. Kendi kafana göre değil. Haftaya inşallah 102. Ayeti okuruz.