Abdülaziz Bayındır: Elhamdu lillâhi rabbi-l’âlemîn, vel’âkibetu lilmuttekîn, ves Salatü ves Selamu ala resulina Muhammed’in ve ala alihi ve sahbihi ecmain…
Bugün Bakara suresinin 74. ayetinden itibaren okuyacağız. Burada Allah-u Teala şöyle buyuruyor, o bakara olayını hatırlarsınız, sığırı kesmek istemiyorlar, neticede kesiyorlar. Onun için bütün bahaneleri ortaya koyuyorlar. Ondan sonra da onun bir parçasıyla ölmüş bir kişiye vuruyorlar. O dirilip kendisini kimin öldürdüğünü söylüyor. Ondan sonraki ayet-i kerimede Allah-u Teala diyor ki; “Śumme kaset kulûbukum…”, sonra sizin kalpleriniz kaskatı kesildi, “…min ba’di żâlike…”, bu olaydan sonra, “…fehiye kelhicârati…”, o taş gibidir şimdi, “…ev eşeddu kasveten…”, ya da taştan daha katıdır, niye taştan daha katı? “… ve-inne mine-lhicârati lemâ yetefecceru minhu-l-anhâr…”, çünkü taş var içinden ırmaklar kaynar, taştır ama içinden ırmaklar çıkar. “…ve-inne minhâ lemâ yeşşekkaku feyeḣrucu minhu-lmâ…”, taş var yarılır içinden su çıkar, “…ve-inne minhâ lemâ yehbitu min ḣaşyetillâh…”, taş var Allah korkusundan yukarıdan aşağıya iner, “…vemallâhu biġâfilin ‘ammâ ta’melûn.”, ne yaptığınızdan Allah habersiz değildir.
“Kur’an’da Eşyanın Dili” diye bir dersimiz vardı, hatırlarsınız. Bizim cansız dediğimiz bu eşyanın da bir konuşması var, bir şuuru var, bir anlayışı var. Zaten bugün fizik üzerinde derinlemesine araştırma yapanlar, bunu gözleriyle görmeye başladılar. Şimdi onlarda, bizim, bizde karar organı kalptir, onlarda karar organı akıldır. Şimdi bizde bir yanlış tanımlama yapılır; insan aklıyla diğer varlıklardan üstün gösterilir. Hayır! Artık bugün, aklın bir çok şeylerde olduğu tespit edilmeye başlanmıştır. Onun için şöyle bir tarif yaparlar; “İnsan akıllı canlıdır!” diye. Değil! Evet insan akıllı canlıdır da başkaları akılsız mı? Mesela bir çok hayvanları görüyorsunuz. Mesela şimdi kargalar. Neler yaptığını görüyoruz, daha başka hayvanlar da var. İnsanın karar organı akıl değil kalp. Bu ne demek? Menfaatlerine bakarak, beklentilerine bakarak karar veriyor. Karar organı akıl olsa, doğru kararlar verir. Akıl kalbin yanında bir danışmandır. Onun sözlerine ister uyar ister uymaz! Onun için kalp, bile bile yalan söyleyebilir, bile bile yanlış şeyler yapabilir. Akıl zaten gözün ve kulağın aldığı bilgileri doğruluk süzgecinden geçirme işlemidir. Onun için Kur’an-ı Kerim’de isim olarak akıl kelimesi yok, onu biz kullanıyoruz. Fiil olarak var, akıl etmek gibi. Yani onu bir süzgeçten geçirme eylemine verdiğimiz bir isimdir bu. Dolayısıyla, etrafımızda cansız diye gördüğümüz varlıkların her biri canlıdır. Bizim gibi, bize ait bir çok özelliklere sahiptir. Mesela Zilzal suresinde şu ayeti okumuştuk, hatırlarsınız; estaeuzübillah, (4)“Yevme-iżin tuhaddiśu aḣbârahâ”, (5)“Bi-enne rabbeke evhâ lehâ” o gün toprak haberlerini konuşacaktır. Yani şu kişi, bende şunları şunları yaptı! Rabbin ona vahyetmesi sebebi ile. Şimdi Kur’an-ı Kerim’e bütüncül yaklaşmayanlar, bunları hep mecaz gibi anlamaya, almaya çalışıyorlar. Tabii izah etmek zorlaşıyor. Şimdi o açıdan bu ayetlere baktığınız zaman, gerçekten taş, Allah korkusundan çatlar! Onun için Allah-u Teala diyor ki; estaeuzübillah; (Haşr-21)“Lev enzelnâ hâżâ-lkur-âne ‘alâ cebelin leraeytehu ḣâşi’an mutesaddi’an min ḣaşyetillâh…”, eğer bu Kur’anı bir dağın üzerine indirseydik, kesin olarak şunu görecektin; boyun eğmiş,Allah korkusundan paramparça olmuş. Çünkü o verilen bütün emirlerin yerine getirileceğini biliyor. İnsanlar gibi başka taraflara pas etme imkanı yok! Bunu yerine getirmenin vermiş olduğu ağırlık onu paramparça ediyor! Ondan sonra; “…ve tilke-l-emśâlu nadribuhâ linnâsi le’allehum yetefekkerûn.”, bu örnekleri insanlara veriyoruz, belki bilgilerini kullanırlar! Ne olacak? Biraz şuradan bilgi alacaksınız, biraz oradan, biraz bundan, birleştireceksiniz, eşyanın da kendine göre bir dili olduğunu kavrayacaksınız! Neyse o kunuya da fazlaca girmeyelim. Çünkü o başlı başına çok uzun bir konu, onunla ilgili çok sayıda ayet var Kur’an-ı Kerim’de. Ama zannediyorum Kur’an da eşyanın dili diye bir dersimiz var değil mi bizim sitede? Olması lazım evet. Var evet, arzu edenler oradan bakabilirler.
Şimdi bunların kalplerinin neden böyle katılaştığını ya da katılaşmasının ne demek olduğunu Allah-u Teala bize bundan sonraki ayetlerde anlatıyor. Diyor ki; (Bakara-75) “Efetetme’ûne en yu/minû lekum…”, siz bunların size inanmasını mı bekliyorsunuz? “…vekad kâne ferîkun minhum yesme’ûne kelâmallâh…”, onlardan bir gurup gelir Allah’ın kelamını dinlerler, “…śümme yuharrifûnehu min ba’di mâ ‘akalûhu…”, onu iyice anladıktan sonra, sağa sola çekerler manalarını. İyice anlar, kavrarlar ayeti, uymak istemedikleri için sağa sola çekerler manasını. Mesela namaz kılmak istemezse, “namaz duadır” der. Oruç tutmak istemezse “oruç kendine hakim olmaktır” der. Sağa sola çeker. “…vehum ya’lemûn.” Bile bile böyle yaparlar. Şimdi geliyorlar, Kur’an-ı Kerim’i dinliyorlar, anlıyorlar, kavrıyorlar, sonra anlamlarını sağa sola çekiyorlar. İyice anlayıp kavradıktan sonra, bile bile böyle yapıyorlar! Peki bir insan bile bile yapıyorsa, ona yapılacak birşey var mı? Bile bile yapıyor! Sen istediğin kadar ona anlat, ne ifade eder? Bilmiyor değil ki, biliyor! İşte bunların, taştan daha kötü olmalarının sebebi o! İşte bu kafirliğin tanımıdır aslında! Kafirlik ile müslümanlık arasında çok ince bir çizgi vardır! Ama bizim geleneksel anlayışımıza göre, çok kalın duvarlar vardır! Hayır hiç öyle değildir! Müslümanlık ile kafirlik arasındaki çizgi çok incedir! Bazen insan öbür tarafa geçer, farkına bile varmayabilir! Şimdi biliyorsunuz, temel bir tane ölçüsü var bunun. Allah’ı birinci sıraya mı koyuyorsunuz, ikinci sıraya mı koyuyorsunuz hayatınızda? Allah hayatınızda ikinci sıradaysa, kendi kafanıza göre hareket ediyorsanız, kafirsiniz! Şimdi bu insanların, burada anlatılan insanların, nasıl Allah’ı ikinci sıraya koyduklarının örneği var, biraz sonra okuyacağız. Onlar kendilerini mümin sayıyorlar!
Şimdi bakın; (Bakara-76) “Ve-iżâ leku-lleżîne âmenû kâlû âmennâ…”, müslümanlarla karşılaştıkları zaman diyorlar ki; amenna! Bunlar Yahudiler! Yahudilerden bir bölüm. Diyorlar ki amenna! Ne demek bu? “Muhammed Allah’ın peygamberi”, diyorlar, doğruyu söylüyorlar! Çünkü o konuda hiç şüpheleri yok! Ayette diyor ya Allah-u Teala; (Enam-20) “Elleżîne âteynâhumu-lkitâbe ya’rifûnehu kemâ ya’rifûne ebnâehum…”, kendilerine kitap verdiklerimiz, o peygamberi, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Şüpheleri yok! (Bakara-76 devam) “…ve-iżâ ḣalâ ba’duhum ilâ ba’din…”, kendi aralarında konuştukları zaman, birbirleriyle baş başa kaldıkları zaman, diyorlar ki; “…kâlû etuhaddiśûnehum bimâ fetehallâhu ‘aleykum…”, Allah’ın size açtığı bir bilgiyi neden onlara söylüyorsunuz? Bakın bu, “Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğu bilgisi Allah’ın size açtığı bir bilgidir, Tevrat’ta görüyorsunuz! Tamam, onlara niye söyllüyorsunuz? Muhammed’in etrafındaki adamları çoğaltacaksınız!”, “…liyuhâccûkum bihi ‘inde rabbikum…”, Rabbinizin yanında size delil getirecekler bunlar! Bizim, “Muhammed Allah’ın peygamberidir!” diyoruz ama, onun peşinden gitmeye niyetimiz yok! Yarın Allah’ın huzurunda diyecekler ki; “Ya Rabbi! Bak bu adamlar, Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın peygamberi olduğunu bize söylediler, biz inandık ama onlar inanmamışlar!” Bize delil getirecekler! Şimdi bu psikoloji nedir? Devamını da okuyalım ayet-i kerimenin, “…efelâ ta’kilûn.” onlar birbirlerine söylüyor; aklınızı kullanmıyor musunuz? Bu ne şimdi bak! Kurnazlık! Buradaki akıl değil. “Biraz kurnaz davransanıza! Niye Allah’ın size açtığı bir bilgiyi onlara söylüyorsunuz ki? Yarın Allah’ın yanında size şahitlik yapacaklar!” Allah’a inanmayan bir kişi bunu söyler mi? Bakın, Tevrat konusunda da, en küçük bir şüpheleri yok! Tamam! Muhammed aleyhisselamın Allah’ın peygamberi olduğu konusunda da şüpheleri yok! “Niye söylüyorsunuz?” diyor!
(Bakara-77) “Eve lâ ya’lemûne ennallâhe ya’lemu mâ yusirrûne vemâ yu’linûn.” Bunlar bilmiyorlar mı, Allah’ın, bunların içinde gizlediğini de, açığa vurduğunu da bildiğini? Şimdi bunlar ne yapıyor? Bunlar kendi kafalarına göre bir din anlayışı ortaya koyuyorlar! Dikkat edin bakın! Kendi kafalarına göre bir din anlayışı ortaya koyuyorlar! Orada karar verici kendileri! Karar verici Allah değil! “Herkese her şeyi, onlara söyleme, bunlara niye açıyorsun, niye söylüyorsun, yeri mi, zamanı mı? Yarın Allah’ın huzurunda size şöyle yapar, böyle yapar!” Bakın kıyamet inançları var mı ahiret inancı? Var! Allah korkusu var mı? O da var! “Allah’ın huzurunda sizin aleyhinize şahitlik eder, ne cevap vereceksiniz?” diyor, o da var! Muhammed aleyhisselamın Allah’ın peygamberi olduğu konusunda da şüphesi yok! Tevrattaki bilgilerin doğruluğunu da tespit etmiş, peki ne yapıyor? Dine kendi kafasına göre bir yön veriyor! Diyor ki şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın! Burada ne yapıyor, Allah’ı ikinci plana bırakıyor mu? Bakın çok dindar bir görüntü içerisindeler! Kendi kafasına göre! Hal bu ki bunların vazifesi neydi? Muhammed aleyhisselama inanmaları, ona destek olmaları ve onun emrine girmeleriydi. Muhammed aleyhisselamın Allah’ın peygamberi olduğuna şüpheleri yok, kesin inanıyorlar buna ama inanmalarına uygun davranmıyorlar, bunu ikinci plana atıyorlar, kendi kafalarına göre yeni bir oluşum meydana getiriyorlar, kurnazlık yapıyorlar! “Kafanızı çalıştırmıyor musunuz?” diyorlar! İşte kafirlik bu! Yani bir insan dini kendine uydurmaya başladığı an, kafir olur! Böyle birşey yok. Dine sen uyacaksın! Dini sen kendine uyduramazsın! Ama bizde kafir dendiği zaman ne anlaşılır? Allah diye bir şeyi kabul etmeyen! Böyle bir kafir dünyaya hiç gelmemiştir, hiçbir zaman da gelmeyecektir! Böyle bir kafir olmaz! İşte kafir böyledir. Kendi kafasına göre dine şekil veriyor! Kendi kafasına göre Allah’a bir rol biçiyor! Sanki Allah onun içinde olanı bilmiyor! Sorsan; “Allah senin içinde olanı bilir mi!”, “Bilir” der ama onu hayatına uygulamıyor! Davranışlarını ona göre yapmıyor! Zaten şunu hiç unutmayalım; ahirette insanların durumlarını bize Cenab-ı Hakk şöyle anlatıyor; Ali İmran – 106. ayette; estaeuzübillah; “Yevme tebyaddu vucûhun vetesveddu vucûh…”, o gün bazı yüzler ak, bazı yüzler kara olur, “…feemmâ-lleżîne-sveddet vucûhuhum…”, kara olan yüzlere şöyle denir, yüzleri kara olanlara şöyle denir; “…ekefertum ba’de îmânikum..”, inandıktan sonra kafir mi oldunuz? denir”…feżûkû-l’ażâbe bimâ kuntum tekfurûn.” Kafirliğinizin azabını tadın bakalım, kafir olmanız sebebi ile bu azabı tadın! Şimdi, kafir kelimesinin anlamı örtendir değil mi? Örtecek birşey yoksa, örtmekten bahsedilebilir mi? Bunların örttükleri ne? İman! Onun için imanı olmayan bir tek kafir yoktur! Bu iman ikiye ayrılır; bazısının yalnız Allah’a imanı varıdr, peygamberle karşılaşmamıştır. Bu insanın sorumluluğu bilgisi ile sınırlıdır. Bazısı da peygamberle yani Allah’ın indirdiği kitapla karşılaşmıştır, onun sorumluluğu da onunla sınırlıdır. Ama herkes gerçekleri bilir. İştye orada mümin ile kafiri birbirinden ayıran, birşeyi örtüp örtmemektir! Şimdi bu insanlar neyi örtüyorlar burada? Allah’ın kendilerine bildirdiği bir bilgiyi örtüp, “Şu adamlara neden bildiriyorsunuz?” diyorlar! “Yarın Allah’ın huzurunda sizin aleyhinize şahitlik yapar!” Bak bütün her şeyi biliyorlar, gayet iyi biliyorlar! Kendi kafalarına göre dine yön veriyorlar, kendilerine verilen emre uymuyorlar! Hal buki kendilerine emir, bize verilen emir, bütün peygamberlere, bütün ümmetlere verilen emir nedir? Bakın şurada, Bakara – 159 ayette diyor ki Allah-ü Teala; estaeuzübillah; “İnne-lleżîne yektumûne mâ enzelnâ mine-lbeyyinâti velhudâ…”, indirdiğimiz açık belgeleri, gerçeği gösteren ve gerçeği açıklayan ayetleri gizleyenler, “…min ba’di mâ beyyennâhu linnâsi fi-lkitâbi…”, insanlara bu kitapta biz açıkladıktan sonra gizleyenler, “…ulâ-ike yel’anuhumullâhu veyel’anuhumu-llâ’inûn.”, Allah onlara lanet eder, lanetçi de lanet eder! Gizliyor! Neyi gizliyor? Allah’ın ayetlerini! İşte o da kafirliktir! O da kafirliktir! Öbürleri de ne yaptı? “Neden açıklıyorsunuz! Gizlesenize!” diyor. (Bakara – 160) “İlle-lleżîne tâbû veaslehû vebeyyenû…”, ama tövbe eder, kendilerini düzeltir, bütün gerçeği açıklarlarsa, “…feulâ-ike etûbu ‘aleyhim ve enâ-ttevvâbu-rrahîm.” Ben onların tövbelerini kabul ederim. Peki ayetleri gizlemek için bilmek gerekmez mi? Demek ki bilgili olmak yetmez! Şimdi birçok kimse der ki bilmiyorlar, bilse yaparlar! Kardeşim insanlar bildiklerini yapsa, bilmediklerini de bir şekilde öğrenirler. Biz bildiğimiz doğruları bir yapsak, uygulasak, bilmediklerimizi, Cenab-ı Hakk bize bir şekilde öğrenme fırsatını verir! “İlle-lleżîne tâbû veaslehû vebeyyenû…”, tövbe eden, kendilerini düzelten ve gerçeği açıklayanlar, “…feulâ-ike etûbu ‘aleyhim…”, ben onların tövbelerini kabul ederim, “…ve enâ-ttevvâbu-rrahîm.” Ben tövbeleri kabul eden ve merhametli olanım.
Şimdi, insanlar neden gerçekleri açıklamak istemezler? Bir takım beklentilerinden, menfaatlerinden ötürü. Aman, ben şimdi şurada beni dinleyen cemaatin sayısı artsın diye, biraz gerçekleri gizlesem, biraz anlatmama yalan katsam, her halde şu saatte bu binada kesinlikle vaaz etmezdik, kesinlikle ders yapmazdık, bizi stadyumlar ancak alırdı! Çünkü insanlar, kendi yalanlarına destek verecek kişileri arıyorlar! Herkes kendi yaptığı yanlışın farkında! Suç ortağı arıyor! Hele bir hocayı buldu mu? Onu tepesinde dolaştırır! O da herşeyin farkında, körler sağırlar birbirini ağırlar! Ama doğruları söylediğimiz zaman, işte o konuda temel tercih Cenab-ı Hakk mı başkaları mı? Ben Allah’ı tercih ediyorum dediğin zaman, Cenab-ı Hakk sizi ağır bir imtihandan geçirir! Ondan sonra da yapacağı ikramını yapar! Çünkü bedava değil! Şimdi, öbür ayete geçecektim ama geçmeyeyim ben şimdi. Sorular ve cevaplar olsun. Dersi şöyle kısaca bir özetleyeyim. Bu derste ara vermeden her iki bölümü de birlikte yapacağız.
Şu eşya dediğimiz tüm varlıkların bir şuuru, bir anlayışı vardır! Onların birbirleriyle iletişimi vardır, konuşmaları vardır! Bu konuda gerekli çalışmaları yapan insanlar bunu görebilirler. Hayvanların da kendi aralarında iletişimleri vardır, konuşmaları vardır. Her birisinin belli bir aklı vardır. İnsanla, hayvan veya eşyayı ayıran şey akıl değildir. Kalptir. Onlar kararlarını akla göre verirler, onun için imtihana tabii değillerdir. Biz kararlarımızı akla göre vermekte ya da vermemekte hür durumdayız. Onlar kararlarını akla göre verdikleri için Allah-u Teala diyor ki “Biz bu Kur’an-ı Kerim’i daüın üzerine indirseydik, dağ paramparça olurdu.” Çünkü onlar o emrin tutulamayacağı diye bir şeyi bilmiyorlar! Verilen emirler yerine gelecek! Ama insanlar farklı yapıdalar. Verilen emirleri hemen bir başka tarafa pas edebiliyorlar, kendi kafalarına göre, az önce Yahudilerle ilgili örnekte olduğu gibi, ayette verilen. Kendi kafasına göre bir din anlayışı ortaya koyuyor, o dinde Allah’a inanıyor bir kere, ahirete inanıyor, Allah korkusu var, kendini kandıracağı bir çok şey var! İbadet de yapıyordur! Ama orada ana çizgiyi Allah-u Teala çekmiyor, kendisi çekiyor! Dine kendisi yön veriyor! Dinin şeklini lemalini kendisi belirliyor! Allah’ın emirlerinden istediğini açıklıyor, istemediğini açıklamıyor! Mutlaka hepinizin başından geçmiştir, mesela bazı ayetleri bazı yerlerde okumaya kalktığınız zaman “Şimdi bunun yeri mi?” derler! “Zamanı mı?” derler. Peki Allah-u Teala ne diyor? Allah, onu kitaba koyup açıkladıktan sonra gizleyenleri, lanetliyor değil mi? Demek ki zamanı gelmiş ki Allah indirmiş! Yeri ise her zaman Kur’an-ı Kerim’i anlatmanın yeridir! Niye? Çünkü hesabına gelmiyor orada, bir takım çıkarları , sistem bozuluyor. Öyleyse biz hayatımızda şuna çok dikkat etmemiz lazım! Eğer biz bunu yaparsak, anormal büyüklükte bir başarı elde ederiz! Ama kısa sürede olmaz,Cenab-ı Hakk ciddi bir imtihandan geçirir, bizim için birinci tercih, olmazsa olmaz tercih Allah-u Teala’nın emirleridir. Bitti! O’nun dışında her şey ikinci sırada gelir! Peki günah işlemez mi insan? Yaptığına günah demek de Allah’ın emrine uymaktır! Yaptığı yanlışa neden yanlış diyor? Allah yanlış dediği için, yanlış diyorsa, orada da O’na itaat ediyor demektir! Ama “Bunun nesi varmış canım? O o zamanmış, bu devirde şöyle!” dendiği an, bu defa Cenab-ı Hakk ikinci plana itilmiş demektir! Dolayısıyla şimdi anladınız mı neden “Müslümanlık ile kafirlik arasında çok ince bir çizgi var!” dediğimi? Son derece dikkat etmeliyiz!
Evet sorulara geçiyoruz, geçen haftadan kalan sorulara bakalım bir. Emrah Saraç İstanbul’dan sormuş;
Soru: Kirada oturuyorum, bir ev satın almak istiyorum, bankadan aldığım teklif ile katılım bankasından aldığım teklif arasında dörtbin lira fark var. Vade beş yıl, bankanın da katılım bankasının da uygulamasında tapu benim üzerime yapılıyor ve eve ipotek konuyor. Bu iki banka arasında ben bir fark göremedim. Bu konuda dinimize göre nasıl bir tercih yapmam gerekiyor?
Cevap: Krediyi almaman şeklinde bir tercih yapman gerekiyor. Şimdi bunu sık sık tekrarlıyoruz, bugünki mortgage mi diyorlar? Ona göre çıkarılan bir kanun var, o kanunun içinde leasing bu mortgage kapsamında kredi sayılıyor. Bunun bankacılık dilindeki anlamı şudur! Bankalar, katılım bankaları değil de diğer bankalar, mal alıp satamazlar! Böyle bir yetkileri yoktur! Sadece borç verebilirler. Bir de bankacılık hizmetleri yaparlar. Borç verme işlerinin adı da kredi işlemleridir. Leasing dediğimiz olay da uzun vadeli bir satıştır! İki yıldan az olmamak üzere, aslında dört yıl da onu çeşitli şeylerle iki yıla indiriyorlar. Uzun vadeli bir satıltır leasing. Şimdi satış olduğu zaman KDV giriyor işin içerisine. Kredi gibidir dediğiniz zaman KDV düşmüş oluyor. Satıl olduğu zaman, katılım bankaları dışında bir banka bu işlemi yapamıyor, kredi gibidir dediğiniz zaman bütün bankalar yapabiliyor. Peki bunun manası ne? Bunun manası şu; oradaki leasing sistemine göre ev alırsanız, faize girmiş olmazsınız, bir. Leasing’in, yani finansal kiralama dediğimiz işlemin leasing firmaları tarafından yaptırılması halinde karşılaşacağınız KDV gibi ya da yüzbin doların altında olmaması gibi birtakım sıkıntılara da girmezsiniz. Kredinin getirdiği birtakım kolaylıklar var, onun tamamından yararlanırsınız, fazizin getirdiği sıkıntıların hiçbirine de katlanmamış olursunuz, böyle bir yol var. Bu yolu lütfen işletmeye çalışalım. Yani ev almak isteyenler için, bu yolu işletmeye çalışalım ama bankaların hiç de hesabına gelmeyen bir yoldur bu. Yapmak istemedikleri bir yoldur. Fakat eğer talep bu yönde yoğunlaşırsa, onu da yaparlar bu arz ve talep meselesidir. Bugünki kanunda o madde var.
Erman Demirci soruyor;
Soru: Hocam geçmişte puta tapılıyordu, şimdiki zamanda Kur’an harici fikirlere veya ideolojilere tabii olmak bir çeşit şirk değil mi? Mesela komünizm, laiklik veya cemaatçilik… Bu gibi fikirler insanı şirke götürmez mi, şirkin kapsamını açıklayabilir misiniz? Teşekkürler.
Cevap: İşte az önce de söyledim, şirk Allah’ı ikinci plana koymaktır! Birinci plana koyduğun ister senin nefsin olsun, ister bir cemaat lideri olsun, ister bir tarikat lideri olsun, ister bir hoca olsun, ister peygamberimiz olsun farketmez! Hristiyanlar, yüce peygamber İsa aleyhisselamı tanrı yapıp kafir olmadılar mı? Birinci sıraya koyduğun ne olursa olsun! O şey senin birinci tanrın olur, onu Allah’a ortak koşmuş olursun! Taşa toprağa tapan bir tane insan yoktur! Bunu da çok iyi bilelim! İnsanlar o putun kendisine tapmıyorlar! Mesela, şeylerde, bayramlarda Atatürk’ün heykeli karşısında saygı duruşunda duranlar ne diyorlar? O heykelin karşısında duruyoruz mu diyorlar? Ne diyorlar? Onun manevi huzurunda diyorlar, onun ruhaniyetini hayal ediyorlar! İşte bütün puta tapanlar, orada bir ruhaniyet hayal ederler, o ruhaniyet karşısında saygı duruşunda duracak da o ruhaniyetin de ortada bir cisim olarak görünmesi lazım. Bunun için o putu yapıyor! Yoksa kimse taşa toprağa tapmaz! Sen şimdi öyle bir ruhaniyeti zihninde hayal et de puta çevirme! Gene müşrik olursun ne fark eder! Cenab-ı Hakk’ı ikinci plana bıraktığın zaman birinci plana ne koyarsan koy önce onun kölesi olursun sonra da Allah-u Teala’nın! İşte az önce ayetleri okuduk, adamlar kendilerini Allah’a inanmış, Allah’a tapan, Allah’a asla ortak koşmayan bir varlık olarak kabul ediyorlar mıydı? Ama kendi nefislerini Allah ile kendi aralarına koyduklarıı için kendilerini Tanrı yapmış oluyorlar! O kadar! Çok dikkatli olmamız lazım!
Batman’dan Abdullah Sevgili hoca sormuş geçen hafta;
Soru: Cehennemin ebedi olduğunu söylediniz, [A.B. : Onu ben söylemedim, Allah-u Teala söylüyor, ayetler var açıkca Abdullah hoca yani şimdi…] Halbu ki ben cehennemlikler ile ilgili ayetlere biraz bakmıştım, [Bu sorunun cevabını vermiştik galiba bir kere…] Halidina fiha ifadesi geçiyor. [Geçmiyor demek istiyor.] Halbu ki cennetliklerle ilgili ayetlerde Halidina fiha ifadesi geçiyor. Cehennemliklerle ilgili ebeda ifadesi geçiyor, bunlarda bir anlam farklılığı yok mudur?
Cevap: Şimdi bakın burada Allah-u Teala diyor ki; Nisa suresi 168. ayet; 103. Sayfa, “İnne-lleżîne keferû vezalemû…”, kafirlik yapan ve zalimlik yapanlar, mesela işte, Cenab-ı Hakk’ın hakkını gasp etmiş oluyorlar, Allah sanki onların içlerini bilmiyormuş gibi davranıyorlar ve bir takım ayetleri örtüyorlar, kimse duymasın aman falan, ya da inançlarını örtüyorlar, “…lem yekunillâhu liyaġfira lehum…”, Allah bunları affedecek değil, tabii böyle ölürlerse, kendileri tövbe etmeden Allah hiç affetmez! “…velâ liyehdiyehum tarîkâ.” Allah onları herhangi bir yola da getirecek değildir! Yola kendileri gelirse başka! (Nisa–169) “İllâ tarîka cehenneme ḣâlidîne fîhâ ebedâ…”, Allah’ın bunları götüreceği cehennem yoludur, orada ebediyen, bozulmadan kalmak üzere, ölmeden kalmak üzere, ölmeden ebediyen yaşamak zere, işte ebediyen kelimesi geçti mi cehennemde? Ebeda, “ḣâlidîne fîhâ ebedâ” demek ki sadece cennetliklerle ilgili geçmiyormuş, cehennemliklerle ilgili olarak da geçiyormuş. “…vekâne żâlike ‘alallâhi yesîrâ.” Bu Allah’a kolaydır! Ama günahkar olup cehenneme gidenler için ebeda kelimesi yok! Mesela çok, en ağır ifadelerden bir tanesi, bak şuradan okuyalım, yine aynı surede, 92. sayfada 93. ayet, dikkat edin bakın; “Vemen yaktul mu/minen mute’ammiden…”, kim kasten bir mümini öldürürse, “…fecezâuhu cehennemu…”, onun cezası cehennemdir, ”…ḣâliden fîhâ…”, orada, halid olarak, yani ölmeden kalacak, cennette olmadığı gibi cehennemde de ölüm yok. “…veġadiballâhu ‘aleyhi…”, Allah ona gazap etmiştir, “…vele’anehu…”, onu dışlamıştır, “…vee’adde lehu ‘ażâben ‘azîmâ.” Ona büyük bir azap hazırlamıştır. Ama ebeda kelimesi burada yok dikkat edin! Yani cehennemlik müminlerle ilgili ayetlerde ebeda kelimesi yok. Meallere bakmayın, meallerde ebediyen diye çevirdikleri halid kelimesidir, ölümsüz manasına gelir. Zaten işte o tercümelerden dolayı meallere bakarak bir yere gitmek çok zor. Ama mealler size bir duygu bir düşünce bir anlayış verir de, meallere bakarak sakın fetva vermeye kalkmayın! Çok yanlış iş yaparsınız!
Evet, astım hastalarının kullandığı fısfıs. Astım hastalarının kullandığı bir ilaç var biliyorsunuz. O ilaç şeyle alınıyor, ağıza tazyikli bir şekilde yani basınçlı bir havayla ağızdan ilaç veriliyor, ta ciğerlere kadar gidiyor. Şimdi, Diyanet İşleri Başkanlığı eskiden ben İstanbul müftülüğündeyken bunun orucu bozacağına dair fetva veriyorduk. Diyanet İşleri Başkanlığı birkaç senedir diyor ki “Bu yeme içme sayılmaz!” diyor. “Nefes borusundan doğruca ciğerlere gidiyor, dolayısıyla orucu bozmaz!” diyor. Tamam yani bu, ben mesela başkaları gibi aman yanlış demiyorum. Bu bir yorum. Ama ben şahsen bunun ağızdan ilaç almak olduğunu dolayısıyla orucu bozduğunu söylüyorum. Onların dediği de kurallara uygun, bana göre benim dediğim de kurallara uygun, hangisinin doğru olduğunu Cenab-ı Hakk bilir. İşte ihtilaf bu tip şeylerde olabilir. Şimdi olay ağızdan ilaç almaksa, yani yeme içme nedir? Ağızdan ilaç da alsanız yemektir, yiyecek de alsanız yemektir, su da içseniz içmektir. Ağızdan ilaç alıyorsa, bu ilacı nasıl alırsa alsın orucu bozar. Bizim verdiğimiz fetva bu. Ama onlar da diyor ki; “Bu yeme-içme sayılmaz, doğruca ciğerlere giden bir ilaçtır, orucu bozmaz!” diyorlar. Bize göre bozar! Oruç tutmamalı mı, hasta olan oruç tutmayabilir, orucu tuttuktan sonra sıkıştığı zaman bozabilir. Bir şey yok yani. Şimdi bizde bir anlayış yayılmış, “Niyet etme!” deniyor. Niye etmeyeceğim, tabii ki edeceğim! Ya hastalanırsan? Hastalanırsam bozarım! Yani Allah bunu bana, bu ruhsatı vermiş. Niyet tabii ki edeceksiniz. Peygamberimiz (s.a.v.) Bedir savaşında mıydı oruçlu olduğu zaman, Bedir’deydi değil mi? Bedir savaşında, oruçlu, diyorlar ki; “Ya Resulallah, asker oruçlu olduğu için sıkıntı içerisinde.” Peygamberimiz (s.a.v.) ikindiden sonra galiba orucu bozuyor! Başlamış olduğu orucu bozuyor. Herkese de emrediyor, “Siz de bozun!” Onun için, bunda birşey yok yani, yorucu çünkü. Bedir Medine’den 150-159 km. kadar uzak bir yer. Yolcu durumunda, hem de savaşa gidiyorlar. Hastaysa da yolcuysa da başladığı orucu bozar! Problem değil yani. Oruca başlamayayım demeye gerek yok! Başla canım, rahatsızlanırsa bozar, rahatsızlanmazsa devam eder! Bozmayabilir de! Kendine kalmış birşey.
Ender bey sormuş;
Soru: Bakara 273. ayette işaret edilen kişi ve kurumlar hangileridir? Bu ayeti açıklar mısınız?
Cevap: Evet 45. sayfada, burada diyor ki, ayet-i kerimede, bütün burada Allah rızası için yapılan harcamalar anlatılıyor; “Lilfukarâ-i-lleżîne uhsirû fî sebîlillâhi…”, özellikle kendini Allah yolunda hasretmiş olan fakirlere verin diyor, yani Allah’ın dinine hizmet için kendini vakfetmiş kişilere verin. “…lâ yestetî’ûne darben fi-l-ard…”, dine hizmet ile meşgul olduğu için, çalışarak kazanma imkanı yok, gidemiyor, çalışamıyor. Birşeyler kazanamıyor. “…yahsebuhumu-lcâhilu aġniyâe…”, “fi sebilillah” kelimesi tüm kamu hizmetlerini kapsayabilecek bir şeydir. Çünkü her türlü hizmete insanların ihtiyacı var. “…yahsebuhumu-lcâhilu aġniyâe mine-tte’affufi…” Bu gibi insanlar iffetli davrandıkları için, onların durumlarını bilmeyenler, kendileri zengin sanırlar, çünkü böyle itibarlı işlerle meşgul olduklarından dolayı. Bilmezler ki o işler beş kuruş para kazandırmaz adama. Onları zengin sanırlar, “…ta’rifuhum bisîmâhum…”, sen onları simalarından tanırsın, görüntülerinden tanırsın, “…lâ yes-elûne-nnâse ilhâfâ…”, insanlardan, ısrarla birşey istemezler, birşey söylerle ama üzerinde ısrarla durmazlar, illa olsun illa olsun üstüste ısrar etmezler, söyler geçerler, “…vemâ tunfikû min ḣayrin fe-innallâhe bihi ‘alîm”, hayra ne harcarsanız, Cenab-ı Hakk onu bilir! Şimdi bunlar, hayırlı hizmetlerde bulunan herkestir! Herkes. Mesela şimdi Süleymaniye vakfında çalışanların tamamı bu gruba girer. Niye? Çünkü akşama kadar yüzlerce fetva veriyorsun da, o fetvalara, yani ben hakikaten, insanlara, o fetvaların orada kitaplarımızdan alıp dağıtabilirsiniz diyoruz, millet diyor ki siz parayla fetva veriyorsunuz diyorlar! Bunu söyleyen adama da hayret etmek lazım. Böyle hayır-hasenatta çalışan, hayır toplamak için, insanlara hizmet için yani ne bileyim, toplumun insanların hizmetinde çalışan herkese bu konuda şey yapılabilir. Mesela buna kamu hizmetlerinde çalışan memurlar da girerler. Nasıl girerler? Devlet topladığı zekatlardan onlara da verebilir. Çünki kamunun işini görüyor. İnsanların işini görüyor. O işler para kazandırmaz ki. Gittiğin zaman şu işimi yap diyorsun yapıyor. Birşey istese benden rüşvet aldı diyeceksin, doğru! Tamam da o da biryerden birşey alması lazım değil mi? Çoluğunu çocuğunu bir şekilde geçindirmesi lazım. İşte onların maaşları da bu tip şeylerden verilebilir. Dolayısıyla vakıflarda, efendim sosyal hizmetlerde, kamu hizmeti gören ama para kazanmayan her yerde bu tip şeyler olabilir. Zaten zekatın harcama kalemleri devletin hemen hemen bütün ihtiyacını karşılayacak şekildedir. Ama zamanında ulema ile devlet adamları arasındaki çekişmeye zekat kurban gitmiş, ondan dolayı şimdi böyle bir takım sıkıntılı durumlar da yaşıyoruz. Yoksa bu tip hizmetler çok ciddi desteklerle, çok büyük atılımlarla yapılabilir. Allah-u Teala bunların maddi gelirlerini güzel bir şekilde ayarlamış. Tabii uyan olursa…
Serdar Karamanlı soruyor;
Soru: Secde ayetlerinde secde yapmak farz mıdır? Canlı dinlerken ya da CD den dinlerken fark eder mi?
Cevap: Hazreti Ömer bir gün hutbede bir secde ayetini okuyor iniyor aşağıya secde ediyor, sonra tekrar çıkıp devam ediyor. Bir başka gün yine secde ayetini okuyor, millet secde için ayağa kalkıyor, oturun diyor, oturun! Bugün secde etmeyeceğiz diyor. Dolayısıyla yani secde ayetini oludunuz diye illa secde edeceksiniz diye birşey yok ama mesela hanefi mezhebine göre vaciptir. Secde ayetini dinlediğiniz zaman secde edeceksiniz. Peki CD lerden duyarsak, eh CD bir insan sesi değildir, o bir yankılanmadır, ondan dolayı gerekmez, şeklinde de fetvalar var. Ama bu konuda secde ayetini okuyan kişi mutlaka secde edecek diye kesin bir şey yok. Değil mi? (Bu konuyu sen incelemiştin.) Hiç secde etmesek günahkar olmaz. Ama ederse sevabını kazanır. Yani deliller böyle.
Şimdi bu kuzey ülkelerinden Danimarka’dan birisi bir soru sormuştu da, seyyid ile ilgili bir soru sormuşlardı. Şimdi hatırladım. Seyyid kelimesi ile ilgili bir soru vardı, onu da Enes hoca bir araştırayım demişti. “Bana seyyid demeyin, seyyid Allah’tır!” diye bir hadis rivayet edilmişti. Şimdi Kur’an-ı Kerim’e bakarsanız, Kur’an-ı Kerim’de insanlara seyyid dendiği ile alakalı ayetler vardır. Mesela Yahya aleyhisselam ile ilgili “… veseyyiden vehasûran venebiyyen mine-ssâlihîn.” Seyyid, kendini koruyan ve iyilerden bir nebi. Ali İmran 39. Başka bir ayet-i kerime daha vardı, Yusuf aleyhisselam ile ilgili, “…veelfeyâ seyyidehâ ledâ-lbâb…” kadının efendisini, kadının seyyidini kapının yanında buldular. Bu da Yusuf suresi 25. ayette. Hadis-i şeriflerde de var, insanlara seyyid dendiğine dair. Demek ki insanlar için seyyid kelimesi kullanılıyor. Seyyid kelimesi Allah-u Teala için de kullanılır! Seyyid, yani bir şeyin üzerinde hakimiyeti olan, yöneten, yönetici durumunda olan kişiler anlamına geliyor. Mesela bazı kelimeler insanlar için de Allah-u Teala için de kullanılır. Mesela Allah görür değil mi? Buna ne diyoruz? Allah’ın basar sıfatı diyoruz, Basir. Peki şimdi siz ben de görüyorum dediğiniz zaman, haşa, Allah’a ortak mı olmuş oluyorsunuz? Allah bilir, ben de bilirim diyorsunuz, ama Allah’ın görmesi ile senin görmen, Allah’ın bilmesi ile senin bilmen arasında, kıyas kabul etmeyecek kadar büyük farklar vardır! Onun için Cenab-ı Hakk’ın bu tip özelliklerine subuti sıfatları derler. Subuti sıfat ne yani varlıklarda da olan. Ama bir de zati sıfatları vardır, sadece kendisinde olan, başkasında olmayan. Mesela varlığının herhangi bir şeye bağlı olmaması. Ezeli olması, ebedi olması, bir tek olması, yaratılmışlardan hiç birine benziyor olmaması. İşte orada Cenab-ı Hakk’ın kendisine mahsus olan sıfatlar insanlarda ve mahluklarda olmaz! İşte bu seyyid kelimesi de aynen onun gibidir, sonuç olarak; insanlar için de seyyid kelimesi kullanılabilir. Çölden gelen bilgisiz insalar peygamberimize seyyid deyince, kendi zihinlerinde farklı bir anlam yerine oturturlar diye peygamberimiz buna karşı çıkmış. Çünkü seyyid kelimesine onların verdiği anlam başka, Rab manası veriyorlarmış, onun için peygamber efendimiz ona karşı çıkmış. Seyyid soyundan gelme meselesi başka. Şimdi peygamber efendimiz (s.a.v.) iki torunu var biliyorsunuz, hazreti Hasan, hazreti Hüseyin. , hazreti Hüseyin soyundan gelenler kendilerine seyyid, , hazreti Hasan soyundan gelenler de şerif derler, bazıları da anası birinden babası birindense seyyid şerif diye vasıf alır. Böyle bir geleneğimiz de var. Tamam olabilir, yani güzel bir soydan gelmiş olmak güzel bir şey ama bu insana bir şey kazandırmaz! Bakın İsrailoğullarının, İbrahim aleyhisselamın soyundan geldiği kesindir, ama bu seyyidlik, şeriflik üzerinde bir sürü şüpheler vardır! Çünkü siyasi maksatlarla da bunlar oluşturulmuştur! Peki İsrailoğullarının İbrahim aleyhisselamın soyundan geldiği kesin olmasına rağmen, Cenab-ı Hakk israiloğullarını ne kadar ağır sözlerle itham ediyor değil mi? Onun için Cenab-ı Hakk kimseye, senin anan kim baban kim diye sormaz çünkü senin ananı da babanı da tercih etme hakkın yok zaten! “Sen kimsin?”, “Sen ne yaptın?”, diye sorar! Şartlar bunlar, biz imtihan için bu dünyaya gelmişiz, şartları şikayet ediyor! Dün iftara gidiyordum, birisi geldi, hocam kötü bir zamanda yaşıyoruz bu konuda ne dersin dedi, sana ne dedim zamanın kötü olmasından, sen kimi kime şikayet ediyorsun? Seni bu zamanda bu şartlar altında dünyaya getiren Allah değil mi? sen bu şartlar altında imtihana tabiisin. Şikayete hakkın yok! Bunlar imtihan sorularıdır, başarmak zorundasın! O kadar! Başarmak zorundasın, bunun sağı solu yok kardeşim! Her zamanın her yerin ağır soruları vardır!
Şimdi bu Danimarka’dan bazı dostlarımız soru sormuşlar, burada yatsı namazı çok geç kılınıyor diye, Diyanet İşleri Başkanlığı geçen sene 120 dakikaya indirdiğini bildirmiş oralara, aslında 120 dakika çok geçtir! Avrupadan, oralardan bizi dinleyen kardeşlerimiz, mesela Danimarka’da 45 dakika sonra yatsıyı çok rahat kılabilirsiniz güneşin batmasından… Bu konuda bizi dinleyen dostlarımız, oralardaki almanaklarda, yani denizcilerin kullandığı almanaklarda, sivil tan diye (civil twilight) bir terim vardır, güneşin batışından 6 derece sonrayı gösterir. Onu bulurlar, çok kolay bulabilirler, ona göre yatsı namazını kılarlarsa namazı tam zamanında kılmış olurlar. Sabahleyin de tan yerinin ağırması konusunda da yine almanaklardaki (notical twilight) esas alsınlar çünkü takvimlerde ciddi hatalar var! Notical twilight yani denizci tanını esas aldıkları takdirde en az on dakika erken oruca başlamış olurlar.