Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi rabbil alemin. Vel akibetülil müttakin assalatü vesselamü ala rasulina muhammedin ve ala elihi sahbihi ecmain.
Bugün Kur’ân’ı Kerim’in en uzun ayeti olan ve kendisine mudayene ayeti denen 282. ayeti tekrar okuyacağız. Burada Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor.
(2/Bakara 282.Ayet)
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ tedâyentum bi deynin ilâ ecelin musemmen fektubûh”
“Müminler belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.”
Bundan önceki derslerde de söylemiştik karşılıklı borçlanma, karşılıklı sorumluluk üstlenme demektir. Bir mal sattığınız zaman siz o malı teslim etmekle karşı tarafta onun bedelini ödemekle sorumludur. İki tarafta birbirine borçlanmış olur. Eğer mal hemen verilirse borç biter. Bedeli de hemen verilirse yine borç biter. Borçlanma da bazen mal peşin parası veresiye olur. Buna veresiye satış diyoruz. Gidersiniz ihtiyacınız olan bir gömleği alırsınız yanınızda para yoktur, falanca zaman bedelini ödeyeceğim dersiniz. Bazen parası peşin mal veresiye olur. Bir sipariş verirsiniz dersiniz ki, “İşte şu kumaştan şöyle bir elbise yap.” Yada sanayide bir takım ürünlerin siparişleri vardır.
Bazen mal da veresiye olur, bedeli de veresiye olur. Yani dersiniz ki, “Şu kadar mala ihtiyacım var, falanca zaman almam lazım bu malı.” Bedelini de anlaşmaya göre ödersiniz. Ya kısmen peşin olur, ya tamamen veresiye olur. Yada belli taksitlerle olur. Şimdi bunların hepsi alışveriştir. Bunların her birisinin değişik isimleri de vardır. Burda taraflar birbirlerine karşılıklı olarak borçlanırlar. Onun için Allah’u Teâlâ diyor ki,
“Böyle borçlandığınız zaman onu yazın.”
Yani kim ne yapacak, kimin görevi ne, taraflar bunu net olarak bilsinler.
“velyektub beynekum kâtibun bil adl”
“Aranızda da bir yazıcı dengeleri tam gözeterek yazsın.”
Yani kimsenin hakkını kimseye geçirmeden adil bir şekilde yazsın, hakkaniyetli bir şekilde yazsın.
“ve lâ ye’be kâtibun en yektube kemâ allemehullâhu felyektub,”
“Hiçbir katip, hiçbir yazıcı yazmaktan çekinmesin.”
İşte bunlar birer noterlik belgesi bugün. Kur’ân’ı Kerim’in bu ayeti bu konuyu ayrıntılı olarak anlatıyor. Sadece noterlik değil tabi, bütün belge düzenlemeleri ile ilgili temel hükümleri koyuyor.
Daha önce size anlatmıştım, bu ayet sebebiyle bizim tarihimizde Belge Düzenleme İlmi, diye ilim çeşidi vardır. Buna eşşurut denir, essicillat denir, elmehadıl vel sicillat denir, essukuf denir, değişik isimlerle adlandırılır. Sukuk: sak’kin çoğulu. Sak: yazılı belge demek. Borcu ispatlayan belge demek. Bizim sak batıya gidip çek olmuş ve geriye çek olarak gelmiş. Yani kelimenin aslı buradan gitmedir. Batıda kullanılan ekonomiyle ilgili birçok terim İslam kaynaklıdır.
“ve lâ ye’be kâtibun en yektube kemâ allemehullâhu felyektub,”
“Hiçbir katip yazmaktan çekinmesin, Allah’ın ona öğrettiği gibi yazsın.”
Yani şu ayetlerde belirtilen şekilde yazsın. Bütün şekil şartları da belli. Hakikaten belge bilimi öylesine gelişmiştir ki, ana öğeler vardır, araya bir takım kelimeler koyarsınız cümle yapıları bozulmaz ve belgeler de son derece sağlam olur. Yani bugün bilgisayarda karşınıza bir belge çıkıyor boşlukları dolduruyorsunuz ya işte bizim İslami belge düzenleme şekli öyledir. Yani ana cümleler değişmez araya konulacak işte isim değişir, miktar değişir, mal çeşidi değişir, adres değişir o kadar. Başka bir şey yok yani. Öyle olduğu zaman çok sağlam belgeler oluyor.
“velyumlilillezî aleyhil hakku”
“Borçlu taraf yazdırsın.”
Mesela veresiye alışveriş yaptıysanız, mal peşinse bedeli veresiyeyse, o zaman borçlu taraf kimse o yazdıracak. Çünkü borçlu taraf yazdırdığı zaman bu bir borç itirafı da olur aynı zamanda. Ama alacaklı taraf yazdırdığı zaman bu bir alacak iddiası olur. Bu iddianın ispata ihtiyacı vardır. Yani şimdi siz birisine dersiniz ki “Benim şu adama yüz lira borcum var” derseniz bu bir borç itirafıdır ispata gerek yok. “Tamam o zaman ver” denir. Ama birisi dese ki, “Bu kişinin bana yüz lira borcu var,” o bir iddiadır. İspata ihtiyacı vardır. ondan dolayı Allah’u Teâlâ diyor ki;
“Borçlu olan yazdırsın.”
Mahkemelerde genellikle dava açma usulünü bilmeyenlere usul öğretilirdi eskiden, yani Osmanlı mahkemelerinde. Taa eskiden beri, mesela Ebu Hanife’de onu söylüyor. ‘Dava usulünü bilmeyenlere bunu öğretmek gerekir,’ diye. Çünkü birisi gelir sizi mahkemeye götürür der ki “Bu kişinin bana beş yüz lira borcu var, vermesini isterim.” Siz derseniz ki, “Evet benim beş yüz lira borcum vardı ama ödedim.” Dediğiniz zaman borcu itiraf etmiş olursunuz. Ödemeyi iddia etmiş olursunuz. Yani hakim ‘Bu adamın bana beş yüz lira borcu var’ diyen kişiye alacağını ispat et demez. Çünkü itiraf etmiş adam. Varlığını kabul ediyor borcun. Ama ödediğini iddia ediyor. O zaman hakim derki ona “Öyleyse ödediğini ispatla” der. Ondan dolayı dava açma usulü de çok önemlidir. Çünkü hakim sizin sözlerinize bakarak karar verecektir. Mahkemeye girmeden önce usul öğretilir ki orada usulü bilmediği için davayı kaybetmiş olmasın. Zaten dava vekillikleri, avukatlıklar bundan dolayı ortaya çıkmıştır. Çünkü herkes dava açma usulünü bilmez. Haklı olduğu halde haksız olur. Rasulullah sav. demiş ki “Siz bir kısım taleplerle benim yanıma geliyorsunuz, olabilir ki haksız taraf haklı taraftan daha güzel davasını anlatır, ben onun haklı olduğunu zanneder, onun lehine hüküm veririm. Eğer böyle bir şey yaparsam bilin ki size ateşten bir parça vermişimdir. İster alın ister bırakın.” Yani Allah’ın rasulü bir karar verdi diye yanlış karar doğru olmaz. Çünkü hakim kararını verirken objektif davranmak zorundadır.
“fe in kânellezî aleyhil hakku sefîhan”
“Eğer borçlu taraf aldırışsız birisiyse,”
Önemsemiyor amaan ne olacak diyor. ‘Tamam kaç lira borcun var? Yaz kaç lira yazıyorsan yaz yaa işte, bir şey yaz.’ O zaman bu olmaz, böyle şey olmaz.
“Sefih:”
“yani aldırışsız,”
“ev daifen”
“yada zayıf,” Anlayamıyor, ‘Ne dedin, tam kavrayamadım’ diyor. Evet
“ev lâ yestatîu en yumille huve”
“Anlıyor ama yazdıramıyor,”
Cümle kurmak herkesin yapabileceği bir şey değildir.
“felyumlil veliyyuhu bil adl”
“Onun da velisi devreye girsin.”
Kendi başına o işi yapamıyorsa onun haklarını koruyabilecek konumda olan bir veli devreye girer. Onun velisi hak olarak onu yazdırsın.
“vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum,”
“Erkeklerinizden de iki kişiyi şahit getirsin.”
Çünkü o belgenin düzenlendiğine de şahit getirmek gerekiyor. Yani yarın birisi der ki ‘Yok efendim ben böyle bir belge düzenlemedim.’ O belgedeki yazısını imzasını inkar edebilir adam. Öyle bir durumda iki tane de şahit getirin, diyor.
“fe in lem yekûnâ raculeyni”
“Eğer iki erkek olmazsa”
“fe raculun vemraetâni mimmen terdavne mineş şuhedâi “
“razı olduğunuz şahitlerden bir erkek iki kadın getirin,” diyor.
“en tedılle ıhdâhumâ fe tuzekkire ıhdâhumâl uhrâ”
“Onlardan birisi yanılırsa diğeri hatırlatır.”
“ve lâ ye’beş şuhedâu izâ mâ duû,”
Yarın o belgenin ispatı için şahitler dinlenmesine ihtiyaç olabilir.
Çünkü taraflardan biri der ki ‘Benim böyle bir borcum yok.’ Biliyorsunuz mahkemeye gidersiniz adam senedi gösterir, adam der ki ‘Ben böyle bir senet imzalamadım. İmzam taklit edilmiş,’ der. İşte öyle bir durumda şahitleri getirip dinlemek lazım. Onun için “Şahitler çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar.”
“ve lâ tes’emû en tektubûhu sagîran ev kebîran ilâ ecelih”
Üşenmeyin diyor ister küçük ister büyük olsun.” Borcun azına çoğuna bakmayın.
“Süresine kadar yazın bunu.”
Yani süresi belli olacak şekilde yazın. Az çok, kişilere göre değişir yani. Birisi için az olan diğeri için çok yüksek bir rakam olabilir. Siz ona bakmayın siz yazın. Hatta bugün az olan bir borç yarın için çok olabilir. Yani durum ve şartlar değişir, insanların o borca bakışı da değişir.
“zâlikum aksatu indallâhi”
“Bunu böyle yapmanız Allah katında hakkaniyete daha uygun,”
Yani her hak sahibinin hakkını alabilmesi bakımından daha uygun. “
“ve akvemu liş şehâdeti”
“Şahitlik için daha sağlam,”
“ve ednâ ellâ tertâbû”
“şüpheye düşmemenize daha yakındır.”
“illâ en tekûne ticâreten hâdıraten tudîrûnehâ beynekum”
“Ancak peşin ticaret yapıyorsanız,”
birbirinizin arasında değiş tokuş yaptığınız peşin ticaret oluyorsa,
“onu yazmayabilirsiniz”.
“fe leyse aleykum cunâhun ellâ tektubûhâ”
“Onu yazmamanızda size bir günah yoktur.”
Peşin alışveriş, mal vermişsiniz parayı almışsınız, tarafların birbirinde hakkı kalmamış.
“ve eşhidû izâ tebâya’tum,”
“Ama alışveriş yaptığınız zamanda şahit tutun.”
Tabi bu ufak tefek şeyler için değil, o fiilen mümkün olmaz. Ama alışveriş yaptığınız zaman şahit tutun. Şeylerde bilhassa taşınmaz malların satışı, mesela otomobil satışları değil mi? Gidiyorsunuz bunu noterden yapıyorsunuz. Taşınmaz malların satışları tapu dairesinden oluyor. İşte burada o görevi sizin yazmış olduğunuz belgeler oluşturuyor ki Eskiden tapu dairesi yoktu, noter yoktu. Bu işi mahkemeler yapıyorlardı. İnsanlar mahkemeye geliyorlardı, birisi diyorduki ‘İşte ben şu malımı falanca kişiye sattım,’ o da diyordu ki, aldım. Mahkeme defterine kaydediliyordu. Malın bütün özellikleri, sınırları, komşuları, bulunduğu yer, her şeyiyle yani tapu defterinde ne varsa onların hepsi mahkeme defterine yazılırdı. Böylece yarın herhangi birisi ‘Burası senin değil benimdir dediğinde hemen mahkemeye gidip o deftere bakılırdı. Zaten onun bir nüshası da taraflara verilirdi. Böylece elinde tapu belgesi görevini yapıyor.
Tapu kelimesi, mülkiyet ifade eden bir kelime olarak kullanılmazdı Osmanlıda. Şu anda tapu, bir taşınmazın mülkiyet belgesidir. Osmanlılarda kullanma belgesiydi. Yani bu ikisi arasında bir fark var. Bunun bilinmesinde fayda var. tapu cumhuriyet döneminden itibaren mülkiyet belgesi olarak kullanılmaya başlandı. O zaman tapu demeleri yani bunun kullanma hakkı falanca kişinindir diye ispatlayan belgeyi ifade etmek içindi. Osmanlıda arazi büyük ölçüde devletin arazisiydi. Devlet o araziyi belli kanunlarla halka kullandırıyordu. O zaman tapu veriliyordu. O tapu o arazinin kullanma belgesiydi. Daha sonra o arazileri kullanan insanların mülkiyeti haline getirilince tapular da mülkiyet senedine dönüşmüş oldu.
“ve eşhidû izâ tebâya’tum, ve lâ yudârra kâtibun ve lâ şehîd”
“Katip zarara uğratılmasın, şahit de.” yani ne katibi sıkıntıya sokun ne şahidi.
“ve in tef’alû”
“Eğer böyle yaparsanız”
“fe innehu fusûkun bikum,”
“bu sizin için bir fasıklık olur.”
Yani adam katiplik yapıyor, katibi zarara uğratmayın. Yani bir ücret verilmesi gerekiyorsa vereceksiniz tabi. Bu gibi şeyler genellikle bir örf haline getirilir. Bugün mesela noterlikteki belge düzenlemelerine bir şey veriliyor. Gerçi bugün devlet esas şey alıyor, çok yüksek bir pay alıyor bu tür belgelerden. Bu doğru şey değil. Bunlar doğru değil.
Bir kere devlet yapısını adan zeye gözden geçirilmesine ihtiyaç var. Geçtiğimiz günlerde üniversitelerden birisinde bir toplantıya çağırmışlardı beni. Bir yuvarlak masa toplantısıydı. İşte bir devlet kurumu tartışılıyor. Orada dedim ki yav niye devlet kurumunu tartışıyorsunuz ki. Siz bugün şöyle olsun dersiniz, yarın bir iktidar gelir bir kanun çıkarır sizin bütün dediğinizi bitirir. Bugün asıl tartışılması gereken devletin yapısıdır. Fransızların aydınlanma çağından sonra bütün devletler teokratik devlete dönüşmüşlerdir. Müslümanları teokratik devlet taleplisi diye suçlarlar. Teokratik ne demek? Yani, Tanrı yetkisine sahip olan devlet, demektir. Yani kendisini tanrı sayan devlet demektir. Kendisini tanrı sayan, kilisedir. Fransızlar asırlarca kilisenin bu yapısına karşı mücadele ettiler mücadeleyi başarınca bu defa devleti de tanrılaştırdılar, şirketleri de tanrılaştırdılar, kurumaları da tanrılaştırdılar. Dikkat ederseniz devlette bir sürü dokunulmazlıklar var. Devlette çalışan insanlar dokunulmaz. Bir memuru mahkemeye vermek için bulunduğu kurumdan izin almak gerekir falan. Tam bir tanrılaştırma söz konusudur. Bunu böyle yapmak lazım deyince tabi haklısın dediler yani.
Bugün gerçekten devlet yapısı adan zeye gözden geçirilmesi lazım. Bunlar son derece yanlış şeyler var. Parlamentoda insanlar ellerini kaldırdığı zaman her şeye, mesela başörtüsüne de yasak diyebiliyorlar. Sen nasıl yasak dersin kardeşim. Yok efendim her konuda, insanların inançları olsun, özel hayatları olsun, sosyal hayatları olsun, şu olsun bu olsun, ekonomik durumları olsun, yani haşa Allah yerinde istedikleri kanunu koyup istedikleri kanunu kaldırıyorlar. Mesela Osmanlılarda mümkün mü öyle. Töre böyledir dediniz mi her şey biterdi orada. Şimdi ne töre kalıyor ne bir şey kalıyor. Mesela 1840 lara kadar Osmanlıların çıkardıkları hayatı düzenleyen kanunları, yani işte Fatih Sultan Mehmet Kanunu, Kanuni Sultan Süleyman zamanında çıkan kanunlar genellikle şehir kanunlarıdır. O kanunların hepsini toplasanız cebinize koyar giderdiniz. Ve herkes hukuki durumunu çok iyi bilirdi. Yani bir şey yaptığı zaman hukuki durumda vaziyetini gayet iyi bilirdi. Çünkü belli herkes tarafından. Fakat ondan sonra batıya özenme başladığı zamandan itibaren artık baktınız ki sık sık kanunlar çıkmaya başladı 1840 dan itibaren. Sonra düstur diye o kanunları ve yönetmelikleri içeren kalın kalın kitaplar, -hukukçular bilirler,- onlar çıkarıldı. Birinci tertip düstur, ikinci tertip düstur, falan derken, bunlar uzunca bir zaman aralığında çıkarıldı. Sonra işte yine zaman aralıkları daraltıldı. En sonunda da baktılar ki olmuyor, resmi gazeteyi çıkarmaya başladılar. Çünkü çağımızda artık parlamentolar kanun fabrikası, etrafındaki komisyonlar da onların yan sanayi, insanlar da onların pazarlandığı yerler. Öyle ki artık bırakın vatandaşı avukatlar, efendim ekonomik hayatı yakından takip etmesi gereken muhasebe elemanları, yeminli müşavirler, şunlar bunlar, çıkan kanunları ve yönetmelikleri takip edemez haldedirler şimdi. Herkes böyle bir şeyde gidiyor yani. Herkes bir karanlık içinde gidiyor ayağına ne takılacak bildiği yok. Bazen biliyorsunuz, ben hatırlıyorum akşam bir kanun çıktı, işte bir dönem, meğer şeyde gümrükte bekleyen bir mal varmış, sabahleyin o kanunu iptal ettiler. Çünkü ithalatı yaptılar bitti iş. Bu ne biçim şey yaa.
Bir kere bütün dünyada bunlar çok ciddi sıkıntı halini almıştır. Bu konuda bizim esas örnek olmamız lazım. Niye biliyor musunuz? Çünkü dünyada bu konularda örnek olabilecek bir başka ülke yok. Yok, bir başka ülke yok. Ancak biz örnek olabiliriz. Mesela Osmanlıyı bir çok konuda tenkit edebiliriz. Ediyorum zaten her zaman görüyorsunuz. Ama Osmanlıda tenkit edilecek olan ulemadır. İdare gerçekten çok güzeldir. Eğer güzel olmasaydı altı buçuk asır yaşamazdı o devlet. Dünyanın en uzun ömürlü devleti yani tarihin bildiği en uzun ömürlü devlettir. Bu konuda bütün dünyaya örnek olmamız lazım. Önce kendimizden başlamak suretiyle. Yani bugün vatandaş öylesine güçsüzleştirilmiştir ki, bir nesne gibi bir şey işte. Ama Osmanlıda vatandaş son derece güçlüydü. Her konuda vatandaşın yetkisi oluyordu. Devletle millet arasında gerçek anlamda, hayali değil gerçek anlamda bir kaynaşma vardı. Onun için vatandaş sokağına, semtine, şehirine ve ülkesine gerçek anlamda sahip çıkıyordu. Onun için dikkat edin mesela polis teşkilatının kaçıncı yıldönümü bu sene 166. senesi, neyse. 166 sene evvel bu memlekette koruma işini kim yapıyordu. Jandarma teşkilatı da ona yakın bir zamandır. Ondan önce kim koruyordu bu ülkeyi. Vatandaş koruyordu. Savcılığın kuruluşu ondan çok daha yakın dönemdedir.
Yani gidişat, çözüm değil problem üreten, yani devletler bu gün çözüm değil problem üreten bir yapıdadır. Türkiye de öyledir, çünkü batıyı taklit etmiştir. Yani ‘kel derman bulsa kendi başına sürer’ yani. Bizim onlara örnek olmamız lazım. Size bir hatıramı anlatıyım bu arada, konu bu noktaya gelmişken. Daha mişigın üniversitesindeydi bundan birkaç sene evvel bizim Süleymaniye Vakfı’na geldi beni ziyaret için. İngiltere’de çalıştığını söyledi orada. Dr. Rot mörfi. İngeltere’nin meşhur bir üniversitesindeydi ama şu anda net olarak ismi aklımda değil. O İstanbul Müftülüğünün Şeriye Sicilleri Arşivi’nde çalışıyordu. Arşivde kalorifer yok, soba yanıyor. Sobayla ısıtılıyor. Soba da benim odamda yanıyor, diğer odalarda yok, var da yani araştırmacı olursa yakıyoruz, yoksa yakmıyoruz. Bir kişi için de bir salonun sobasını yakmaya değmiyor tabi. Benim odaya aldım çalışıyor. Baktım böyle bir acayip şey yapıyor, şakli şemali değişti. Hayırdır dedim, ne oldu? ‘Yav kardeşim dedi, inanılır gibi değil dedi. Resmi bir binanın tamiri çok basit bir usulle birisine ihalesiz bir şekilde bir ustaya veriliyor, al şunu yap. Diyorsun ki burda mutlaka adam kayırma şu bu olur, ne olacak. Fakat öyle bir yapı oluşturmuşlar ki. -Perşembe pazarındaki şey varya, büyük bir han var. Şu anda Hırdavatçılar Çarşısı deniyor. O hanın tamiriyle ilgili bir belge okuyor adam.- Yani çok basit bir şey diyor. Fakat basitte öyle bir mükemmelliği yakalamışlar ki. Baştan bakıyorsun sözleşmeye, burda her türlü üçkağıtçılık olur diyorsun. Ama oranın konturolunu tutmuşlar bölgenin işadamlarına vermişler’ diyor. Bu adamın burada bir şey kaçırması mümkün değil ki. İş adamı olunca hiç birisini susturamaz yani. Devletin adamı oldu mu kolay.
Bizim o arşivin tamiri için bu günkü resmi yollarla ihale yapılmıştı. Sultan Abdülhamid’in eliyle yaptığı tarihi değeri yüksek olan dolapları adam levyeyle kaldırıp şey yapıyordu. İstanbul Müftüsü Selahattin KAYA, biz engel olamıyorduk. Yav ne yapıyorsun? Niye? Çünkü bayındırlıktaki konturolu yapacak mühendisle anlaşmış, sen ne yaparsan yap. Bakın Selahattin KAYA -Allah hayırlı uzun ömürler versin- bir efendilik timsali bir insandır. Hakikaten yani. Bir gün kalp hastanesine doktora gitmiş, doktor biraz sıkıntı görmüş onda, yanında da eşi var. Eşine demiş ki bu sana hiç sinirlenir mi? Hiç bağırdığı var mı demiş. Hayır demiş şu ana kadar hiç olmadı. Yav hocam lütfen bağır eşine demiş. Yoksa kendini patlatacaksın. Yani bu derece efendi bir insan. Her türlü şeye tahammül eden bir kişi. Orada o mütahide şunu söyledi. ‘Seni ibreti alem için şu kapıda asmak lazım,’ dedi. Bakın İstanbul müftüsü, müftülükte yapılan bir tamirata müdahale edemiyor. Ama Perşembe pazarında yapılan şeyi, bölgenin önde gelenleri konturol ediyor. Adam mümkün mü yanlış bir iş yapsın. Onun için bakın Osmanlı binaları hala sapasağlam ayaktadır.
Sonra adam dedi ki ‘Yav bu Osmanlı basitlikte mükemmelliği yakalamış, dedi. Her şey böyle dedi. Ben on bir senedir nerde bir Osmanlı arşivi varsa orada çalışmalar yaptım dedi. yav kardeşim bu güne kadar bir haksızlık belgesi bulamadım ki dosyama koyayım da bir yerde konuşurken Osmanlılar da falan yerde şu yanlışı yapmışlar diye göstereyim millete. Öyle bir sistem kurulmuş ki.’ Şimdi diyor muhatap kim olursa olsun kadınmış, erkekmiş, çocukmuş değişmez. Hangi ırka mensup olursa olsun, zenciymiş, Türk’müş, Osmanlıymış, yabancıymış, bu ülkenin vatandaşıymış, hiç değişmez. İnsan mı insan, bitti. İnancı ne olursa olsun. Hiçbir şeye bakmazlar ama mutlaka adil davranırlar. Kesinlikle hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Dedi ki ‘Şeyde bir belge buldum, çok de sevindim dedi. Şam’daki Osmanlı arşivlerinde aa haksızlık yapılmış falan. Sonra da baktım ki aa bizim reziller yapmış, batılıları kastederek söylüyor. Onlar yapmamış meğer bizimkiler yapmış’ dedi. Şimdi gerçekten bunlara bütün dünyanın ihtiyacı var. Yani şimdi bu ayeti kerimeyi okuyoruz ya bu ayeti kerimelerin yaşandığı bir yapı var orada. O yapıyı inşallah bütün dünyaya yeniden anlatmamız gerekiyor.
“vettekûllâh –ve yuallimukumullâh”
“Allahtan korkun, size Allah öğretiyor. “Allah’ın öğrettiği gibi yapın diyor ya.
“vallâhu bi kulli şey’in alîm”
“Allah her şeyi bilir.”
Mesela ben burda yine kısaca söyleyeyim. Osmanlı mahkemelerinin yirmi bir sene orada yapılan araştırmalara yardımcı olduk. Kendimizde orda doktora çalışmalarımızı yaptık. Siz üç gün süren bir dava bulmak için aylarca araştırma yapmak zorundasınız. Bir günde bitiyor da haksızlık mı var yok. Tüm vatandaşlar mahkemeye yardım eder. Onun için devlet millet kaynaşması inanılmaz ölçüdedir. Yani şey dava uzamaz, insanların hakları zayi olmaz. Onun için mahkeme defterlerinde, mesela ceza mahkemesi diye bir ayrım yoktur. Tek bir hakim vardır. Bir mahkemenin bir yıllık çalışmalarına baktığımızda çoğu zaman bir tek ceza davası olmaz. Olduğu zaman da defterin arka tarafına yazarlar. Sekiz on tane, onlar da basit şeylerdir. O kadar süre içerisinde üç tane adam öldürme olayı hatırlıyorum. Birisi şu Süleymaniye’deki bizim vakfın bulunduğu sokakta olmuş, -üç tane olduğu için hatırlıyorum yani- birisi Tophanede olmuş, bir tanesi de Üsküdar Bulgurlu’da olmuş.
Şimdi burada, işin bu defa iyi tarafını anlattık da, bir de kötü tarafını anlatıyım size. İlim adamlarına Fatih Kanunnamelerinde bir dokunulmazlık verilmiştir ama bu dokunulmazlık bilimsel dokunulmazlıktır ve gerçek anlamda bilimsel dokunulmazlık vardır bilim adamlarında. O bilimsel dokunulmazlıklarını tam yapabilmeleri için de mahkemelere bazı sınırlamalar getirmiştir. Çünkü ilim adamları mahkemeleri ciddi manada denetleme yetkisine sahiptirler. Mahkeme bir günde evet kararını veriyor ama hata yaparsa bir ilim adamının bir notuyla gidiyor divana ve divanda inceleniyor yanlış bir hüküm verildiği anlaşılırsa o aynı hakime gönderilmiyor, davanın tekrar görülmesi için. Bugün Yargıtay bozdu, tekrar aynı mahkemeye geliyor, aynı hakim görüyor. Yok öyle bir şey kesinlikle olmaz Osmanlıda o. Yeni bir hakim tayin ederler adına da müvella derler. O hakimin kim olacağını hiç kimse bilmez. Yani o bölgede güvendikleri herhangi bir kişiyi tayin ederler. O kişi de bilmez böyle bir görevle görevlendirileceğini bilmez. Sırf o davayı sonuca bağlar ve sonucu saraya bildirir. Durum böyle olduğu için de mahkemelerin ilim adamlarını tutuklama yetkisi yoktur. Ciddi bir olay olmuşsa sadece kaçmasından korkulan durumda olur. Yargılama yetkisi yoktur diyelim. Kısa süreliğine tutuklar ve saraya bildirir, saray onunla ilgili gerekeni yapar. Ondan dolayı da tam bir ilim toplumu haline getirilmiştir.
Devlet ulemaya bu kadar geniş yetki vermiş ama bana göre onlar kendi kıymetlerini bilmemişler. Niye? Şimdi mesela Kur’ân’ı Kerim’de, bakın burda belge düzenlemesiyle ilgili bir sayfalık ayet var, zaten ondan sonraki ayet de o konuyu içeriyor. Evet belgenin düzenlenmesi ile alakalı çok güzel çalışmalar var ama belgelerin mahkemede delil olmasıyla ilgili yeterli çalışmalar yapılmamıştır. Yani bu ulema yeni bir çalışma yapmamış, eskiler ne demişse onu tekrarlamış durmuş. Ondan daha kolayı yok. Biz de herhalde eskilerin dediğini tekrarlasaydık bugün Türkiye’nin en büyük alimi olarak kabul edilirdik yani. Şimdi ne olduğunu görüyorsunuz ama Cenabı Hakka sonsuz şükürler ediyorum elhamdülillah yani. İyi ki böyle bir yola girdik. Ondan sonra şimdi burda mesela bu Ayeti Kerimede diyor ki
“vesteşhidû şehîdeyni min ricâlikum”
“Erkeklerinizden iki şahit tutun, diyor.
“lem yekûnâ raculeyni fe raculun vemraetâni mimmen terdavne mineş şuhedâi”
“şahitlerden razı olduğunuz bir erkekle iki kadın da olur.”
Şimdi burda bu işin kadınların aleyhine olduğu sürekli işlenir biliyorsunuz. Aslında değil. Kur’ân’ı Kerim’de kadınlarla ilgili ayetlerin tamamı kadınları korumak içindir. Çünkü mahkemeye gitmek, şahitlik yapmak, siz şahitlik yaptığınız zaman karşı tarafın aleyhinde konuştuğunuz için karşı tarafın böyle bir ters bakışı, bir homurdanması, bir şey yapması kadınları hassasiyetlerini rencide eder. Ama erkekler için fazla önemli değildir bu tür şeyler. Peki ne diyor Allah’u Teâlâ burda? Kur’ân’ı Kerim’in Kur’ân’la açıklanması usulüne göre bakarsanız, mesela açın Maide suresinin 106. ayetini 5. sure. Çok hızlı bir şekilde okuyayım. Bunun ayrıntısı Bizim Doğru Bildiğimiz Yanlışlar kitabında var, Kadınların Şahitliği diye.
(5/ Maide 106.Ayet)
“Yâ eyyuhâllezîne âmenû şehâdetu beynikum izâ hadara ehadekumul mevtu hînel vasiyyetisnâni zevâ adlin minkum”
“Müminler birinize ölüm geldiği zaman diyor vasiyet sırasında iki güvenilir kişinin şahitliği, şahitlik sizden iki güvenilir kişinin şahitliğidir,” diyor.
Buradaki vasiyet bizim bildiğimiz vasiyet değil. Adamın birilerine borçları var, onu söylüyor. ‘İşte bu mal falanındır, şuna şu kadar borcum var, buna şu kadar borcum var,’ dediği zaman, bakın gene aynı olay üzerine aşağı yukarı. İki kişidir diyor. Bunun kadını erkeği yok. İkisi de kadın olabilir, ikisi de erkek olabilir, birisi erkek birisi kadın olabilir.
“ev âharâni min gayrikum in entum darabtum fîl ardı”
“Eğer yolculuk sırasındaysanız şahit olarak mümin olmayan iki kişi de olabilir.”
“fe esâbetkum musîbetul mevt”
“Size ölüm musibeti gelmiş.”
Ölmek üzeresiniz, borçlarınız var. Birisini şahit tutacaksınız, o zaman müslüman olmayan iki kişi. Nerden bulacaksın yolculuk sırasında istediğin insanları. Şimdi o iki kişi diyelim yolda şahit tutulmuş, ‘adam demiş ki benim falanca kişiye yüz bin lira borcum var’ demiş. Bu iki kişi geliyor şahitlik ediyorlar. Diyorlar ki “Bak falanca öldü, şuna yüz bin lira borcu olduğun söyledi. Şimdi o yüz bin lira mirastan önce çıkarılacak, sonra miras taksim edilecek. O zaman mirasçıların bunu kabul edip etmeme durumları söz konusu, değil mi? Önce şu şahitleri bir dinleyelim bakalım, gerçekten böyle bir şey var mı?
“tahbisûnehumâ min ba’dis salâti fe yuksîmâni billâhi in irtebtum”
“Eğer şahitlerden şüpheniz varsa, (Bunlar yalan söylüyor galiba diye) O zaman o ikisini namazdan sonra alıkoyarsınız.”
İkindi namazı genellikle şey yaparlar. Yani bir namaz var, birde camide alıkoymak var, bir psikolojik ortam meydana getiriliyor. “Ve Allah’a yemin ederler. Eğer şüphe ederseniz.”
“lâ neşterî bihî semenen”
“Bundan hiçbir çıkarımız yoktur diye,”
“ve lev kâne zâ kurbâ”
“alacaklı taraf benim en yakınım bile olsa benim bunda hiçbir çıkarım yoktur, diye yemin ederler.”
“ve lâ nektumu şehâdetallâhi innâ izen le minel âsimîn”
“Allah için üstlendiğimiz şahitliği de gizlemiyoruz. Ne ise onu söylüyoruz. Aksi takdirde günahkar oluruz diye konuşurlar.”
Şimdi bunu böyle dediler mi karşı tarafa o para verilir ondan sonra miras taksim edilir.
(5/ Maide 107.Ayet)
“Fe in usire alâ ennehumâstehakkâ ismen”
“Ama bir emare ortaya çıktı, bir karine ortaya çıktı ki bunlar bir oyun çeviriyorlar bu şahitler.”
Yani adam ölmüş, adam şahit tutmadığı halde, miktarı değiştiriyorlar, bir şeyler yapıyorlar. Şimdi
“fe âharâni yekûmâni makâmehumâ minellezînestehakka aleyhimul evleyâni”
“O iki şahidin aleyhinde hak talebinde bulunduğu taraftan yani ölünün tarafından iki kişi kalkar,”
Ölüye en yakın olan iki kişi. Ölen kişinin yakınlarının erkek olma şartı var mı? Belki adamın hiç erkek mirasçısı olmayabilir değil mi? Bak “En yakın iki kişi” diyor, dikkat edin. Erkek kadın diye bir ayrım yok burda.
“fe yuksîmâni billâhi”
“Allah için yemin ederler.”
“le şehâdetunâ ehakku min şehâdetihimâ”
“Bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden hakka daha uygundur.”
“ ve ma’tedeynâ,”
“Biz kimsenin hakkına girmiyoruz.”
“innâ izen le minez zâlimîn”
“Öyle bir şey olursa biz zalimlik yapmış oluruz.” Derler.
Şimdi böyle yaparak o karşı tarafın bunlara vereceği zararı giderirler. Tabi bunu hemen anlamak kolay değildir yani. Zaten anlatmak istediğim bu olayın ayrıntısı değil.
Anlatmak istediğim şu. Bütün buralarda iki tane şahit diyor. Kadın erkek ayrımı yok. ikisi de kadın olabilir ikisi de erkek olabilir. Birisi erkek birisi kadın olabilir. Şimdi burda şunu söylüyor Allah’u Teâlâ,
(5/ Maide 108.Ayet)
“Zâlike ednâ en ye’tû biş şehâdeti alâ vechihâ”
“Bu şahitliği olması gereken şekilde yapmanızın en alt sınırıdır.”
O zaman öyleyse bir erkek iki kadın kuralmıymış? Şimdi o ayette ne diyor Allah’u Teâlâ?” zâlikum aksatu indallâhi” (2/282) Bak bu “ednâ”: en alt sınır dedi. “Aksatu” adalete en yakın,
(2/ Bakara 282.Ayet)
“ve ednâ ellâ tertâbû”
“şüpheye düşmemenize en uygun”
“ve akvemu liş şehâdeti”
“şahitlik için en sağlam,”
“ve ednâ ellâ tertâbû”
“şüpheye düşmemeniz için en uygun olandır,”
orada en iyi, en uygun, en güzel diyor. Burda, en alt sınırı diyor değil mi? Demek ki o zaman, orada da iki kadın, bir kadın bir erkek şahitlik olsa o da yasak değil. Şimdi Kur’ân’ı Kerim’in Kur’ân’la açıklanma usulü var ya işte ulemanın bu tavrını anlamak mümkün değil gerçekten. Rasulullah’tan gelen hiçbir hadis de yoktur bu konuda. Yani onları destekleyecek hiçbir hadis de yoktur.
Mesela mahkemelerde eğer bir adam öldürme davası varsa, bir zina davası varsa, zina iftirası davası varsa kadınların şahitliğini hiç kabul etmezler gelenekte. Halbuki bunun Kurani tek bir delili yoktur ama aleyhte delil vardır. Lehte tek bir delili yoktur. Yani şimdi bir de bu tarafı düzeltselerdi, ulemaya verilen o yetkileri onlar kullansalardı o zaman herhalde Osmanlı hala bütün ihtişamıyla devam ediyordu. Şimdi öyle olduğu için İslam’ın yayılmasının önü kesilmiş oldu. Bakın idari bakımdın ne kadar güzel olduğunu anlattık ama ilmi bakımdan maalesef son derece geri, zayıftır. Maalesef. Yani bu mükemmel Kur’ân Osmanlılar zamanında biliyorsunuz hiç halka inmemiştir. Hiç inmemiştir. Ondan sonra bu mükemmel Kur’ân medreselerde de olmamıştır. Medreselerde de yoktur. Öyle olduğu için çağı yakalayamamışlar. Yani İslam yayılmamıştır. Yani Avrupa’ya hakimiyet kurmuşlar. Dört asır mesela Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, o bölgelere ondan sonra o Yugoslavya tarafları, Arnavutluk tarafları, ama İslam’ı götürmemişler Müslümanları götürmüşlerdir. Müslümanlar da geleneksel müslüman oldukları için kendi inançlarına güvenleri yok zaten. Öyle olunca istenen olmamıştır zaten maalesef.
Mehmet Akif’in, “Hocamız Halis Efendi hazretlerinden niyaz ederiz. Ya bu kürsülere ramazanda birer adam çıkarsınlar yahut bu ceheleyi –cehele: cahiller demek. Yani hocaları kastediyor.- yahut bu ceheleyi cemaatin başına bela etmesinler. Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen mazur göreceğim geliyor. Demiş Mehmet Akif. Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim mutlaka dinin en büyük düşmanı olurdum.” Bu Mehmet Akif’in sözü. Mehmet Akif Modernleşme mi İslamlaşmak mı? diye bir kitabı. Sultan Abdülhamid’in hatıratında da vardır. onu bizim Tarikatçılığa Bakış kitabının baş tarafına yazmıştım. Yani Sultan Abdülhamid’in hatıratından alarak. Japon imparatoru Sultan Abdülhamid’den hoca istiyor ki İslam’ı anlatsın oraya. Sultan Abdülhamid diyor ki o hocaları bulsam. Onu yazmış hatırasına. Maalesef yani çok üzücü ama “O hocaları bulsam diyor Alemi İslam’ı aydınlatmaları için göndereceğim, yok ki diyor. Ben nasıl oraya göndereyim, diyor. Medreseler ilim üretmekten çok uzak hale gelmişler. Bunlar çok üzücü şeyler. Ama bu iş Osmanlıyla başlamadı maalesef. Emevilerin son zamanlarında başladı Abbasilerle kökleşti ama hala devam ediyor. Bu gün hala ısrarla o yapıyı sürdürmek istiyorlar. Zaten bizimle gelenekselcilerin mücadelesinin temel noktası da budur.