Bugün dersimiz Bakara suresinin 151. ayetidir. Bu ayeti kerime ışığında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Kuran’ı nasıl öğrettiğini görmeye çalışacağız inşallah. Bu konu bizim için son derece önemli bir konudur. Zannediyorum bundan sonra o konu üzerinde sıklıkla duracağız. İnşallah Türkiye’de hemen herkes Kuran-ı Kerim’i iyi öğrenme fırsatını yakalar.
Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Nitekim size elçi gönderdik.”. Bir önceki ayetle bağlantı kurarsak “Size olan nimetimi tamamlamak, belki doğruyu bulmanız için size elçi gönderdik. Sizin içinizden birini. Size ayetlerimizi okuyor, sizi geliştiriyor. Size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğinizi öğretiyor”. Bu ayeti kerime daha önce İbrahim aleyhisselamın yapmış olduğu bir duanın kabul edildiğini gösteriyor. 129. ayeti açarsanız, İbrahim aleyhisselam, Mekke’de Kabe-i Şerif’in temellerini yükseltiyor İsmail aleyhisselamla beraber ve orada dualar yapıyor. O dualardan bir tanesi de şu: “Bu Mekke’de yaşayanların içinden bir elçi gönder, elçi çıkar. Kendilerinden bir elçi. Senin ayetlerini onlara okuyan, onlara kitabı ve hikmeti öğreten ve onları geliştiren bir elçi. Çünkü sen güçlüsün, doğru karar verirsin.”.
Şimdi bakın İbrahim aleyhisselam, kitabı ve hikmeti öğreten bir elçinin Mekkelilerden çıkarılması için Cenabı Hakk’a dua ediyor. Bu ne demektir? Demek ki İbrahim aleyhisselamın kendisi de yakınında bulunan insanlara, yanına gelen kişilere kitabı ve hikmeti öğretiyordu ki bunlara da nasip et diye dua ediyor. Zaten kitap ve hikmet, bütün nebilerin insanlara öğrettiği bir şeydir. Âl-i İmran 81. ayetten buna anlıyoruz. “Allah nebilerin misakını, onlardan kesin sözü aldığında şöyle demişti: Size bir kitap ve hikmet veririm de sizinle beraber olanı tasdik eden bir elçi gelirse ona mutlaka inanacak ve yardımcı olacaksınız.” Burada asıl dikkatinizi çekmek istediğim şey burada bütün nebilere kitap ve hikmet verilmiş olmasıdır. Bütün nebiler derken bu kavramın dışında kalan bir peygamber olur mu? Yok.
Biliyorsunuz gelenekte nebi ile resulü birbirinden ayırırlar. Resul, kendisine bir kitap ve ayrı bir şeriat verilmiş olan kişidir derler. Nebi de bir resulün kitabını ve şeriatını tatbikle görevlendirilmiş olan kişi diye vasıflandırırlar. Ama Kuran-ı Kerim’e baktığımız zaman Kuran’da kendisine kitap verilmemiş bir nebi yok. Ama kitapla birlikte ne de var? Hikmet var.
Hikmet konusu son derece önemlidir. Fakat Müslümanlar maalesef hikmet konusu üzerinde -eğer gördüğümüz kitaplar bütün geçmişi anlatıyorsa- hiç durmamışlar dememiz gerekir. Ama öyle olması mümkün değil. Şu anda elimizdeki kitaplara baktığımız zaman yahut bizim ulaştığımız kitaplara baktığımız zaman hikmet konusunun hiç işlenmediğini görüyoruz. Ama son derece önemli; çünkü bütün peygamberlerin öğrettiği şey, kitap ve hikmet. İbrahim aleyhisselamın duasında da gelecek resulün Mekkelilere kitabı ve hikmeti öğretmesi yatıyor. Allahü Teâlâ, İbrahim aleyhisselamın duasını kabul etmiş ve Mekkelilere kendi içlerinden bir elçi göndermiş, Muhammet sallallahu aleyhi ve selemi. O elçi İbrahim aleyhisselamın soyundan gelen bir elçidir aynı zamanda.
İşte Bakar 151’e tekrar dönersek orada Allahü Teâlâ şöyle diyor: “Size verdiğim nimeti nitekim şu şekilde tamamladım yani size kendi içinizden bir elçi gönderdik.” diyor Allah. Peki ne yapıyor o elçi? “Size ayetlerimizi okuyor.” Nasıl okuyor ayetleri? İnen ayetleri teker teker okuyor, uyguluyor. Mesela bir yerde siz Kuran okuyorsunuz, tefsir okuyorsunuz, tamam. Peki, başka ne yapıyor? “Sizi geliştiriyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor.”
Şimdi şu iki şeyin arasındaki farka bakın: Ayetleri okuyor, kitabı ve hikmeti öğretiyor. Bir ayete kitap deniyor mu? Kitap neye deniyor? Ayetlerin toplamına deniyor. “Size kitabı öğretiyor.” ne demektir? Şimdi yeni bir ayet indi. Kendinizi Mekke’de Muhammet sallallahu aleyhi ve sellemle birlikte yaşayan Müslümanlar olarak düşünün. Oradasınız, o gün bir ayet indi. Peygamberimiz ne yapar? O ayeti size okur değil mi? Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor diye size tebliğ eder. Peki, başka? O zamana kadar inmiş ayetler bir yerde toplanıyor mu? Onların oluşturduğu yeküne ne denir? Kitap denir. Zaten indirilen ayetleri yazdırıyordu Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem. O zaman o kitabı size öğretiyor. O zaman öğrettiği şey, inen ayet de dahil nedir? O ana kadar inmiş olan ayetlerin tamamıdır. Her yeni ayet indikçe onu tebliğ eder. Tekrar o ayetle birlikte kitabı öğretir. Çünkü her yeni ayet kitaba başka bir renk katar. Bağlantılarını biraz daha geliştirir,değiştirir.
Kitapla birlikte neyi öğretiyor? Hikmeti öğretiyor, “Size kitabı ve hikmeti öğretiyor.”. Hikmet neydi? Doğru hükümdü değil mi? Kuran-ı Kerim’den çıkarılan doğru hükümdü. Yani bir konuda şurada bir ayet var, bunu açıklayan bir ayet de burada var, onu biraz daha açıklayan iki tane de ayet şurada var, onu biraz daha açıklayan ayetler var. Onların hepsini birleştirince ortaya bir hüküm çıkıyor, Peygamberimiz o hükmü de ne yapıyor, Müslümanlara öğretiyordu. Hikmeti de öğretiyordu. “Size bilmediğinizi öğretiyor.” ne demek? Ayetler inmeden önce Peygamberimiz de dahil bu insanlar biliyorlar mıydı o şeyleri?
Şimdi bazıları çıkmış diyorlar ki Kuran-ı Kerim; iman, ahlak, adalet, birtakım evrensel ilkeler dışındaki hükümlerini o toplumdan almıştır. O toplumda var olanları zaten kabul etmiştir. Dolayısıyla o toplumla ilgilidir, bizim toplumumuzu ilgilendirmez. Şurada şunu size çok açık ve net olarak söylüyorum. Türkiye’de İslam’ı din olarak değil de bir kültür olarak takdim etmeye çalışan büyük bir cereyan var. Ciddi manada desteklenen büyük bir hareket var. Bir kültür! Kültür ne demek? Yani din değil, işte bu toplumda yaşayan insanların hamurunu oluşturan birtakım bilgiler ama din değil. Bunu en çok engelleyen şey Kuran-ı Kerim olduğundan tam bir Katolik anlayışla hareket ediyorlar.
Katoliklik nedir? Katolikler, Tevrat’a ve İncil’e uyarlar mı? Uymazlar. Ha, bazen Tevrat’tan ve İncil’den cümleler alırlar, kullanırlar. Ama Tevrat’ı ve İncil’i uyulması gereken bir metin olarak kabul etmezler. Peki, uydukları şey nedir? Konsül kararlarıdır. Dolayısıyla tam bir Katolik anlayışıyla Kuran-ı Kerim’i tarihte bırakan, arada sırada böyle çeşit olsun diye bir iki ayet alan, Peygamber sallallahu aleyhi ve selemi tarihte bırakan… yani Katolikler İsa aleyhisselama inanıyorlar mı? O Aracılık ve Şirk kitabını getirir misin? Katoliklerle ilgili bölümü aç da. Katolikler, İsa aleyhisselamı Allah’ın peygamberi olarak kabul ediyorlar mı bugün? Ne diyorlar? Tanrıdır diyorlar değil mi? Peki, İsa aleyhisselamın tanrı olması ne zaman kabul edilmiştir? 3 asır sonra kabul edilmiştir.
Bakın, Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri kitabında -ki onların resmi kitabıdır- şöyle ifade var: -Bizim Aracılık ve Şirk kitabının 61. sayfasından okuyorum- “Havariler zamanında İsa gerçek anlamda insan sayılırdı.”. Havariler zamanı ile bizim Peygamberimizi düşünürseniz yani bir karşılaştırma yaparsanız Asr-ı Saadet’te dersiniz. “Gerçek anlamda insan sayılırdı. Onun Allah’ın oğlu iddiasını önce Pavlus ortaya attı.” Pavlus, İsa aleyhisselamdan sonra ortaya çıkmış ama daha sonra havarilere katılmıştır. Yani insanlar onu havarilerden saymıştır yoksa havarilerle hiçbir ilgisi yoktur. Pavlus o zaman ortaya çıkmış, söylemiş ama Hıristiyanlar bunu kabul etmemişler, karşı çıkmışlar. “Bu iddiayı doğru sayan karar, 3. Yüzyıldan sonra Antakya’da alındı.” Şimdi bir müddet sonra da İslam’la ilgili birtakım kararlar alırlarsa hiç şaşmayın. Birtakım yerlerde konsüller toplayıp kararlar alırlarsa hiç şaşmayın. “3. Yüzyıldan sonra Antakya’da alındı.” yani 300. yıla kadar İsa aleyhisselam ne sayılıyormuş? İnsan. Muhammet sallallahu aleyhi ve sellem bir insan değil mi? Peki onu bugün insan sayan kaç tane Müslüman var? Tamam, siz sayıyorsunuz da… Sizi sormadım, siz sayıyor musunuz diye değil. Muhammet sallallahu aleyhi ve selemi tanrılaştıranlar mı çok, insan sayanlar mı çok? Tanrılaştıranlar çok.
“325’te toplanan Ekümenik İznik Konsülü İsa’nın yaratılmış olmadığına, Baba’dan doğduğuna ve onunla aynı özden olduğuna karar verdi.” İsa’yı tanrılaştıran İznik Konsülü. “431’de 3. Ekümenik Efes Konsülü şu kararı aldı: -bunların hepsi Anadolu topraklarında oluyor, başka yerde değil- İsa kendi kişiliğini akıllı ruhla canlandırılmış bir bedenle birleştirerek insan olmuştur.”. Kendini insan yapan İsa’nın kendisidir diyor, Allah falan değil çünkü o da tanrı ya! “Meryem Ana, gerçek anlamda tanrının anasıdır.” Tanrıyı doğurdu. Bakın bu kaç yılında? 431. İsa aleyhisselamdan 400 sene sonra alınan bir karar.
“451’de toplanan 4. Ekümenik Kadıköy Konsülü onun gerçek tanrı olduğunu şöyle ilan etti: -Bizim Kadıköy’de İsa aleyhisselamı tanrı ilan ediyorlar. Yine Avrupa Yakasına geçmemişler, hep Anadolu’dalar. İfadeye bakar mısınız?- “Rabbimiz Mesih İsa’nın mükemmel tanrılığa ve mükemmel insanlığa sahip gerçek tanrı ve gerçek insan olduğunu; akıllı bir ruhtan ve bedenden oluştuğunu, tanrılık açısından Baba ile insanlık açısından da bizimle aynı özden olduğunu, günah dışında hepimize her şeyde benzer olduğunu, tanrılık açısından yüzyıllar öncesinden Baba’dan doğduğunu, insanlık açısından bizim esenliğimiz için bakire Meryem’den doğduğunu oy birliği ile kabul ettiğimizi resmen ilan ederiz.”. Bunun özeti ne? İsa, yüzde yüz insan, yüzde yüz tanrıdır. Bugünkü Hıristiyanların söylediği budur. Peki, bunun mantığı var mı? Tanrı işi, mantıkla anlaşılmaz.
Şimdi aynı şekilde bir hareket var. İslam’ı Katolikleştirme hareketi var. Allah’ın dini olmaktan çıkardın mı gerisi kolay. Yani Kuran’la irtibatını kopar, sünnetle irtibatını kopar. Avrupa’ya gidip Türkiye’ye akademisyen olarak gelen birçok kimse bu işin canla başla mücadelesini veren kişiler. Çok geniş bir hareket var. Zaten büyük ölçüde de başarılı oldular. Niye başarılı oluyorlar? Çünkü biliyorsunuz sağlık yayılmaz ama hastalık yayılır. Bunlar birer hastalık, birer mikrop. Çabucak yayılabiliyor. Peki, bunlara karşı ne yapmamız lazım? Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin yaptığı gibi kitabı ve hikmeti bütün insanlara öğretmemiz lazım. O görev bugün bizde. Öncelikle kendimiz öğrenmemiz lazım, sonra Türkiye’deki herkese, sonra da dünyadaki herkese öğretmemiz lazım.
Peygamberimiz kitabı ve hikmeti nasıl öğretiyordu? Onun için bundan sonra sık sık tekrarlayacağımız bir ayeti okuyalım ki bu cumartesi günü de Kuran’ı Anlama Platformunun töreninde de o konuyla ilgili bir konuşma yaptık. Ama buna sık sık vurgu yapmamız lazım, herkesin zihnine iyice yerleşmesi için. Peygamberimiz nasıl öğretiyordu?
Müzzemmil suresini açıyoruz. 73. sure, 573. sayfa. Bu, ilk inen surelerden. İlk ayetlerden başlıyoruz. Şöyle bir açıklama var elimdeki mealde: İlk vahiy geldikten sonra Hz. Peygamber ilk kez Cebrail’i asli şekliyle görmüş, vücudunu bir ürperti ve titreme kaplamıştı. Doğruca evine gidip Hz. Hatice’ye “Beni örtün.” demişti. İşte bu olayın ardından Cebrail aleyhisselam yine kendisine vahiyle gelmiş ve Resulü Ekrem’e bu şekilde hitap etmişti. Buna göre bu sure kaçıncı sırada inmiş oluyor. İlk vahiy geldikten sonra, 2. sırada inmiş oluyor değil mi? Zaten o ilk vahiy geldiği zaman değişik görüşler var. İşte ilk inen Fatiha suresiydi. İkincisi Kalem suresiydi diye var. İlk inen “îkra”, Alak suresinin ilk ayetleriydi, ondan sonra bu sure indi. Ama zaten surenin yapısı buradaki ifadeyi doğruluyor. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin asıl görevi “yuallimihul kitabe ve hikme” çünkü geliş sebebi o değil mi? İnsanlara kitabı ve hikmeti öğretmek. Kitabı ve hikmeti öğretmekse bunun usulünün de kendisine bildirilmesi lazım değil mi? Bunun ilk önce olması da gerekir. Öğretme usulünün bildirilmesi için evvela öğretilecek bir malzeme olması lazım. Yani öğreteceği bir malzeme vermeden usulü öğretmenin anlamı ne? Neyi öğreteceksin? Onun için önce ayetlerin inmiş olması arkasından şimdi okuyacağımız ayetlerin inmiş olması mantık açısından da gerekir. Yani tarihi rivayetlerde hata olsa bile mantık bunu gerektirir.
Şimdi bakın, bu sureler indiği zaman Peygamberimize namaz farz kılınmış mıydı? Hayır, kılınmamıştı. Yani mesela işte, İkra suresi indiyse orada namaz yok. Fatiha suresi indiyse orada da namaz yok. Kalem suresi indiyse orada da namaz yok. Namaz emri yok. Öyleyse biz bu ayeti anlarken buna göre anlamamız lazım değil mi? O ortama göre anlamamız lazım. Şimdi burada diyor ki Allahü Teâlâ, “Ey elbisesine bürünen ya da kendi içine kapanan, toplumunda yalnızlaşan -Çünkü o yeni durum onu şaşırtıyor tabi, yani nasıl olacak diye.- gece kalk, az bir kısım hariç.”. Gece kalk! Kalkmak için ne yapmak lazım? Yatmak lazım değil mi? Yani birazcık yat, dinlen ve kalk.
Bilmiyorum hiç denediniz mi ben denemişimdir. Mesela yatsı namazından sonra biraz uyuyun ondan sonra öyle bir dinlendiriyor ki insanı. Kalkın arkasından yani ben böyle çok fazla çalışmak gerektiği zamanlar hep öyle yapmışımdır eskiden talebeliğimde ve İstanbul Müftülüğünün o ağır görevleri sırasında. Şimdi Süleymaniye Vakfındaki şey o kadar ağır değil, bak bu arkadaşlarımızın hepsi yardım ediyor. Orada fazla yardımcı yoktu. Gerçi şimdi çok fazla arttı şey ama çok şükür arkadaşlarımız da var. Onlar da yetiştiler hamd ü senalar olsun. Yatsı namazından sonra birazcık uyurdum. Fazla değil az. Sonra uyanırdım, vücut tamamen dimdik, dinlenmiş vaziyette kalkar çalışırdım.
Şimdi bu ayetlere bakınca o aklıma geliyor. Şimdi diyor ki Allahü Teâlâ, “Gece kalk, az bir kısmı hariç.”. O az bir kısmında ne yapacak? Uyuyacak. Peki, ne kadar kalkacak gece? “Gecenin yarısında kalk.” Gecenin yarısı ne zaman? Gece yarısı ne zaman? Yatsı namazı bittikten sonra başlar. Yani bugün yatsı ezanı okunduğu zamandan itibaren gece yarısı başlar.
Avrupalılar gece yarısını saat 12.00’de başlatırlar. Yahu saat 12.00’de saatiniz olmazsa gecenin yarısı olduğunu nereden anlayacaksınız? Hayalcilik işte. Kültürleri böyle hayali şeylere dayanan insanların oluşturduğu, hayali bir inancın peşinde olanlardan başka ne beklersiniz? Böyle hayaller üzerine kurulmuş bir dünya. Müslümanların uyuyor olmasından istifade ediyorlar.
“Gecenin yarısında kalk.” Yani akşamdan gideceksin, ondan sonra namaz yok yani ne akşam namazını kılacaksın, ne yatsıyı. Öyle bir görev yok değil mi? Gidersin eve güneş batmıştır. Köy yerlerinde yaşayanlar bunu gayet iyi bilirler. O zamanın Mekke’si de öyledir. Geldin, zaten yorulmuşsun akşama kadar, vücudunu eve zor atarsın. Hemen şöyle biraz uyursun, kalkarsın gecenin yarısı. “Ya da geceden biraz noksanlaştır, gecenin yarısından.” Yani hava karardıktan sonra da biraz uyu değil mi? Ya da sabaha kadar çalış, biraz uyu. Yani tanyeri ağarana kadar çalış biraz uyu. “Ya da buna bir ilave yap.” Gece yarısından daha fazla çalış. Ki gecenin çok az bir kısmını uykuyla geçiriyorsunuz, büyük bir kısmını çalışmayla geçiriyorsunuz. Peki, ne yapayım Ya Rabbi o zaman? “Kuran’ı ağır ağır, yavaş yavaş, hazmede ede oku.” Mesela bir bahçeye güzel bir şekilde suyu götürür yavaş yavaş sularsanız o toprak ne yapar? Suyu emer. Ama büyükçe bir suyu hızlı bir şekilde oraya yöneltirseniz o su ne yapar o bahçeyi? Alır götürür, olanı da götürür. Bırakın fayda vermeyi, zararlı olur. Onun için yavaş yavaş oku diyor. Tabi bunun içerisinde, düşün, anla; ilerisini, gerisini, bağlantılarını hepsini düşün. Niye, çünkü Peygamberimiz kitabı ve hikmeti kendisi öğrenecek. Bunu öğrenmenin de bir yolu yordamı var. Biraz sonra göreceğiz.
“Kuran’ı ağır ağır, düşünerek, anlayarak oku. Çünkü sana çok ağır bir görev yükleyeceğiz. Bir söz, bir emir vereceğiz, ağır bir emir vereceğiz.” O ağır emir gelmeden önce ne yapması lazım? Hazırlanması lazım. Önemli bir göreve getireceğiniz kişileri önce yetiştiriyorsunuz değil mi? Ondan sonra oraya getiriyorsunuz. Peki, niye gece kalkıyor? “Çünkü gece kalkmak çok daha etkilidir ve o zaman ki sözler, okuyacağın sözler daha kalıcı etki bırakır sende yani unutmazsın zihnine yerleşir.” Peki, neden gündüzün yapmıyorum Ya Rabbi? “Çünkü gündüzün yapacağın bir sürü iş var.” Uzun bir yüzmedir. Yani bir oraya gidersin bir buraya gelirsin bir havuzda o tarafa bu tarafa yüzen insanlar gibi iş gereği bir oraya gidersin bir buraya gelirsin, bir oraya gidersin bir buraya gelirsin. Meşguliyetten dolayı okuma fırsatın olmaz. Akşam güneş battı mı herkes evlerine çekilir, sokak lambası yok bir şey yok biliyorsunuz. Televizyon da herhalde yokmuş o zaman, internet de yokmuş. Dolayısıyla hiç meşgul edecek bir şey yok, tamam. Peki, ondan sonra bir şey diyor, “ve Rabbinin adını hatırla.”. Yani Allah’ın emirlerini her işte hatırlayacak hale gel. Tümüyle ona yönel. Yani kendini tamamen Cenabı Hakk’ın yoluna yönelt.
Şimdi buraya kadar emir kime verilmiş? Sadece Peygamberimize. O zaman sadece kendisi öğrenecek değil mi? Acaba öyle mi? Şimdi bu surenin son ayeti Medine’de inmiştir. Burada diyor ki Allahü Teâlâ… yani Müslümanlar Mekke’de Mekke’nin yönetiminden sorumlu muydular? Değil. Savaş yapma ne bileyim birtakım ilişkiler yani böyle günlük işlerde aktif durumda mıydılar yoksa pasif durumda mıydılar. Pasif. Dolayısıyla bunların çok vakitleri vardı değil mi? Medine’de ne oldu? Çok etkili hale geldiler. Yönetimde etkili, artık savaş yapmak, şehrin işlerini düzenlemek, insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenmek falan birçok şey ortaya çıktı.
İşte Medine’de inen ayette diyor ki Allahü Teâlâ, “Senin Rabbin biliyor, sen gecenin üçte ikisine yakın bir süre kalkıyorsun.”. Gece, üç bölüme ayrılır. Bir, akşam. Akşam dediğimizde hangi vakit anlaşılır Türkçede? Güneşin batmasından yatsının sonuna kadar yani o gündüzden kalan aydınlık bitene kadar akşam deriz değil mi? Ondan sonra gece dediğimiz vakit başlar. Ne zamana kadar? Sabaha kadar. Sabahleyin de tanyeri ağardığı zaman güneş doğana kadar. Dolayısıyla gecenin birinci bölümü güneşin batmasından havanın kararmasına kadar; ikinci bölümü havanın kararmasından tanyerinin ağarmasına kadar, sabah namazı vaktine kadar; üçüncü bölümü sabah namazı vaktinden güneşin doğmasına kadar. O zaman gecenin üçte ikisine yakın ayakta duruyorsun dendiğinde demek ki bir akşamdan işte hava kararana kadar biraz uyuyor. Bir de sabahleyin biraz uyuyor. Üçte ikisine yakın bir zamanda ayakta, çalışıyor. Gecenin büyük bir bölümünü ne yapıyor? Kuran okuyarak geçiriyor. Gecenin yarısı bazen de tam yarısını öyle yapıyor ve bazen de üçte birini. Peki, bunları yapmadığı bir gece var mı bu ayetlerden anlaşılan? Yok. Bütün, her gece, yaz kış değil mi, her gece?
Peki, tek başına mı acaba? Buraya kadar tek başına gibi anlaşılıyor değil mi? Burada ne diyor? “Seninle beraber bir grup da aynısını yapıyor.” Peygamberimizle birlikte bir grup. Peygamberimiz bunlara işte kitabı ve hikmeti böyle öğretiyor. Hepsi beraber. Bunu nerede yapıyorlardı hatırlıyor musunuz? Darül Erkamda yapıyorlardı Mekke’de değil mi? Medine’de de mescitte yapıyorlardı. Bu ayetler inene kadar da yapıyorlardı, ondan sonra da yapmaya devam ettiler.
Peki, acaba bir grup Müslüman mı yoksa diğer Müslümanlar yapmıyor muydu bu işi? “Gece ile gündüzün ölçüsünü Allah koyar. Allah bildi ki sizin buna gücünüz yetmeyecek. Buna güç yetiremeyeceksiniz. Sizin yüzünüze baktı, tövbenizi kabul etti. O zaman Kuran’dan kolayınıza geleni okuyun.” Kolayınıza geleni okuyun derken zamanla sınırlı mı burada? Var mı zaman var mı? Zaman yok artık. 24 saat içerisinde ne zaman kolayınıza geliyorsa o zaman okuyun. Onun için Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir yere oturduğu zaman orada mutlaka Kuran okur, birisiyle konuştuğu zaman konuşma bitince ona Kuran okur ve mescitte Kuran okur, insanlara öğretirdi.
“Allah biliyor ki içinizden hasta olanlar olacak, bir kısmı da yeryüzünde yolculuğa çıkmış olacak Allah’ın ikramından yararlanmak için -yani ticaret yapacak- bir grup da Allah yolunda savaşacak.” Peki, o zaman bu emirde muhatap olmayan bir Müslüman var mıymış? Yok. O zaman demek ki ilk zamandan itibaren bütün Müslümanlar bu görevle görevliymişler. Gecenin üçte biri, üçte ikisi ve üçte ikisine yakın bir zaman gecenin yarısı kalkıyorlarmış, hepsi. Ve Kuran okuyorlarmış. Bir grup Peygamberimizle beraber ama Peygamberimizle beraber olmayanlar da yine okuyorlar evlerinde ya da belki küçük gruplar halinde kendi aralarında toplanıp okuyorlar. Peygamberimizle beraber olanın aldığı bilgiyi bu taraflara getirmesi söz konusu olur.
“Kuran’dan kolayınıza geleni okuyun” Buraya kadar namazdan bahis var mı? Yok. Namaz, bundan sonra anlatılıyor. İlk ayette namaz yok. Çeviri de var da yok işte ona dikkatinizi çekeceğim. Zaten araya namazı kattıkları için tefsirlere bakın işin içinden çıkamazlar. Namaz yok. Bu ne? Bu, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Kuran’ı ve hikmeti öğretmesi.
Şimdi 13 yıl Mekke. Bu ayetler Medine’de ikinci yılda inmiş olsalar, niye ikinci yıl diyorum çünkü Bedir Savaşı ikinci yılda oldu. Savaştan bahsettiğine göre yani savaşacaksınız falan diyor, Bedir savaşının hemen öncesinde bu ayet inmiş olabilir. O zaman toplam kaç yıl Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı her gece istisnasız Kuran ve hikmet öğreniminde bulunmuş? 15 yıl. Peki ondan sonra bu öğrenim bitmiş mi? Devam etmiş her gün. Ama artık gecenin yarısı, üçte ikisine yakın ya da üçte biri gibi zamanla sınırlı olmayarak devam etmiş. İşte Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ashabına kitabı ve hikmeti böyle öğretmiş.
Hikmet neydi? İlgili ayetleri birleştirerek bir hükme varma. Onun için Peygamberin sahabesine bakıyorsunuz çok küçük bir kelime söylüyor, o bir tek basit bir kelime söylüyor, konuyu o kadar güzel anlamış ki tamamen hazmetmiş. Ama arkasından gelenler bunlar gibi Kuran eğitiminden geçmedikleri için onların sözünü anlamaktan aciz kalmışlar. Peygamberimizin hikmetle ilgili söylediklerini yani Kuran’dan çıkararak öğrettiği hikmeti de kavramaktan aciz kalmışlar, Peygamberin sözüyle Kuran arasındaki ilişkiyi koparmışlar, sahabenin sözüyle Kuran arasındaki ilişkiyi koparmışlar. Düşünmemişler ki bu sahabe dediğiniz kişiler, hele Mekke’den gelenler 15 yıl her gece kalkarak en az gecenin üçte biri, yarısı ya da üçte ikisine yakın bir süre Kuran’ı ve hikmeti öğrenmişler. Bir grup Peygamberimizle beraber öğrenmiş tabi ki onla beraber olanlar ertesi akşam dağılır giderler, mutlaka evlerde birer küçük Darül Erkamlar oluşmuştur. Herkes bunu her akşam öğrenmiş.
Onun için dikkat ederseniz bu dini bize kadar ulaştıranlar Mekke’den Medine’ye gelenlerdir. Medine’dekiler o kadar güçlü değiller. Dört halifenin dördünün de Mekke’den olmasını tutup da imamlar Kureyştendir gibi siyasi bir kelimeyle özetlemenin imkanı yok. Bunlar bakın, Ebubekir (r.a.) ilk Müslümanlardan değil mi? Ali (r.a.) ilk Müslümanlardan. Osman (r.a.) ilk Müslümanlardan. Hz. Ömer biraz gecikmeli ama diğer insanlarla kıyasladığınız zaman ilk kırktan. Yani biraz gecikmeyi Hz. Ali, Hz. Osman Hz. Ebu Bekir ile kıyasladığınız zaman söylersiniz. Ama diğer Müslümanlarla kıyaslarsanız ilk Müslümanlardan.
En uzun süreli Kuran’ı öğrenenler bunlar ve işi özümsemişler. Tamamen hücrelerine kadar konu işlemiş. İşte Peygamberimizin Kuran’ı öğretmesi, hikmeti öğretmesi böyle. Dolayısıyla Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem herhangi bir şey söylediği zaman bunlar ilgili ayetleri zaten öğrenmiş oldukları için olayı hemen kolayca kavrıyorlar. Ama ilgili ayetleri öğrenmediğiniz zaman kavramanız zor olur. Hatta hiç anlamayabilirsiniz. Çok da yanlış olabilir.
Şimdi Erzurumlu bir kadının sözünü anlatıyorlar da. Burma bilezik Erzurum’da bir ara modaydı. Kadının birisi ki bizimkiler tanıyorlar. Yani bu bizzat olmuş bir olay. Takı olarak taktıkları altın liraları götürmüş kuyumcuya demiş ki bundan bana burma bir bilezik yapın demiş. Tamam demişler, yok demiş benim yanımda yapacaksınız. Sonra bir hile mile yaparsınız falan diye. Şimdi eritmişler onun yanında, bakmış ki hiç altına benzemeyen bir şey oldu. Sonra oğluna demiş ki, oğlum demiş kuyumcu dükkanlarının önünden geçerken dükkanın önünde kara demir gibi bir parça görürsen hemen al getir, onlar altındır demiş.
Şimdi siz meseleyi bilmiyorsanız fark edemezsiniz ama biliyorsanız hemen anlarsınız meseleyi. Yani gördüğünüzün değerini hemen fark edersiniz. Ondan dolayı uzmanlık son derece önemlidir. Onun için bakıyoruz ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sahabesi meseleyi çok güzel anlıyor, çok kolay anlıyor. Hemen sonuca varıyor. Mesela Ayşe Validemize bir soru soruluyor. Bizim bu Doğru Bildiğimiz Yanlışlar kitabında geçiyor. Bakın asırlardır Müslümanların hazmedemediği bir konuyu Ayşe Validemiz çok basit bir kelimeyle cevaplandırıyor. Ama onun o sözünü kimse anlayamıyor. Muaze adında bir kadın Ayşe Validemize geliyor, diyor ki, neden adetli kadın oruç tutuyor da namaz kılmıyor? O da diyor ki, sen Haruralı mısın? Hayır öyle değilim diyor, Haruralı değilim, soru soruyorum. Yani bu ne biçim soru demiş oluyor Ayşe Validemiz. Demiş ki bizim başımıza böyle bir olay gelince oruç tutmamız emredilirdi ama namaz kılmamız emredilmezdi. Şimdi o kadın diyor ki, yahu adetli kadın niye namaz kılmasın? Çünkü Haruralılar adetli kadın namaz da kılar diyorlarmış. Ayşe Validemiz de böyle çok kısa bir cevap veriyor. Diyor ki, ne diyor: “Biz orucun kazasıyla emrolunurduk, namazın kazasıyla emrolunmazdık.”.
Şimdi bakıyorsunuz ki bu “kaza” kelimesinin anlamı değişmiş ve insanlar başka manalar vermişler. O zaman, zamanında yapılan ibadet anlamındayken daha sonra zamanında yapılmayan ibadetin daha sonra yapılması anlamında kullanılır olmuş. Bir müddet sonra da Ayşe Validemizin o kadının sorusuna karşı şaşkınlığı tam tersine dönmüş. Bu hadise dayanarak, bize namazı kaza etmemiz emredilmez, orucu kaza etmemiz emredilirdi noktasına gelmiş. Bir adım daha ileri gitmiş demişler ki, adetli kadının Ramazanda oruç tutması haramdır. Tamam, haramsa haram. Ama daha sonra tutması farzdır. E bunu nerden çıkarıyorsunuz? Zamanında tutmasını yasaklayacaksın, daha sonra emredeceksin de delilin ne? Neye dayanıyorsun?
Peki, hangi şey orucu bozar? Yeme, içme, cinsel ilişki; peki, güzel. Adetli kadın bunlardan hangisini yaptı? Tabi sıkışıyorlar orada sözle onu ifade etmiyor, bu konuda icma vardır diyor. Sıkıştığı zaman topu taca atmaktır icma. O icmalar, Katoliklerin konsül kararlarına benziyor.
Şimdi Katolikler konsül kararlarını az önce size okudum. Diyor ki, falanca gün Efes’te toplaştık diyor. Filanca gün Kadıköy’de toplaştık. Filanca tarihte İznik’te toplaştık. Falanca tarihte Antakya’da toplaştık. Kimler katılmış toplantıya, kimler konuşmuş belli. Peki, bu konuda nerde toplantı yapılmış, kim hangi kararı almış söyler misiniz bana? Böyle bir şey yok. Peki, olgunlaştığı söylenen bir dinde ilave ve çıkarma olur mu? Olmaz. Nerden yapıyorsunuz? Bakın bugün hala gereksiz tartışmalar var.
Şimdi Yahya, buradaki Ayşe Validemizin sözünde geçen “kada” kelimesinin eski sözlüklerden Feyyumi’nin El Müsbahül Münir’inden bir okusun, bir dinleyin bakalım.
Yahya Şenol: Evet elimizdeki sözlük Ahmet bin Muhammet bin Ali el Feyyumi’nin El Müsbahül Münir adlı sözlüğü. Onun “kada” maddesini ben Arapça olarak okuyacağım, Hocam tercüme edecek. Şöyle demiş Feyyumi, bu kelimeyi açıklıyor.
İki kişi arasında kaza ettim dendiği zaman hükmettim denir. Zaten bizde de kadılık kelimesi vardır. Kaza denir ya. Sizin şehrin kaç tane kazası var? Yani ne demek, kadısı bulunan kaç tane yerleşim merkezi var demektir. İşte bugün de öyle. Kaza merkezlerinde yani ilçelerde hakimler olur değil mi? Onun için adına kaza denmiştir.
Kazayı hacette bulundum dediği zaman ihtiyacımı karşıladım demektir.
Mesela kazayı düyun denir: borcu ödedim.
Haccımı kaza ettim dendiği zaman hac yaptım demektir. Yoksa vaktinden sonra yaptım değil yani.
Mesela Allahü Teâlâ ayetinde der ki, “İbadetlerinizi tamamladığınız zaman, ibadetlerinizi yerine getirdiğinizde”. İşte kaza kelimesi, ibadeti zamanında yapmak anlamındadır diyor.
Ayeti kerimede “Feyda kadatüm salate” buyruluyor. Bu, namazı kıldığınız zaman demektir ki bu Nisa suresinde olan ayettir.
Alimler ibadetlerde kazayı vaktinin dışında yerine getirilen, edayı da vaktinde yerine getirilen için kullandılar daha sonra. Yani daha sonra alimler, kaza kelimesinin anlamını değiştirdiler. Yeni bir terim oluşturdular diyor.
Bu kaza kelimesinin bir ibadeti vaktinin dışında yapma anlamında olması, bunun sözlük anlamına aykırıdır. Bak bunu sözlükçü söylüyor. Şimdi bugün kalkmışlar bize karşı çıkıyorlar. Yahu kardeşim bize karşı niye çıkıyorsunuz? Gidin o adamlara anlatın lafınızı. Gidin, görüşün, değiştirsin sözlüğündeki… Eğer bulabilirseniz tabi 770 yılında ölmüş adamı.
Bu diyor, sözlük anlamına aykırıdır. Ama yeni bir terim oluşturmuşlar, vaktinde yapılan ibadetle daha sonra yapılan ibadeti birbirinden ayırmak için.
Şimdi bakıyorsunuz ki ortalık yıkılıyor. Ama Ayşe Validemiz hemen bir kelime söylüyor “Orucu kaza etmekle emrolunurduk.”. Ne demek manası? Oruç tutmakla emrolunurduk diye. Kaza kelimesinin vaktinin dışında bir ibadeti yapmak için kullanılması 150 sene kadar sonra olmuştur. Şimdi tutuluyor 150 sene sonraki kelimenin anlamını 150 sene önceye taşıyorsunuz, onun anlamını değiştiriyorsunuz, bu defa bütün hükümleri değiştiriyorsunuz; akıl ve mantık almayınca, izah etme şansı ortadan kalkınca bu defa topu taca atar gibi bu konuda icma vardır diyerek sıyrılmaya çalışıyorsunuz.
Neyse, biz burada şu ayeti tekrar okuyalım, dersimizi bugün bitirmiş olalım. Ne diyor Allahü Teâlâ, “Size sizin içinizden bir elçi gönderdik. Sizden olan. Size ayetlerimizi okuyor, sizi geliştiriyor.”. İşte öyle bir geliştirmiş ki bunlar, hayatı anlamışlar, kavramışlar. Sahabenin gittiği her yerde bugün yine Müslümanlık var. Ama sahabeden sonra gidilen, 8 asır kalınan İspanya’da, İspanya’ya kimse Müslüman demiyor. Osmanlıların 4 asır kaldığı Romanya, Yunanistan, Bulgaristan bugün İslam devleti değil. Ama sahabenin bir kere gittiği, bugün adına İslam devleti demediğimiz tek bir yer yok. Peki, nasıl oluyor? Çünkü Peygamberimiz bunları öyle bir yetiştirmiş ki. Bunlar mesela bugün Ömer (r.a.) Türkiye’ye gelse otomobil ehliyeti vermez. Çünkü ilkokul diploması yok. Ama onun bir sözüyle profesör olan kaç kişi vardır. Onun üzerine doktora yapan, onun sözleri üzerinde araştırmalar yapan. Yani her biri birer büyük değer haline getirilmiş. Ama bunlar öyle bedava değil. 15 sene her gece Kuran okuyarak, Kuran’ı da öyle ben bu gece de hatim ettim -ona zaten Kuran okuma demez onlar. Onlara söyleseniz böyle yaptım. Gülerler. Katıla katıla gülerler. Ne yaptın bir daha anlatsana derler. Yahu sen deli misin, böyle Kuran mı okunur derler.
Şimdi bak, “yavaş yavaş, anlayarak, düşünerek” bir de hikmet öğretiliyor, o ayetlerin her birisinin bağlantılı olduğu ayetleri. Dolayısıyla öylesine özümsemişler ki bunlar 15 yıl içerisinde, iyice yetiştikten sonra kısa süre içerisinde 6 yıl gibi bir sürede tüm Arap Yarımadasını dönüştürmeyi başarmışlar. Ondan sonra gelenler de biliyorsunuz artık Kuzey Afrika’dan ta Çin içlerine kadar geniş bir bölgeye İslam’ı yaymışlar. Oralara hala İslam devleti deniyor.
Ondan sonra diyor ki, “Sizin bilmediğinizi öğretiyor.”. Öyleyse bize düşen bir görev var. Biz Allah’a şükür her yerde camilerimiz var. Camilerimizin her birisini birer Darül Erkam yapmak zorundayız. Mevcut camiler, öyle yeni evler açmaya gerek yok. Çünkü Darül Erkam olan yer herkese açık olmalı. İsteyen herkes gelebilmeli. Bakın biz şu anda bu dersi Ensar Vakfında yapıyoruz. Onun yerine Süleymaniye Camisinde yapsak cemaat birkaç kat artar. Çünkü şu kapılar, şu girişler birçok kimseyi psikolojik olarak etkiler. Ama cami öyle değil. Herkes çok rahat bir şekilde girer. Herkes güvenerek girer. Dolayısıyla bütün camileri birer Darül Erkam yapmamız lazım. İmamlar da orada grup başı olarak -imam ve müezzinler- halka Kuran öğretmeliler. Ve bütün hepimizin evini de birer küçük Darül Erkam yapmamız lazım. Eşimizle dostumuzla ama her gün, 10 dakika, 20 dakika, yarım saat, 1 saat, 2 saat durum ve şarta göre fakat ama her gün mutlaka Kuran öğrenmemiz lazım. Bunu bütün Türkiye’ye yaymamız lazım. Ondan sonra bütün dünyaya yayılması lazım.
Şimdi ben az önce okuduğum ayetleri anladığım zaman gerçekten kendi kendime böyle bir kızardığımı, utandığımı hissettim. Niye? Ben bir şey bildiğimi zannediyordum. Ya iyi çalışıyoruz falan filan. Sahabeyle kıyaslarsan bizimkisi hiçbir şey. Yani bunlar ne kadar çok çalışmışlar. Bunların bu başarısı asla tesadüfi değil. Ciddi birer insan olarak yetişmişler. Gerçekten bütün insanlığın önüne konacak örnek insanlar olarak yetişmişler. Onun için bizim de öyle yetişme mecburiyetimiz var. Aksi takdirde yok efendim kültür haline getirmek istiyoruz. Tabi ki isteyecek birileri, isteniyor. Katolikleştirmeye çalışıyorlar, elbette çalışacaklar, çalışmazlarsa ayıp zaten. Ama bizim bütün bunları etkisiz hale getirecek ve onları da İslamlaştıracak bir şekilde çalışmamız lazım. Dolayısıyla tekrar ediyorum. Camilerimiz birer Darül Erkam haline gelmeli, bütün mahallelerdeki. İnsanlar Kuran okumak için oraya toplaşmalı.