Bugün Bakara suresinin 122-123. ayetlerini okuyacağız. Üstün ırk var mıdır, kimler üstündür, bugünkü dersimizde inşallah onu görmeye çalışacağız.
Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: “İsrailoğulları, size vermiş olduğum nimetimi hatırlayın. Benim sizi o aleme üstün kıldığımı da hatırlayın. O devirde yaşayanların hepsine üstün kılmıştım. Onu da hatırlayın. Bir güne karşı tedbirinizi alın, bir günden çekinin ki o gün hiçbir nefis, hiç kimse, hiç kimsenin herhangi bir sıkıntısını gideremeyecektir. Ondan karşılık da kabul edilmeyecektir.”. Yani şunu al da bunu affet diye bir şey de olmayacaktır. “Hiç kimseye şefaat de fayda vermeyecektir. İşte öyle bir gün gelecek, o günden çekinin. Ve o kimseler yardım da görmeyeceklerdir.” Öyle bir gün gelecek ki ne herhangi bir kişinin karşılığında bir fidye alınacak, kurtuluş akçesi alınacak, ne herhangi bir kimsenin şefaati söz konusu olacak, ne de yardım görülecektir. Öyle bir gün gelecek, o güne karşı kendinizi koruyun, tedbirinizi alın.
Şimdi, halk arasında söylenen bir söz vardır. İşte Kuran-ı Kerim’deki bu tür ifadelere de bakarak İsrailoğullarının üstün ırk olduğu iddia edilir. Tabi bu, aslında onların kendi iddialarıdır da insanlar da Yahudilerin zengin, birtakım maddi imkanlara sahip olduklarını görünce ayın şeyi onlar da düşünmeye başlıyorlar. Tabi düşünme kriterleriniz dünyalık olursa öyle olur. İnsanların çoğusu dünyayı ahirete tercih ederler. Dünyayı ahirete tercih ettiğiniz zaman sizin gözünüzde kimin malı çoksa, kimin itibarı fazlaysa, kimin sözü daha çok geçiyorsa en değerli odur. Ama eğer sizin gözünüzde ahiret, dünyadan daha önemliyse o zaman da kim daha muttakiyse, kim Allah’ın emirlerini daha iyi yerine getiriyorsa, kim dürüstçe davranıyorsa en iyi insan odur.
Şimdi, acaba bakalım Yahudiler üstün ırk mı? Çünkü okuduğumuz ayette ne diyor Allah: “Sizi o aleme üstün kıldık.”. Biz şimdi “o alem” diye tercüme ettik. Bu eliflamlıdır. Yaşadıkları dönemle alakalıdır. Onu, ilgili ayetleri okuduğumuz zaman göreceğiz. Bakalım elimizdeki mealde nasıl anlam verilmiş? “Cümle aleme üstün kıldığımızı, üstün kılmış olduğumu hatırlayın.” Şimdi bak şuradan okuyayım: “Ey İsrailoğulları size verdiğim nimetimi ve sizi cümle aleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın.”
Şimdi, bunu okuyan kişi bugün için de üstün olduklarını düşünebilir mi? Düşünür. Halbuki bugün için üstün olmadıklarını biz bu ayetlerden de öğreniyoruz. Yani biraz yukarısına baktığımız zaman Kuran-ı Kerim’in baş tarafından buraya kadar okuduğumuz ayetlerde de bunu hep görüyoruz. İşte ayetlere mana verirken bunları bir bütünlük içinde ele alma zorunluluğu vardır. Arapça bilenler bilirler. Bu “el alem”, eliflamlı olduğu zaman ahd içindir. Yani belirli bir şey ifade ediliyor demektir. Onu da ayetlerle birlikte değerlendirirsiniz, onun Musa aleyhisselam zamanındaki İsrailoğulları olduğunu anlarsınız. Zaten ilgili ayetlerin bir kısmını şimdi okuyacağız inşallah. Ha, parantez içinde “bir zamanlar” demiş tamam. Ben parantezi okumadım. Fatih Hoca hatırlattı. Tabi onunla açıklamayı yapmış ama onu metne koymak lazım. Çünkü eliflamın vermiş olduğu mana metinle alakalıdır. “Ey İsrailoğulları size verdiğim nimeti ve sizi bir zamanlar cümle aleme üstün kılmış olduğumu hatırlayın.” O “bir zamanlar” meselesi, tamam doğrultuyor da parantez içerisinde olunca benim gibi okumayanlar olabilir. Çünkü parantez, ayetten sayılmaz. O, meal veren kişinin kendi açıklaması olarak kabul edilir.
Şimdi, mesela bundan önceki haftalarda okuduğumuz bir iki ayeti tekrar okuyalım, orada net olarak göreceğiz. Mesela diyor ki hemen sayfanın başındaki 120. ayette: “Yahudiler senden asla razı olmayacaklardır. Senden hoşlanmayacaklardır. Hıristiyanlar da öyle, onların dinlerine, şeriatlarına uyuncaya kadar.”. Onların şeriatlarına uyarsan o zaman hoşlarına gider. Zaten o zaman da Müslüman olarak kalmazsın. Yahudilere uyduğun zaman adın Yahudi olur, Hıristiyanlara uyduğun zaman da Hıristiyan olur. Ama ben Müslüman olarak kalacağım diyorsan o zaman asla senden razı olmayacaklardır.
“De ki Allah’ın gösterdiği yoldur asıl yol. Sana bu bilgi geldikten sonra (yani Kuran-ı Kerim geldikten sonra) hele onların arzularına uy…” bunun manası şu: Demek ki onların Müslümanlarla ilgili bu istekleri herhangi bir delile, kitaplarına dayanmıyor, tamamen kendi arzularına dayanıyor. “…hele onların arzularına uy, o zaman senin için ne bir dost kalır, ne de yardımcı.” Şimdi, eğer onlar bugün hala üstün kimselerse onlara uymanın bir zararı olur mu? Hatta uymak gerekir değil mi? “Hele onlara uy, senin bir dostun kalır, ne de yardımcın” dendiği zaman demek ki onların kötü durumda oldukları, bugünkü Yahudi ve Hıristiyanların Cenabı Hak nazarında çok kötü durumda oldukları açıkça ortaya konmuş oluyor.
Sonra da şu ayet var biliyorsunuz, yine geçen hafta okumuştuk onu da. “Kendilerine kitap verdiklerimiz o kitabı hakkıyla okur ya da hidayeti hakkıyla takip ederlerse işte onlar bu kitaba inanırlar ya da bu hidayete inanırlar.” Allah’ın gösterdiği yola onlar inanırlar. Yani ellerindeki kitabı hakkıyla okurlarsa doğruyu bulurlar. Onun için Müslümanlara bize uymazsanız sizden asla razı olmayız şeklindeki muameleleri kitaplarına dayanmıyor. Tamamen kendi arzularına dayandığı için onların arzularına uyarsan eğer bir dostun ve yardımcın kalmaz diyor Allahü Teâlâ.
“Kim de o kitabı görmezlikten gelirse onlar da kaybetmiş olanlardan olur.” Niye görmezlikten geliyor? Yani çünkü eğer insanlar Müslüman olmasını istemiyorsa ancak kendi dinlerine uydukları takdirde onların iyi olacaklarını düşünüyorsa zaten bu kitabı görmezlikten geliyor. Bu kitabı görmezlikten gelmeye de hakkı yok çünkü kendi kitabı buna uymayı emrediyor. O zaman bunlar tamamen temelsiz kalmış oluyorlar.
Yani birkaç kere burada anlatmıştım, tekrar anlatayım. Almanya’dan bir grup, hocalarıyla gelmişti, öğrenciler. Bizim Vakıfta toplantı yapmıştık. İnternet sitemizde vardır, izleyenleriniz olabilir. Ama o tür toplantıları izlemek zor çünkü tercümeler filan yapılıyor, bir hayli zaman kaybı oluyor. Orada konuşma sırasında bizim arkadaşlardan birisi sordu. Dedi ki o hocalarına, ben merak ediyorum, İncil sizin açınızdan neyi ifade ediyor? Dedi ki, İncil sadece tarihi bir metindir, kutsal bir metindir, biz ona göre hareket etmeyiz dedi çok açıkça. Peki, neye göre hareket edersiniz? Konsül kararlarına göre… E dedim ki bu konsül kararları 3. Asırdan itibaren alınmaya başlandı değil mi? 3. Asra kadar İsa aleyhisselam tam olarak Allah’ın kulu ve resulü sayılıyordu. Tam olarak insan kabul ediliyordu ki bunu zaten hepsi kabul ediyor, aksini söyleyen yok. Evet dedi, 3. Asırdan sonra alınan konsül kararlarına göre hareket ederiz. Çünkü önce Antakya’da sonra Efes’te, sonra İznik’te, sonra Kadıköy’de ki hepsi de bizim topraklarımızda bulunan yerler. Oralarda aldıkları kararla İsa aleyhisselamı Tanrı ilan ettiler. Meryem Validemizi Tanrının annesi saydılar. İşte üçlü Tanrı inancını ortaya koydular ve Hıristiyanlığı asıl mecrasından tamamen çıkardılar.
Sonra dedim ki, o zaman sizin dininizin bir temeli yoktur değil mi dedim. Evet dedi, yoktur. Aynen ifade bu: Evet yoktur, dedi. Dedim, zaten Allahü Teâlâ da öyle buyuruyor. Diyor ki: (Maide 68. ayet) “De ki ey ehli kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar); Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilmiş olan Kuran-ı Kerim’i ayakta tutmadıkça yani uygulamadıkça hiçbir temeliniz olmaz.” diyor dedim ve sesini çıkarmadı. Onun dışındaki istekler böyle. Yani gerçeklere dayanmayan, tamamen heva ve hevese dayanan birtakım istekler. Onun için Allahü Teâlâ diyor ki, “Size bu bilgi geldikten sonra eğer onların arzularına uyarsanız o zaman Allah’tan yana ne bir yardımcınız, ne de dostunuz olur.”. Yani Cenabı Hakk’ın size bir dostluğu, bir yardımı söz konusu değildir diyor.
Şimdi, Cenabı Hak, İsrailoğullarını zamanında gerçekten çok kayırmıştı, onlara çok ikramda bulunmuştu. 7. surenin (Araf suresi) 136. ayetini açarsak, 136’dan 140’a kadar, 136’ya kadar Firavunun başına gelen sıkıntılar ve o sıkıntılardan dolayı Musa aleyhisselama gelerek ondan yardım istemesi, işte bu sıkıntılar başımızdan gitsin sana inanacağız ve İsrailoğullarını, seni de serbest bırakacağız demelerinden bahsediyor ve onların genel özelliklerini şöyle sayıyor: “Belli bir süreliğine onların başından o sıkıntıyı giderdik mi hemen gerisin geri dönüyor ve vazgeçiyorlar.”. Yani birçok kimse böyledir. Sıkıntı geçti mi artık bir daha gelmeyecek zanneder ve bakarsınız ki nankörlüğü başlamış. Firavun da öyle yapmıştı. “Biz de onlardan intikamımızı aldık.” yani onlara hak ettiği cezayı verdik. “Onları o denizde boğduk. Bunun sebebi şu: Ayetlerimiz karşısında yalan söylüyorlardı” Niye yalan söylüyorlardı? İşte Neml suresinin 14. ayetinde Allahü Teâlâ onların durumunu anlatıyor, diyor ki: “Onlar Musa aleyhisselamın ve Harun aleyhisselamın göstermiş olduğu mucizelere karşı bile bile inkara saptılar. Halbuki içten onu kesin olarak kabul etmişlerdi.”. Yani kalpten çok kesin biliyorlar ama bile bile inkar ediyorlar. Zaten kafirlik de o, kalpte olanı örtmek. Niye? Zalimlik etmek istiyorlar, üstünlük etmek istiyorlar, kibirli olmak istiyorlar ki insanı asıl yanlışa sürükleyen ondaki kibirdir ve büyüklük duygusudur. Eğer o kibir yoksa insan hata da yapsa kolayca düzelebilir. Ama kibir varsa işte şeytanı bu hale getiren kibirdir, bilgisizliği filan değil.
“Biz de onlardan intikam aldık ve o denizde onları boğduk.” Niye? “Benlium kezzebe bi ayetina” Şimdi bu “kezzebe” fiili çok önemlidir. Yani bir “ketzebe” var, çok yalan söylemek manasına. Bir “kezzebeu” var, Türkçemizdeki tekzip etme yani birisinin yalan söylediğini ifade etme manasınadır. Bir de “kezzebe bihi” var, bir şeyin karşısında yalan söylemektir. Bizim meallerde hepsi yalanlamak diye tercüme edilir. Dolayısıyla bu inceliklerin hepsi kaybolur.
Şimdi, Kuran-ı Kerim’de kafirlerin tamamının gerçekleri bildiği ama örttüğü ifade edildiğine göre gerçekleri bilip de örten kişinin o gerçekler karşısında söylediği ne olur? Yalan olur. Dolayısıyla yalan, kafirlerin ortak özelliğidir. Yani mesela Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selleme sen yalan söylüyorsun dedikleri zaman ona üzülüyor. Allahü Teâlâ diyor ki, onlar seni yalanlamıyorlar ki. Ama bu zalimler Allah’ın ayetleri karşısında bile bile yalan söylüyorlar. Sen yalancısın dedikleri zaman yalancı olmadığını bile bile diyorlar bunu. Onun için ayetlere ona göre mana vermek gerekir. Yani üç ayrı kullanımı var Kuran-ı Kerim’de “kezzebe” fiilinin. Üçüne de aynı manayı verirseniz o zaman ayrı kullanımın hiçbir anlamı olmaz.
“Ayetlerimiz karşısında yalan söylemelerine karşılık onlardan intikam aldık. Onları boğduk. Ayetlerimize karşılık gaflet ediyorlar, yani ilgisiz davranıyorlardı, yok sayıyorlardı. O bereketli kıldığımız o toprakların doğusuna ve batısına da o zayıf düşürülen kavmi mirasçı kılmıştık.” Yani Firavun ve hanedanı denizde boğulunca tüm mal mülk kime kalmış oldu? İsrailoğullarına. İşte o koskoca devlet. Bakın, köleleştirilmişler, oğulları öldürülüyor, kızları yaşatılıyor, ondan sonra ülkeden sürgün ediliyorlar, her türlü sıkıntıyı çekiyorlar. En sonunda ne oluyor? Onlara bütün bu sıkıntıyı çektirenlerin malı mülkü, her şeyi İsrailoğullarına kalıyor. Dolayısıyla dünyalık çok önemli değil, önemli olan o dünyanın sahibine kulluk edebilmektir. Sen dünyanın sahibine kulluk ettim mi zaten dünya senin sayılır. Niye? Çünkü Allahü Teâlâ, gökleri ve yeri insanların emrine verdiğini bildiriyor, insanların hizmetine verdiğini bildiriyor. Sen Cenabı Hakk’a gereği gibi hizmet eder, kulluğunu yaparsan bunlar da sana hizmetçilik yaparlar.
“Rabbinin o en güzel sözü tamamlanmış oldu, sabretmelerine karşılık İsrailoğullarına karşı. Firavun ve kavminin yapmış olduklarını kırıp geçirdik. Yaptıkları hiçbir şey kalmadı, tamamen kayboldular ve ondan yükselttikleri her şeyi helak ettik.” Yaptıkları o güzel bahçeler filan da gitti. “İsrailoğullarını da o denizden geçirdik.” Peki, geçtikten sonra ne oldu? “Bir kavme uğradılar İsrailoğulları, baktılar ki kendilerine ait bir puta tapıyorlar. Musa aleyhisselama dediler ki Musa, onların tanrıları var bize de bir tane tanrı yap da tapalım.” Yani o kadar mucizeleri gördünüz, Firavun karşısındaki durumu gördünüz, siz denizden yürüyerek geçtiniz, arkadan gelen Firavunun ordularının boğulduğunu gördünüz, Allah’ın emrine karşı çıkmanın ne olduğunu gördünüz. Şimdi tutmuşsunuz Musa aleyhisselamın bütün mücadelesini sıfırı düşürüyorsunuz, o kadar nimetleri sıfıra düşürüyorsunuz, bunların tanrısı var bize de tanrı yap da tapalım diyorsunuz. İnsanlar böyle işte. Şimdi burada Musa aleyhisselam mı yanlış yaptı. Yani siz ne yaparsanız yapın, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, herkes tek tek imtihan oluyor. İnsanlar imtihanı kaybedecekse eder. Ondan dolayı zaten Musa aleyhisselam diyor ki: Ya Rabbi benim sadece kendime ve kardeşime sözüm geçer, diyor. Gerçekten de öyle.
Şimdi, Musa aleyhisselam orada diyor ki: “Siz cahil bir topluluksunuz.” Yani siz sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsunuz. Siz ne biçim insanlarsınız. Bilmeyen insanlar gibi, cahil insanlar gibi davranıyorsunuz, bu kadar şeyi gördüğünüz halde. “Bunların içerisinde bulundukları durum kırılıp geçecek, bunlar da yok olacaklar. Yaptıkları şey de batıldır. Onlara hiçbir faydası olmayan şeyler yapıyorlar.” Ondan sonra da diyor ki: “Ben size Allah’tan başka bir ilah mı arayacağım? Halbuki o, sizi bütün aleme üstün kıldı.”. Bakın devrin en büyük kralı durumunda olan Firavunu yerle bir etti, Allah size iki tane peygamber gönderdi, Allah size kitap gönderdi, Allah size dünyalığınızı da verdi, tüm mal mülk size kaldı. Ne oluyor size de sanki hiçbir şey olmamış gibi hareket ediyorsunuz? O zaman demek ki İsrailoğullarının üstünlüğünün sebebi neymiş? Mal mülk sahibi olmaları değil, o olsaydı zaten üstün olan Firavun olurdu. Üstünlüğünün sebebi onlara Allah’ın kitabının verilmesi ve iki tane peygamberin gelmiş olması. Çünkü Allah böylece tercih etmiş. Nimet ne kadar çok olursa imtihan da o kadar ağır olur tabi. O ağır imtihanı da bunlar kaybetmişler.
Şimdi, 161. ayete bakalım hemen, aynı sureden. Yok, 163’ten başlarsak daha iyi. Fazla vaktimiz yok. Şimdi İsrailoğullarının neler yaptıklarına buradan bakacağız oradan biz kendimize geçeceğiz. Şimdi Allahü Teâlâ’nın İsrailoğullarını bize örnek vermesi boşuna değil. Yani bize tarih bilgisi vermek istemiyor. Oturup da İsrailoğullarının kötü olduklarını anlatıp zevklenmemizi de istemiyor. Bakın, onların yaptıkları ve başlarına gelen bunlar, aynı şeyi siz yapmayın demiş oluyor ve bize örnek veriyor. Yani onun gibi davranırsanız sonucunuz öyle olur diye.
“Denizin kenarında olan bir şehri onlara örnek ver.” Bunun Eyle şehri olduğu rivayet ediliyor. “Onlar cumartesi günü haddi aşıyorlar yani aşırılık yapıyorlar.” Şimdi bunların cumartesi günü avlanmaları yasak. Onun için balıklar, herhalde öğrenmişler cumartesi oldu mu böyle sürüler halinde kıyıya geliyorlar. Ama cumartesi olmadığı zaman, yok. Şimdi bizde de hangi saatte ticaret yasak? Cuma saatinde. Şimdi ben hatırlıyorum bizim işte odun, kömür, kereste işleri vardı. Cuma günü, cuma vaktine kadar müşteri gelmezdi. Cuma vakti oldu mu dolar. Allah rahmet eylesin babam da hemen kapatırdı, derdi ki Cumadan sonra gelin. Şimdi bunların hepsi imtihan.
Şimdi evet, cumartesi günü olduğu zaman sürüler halinde geliyorlar. Ama başka gün olduğu zaman gelmiyorlar. “Onları böylece çok ağır bir imtihandan geçiriyorduk, fasıklıklarına karşılık.” Yani siz bir günah işlerseniz, o günaha devam ederseniz; o günah, başka günahların kapısını açar. O, onun kapısını açar; o, onun kapısını açar; bir daha da toparlayamazsınız. Dolayısıyla her günah insana daha büyük bataklığa sokar. O zaman yapılacak şey, hemen tövbe etmek ve kesin bir tavır koyarak günahlardan uzaklaşmaktır.
Şimdi bunlara çok ağır bir imtihandan bahsediyor. Bazıları imtihanı kaybetti. Anlatılıyor bazı kitaplarda. Bu gelen balıkları avlamak istiyorlar tabi, ağızlarının suyu akıyor. Ne olacak, cumartesi günü geliyor, başka gün yok. Ara ki bulasın. Diyorlar ki biz cumartesi günü ağları atalım. Nasıl olsa ağları atmak haram değil. Pazar günü toplarız ağları diyorlar. Atıyorlar ağları, pazar günü topluyorlar. Tabi balıklar bir yere gitmiş değil, orada kalmış. Bazıları da diyor ki, şöyle kanal açalım içeriye doğru, içerilerde de havuzlar yapalım. Nasıl olsa balık çok geliyor. O kanaldan içeriye dolar, kanalın ağzını kapatırız, balık avlamayız. Pazar günü de balıkları avlarız. Böyle yapıyorlar. Bakıyorlar ki hiç de bir şey olmadı. Yani Allah gazap da etmedi. Sanki Allahü Teâlâ hemen ceza verecekmiş gibi.
İşte siz de bazılarını görürsünüz; faiz yiyor, vallahi adam zenginleştikçe zenginleşiyor kardeşim. E tamam kardeşim, senin hedefin dünyalıksa sen de yap. Yani sen bu dünyaya zengin olmaya değil, Müslüman’ca yaşamaya geldin. Ama zengin olmak da her Müslüman’ın hedeflerinden olmak zorundadır, o da başka bir şey. Niye hedefi olmak zorunda? Çünkü Allahü Teâlâ, Müminun suresinde ne diyor: “Onlar zekat için çalışan kimselerdir.” Övdüğü kimseleri böyle yapıyor. Zekat için çalışacaksın. Yani çalış ki hem kendi ihtiyacını karşılayasın, hem de insanlara zekat veresin. Bu, güzel ama hedef zenginlik değil. Zengin olacaksın ama dürüst zengin olacaksın. Doğru davranan zengin olacaksın. Zekat için çalışmak Cenabı Hakk’ın övdüğü bir şeydir. Yoksa bizim Müslümanlıkta bir lokma, bir hırka diye bir şey yok. Ama helalinden olması şartıyla. Müminun suresi kaçıncı ayetti o. 23. sure, 4. ayet.
Şimdi orada bir kısım insanlar kalktı bu kişilere nasihat ediyor, yapmayın etmeyin diyorlar. Onlar da ya bırak Allah’ını seversen kardeşim, o kadar çok kimse yapıyor ne oldu ki? Cenabı Hak, bir gazap etmedi, bir şey olmadı diyorlar. Sonra bir grubu onlara nasihat etmekten vazgeçiyor. “Onlardan bir grup dedi ki: Ya bırakın Allah’ınızı severseniz, bunlarla ne uğraşıyorsunuz? Zaten Allah bunların cezasını verecek, bunları yok edecek, şiddetli azaba çarptıracak. Çünkü Allah’ın emrini tutmuyorlar.” Bunlarla uğraşmayın diyor bir grup o mücadele edenlere. “Yarın Cenabı Hak karşısında özrümüz olsun. Ya Rabbi biz vazifemizi yaptık diyelim diye bunu yapıyoruz. Belki de çekinirler, bakarsın ki düzelirler.” Yani umut da kaybolmaz ama bizim asıl hedefimiz Cenabı Hak karşısında özür beyan etmektir. “Kendilerine yapılan bütün o hatırlatmaları unuttular.” Yani görmezlikten geldiler, yok saydılar. “Onları o kötülükten yasaklayanları kurtardık. Fasıklık yapmalarına karşılık da diğerlerini çok baskıcı, çok alçaltıcı bir azapla azaplandırdık. Yasaklandıkları şeye karşı başkaldırdıkları zaman, ne olacakmış, nesi varmış dedikleri zaman onlara dedik ki alçak maymunlar haline gelin dedik.” Şimdi bakın, burada o günahı işleyenler de gidiyor, onlara nasihat etmekten vazgeçenlerde gidiyor. Ama nasihat edenler kalıyor. İşler, nasihat edenlere kalıyor, diğerleri gidiyor.
“Bir gün Rabbin şunu ilan etmişti. Kıyamet gününe kadar onlara (Yahudilere) mutlaka Allah o azabın en kötüsünü onların başına getirecek kişiler gönderecektir.” Şimdi biliyorsunuz daha Hitler’in vermiş olduğu cezayı çekenlerin en sonu bir iki sene önce öldü galiba yani. E şimdi de zaten şu anda galiba tekrar tehlike çanları ciddi ciddi çalmaya başlamış. Çünkü Allahü Teâlâ’nın kanunu bu. Peki, niye böyle? Sebebini zaten Cenabı Hak biliyor. Belki akılları başlarına gelir diye şey yapıyor ama pek niyetleri de yok. “Çünkü Rabbin cezayı çok çabuk verir ve O, gafur ve rahimdir de.” Yani hem ceza verir, hem de affeder, merhamet eder. Ne demek? Onların içerisinde iyiler olursa onları da affeder ve merhamet eder.
“Onları yeryüzünde gruplara bölmüşüzdür.” Mesela şu anda o kadar çok grup var ki birbirlerinden de pek hoşlanmazlar. “İçlerinde iyileri vardır. Ama bunun aşağısında olan yani iyi olmayanlar da vardır. Onları güzelliklerle ve sıkıntılarla ağır imtihanlardan geçirmişizdir. Bunun sebebi belki vazgeçerler.”
Evet, şimdi şu ayete tekrar dönersek yani ilk okuduğumuz ayete. Bakın Cenabı Hak bunlarla ilgili durumları anlatıyor, vermiş olduğu nimetleri anlatıyor, zaten Bakara suresinde onların çektikleri sıkıntılar, verilen cezalar hep anlatılıyor. O zaman üstünlük, bir ırka mensup olmak değildir. İbrahim aleyhisselamın soyundan gelmişlerdir İsrailoğulları. Çünkü İsrail, İbrahim aleyhisselamın torunu Yakup aleyhisselamın lakabıdır. Yakup aleyhisselamın 12 oğlunun soyundan geliyorlar bunlar. 12 boyları vardır. Bunlara da İsrailoğulları deniyor. Eğer soydan olmak bir üstünlük olsa bunların hepsi üstün olması lazım. Kureyşliler de İbrahim aleyhisselamın diğer oğlu olan İsmail aleyhisselamın soyundan geliyor. Üstünlük söz konusu olsa oradan olması gerekir yani Kureyşliler, Mekke’nin müşriklerinin üstün olması gerekir.
O zaman üstünlük ırktan değil. Allahü Teâlâ üstünlük sebebini öyle bir hale getirmiş ki insanların kendi gayretiyle elde edebileceği bir şeydir. Yani her insana eşit uzaklıktadır üstünlük. Eğer aileden olsa hiçbirimiz annemizi ve babamızı sipariş ederek bu dünyaya gelmedik. Irktan da değil, yaşanan bölgeden de değil. O zaman ne diyor Allahü Teâlâ “Allah katında sizin en değerli olanınız, kendini en iyi koruyanınızdır.”. O zaman yanlışlara karşı nasıl, kim daha çok korursa Allah katında en değerli olan odur. Dolayısıyla o herkese, o en değerli olma, en üstün olma kapısı eşit uzaklıktadır. Ve Allahü Teâlâ diyor ki: “Kişinin kendi gayretiyle yaptığının dışındaki onun değildir.”. Senin yaptığın senindir. Babandan miras kalmışsa o babanın malıdır, senin malın değil. Sen ne yaptın? Senin yaptığındır sana ait olan.
İşte buradan tekrar ayetlerimizi okuyalım. Diyor ki Allahü Teâlâ “Ey İsrailoğulları hatırlayın size verdiğim nimetleri” İşte bir zamanlar Süleyman aleyhisselam vasıtasıyla en büyük hakimiyete sahip olmuşlardı. O büyük hakimiyete Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem vasıtasıyla da sahip olacaklarını kendi kitaplarından biliyorlardı. Ama Muhammet aleyhisselama inanma yerine tuttular sihirbazların peşine düştüler. Çünkü niye bizden değil? Çünkü kibir var. Biz üstün ırkız diyorlar. Biz üstünüz, diğerleri aşağı dendiği andan itibaren İblis’ten hiçbir farkı kalmaz. Çünkü İblis’i İblis yapan ondaki kibirdir. İşte kim? Çevrenize bakın kim büyüklük yapıyorsa, kibir içerisine giriyorsa o kişinin yanlış yapmaması mümkün değildir. Çünkü Allah hiç kimseye bir büyüklük vermemiştir. Allah, büyüklüğü takvaya bağlamıştır. O zaman kendi istediği büyüklüğü elde etmek için Allah’ın düzenini bozmak zorundadır. Allah’ın düzenini bozduğu zaman da fesat ortaya çıkar.
Evet. “Ey İsrailoğulları size vermiş olduğum nimeti hatırlayın ve benim sizi o zamanki tüm aleme…” Neden “o zamanki” dediğimi şimdi anladık mı? “…üstün kıldığımı da hatırlayın.” Bugün üstün olmanızın tek şartı var, Kuran-ı Kerim’e uyacaksınız. Başka yolu yok. Onun için “Siz benim size verdiğim görevi yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim.”. Yani Müslüman olun o zaman dünya hakimiyetini elde edersiniz. Bizim için de aynı şey söz konusudur. Dini kendimize uydurmaktan vazgeçer de dine uymaya başlarsak o zaman Allahü Teâlâ’nın vaat ettiği dünya hakimiyeti mutlaka bizim elimize geçecektir, hiç şüphe yok. E şimdi efendim bu halimizle filan demenin bir anlamı yok. Biz gerçekten Kuran-ı Kerim’e uyarsak halimiz her bakımdan çok çok iyidir. Ama uymadığımız zaman, işte Firavun, Allah’ın dinine uymadı ne oldu? Kuran-ı Kerim’de tam bir hakimiyet kuran bir kişi olarak ifade edilen Firavun yok oldu gitti.
(Bir katılımcı): Âl-i İmrân 26.
Âl-i İmrân 26, hangisi o? Bakayım hangi ayeti söylüyorsun. Evet, bu mülk meselesini diyorsun. “De ki, mülkün sahibi Allah’ım, sen koyduğun kanuna kimi uygun görürsen mülkü ona verirsin.” Allah bir kanun ve kural koymuştur. “Yine kanuna göre mülkü ondan alırsın.” Yani hakimiyeti alırsın. “Yine koyduğun kanuna göre insanları izzet ve şeref verirsin. Yine koyduğun kanuna göre zelil ve hakir kılarsın. Bütün hayır senin elindedir. Çünkü sen her şeye bir ölçü koymuşsundur.” İşte asıl mesele o ölçüye uyabilmektir. “Geceyi gündüzün içine, gündüzü gecenin içerisine sokarsın.” ki bu gerçekten çok enteresan bir şey. İnşallah onun resimlerini Kuzey Kutup’ta çekip size getirip göstereceğim. Müthiş bir olay bu gerçekten. Burada şimdi anlatırsam anlamanız da zor olur. Çünkü çok uzun anlatmak gerekir. “Ölüyü diriden, diriyi de ölüden çıkarırsın. Yine koyduğun kurala göre rızık verirsin, hesapsız rızık verirsin”
Evet şimdi, daha önce size anlattığım bir hatıram vardı. Müslümanların biliyorsunuz şirke girmeleri meselesi var. İşte çeşitli tarikatlar, cemaatler, mezhepler… Buna maalesef mezhepleri sokmak zorundayız bu işin içerisine. Daha önce bunun böyle olduğunu bilmiyorduk, şimdi artık onu da iyice öğrendik. Ve bu gidişle Müslümanların iki yakasının bir araya gelmesi mümkün değil. Yani bugün ilim diye, İslami ilim diye okuduklarımız, maalesef İslami değil. Keşke öyle olsa. Maalesef değil. Yani Müslümanların her şeyi dökülüyor. Her tarafları dökülüyor. Kuran-ı Kerim’e uymadıkça da Cenabı Hakk’ın bize dirlik ve düzenlik vermesini beklemek boşuna olur. Hamdolsun Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin uygulamaları da bize kadar ulaşmış ve Kuran-ı Kerim de elimizde. Dolayısıyla kim bu kitaba uyarsa Cenabı Hak ona bu dünya hakimiyetini kesinlikle verir. Ahireti de verir bu dünyayı da verir. Dünyalık isteyen kim varsa Kuran-ı Kerim’e harfiyen uyması lazım. Ahireti isteyenin de yapacağı o.
Şimdi o tarikatlarla mücadeleye başladığımız ilk yıllardı. Daha henüz Tarikatçılığa Bakış kitabımız çıkmamıştı. Ama mücadelenin en sıkı zamanıydı. Şundan dolayı çok sıkıydı. İşte biliyorsunuz biz 1976’da Cenabı Hakk’ın büyük bir lütfü ve yardımıyla İstanbul Müftülüğüne müftü yardımcısı olmuştuk. Ve kısa bir süre sonra da fetva işleri bize bırakılmıştı. 21 sene o işleri yürüttük. Şimdi bizim, mesela benim büyüdüğüm ailede, okuduğum çevrede tarikat ve tasavvuf yok. Biz sadece uzaktan duyardık talebeliğimiz sırasında. Buraya geldiğimiz zaman da sadece uzaktan. Sonra vatandaşların sorusuyla yakından öğrenme durumu söz konusu oldu. İşte kitaplarını okuma imkanını elde ettik. Okuyunca şaşırdık, Allah Allah nasıl oluyor diye.
Biz o noktaya gelinceye kadar tarikat ve tasavvuf ve cemaatlerin hemen hemen tamamı sorularını bana sorarlardı. Bunu bugün inkar edenleri çıkabilir ama bunun hepsini belgelemek mümkündür. Sorarlardı, yazılar yazardık, toplantılarına katılırdık falan. Sonra bunların yanlış yolda olduğunu görüp de açıkça söylemeye başlayınca tabi çok kötü oldu. Şimdi güvendikleri bir hoca onların yanlış olduğunu söylüyor. Ve orada çok ciddi bir mücadele başlamıştı.
İşte o sırada Konya’da bir toplantıdayız. Toplantıdan çıktık. Uluslar arası bir toplantı vardı İslam iktisadı ile ilgili. Tanınmış hocalardan bir tanesi geldi, yanında da iki tane tanınmış hoca var ama onlar buna çok saygılı olduğu için onlar konuşmuyor. Bana dedi ki, Abdülaziz Bey dedi, bu tasavvuf ve tarikatla mücadeleyi bırak dedi. Hocam dedim, ama bunların yaptıkları şirk dedim. Dedi ki, bak. Şirk olmadan tarikat olmaz dedi. Bunu söyleyen hoca da öbürlerinin mecmuasında bana karşı yazı yazmıştı. Şaşırtıcı bir şey. Dedim hocam, bizim en büyük görevimiz şirke karşı mücadele değil mi dedim. Evet ama kardeşim ben seni düşünüyorum dedi. Sen dedi, çok başarılısın, istikbalin çok parlak, bunlar senin geleceğini karartırlar dedi. Dedim ki hocam, ben bunlardan ya da başkasından bir şey beklemiyorum, sadece Cenabı Hak’tan bekliyorum. Zaten onlardan ya da insanlardan bir şey beklense böyle bir mücadeleye asla giremezsiniz. Bilmem kardeşim, ben seni düşünüyorum dedi. Dedim ki bakın hocam… Ha, ben senden endişe ediyorum dedi. Hocam dedim, asıl ben sizden endişe ediyorum. Sizin bu yaptığınız, cumartesi yasağını çiğneyenlere karşı mücadele edenlere engel olmak isteyenlerin yaptığı gibidir dedim. Biliyorsunuz o zaman onlara işte Allah’ın helak edeceği kişilere niye nasihat ediyorsun diyorlardı ve Allahü Teâlâ, alçak maymunlar olun dediği zaman o mücadeleye karşı çıkanlar da maymun olmuşlardı dedim. Onun için asıl ben sizden endişe ediyorum dedim ve sonra ayrıldık.
Sonra Tarikatçılığa Bakış kitabı çıktı. Yine bir iktisadi bir toplantıda, Boğaz’da bir yerde, daha dar çerçevede bir toplantıdaydık. O kitabı hemen ona gönderdim. Orada dedi ki, Allah razı olsun, ne kadar güzel yazmışsın dedi. Müthiş bir şey dedi ve orada da tebrik etti, kalktı yani böyle geldi sarıldı tebrik etti. Tabi ben sonra öğrendim ki hoca, aslında kötü niyetli değil. Hocaya birtakım fetvalar soruyorlarmış benim aleyhime. O da o zaman o korkudan öyle söylemiş.
Şimdi buna, ama buna çok dikkat edelim. Gerçekten yani biz Müslümanlar olarak doğru dürüst davranmamız lazım ve bugün en üstün konumda olan bizler olmamız lazım. Bunla ilgili ayetleri de okuyayım ve dersimizi bitirelim. Âl-i İmrân 139 ve 140. ayetleri de okuyalım.
Allahü Teâlâ burada şöyle diyor: “Gevşemeyin ve üzülmeyin. İnanıyorsanız en üstün olan sizlersiniz.”. Gerçekten şahsen ben bunu hep yaşadım yani, Yurt dışında, her yerde yaşadım. Mesela ben bir yerde Oryantalistlerle ilgili bir toplantıya dinleyici olarak katılmıştım. Yani Oryantalist dediğimiz işte İslam’la ilgilenen Batılıların durumu. Onların yanında yetişmiş olan arkadaşlarımız konuşuyorlardı. Onları dinleyince şaşırdım. Yahu bunlar, onların yanında herhalde üç adım geriden geliyorlar. Onlar bunları hiç yanlarına bile yaklaştırmıyorlar demek ki diye şaşırmıştım. Halbuki bizim de onlarla çok toplantılarımız oluyor, işte gidiyoruz, yapıyoruz. İnşallah bir, bir buçuk ay sonra yine olacak. Hiç mübalağa değil bizim bütün toplantılarımızı internete koyuyoruz, bakın. Biz birkaç adım öndeyiz. Onların hiçbirisi bizim yanımızda değil. Onlar bizim yanımızda konuşmuyor, sadece soru soruyorlar. İşte bu bir üstünlük değil mi? “İnanıyorsanız en üstün olan sizlersiniz.” Elhamdülillah bunu yaşıyoruz. Ama Allah’ın kitabına sıkı sarılacaksınız.
“Eğer size bir yara isabet ettiyse yani şimdi biraz geri durumdaysanız -tabi burada Bedir ve Uhud Savaşlarındaki durumdan bahsediliyor- onlara da sizin gibi bir yara isabet etmişti. Bedir’de de siz onlara zarar vermiştiniz. Biz bu günleri, bu zafer günlerini insanlar arasında dönüp dolaştırırız.” Her zaman Müslümanlar zafere ulaşmaz ki. Öyle olsa insanlar sırf zafer kazanmak için Müslüman olurlar, Allah’ın dini için değil. “Bu şunun içindir, inananları Cenabı Hak bilsin, sizden şahitler alsın.” Göresiniz yani Allah’ın müminlere neler yaptığını. “Allah zalimleri sevmez.”
Evet, dersimizin birinci bölümünü bitirdik böylece.