Bugün Bakara suresinin 121. ayetindeyiz. Burada Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkıyla okuyanlar, hakkıyla tilavet edenler, işte onlar o kitaba inanırlar. Kim kitabı görmezlikten gelirse onlar da kaybederler.”. Bu ayeti geçen hafta okuduğumuz ayetle okursak şöyle olur: “Senden Yahudiler asla razı olmayacaklardır, Hıristiyanlar da öyle. Onların şeriatlarına uyuncaya kadar.”. Yani onların dinlerinin bütün kurallarına uyarsan, kabul edersen uymayı, o başka. O zaman razı olurlar. “Sana bu bilgi geldikten sonra onların hevalarına, arzularına uyarsan Allah’tan yana sana ne bir dost, ne de yardımcı olur.” Yani Cenabı Hakk’ın ne bir dostluğunu görürsün, ne de yardımını. Ne halin varsa gör o zaman.
Şimdi o ayette “onların arzularına uyarsan” ifadesi kullanılıyor. Şimdi, onların arzuları kitaplarında olmayan şeylerdir. Şimdi, o ayetle birlikte bu ayeti anlarsak “Kendilerine kitap verdiklerimiz…” işte Yahudilerin kitabı var, Hıristiyanların da kitabı var, “…onu tilavet ederler.”. “Tilavet” kelimesinin manası, kitabı anlayarak, uymak maksadıyla okumaktır. “Tûl” yada “tûluf”, bir şeyi takip etmek, araya herhangi bir şey koymadan yani mesela kitap olduğuna göre kitapla kendi arasına bir şey koymadan doğrudan doğruya uymak maksadıyla okumaktır. Okumaktan maksat da kafaya yerleştirmektir. Orada “kıraat” kelimesi kullanılıyor. Biz kıraate okuma, alışkanlık anlamını veriyoruz. Okuma dediğimiz zaman da işte yazılı bir metnin okunmasını, mesela kitabın alınıp okunmasını anlıyoruz.
Şimdi, bundan birkaç hafta önce zihnime takılan bir mesele var. Biraz önce de arkadaşlarla konuştuk Vakıfta. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selleme Alak suresi indiği zaman şöyle bir şey anlatmışlardır hep. Okullarda öğrendik, cami kürsülerinde defalarca duyduk, hatta biz de vaazlarda birkaç kere söyledik bunu. İlk gelen vahiy, Alak suresinin ilk beş ayetidir. Bu ayetlerde Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selleme Cebrail a.s. geldi, ikra dedi, oku dedi. Peygamberimiz ne demişti? Ben okuma bilmem dedi. Ondan sonra ne oldu? Cebrail a.s. onu sıktı, kemikleri kırılacak gibi oldu. Tekrar ikra dedi. Ben okuma bilmem dedi.
Şimdi, Cebrail a.s. Peygamberimize şöyle bir yazılı kağıt mı getirdi. Yani o ilk beş ayet bir kağıda yazılı olarak geldi, o da peygamberimize verdi. Al bunu oku. Böyle bir şey oldu mu? Böyle bir şey olmadığına göre “Ben okuma bilmem.” demenin anlamı ne? Var mı bir anlamı? Şimdi düşününce gerçekten insanın zihninde birtakım şeyler canlanıyor. Orada şu yazılı kağıdı oku demiyor ki Peygamberimize sallallahu aleyhi ve selleme, o da ben okuma bilmem desin. Peygamberimizin okuma bilmediğini zaten Kuran-ı Kerim’den öğreniyoruz. Ankebut suresinin 48. ayeti, burada Allahü Teâlâ şöyle diyor: -orada kıraat kelimesi değil, tilavet kelimesi var- “Bu Kuran-ı Kerim’den önce sen herhangi bir kitabı tilavet etmiş değildin.”. Tilavet ne demek? Uymak için, anlamak için okumak demektir. Okumak için de illa bir metin olması gerekmiyor.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Kuran-ı Kerim’i tilavet eden bir zattır. Yani Kuran-ı Kerim’i anlamak için okuyor. İşte Cenabı Hak, “Biz bu Kuran’ı senin zihninde toparlayacağız, sen de unutmayacaksın.” diyor. E zihninde varsa işte okuduğu zaman o. Bana bir Fatiha okur musun dediğim zaman ezberindeyse okuyabiliyorsunuz değil mi? Onu anlayabilirsiniz. Anlamak için okuduğun zaman da adına tilavet denir. Bundan önce senin, yani şöyle bir “min kitap” dediğimiz zaman da Arapçada illa bu kitap olması gerekmiyor. Yazılı herhangi bir belgeye kitap denir Arapçada. Yazılı herhangi bir şey. “Sen bundan önce yazılı herhangi bir şey okumuş değilsin.” İlk okuduğunu kitap bu. O da bizim bildiğimiz manada Arap harflerini sökerek okumak değil. Ezberden kafasına yerleştirmek ve uymak için okumak. “Sen öyle bir yazıyı da sağ elinle yazmış değilsin.” yani elinle de yazı yazmış değilsin. Ne yazdın, ne okudun. Peki, daha önce bir kitap okumuş olsaydı ya da yazmış olsaydı ne olurdu? “O zaman bu, hakkı batıl gösteren kişiler şüpheye düşerlerdi.” Bu da çok ilginç, hakkın hak olduğunu anlıyorlar ve batıl gösteriyorlar. Şüpheye düşerler ne demek? Yani kendilerini haklı görecek sebepleri olabilirdi. Şimdi, bu hakkı batıl görenler, gösterenler yanlış olduklarını bile bile bunu yapıyorlar. Ama o takdirde kendilerini de haklı görebilirlerdi.
Şimdi mesela Batılılar Kuran-ı Kerim’e Allah’ın kitabı demezler, Muhammet’in kitabı derler. Ve Muhammet sallallahu aleyhi ve selleme bu kitabın vahyedildiğini kabul etmezler. Onun için Cebrail aleyhisselamın kitabı getirmiş olduğunu da kabul etmezler. Onların inancını tümüyle paylaşan bir kısım tarihselciler vardır. Onlar da aynı şeyi söyler ama biraz farklı olarak Muhammet aleyhisselama peygamber derler, Kuran’a Allah’ın kitabı derler ama bizim anladığımız manada o ne Allah’ın peygamberidir; ne de Kuran, Allah’ın kitabıdır. Kuran gerçek anlamda bir insanın eseridir derler. O kelimeyi sadece zihinlerde karışıklık meydana getirmek için söylerler. Yani aksi takdirde Müslümanların yanında konuşamayacaklardır. Kuran’a Allah’ın kitabı demeseler kimse onları dinlemez Müslümanlardan. Muhammet, Allah’ın peygamberidir demeseler kimse onları dinlemez. Laf olarak bunları söylerler, ön tarafa bir perde, arka tarafta yine oyunlarını oynarlar.
İşte Muhammet’in kitabı, Allah’ın kitabı değil. Onun için İslam’a da Muhammet’in dini derler. Allah’ın dini demezler. İşte, Kuran-ı Kerim’i Muhammet’in kitabı yaptım mı gerisi kolay. O zaman ne olur? Muhammet sallallahu aleyhi ve sellem belli bir tarihte, belli bir coğrafyada yaşamış akıllı bir insan. O zamanın bilgilerini derlemiş toparlamış, bir kitap olarak koymuş. Bayağı da bilgili bir insanmış baksana hala bilgileri geçerli. Ama bu kitap tümüyle uygulanamaz çünkü o dönemde Muhammet tarafından haşa o günün şartlarına göre toplumu yönlendirmek için belirlenmiş prensipler vardır. O prensiplerden yararlanılabilir. Ama olduğu gibi zamanımıza aktarılamaz. Çünkü bu, belli bir tarihte, belli bir bölgenin şartlarına göre yazılmış bir kitaptır. Bugün onu söylüyorlar.
Şimdi bunu söyleyenlerin en büyük sıkıntısı, Muhammet aleyhisselamın okuma yazma bilmemesidir. Bu sebeple bunu asla kabul etmezler. Çok ilginçtir, bizim bazı böyle onlarla alakası olmayan bazı hocalar da onların havasına kapılıyorlar. Bu ayetleri nasıl yorumluyorlar bunu da bilmiyorum. Peygamberimiz okuma yazma bilirdi diyorlar. Ya kardeşim, bilse ne olacak, bilmese ne olacak? Sanan ne? Allahü Teâlâ bilmediğini söylüyor. Ha, sonradan öğrenmiş. Nerden öğrenmiş? Hani deliliniz?
Şimdi, Muhammet aleyhisselamın ümmi olduğunu zaten önceki kitaplar da bildiriyor. Mesela, Araf suresi 157 ve 158. ayetlerde Cenabı Hak onu bildiriyor. Diyor ki burada “Ümmi nebi olan resule uyanlar…” ve o aynı kelime 158’de: “Allah’a ve ümmi nebi olan resulüne inanın.”. Şimdi, ümmi nebi olan resulüne inanın ifadesi bugünkü insanları da kapsıyor mu? Tarihsel bir ifade mi? O zaman Muhammet sallallahu aleyhi ve sellemin herhangi bir tarihte okuma yazma öğrenmiş olması söz konusu değildir. İşte o zaman diyor ki: “iden lertaben muktilun” bunu bir parantez bilgisi olarak düşünün. Şimdi oradan geçiyorum.
Muhammet sallallahu aleyhi ve sellem okuma bilmiyor, Cebrail aleyhisselam da ona yazılı bir metin getirmemiştir. Herkes biliyor yani. Kimse bunun aksini söylemiyor, en azından Müslümanlardan. Tabi ki Batılılar böyle bir şeyi kabul etmezler. Ama şu anda Batılı dediğimiz zaman da artık Batı’da da ciddi manada çözülme emareleri gözüküyor. Fakat bunu kabul etmeyenler böyle ifade ediyorlar.
Şimdi, “İkra bismi Rabbikellezi halak.” “Yaratan Rabbinin adıyla oku.” dendiği zaman Peygamberimize yazılı bir belge getirilmediğine göre Peygamberimizin ben okuma bilmem demesi de mümkün değil. O zaman “ikra” kelimesinin manası farklı bir şey demek ki. Zaten “karea”nın anlamı “cemea”dır: Toplamak. O zaman bir şeyi, bilgiyi zihninde toplamak. “Yaratan Rabbinin adıyla şu bilgileri kafana yerleştir.” dediği zaman ben yerleştiremem diyecek hali yok elbette. Ondan sonra “Halakal insane min alak.” “İnsanı alaktan, rahim duvarına yapışmış embriyodan yaratmıştır.” diye. Bakın, Allahü Teâlâ ilk ayetlerde insanların dikkatini kişisel hayatın başlangıcına çeviriyor. İnsanın yaratılışına çeviriyor ve kainatı okumaya çeviriyor. Ondan sonra “İkra verabbükel ekram.” “Oku, Rabbin çok ikram sahibidir, iyiliği bol olan bir zattır.” diyor. “Ellezi alleme bil kalem.” “Allah, kalem ile öğretti.” Ama peygamberimize değil. Kime? “Allemel insane” “O insana”, “malem yalem” “bilmediğini öğretti. Hangi insana Cenabı Hak, bilmediğini öğretmişti? Adem aleyhisselama. Demek ki Adem aleyhisselama o esmayı ki onun içerisindeki manalar, biliyorsunuz bu konuda da bir ders yapmıştık. Aslında ilimin esas, en derin bölümü oluyor. O esmayı Allah, Adem aleyhisselama kalem ile öğretmiş. Demek ki yazıyı Adem aleyhisselama Allah öğretmiş ama Peygamberimize öğrettiği yok. Niye öğretmemiş? Çünkü hakkı batıl gösterenler şüphelenirlerdi.
İşte kıraat, bir şeyi kafaya yerleştirmektir. Zaten Türkçemizde bir söz vardır; okumak, anlamak içindir derler değil mi? Anlamadıktan sonra okusan ne olacak, okumasan ne olacak? Bazıları alır, ben işte günde bir kitap bitirdim. E güzel de ne anladın? Valla bir şey anlamadım. E daha niye okudun, yazık değil mi o bir gününe? İşte, bazıları da geliyor, haftada bir hatim indirdim. Güzel. Ne anladın? Tamam da sana emredilen tilavet. Yani anlayarak okumak. Kıraat de öyle. Manayı kafaya yerleştirmek. Anlamadıktan sonra ne olacak? Yani şimdi siz gidiyorsunuz hastaneye, iyi bir doktor buluyorsunuz. Çok uzman bir doktor. Hastalığınızı anlatıyorsunuz, adam gerçekten teşhis koyuyor. Ondan sonra size bir reçete yazıyor, gayet güzel bir reçete. Siz geliyorsunuz o reçeteyi altın bir çerçeveyle çerçeveletip duvara asıp sabah akşam okuyorsunuz. Hastalığınız iyileşir mi?
İşte burada diyor ki Allahü Teâlâ, “Kendilerine kitap verdiklerimiz, …” Bize de kitap verdi Cenabı Hak. Bütün nebilere de kitap verdi. İşte bir önceki ayette anlatılan Yahudi ve Hıristiyanlara da kitap verdi. “… onu hakkıyla okuyanlar” İster Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Müslüman olsun. Yani onu anlayıp ona uymak için okuyanlar. “işte onlar o hidayete, Allah’ın hidayetine, Allah’ın gösterdiği yola inanırlar ya da Allah’ın kitabına inanırlar ya da kendi kitaplarına inanırlar.” Uymak için okumadıktan sonra bir anlamı olmaz. “Kim onu kafir olursa” yani bunu görmezlikten gelirse, o kitabı görmezlik ederse, o kitabın ayetlerini görmezlik ederse “işte onlar kaybetmiş olan insanlardır.”
Şimdi, Âl-i İmrân suresinin 113. ayetini açalım. Bakalım bunlar kimlermiş? Cenabı Hak, bu ayetten önce ehli kitaptan yanlış yolda olan kimseleri, peygamberleri haksız yere öldüren kişileri anlatıyor ve nasıl yanlışlar yaptıklarını anlatıyor, anlattıktan sonra diyor ki, “O ehli kitap, Yahudi’si Hıristiyan’ı aynı değildir. Onlardan bir kısım kimseler vardır, dik dururlar. Allah’ın ayetlerini gecenin belli zamanlarında okurlar ve secde yaparlar, yani Allah’a boyun eğerek okurlar. Yani uygulamak için okurlar. Allah ve ahiret gününe inanırlar. Marufu emreder, münkeri yasaklarlar ve hayırlarda birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyilerdendir.”. Yani ehli kitabın içerisinde de kitaplarına gerçekten uyanlar vardır. İşte o kitaplarına gerçekten uyanlar çok iyi bilirler ki kendi kitaplarını tasdik eden bir resul geldiği zaman ona mutlaka inanmaları lazım. Onu duydukları zaman hemen inanırlar. Geçen hafta okumuştuk neydi? Maide suresi 83. ayete: “Bu kitapları hakkıyla okuyanlar, bu resule indirilmiş olan ayetleri işittikleri zaman gözlerini görürsün ki yaşlar boşanıyor.” Türkçede ne denir, seller gibi yaş akıyor gözlerinden. Neden dolayı? “O gerçeği anladıkları için.” Çünkü kendi kitapları gelecek peygambere inanmayı emrediyor. O peygamberin de özelliğini anlatıyor. Onun burada olduğunu görünce gözlerinden yaş akıyor. Ne derler? “Ya Rabbi inandık.”.
Peki, bugün okuduğumuz ayet ne diyor? “Kendilerine kitap verdiğimiz, onu hakkıyla okuyanlar…” işte bunları anlattı mı Cenabı Hak ehli kitapta. “işte onlar duydukları zaman gerçeği anladıkları için gözlerinden yaşlar akar, derler ki ya Rabbi inandık.” Burada da diyor ki Allahü Teâlâ “İşte onlar bu kitaba inanırlar ya da bu kitabın gösterdiği hidayete inanırlar.”. Ondan sonra ne derler? “Ya Rabbi bizleri şahitlerle birlikte yaz.” Şahit ne demek? Eşhedü diyen yani kesin inanıyor. En küçük şüphesi yok. Gözüyle görmüş, eliyle tutmuş gibi. Bak, bilenlerle demiyor çünkü bilgide yanlışlık olabilir. Ama şahitlik öyle değil. Ben gözümle gördüm kardeşim. Benim gözümle gördüğümü mü bana tarif ediyorsun? Beni şahitlerle birlikte yaz derler Cenabı Hakk’a. Yani eşhedü enne muhammeden abduhu ve resulü. Zaten la ilahe illallah’ı diyor bunlar. Orada bir problem yok. Eşhedü enne muhammeden abduhu ve resulü diyor çünkü bu kitap Allah’ın kitabıdır, kesin.
Ondan sonra ne diyor, “Niçin biz Allah’a inanmayalım ki, bize gelmiş bu gerçeğe niye inanmayalım? Biz istiyoruz ki Rabbimiz iyilerle birlikte bizi kendi rahmetine soksun. Bu sözlerine karşılık Allah onlara içinden ırmaklar akan cennetleri karşılık olarak verir, ölümsüz olarak girmek üzere. İşte bu muhsin olanların karşılığıdır.”. Yani içlerinde olanı aynen uyguluyor. İçi dışı bir. Yani dürüst davranıyor, güzel davranıyor. Peki, bir de güzel davranmayanlar var. Onlar kim? “Bu ayetleri okudukları halde mesela Allah’ın kitabını görüp de görmezlikten geliyor. Ayetlerimiz karşısında yalana sarılıyor.” Pekala anlıyor bunun Allah’ın ayeti olduğunu. “Bunlar da cehennemliktir.”
İşte bugün okuduğumuz ayet, bu ayetlerin bir özeti mahiyetinde. “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkıyla tilavet edenler, okuyanlar, işte bu kitaba onlar inanırlar.” İşte öbür tarafta geçen her şeyi burada özetlemiş oluyor. “Kim bu kitabı görmezlikten gelirse onlar kaybedenlerdir.” Evet, yani her zaman söylüyoruz, doğruları bilmek başka bir şey, kabul etmek başka bir şeydir.
Şimdi, Allahü Teâlâ ehli kitaba şöyle emir veriyor, diyor ki Maide suresinin 68. ayetinde, “Onlara şöyle söyle: Ey ehli kitap, Tevrat’ı ve İncil’i ayakta tutuncaya kadar hiçbir temeliniz olmaz.”. Siz Tevrat’a inandığınızı söylüyorsunuz, uygulamıyorsunuz. İncil’e inandığınızı söylüyorsunuz, uygulamıyorsunuz. Hiçbir temeliniz olmaz. “…ve sizlere Rabbinizden indirilmiş olan bu kitaba inanmadıkça.” Çünkü bu ayetlerle muhatap olmak için bu kitabı görmüş olmaları lazım. Gördükten sonra da buna mutlaka inanmaları gerekir. Bu kitaba inanmazlarsa Cenabı Hak onları tamamen temelsiz kabul ediyor. Burada karar Allahü Teâlâ’ya ait olduğu için bize inanmaktan başka bir şey düşmez.
“Şurası da kesin ki Rabbinden sana indirilmiş olan, onların çoğunun taşkınlığını ve kafirliğini artırır.” Niye kafirlik ediyorlar? İnsanı kafir yapan gerçekleri bilmemesi değil, gerçekleri kabul etmek istememesidir. Orada da kendi enesini yenemez. Ya biz yani olur mu? Söyleyeceksek biz söylemeliyiz, başkası söyleyemez bunu. Yani o benliği, o kibri yenemediği için, kendini büyük gördüğü için inanmak istemez. Ondan dolayı da ne kadar ayet okursanız okuyun bütün bunlar onun taşkınlığını ve günahını, kafirliğini artırır. Başka hiçbir şey yapmaz. “O zaman sen bu kafirler topluluğuna üzülme.”
Bir de Hac suresinin 72. ayetini okuyalım. Aynı durum Müslümanlarda da vardır. Yani şimdi ehli kitapsa biz de ehli kitabız. Ne demek? Kitaba sahip olan. Cenabı Hak bize de kitap indirdi. Bize de Cenabı Hak, kitap vermiş oldu. Yahudileri tenkit etmek kolay. Dik durmuyorlar, kitaplarına uymuyorlar. Peki, biz, biz ne yapıyoruz?
Onun tersi münkerdir. Münker de üç türlü olur. Birisi yani örf, bilinen, evrensel niteliği olan şeydir. Münker, bilmediğin şey olabilir. Bilemezsin. Mesela Yusuf aleyhisselamın kardeşleri yanına girdiği zaman Allahü Teâlâ diyor ki, “Yusuf a.s. onları tanıdı ama onlar onun için münkirdiler.”. Yani tanımadılar. Çünkü onun Yusuf olabileceğine hiç imkan vermiyorlardı ki. Yusuf’la karşılaşacaklarını hiç düşünmüyorlardı. Onun için burada münker, bilmeme manasına gelir.
Bir de kişinin fıtratının kabul etmediği anlamı vardır münkerde, o da yanlış şeylerdir. Yani evrensel doğruların adı maruf, yanlışların adı da münkerdir. Onu fıtrat kabul etmez. Onu zorlarsınız kabul etmesi için, alışkanlık meydana getirirsiniz, ondan sonra tamam.
Üçüncüsü de bildiği halde bilmez gözükenlerdir. Doğru olduğunu biliyor ama bilmez gözüküyor. İşte onun tavrı da münkerdir. Onlara da münkir denir. İnkar ediyor. İşte biz onlara inkarcı diyoruz. Gerçeği, doğruyu bildiği halde yalan söylüyor. “Onlara her şeyi açıklayan ayetlerimiz okunduğu zaman o kafirlerin yüzünde münkeri görürsün.” Hoşlanmıyorlar yani o ayetler rahatsız ediyor onları. Neden rahatsız ediyor? Ayetler yanlış olduğu için değil. Yalan söyleyenleri en çok rahatsız eden şey, doğrulardır. O doğrular onun hesabına gelmiyor. Sen doğruları söylüyorsun, adam hop oturup hop kalkıyor. Çünkü kendi sistemi çöküyor.
“Kendilerine ayetlerimizi okuyanları nerdeyse üzerlerine çullanıp boğmak isterler, ezmek isterler.” Bugün de kendisine Müslüman diyen, hatta namaz da kılabilen, hacca da gitmiş olan nice insanlar vardır ki Allah’ın ayetlerini okuduğun zaman “Kardeşim bana ayet okuma.”… Niye? “Adamı günaha sokuyorsun.” Çok iyi biliyor. Yani kendi cezasını kendi biçiyor. Ayeti kabul etmiyor. Ayeti kabul etmemenin cezasının ne olduğunu da gayet iyi biliyor. Onun için bana ayet okuma diyor.
“Onlara de ki, bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Cehennem ateşi.” Bak şimdi, şu ayetlerden rahatsız oluyorsunuz ya… Sizi bayağı sıkıntıya sokuyor. Daha kötüsü var. O da cehennem ateşi, oraya girecek, orada ne yapacaksın? “Allah onu kafirlere söz vermiştir.” Tabi bunların hiçbirisi kendisini kafir saymaz. Ne demek? Hem her türlü kafirliği yapacak, hem de kafir sayılmayacak. Güzel, bana kalsa saymayabilirim, sana torpil geçerim ama Cenabı Hak beni dinlemez ki. Allah koyduğu kanunu neyse onu uygular. “Ne kötü hale gelmektir o.”
Son olarak 18. surenin (Kehf suresi) 103. ayetinden itibaren okuyalım ve konuyu toparlayalım. Şimdi, Allahü Teâlâ burada şöyle diyor. Bak, bugün bazı Müslümanları ne kadar güzel anlatıyor, şu ayetleri bir dinleyin de… Yani kendine Müslüman diyen bazı insanları bu ayetler ne kadar güzel anlatıyor.
Allahü Teâlâ burada şöyle buyuruyor: “De ki size haber verelim mi yaptıkları işler açısından en çok zarara uğrayan kim? En müflis adam kimdir onu söyleyelim mi?”. Siz şimdi müflisi diyeceksiniz ki işleri bozulmuş, borçlarını ödeyemiyor, adamı içeri atacaklar; evini, eşyalarını satıyorlar; karısı, oğulları terk etti, adam ne idi ne hale geldi. Müflis o değil. Asıl müflis kim? O, bu dünyada, yarın çalışır kazanır. “Bu dünyada yaptıkları çalışmalar boş…” Bir şeyler yapıyor, durmuyor, şunu yapıyor bunu yapıyor. Hadi şuraya şunu yapalım, buraya bunu yapalım, birçok şeyler yapıyor. Ama boş. “Bunlar zannediyorlar ki çok güzel şeyler yapıyoruz.” İşte şurada hastane yaptık, filan yerde yol yaptık, falan yerde okul yaptık, filan yerde Kuran kursu açtık, filan yerde fakirlere yardım ettik… Güzel şeyler yaptıklarını düşünüyorlar.
“Bunlar Rablerinin ayetlerini görmezlikten, Allah’la yüz yüze geleceklerini görmezlikten gelen insanlardır.” Yani şimdi ayetleri okuyorsunuz, onların başka ayetleri de oluyor. Allah’ın kitabını okuyorsunuz, onların başka kitapları da var. O başka kitap kabul ediyorsa Kuran’ı kabul ediyorlar, yoksa yok. Cenabı Hak’la yüz yüze geleceklerini mesela “lika”… “Lika” ne demek? Türkçede kullanılır, mülakat ne demektir? Karşı karşıya görüşme. Arada birisi olsa buna mülakat denir mi? Allah’la mülakatı kabul etmiyorlar. Niye? Çünkü araya birisi girecek, kendilerini kurtaracak. Avukat buluyorlar, aracı buluyorlar, tefeci buluyorlar falan filan. Birisi avukatları oluyor, kendilerini kurtarıyor. İşte “lika”, yüz yüze gelmek.
Onun için dikkat ederseniz mesela siz de burada şahit oldunuz birçok kere de benim de hep gördüğüm şu: Süleymaniye Camisinde sabah namazlarının çoğu zaman ben kıldırırım. Namazda okuduğum bir ayeti de açıklardım. Sonra bazı gruplar çok rahatsız oldular ve bizim namaz kıldırmamızı yasaklayan bir emir çıkarttılar. Neden rahatsız oldular? Sabah namazına gelen kişiler orada okuduğum ayetlerden rahatsız oldular. Şimdi bakın, iyi şeyler yaptıklarını zanneden insanlara bakın. Mesela şu ayeti okusam: “O gün hiç kimse, hiç kimse için hiçbir şey yapamayacak, o gün emir ve irade tamamen Allah’a aittir.”. Bunu söylediğin zaman Allah’la yüz yüze gelmeyi ummayan kişi ne der? Olur mu öyle şey diyor. Camide sabah namazını kılmış, o cemaate okuduğum ayeti açıklıyorum, hemen itiraz: “Olur mu öyle şey!” diyor. Kime itiraz ediyorsun? Çünkü Allah’la yüz yüze gelecek yüzü yok, biliyor kendisini. Haşa, araya Allah’tan daha merhametli, daha güçlü birisi girecek, onu kurtaracak.
Bir gün şu salonda yemek yedik. Şuralarda bir masada oturuyorum. Yemekten sonra birisi dua etti, “Şefaat ya Resulallah.” dedi. Alışkın ya işte, “Nimeti Celilullah, bereketi Halilullah, Şefaat ya Resullullah…” alışılmış, böyle söyleniyor. Yani, ya Resulullah bana şefaat et. Bunu söyleyenler hangi niyetle söylüyorlar? Beni kurtar. Kimden kurtaracak? Allah’tan! Haşa, haşa. Ben hemen, olmadı dedim. Bunu söylememeniz gerekir diye kalktım anlattım. Masamda oturan birisi, bana şefaat etmeyecek peygamberi ne yapayım dedi. O da çok güzel işler yaptığını zanneden bir kişi işte.
Bakın, Allah’la yüz yüze gelme meselesi basit değil. Ayetleri okuyorsunuz. Kalkıp itiraz ediyorlar. Bu itirazı kime yapıyorsunuz kardeşim. Bana mı yapıyorsunuz, Cenabı Hakk’a mı? Çünkü Allah’la yüz yüze gelme meselesini söylediğiniz zaman bu iş çok kötü. Araya birisi girip de bizi kurtarmazsa yandık haşa. Çünkü Cenabı Hakk’ın merhameti yok, haşa. Çünkü bazıları o kadar çok merhametli ki cehenneme ben gireyim de kimse girmesin diyor. Sen zaten gireceksin, sen boşver. O zaman başkalarını düşünecek halin zaten kalmayacak. Allah’tan daha merhametli! Yahu, Allah’a karşı haşa meydan okuyor.
İşte, diyor ki bakın, Cenabı Hak “Dünya hayatında çalışmaları boşa gidenler zannediyorlar ki çok güzel şeyler yaptık, çok güzel işler yapıyoruz.” Yani bu yaptıkları en fazla zarar meydana getirecek… Bunlar kafir yani birçok ayeti görmezlik ediyorlar. Sadece bir tane ayeti görmezlik etsen yeter ya. O kadar ayet okuyorsun, bu konuda o kadar çok hatıram var ki şimdi anlatırım, kiminle ilgili olduğunu hemen anlarsınız. Lüzum yok. Yüzlerce hatıram var yani çok büyük böyle, büyük büyük mücahitler, bilmem neler falan filan… Yani böyle büyük büyük ulema, büyük büyük bilmem ne. Hatıralarımı anlatırsam o zaman onların ne halde olduğunu görürsünüz. Arada sırada söylüyoruz zaten, üstü kapalı ya da açık. Ama kitaplarda bunlar açıkça var, gizli kapaklı değil. Şimdi, konu başka tarafa sapmasın diye anlatmıyorum.
Şimdi, burada diyor ki Allahü Teâlâ, “Rablerinin ayetlerini görmezlikten geliyorlar.”. Kendilerini şu ya da bu kurtarıyor. “…onunla yüz yüze gelmeyi. Onların yaptıkları yanıp gitti, yok oldu. Kıyamet günü onlar için terazi kurmayız.” Tartılacak bir şeyleri yok ki. Ne tartılacak? Sevapları yok ki tartılsın. Tartı kurmaya ne gerek var? Sevabı olacak ki tartasın, hangi tarafı ağır geliyor göresin. “İşte bu böyle. Ayetleri görmezlikten gelmelerine karşılık bunların cezaları cehennemdir. Onlar benim ayetlerimi ve elçilerimi hafife aldılar. İnanan ve iyi iş yapanlar var ya onlar için de Firdevs cennetleri konaklama yeri olacaktır. Orada ölümsüz olarak kalacaklardır. Oradan başka tarafa gitmeyi hiçbir şekilde istemeyeceklerdir.”
Evet, tekrar ilk ayete dönelim ve bu dersimizi bitirmiş olalım. Bakın, ne diyor Allahü Teâlâ, “Kendilerine kitap verdiğimiz, onu hakkıyla okuyan…” anlayıp uygulamak için. tilavet anlayıp uygulamak için okumaktır. Anlamadan okumaya tilavet denmez. Kıraat de manayı kafaya yerleştirmek için okumaktır. Çünkü karea’nın manası cemea’dır. Anlamak ve kavramak için okumaktır. Bizim okumaya hangi kelimeyi kullanacağız bilmiyorum. Arapçası yok da Türkçede herhalde bir şeyler olur. Ya da var da şu anda aklıma mı gelmiyor, nasıl? Telaffuz mu? Neyse, o olabilir. “Kim bu Allah’ın kitabını görmezlikten gelirse işte onlar kaybederler.” Kaybetmenin de ne olduğunu bütün detaylarıyla gördük. O zaman kaybedenlerden olmak istemiyorsak Allah’ın ayetlerini hakkıyla okumamız lazım ve güzel bir şekilde uymamız, uymak için okumamız lazım Cenabı Hak, cümlemizi onlardan eylesin.