Bugün, Bakara Suresinin 108. Ayetini okuyacağız.
Burada Allah’û Teâlâ söyle buyuruyor:
Euzubillahimineşşeytanirracim
“Size gelen elciden bir şeyler mi istiyorsunuz? Daha önce Musa’dan istenen şeyler gibi! Kim imanı verir, karşılığında küfrü alırsa, imanı küfürle değiştirirse, düz yoldan sapmış olur.”
Musa a.s.’dan bir takım şeyler istenmişti; biz bunu, bu surede okumuştuk. Bakara suresinin 55. ve 56. Ayetlerine bakarsak; 7. sayfada, Allah’û Teâlâ, burada Yahudilere hitaben diyor ki:
“Bir gün dediniz ki: Musa, Allah’ı açıkça görene kadar bizim sana inanmamız söz konusu değildir.”
“O saika (yüksekçe bir ses) sizi yakaladı; siz bakıyordunuz ve siz öyle bakakaldınız.”
Bakakaldınız; donakaldınız, olduğunuz yerde öldünüz veya bayıldınız şeklinde de açıklanabilir.
“Ölümünüzden sonra sizi tekrar dirilttik; belki şükrederdiniz.
Buradaki ölüm kelimesi, yukarıdaki kelimenin ölüm anlamına geldiğini teyit etmiş, kuvvetlendirmiş oluyor.
Yani, İsrailoğulları, Allah’tan, Musa a.s.’ı açıkça kendilerine göstermesini istiyordu ve göstermezsen inanmayız diyorlardı. Şimdi bunların her biri gAyet iyi biliyorlar ki, Cenab’ı Hakkın açıkça gözükmesi mümkün değil. Yani, tüm varlıkların sahibi olan Allah’ı, siz, küçücük dünyada nasıl böyle açıkça göreceksiniz? Ama bunlar, inanmamaya karar verdikleri için, inadına böyle sorular soruyorlar. Ehli Kitap, Peygamberimizden de bazı şeyler istemişti. Ehli Kitap dediğimiz, yani, Yahudi ve Hristiyanlar; tabi burada daha çok Yahudiler, Peygamberimizden de bir şeyler istemişlerdi. Onu da Nisa Suresinin 153. Ayetinde görüyoruz.
Burada, Allah’û Teâlâ, söyle buyuruyor:
“Ehli Kitap, gökten onlara bir kitap indirmeni istiyor; Musa’dan istedikleri bundan daha büyüktü. Şöyle demişlerdi: Allah’ı bize açıkça göster! “Böylece bu yanlışları sebebiyle, o saika, o yüksek ses, onları yakalamıştı”. “Kendilerine o açık belgeler geldikten sonra da, o buzağıya yapışmışlardı. Onları, bundan bağışlamış ve Musa’ya da açık bir belge vermiştik.”
İşte; az önce Bakara Suresinde okuduğumuz Ayetlerde, Musa a.s’a demişlerdi ki: Allah’ı açıkça bize göstermezsen, sana inanmamız söz konusu olmaz. Ama biraz daha aşağıda Muhammed (sav)den: kendilerine gökten bir kitap indirilmesini istiyorlar. Tabi bu kitap, illa Kur’an-ı Kerim gibi bir kitap olacak değil; yani, bir yazı gelsin. Çünkü Araplar, mektuba da kitap der. Mesela Neml Suresinde, Süleyman a.s., Hüdhüd’e ne demişti? “Benim bu kitabımla, yani, bu mektubumla git, mektubumu götür!” (Neml Suresi/27.28) Yani, Arapçada, mektuba da yazılı olan belgeye de kitap adı verilebiliyor. Dolayısıyla bunlar, Allah bize gökten bir yazı göndersin, şu adama inanın, biz de inanalım diyorlar. Aslında onlar, böyle bir şeyin olmayacağını biliyorlardı.
Şimdi; aslında, Yahudiler ve Hristiyanlar çok iyi biliyorlardı ki – bugünküler de gAyet iyi biliyor ki-, Muhammed a.s Allah’ın peygamberidir. Şimdi; bir şeyi iyi bilmek, o şeyi kabul etmek manasına gelmiyor. Mesela siz kendi kendinize bakın! İnsanlar, doğruları kabul ediyor mu? Yani, bir şeyin doğru olduğunu gösterdiğiniz zaman, sırf doğru olduğu için kaç kişi kabul ediyor? Doğru olduğu için mi kabul ediyor, yoksa hesabına geldiği için mi? Yani, insanların çoğunun doğrularla bir işi yok! İnsanların çoğu, hesabına gelirse kabul ediyor, gelmezse etmiyor. Çünkü kendisine göre bir hayat tarzı benimsemiş, o hayat tarzına uyarsa kabul, uymazsa reddediyor. Şimdi; Yahudiler ve Hristiyanlar da kendilerine göre bir hayat tarzı oluşturmuşlar, bir sistem oluşturmuşlar, her şey tıkır tıkır yürüyor. Ama Muhammed (sav)e inandıkları zaman her şeylerinin değiştirmeleri lazım. Yani, bütün birikimleri gitmiş olacak. Bu da onların hesaplarına gelmiyor. E hesaplarına gelmeyince ne yapacaklar? Bahane uyduracaklar. Şimdi; gerçek ve doğru olduğunu anladılar. Ayeti Kerimede de Cenabı Hak buyuruyor ya;
Esteuzubillah:
“Kitap verdiklerimiz, onu, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlardan bir grup, hakkı bile bile gizlerler. (Bakara Suresi/2.146)
Neden gizliyorlar? Çünkü bütün birikimleri gitmiş olacak; bütün kazandıklarını kaybedecekler! Bunu istemiyorlar; sil baştan hayata başlamak istemiyorlar; yanlış da olsa, benim yanlışım bana yeter kardeşim diyorlar!
Enes Hoca: Ayet, kitap indirilse bile inanmazlardı diyor ya hani.
Doğru, En’am Suresinin o Ayetini de okuyalım. Enes hoca, bir Ayet hatırlattı. En’am Suresi, Mekke’de inmiş. Bu Ayet, Ehli Kitapla değil, Mekkelilerle ilgili:
“Sana kağıt üzerinde bir yazı indirmiş olsaydık, onlar da o yazıya elleriyle dokunsalar bile kafirler, kesinlikle: bu bir büyüdür diyeceklerdi. (En’am Suresi/6.7.)”
“Dediler ki, ona bir melek inseydi ya. Melek indirseydik, iş bitirilir, gözlerinin yaşına bakılmazdı. (En’am Suresi/6.8.)”
Şimdi; bir de, şu var: Bunlar, Ehli Kitap. Ehli Kitap neydi? Kimdi o? Kendilerine kitap verilmiş olan insanlar; yani, Yahudiler, Hristiyanlar, Zerdüştler, Sabiiler; işte bugün mesela Hindular; Hinduların kitabında da Muhammed a.s.’a inanılması gerektiğine dair çok açık ifadeler var. Bu ifadeler, çok sayıda dini kitapta da vardır ve ellerinde dini kitap bulunan insanlar da bunu bilmektedir. Mekkeliler, İbrahim a.s’a inandığını söyleyen kimselerdir. Bunlar, İbrahim a.s’ın soyundandır. Onun için Allah’û Teâlâ onları, hep, “babanız İbrahim’in dinine uyun” diye sürekli uyarmıştır. Allah’û Teâlâ, İbrahim a.s’a kitap indirdi mi?
– Bir katılımcı: İndirdi.
– A.Bayındır: İndirdi mi?
– Siz diyorsunuz ya, indirdi.
– A.Bayındır: Ben diyorum diye bir şey yok; Abdülaziz Hoca diyorsa, hiç inanmayın kardeşim; tamam mı? Allah diyorsa inanacaksınız.
Önemli olan Kur’an-ı Kerim’in dediğidir; benim dediğimin ne değeri var?
Kur’an-ı Kerim’de İbrahim a.s’a kitap indirildiği bildiriliyor mu?
En’am Suresinde; 83. Ayetten, 90. Ayete kadar İbrahim a.s da dahil olmak üzere, peygamberlerin adları sayılıyor ve “bunların her birine kitap, hikmet ve peygamberlik verdik”, diyor. Bir de Ala Suresinde; “Bu, öncekilerin sayfalarında, İbrahim ve Musa’nın sayfalarında geçer”, diyor. (Ala Suresi/87.18).
Peki, İbrahim a.s’a kitap indirildiğine göre, Mekkelilere niye Ehli Kitap demiyoruz?
İbrahim a.s’a inandıklarını söylüyor bunlar. E ona da kitap indirilmiş. Peki, niye Ehli Kitap demiyoruz?
Çünkü ellerinde kitap yok!
Mesela; elinde Tevrat olan Ehli Kitap’a; “Tevrat’ı oku deniyor”; değil mi?
Elinde İncil olana da, “senin elinde İncil var, İncil’i oku”, deniyor.
Ve Allah’û Teâlâ diyor ki;
Esteuzubillah:
“Tevrat’ı ve İncil’i ayakta tutmaz, yani ona uymazsanız, hiçbir temeliniz olmaz.” (Maide Suresi/5.68).
Çünkü ellerinde Tevrat var, İncil var.
Peki, Mekkelilerin elinde böyle bir kitap var mı?
Olmadığı için, onlara da gelenekte onlara intikal etmiş olan “Babanız İbrahim’in dinine uyun”, deniyor.
İşte; Hac ve Umre, İbrahim a.s.’den kalma bir ibadet; değil mi?
Kurban da ondan kalmış bir ibadet ve daha birçok şey var tabii.
Şimdi; Allah’û Teâlâ, bütün peygamberlerden, gelecek yeni peygambere inanma sözü almıştı. Onu da daha önce okumuştuk; kısaca hatırlayalım.
Al-i İmran Suresi 81. Ayette, Allah’û Teâlâ diyor ki;
Esteuzubillah:
“Nebilerden söz almıştık; size bir kitap ve hikmet veririm de sonra size bir elçi gelir, sizinle beraber olanı tasdik ederse, ona mutlaka inanacak ve yardımcı olacaksınız. Bunu içinize sindirdiniz mi? Buna karşılık, benim ağır yükümü yüklendiniz mi? Evet, içimize sindirdik. Şahit olun dedi Allah’û Teâlâ; ben de sizinle beraber şahitlerdenim.”
Allah, peygamberimiz de dahil olmak üzere, bütün peygamberlere kitap ve hikmet vermiştir.
Dolayısıyla, bakın, Yahudiler, bugün hala bir peygamber beklentisi içindedirler, “gelmesi gecikti ama hala bekliyoruz”, diyorlar. Daha çok beklerler. Gelen peygambere inanmasınlar. Hristiyanlar, Muhammed a.s’a inanmamak için hedef saptırıyorlar; Isa bir daha gelecek diyorlar ama daha çok beklerler. Zerdüştler, Muhammed a.s’a inanmamak için Mehdi gelecek diyorlar. Bu, birçok yerde böyle; o gelecek olan peygambere inanmamak için, ya birisi Mehdi gelecek diyor, birisi Sahibus Zaman gelecek diyor, birisi Isa gelecek diyor, birisi başka bir şey gelecek diyor. E gelen peygambere inanmazsan, daha çok beklersin.
Şimdi, bu ne demektir?
Aslında bunların hepsi, Muhammed a.s’ın, inanmaları gereken peygamber olduğunda hiç şüphe etmiyorlar. E inanmamak için ne olacak? İpe un sermeye başlıyorlar; değil mi?
Nasrettin Hoca olayında da olduğu gibi, ipe un seriyorlar!
Mekkeli müşrikler de ipe un sermişlerdir. Onlar da Muhammed a.s.’ın Allah’ın peygamberi olduğunda şüphe etmiyorlar; çünkü hepsinin güvendiği bir peygamber; yani, gayet iyi biliyorlar. Mesela; Ebu Cehil’in bir sözü nakledilir: “niye Muhammed’e inanmıyorsun”? Diyor ki; “öteden beri bizim kabileyle, Muhammed’in kabilesi arasında sürekli, Mekke hakimiyeti konusunda bir yarış vardır. Bizim kabile, tam Mekke’ye hakim oldu, onlar bir peygamber çıkardılar ama karşılığında biz çıkaramıyoruz. Vallahi Haşim Oğullarının peygamberine inanmam”, diyor.
Yani tek suçu, Haşim Oğullarından olmak. İşte haset; ne diyordu hasetle ilgili olarak demin? Yani, doğru olduğunun kesin kanaatine vardığı için kıskanıyor ve diyor ki; “Vallahi ben Haşim Oğullarının peygamberine inanmam”. Köylerde de vardır; köylerde, o kim oluyormuş ki? Biz onların şusuna-busuna inanmayız derler. İnsanlar arasında, sürtüşmeler, çekişmeler, öteden beri vardır.
En başta bu sürtüşme kimde oldu? Şeytanda!
Şeytan kimi kıskandı?
Adem a.s.’ı!
Ne dedi?
Ben daha hayırlıyım dedi; değil mi?
Ben daha hayırlıyım demeseydi, Şeytan yoldan sapmayacaktı.
Bütün mesele o! Biz daha iyiyiz!
Yani, her şey illa kendi emrinde olacak; hâkimiyet onda kalacak.
Mekkeli müşriklerin, peygamberimizden istedikleri şeyler var, onları da görelim:
Onlar da İsra Suresinde.
Kaçıncı sayfa?
Burada diyor ki Allah’û Teâlâ; 89. Ayetten itibaren okuyalım:
“İnsanlar için bu Kur’an da her örneği evire çevire, çok değişik yönleriyle verdik. İnsanların çoğu diretiyor”.
Diretmedikleri tek şey var, o da nankörlük. Sıra nankörlük yapmaya gelince, hemen o tarafa kaçıyorlar; orada diretme yok; hemen nankörleşiyorlar; doğruları kabul etme konusunda diretiyorlar.
“Şöyle dediler: Biz sana inanmayacağız. Sen bize bu topraktan bir göze, bir su kaynağı çıkar. Ya da senin üzüm ve hurma bahçen olsun, aralarından nehirleri akıt. Sen öyle düşünüyorsun ya, göğü üzerimize parça parça düşür. Ya da Allah’ı ve melekleri, karşımıza çıkar. Ya da senin altından bir evin olsun. Ya da göğe çık. Senin göğe çıktığına da asla inanacak değiliz. Oradan okuyacağımız bir kitap indirirsen, o başka. Onlara de ki; Rabbim olan Allah’a ben kulluk ederim. Ben bir kulum. Ben size elçi olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim? Ben sadece bir insanım”. (İsra Suresi/17. 90-93)
17.90*************
“Şöyle dediler: Biz sana inanmayacağız (وَقَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الْاَرْضِ يَنْبُوعًا). (Yahudiler, Musa a.s.’a da aynı ifadeyi ( لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتّٰى تَفْجُرَ ) kullanmışlardı; yani, sana asla inanmayacağız dediler. Şimdi; onlar, Musa a.s.’dan Allah’ı açıkça göstermesini istiyorlar; Mekkeliler de peygamberimizden, farklı bir istekte bulunmuşlardı): Sen bize bu topraktan bir göze, bir su kaynağı çıkar. Ya da senin üzüm ve hurma bahçen olsun, aralarından nehirleri akıt. (Yani, suyu olmayan Mekke’de, hurma ve üzüm bahçeleri olacak ve ağaçların arasından nehirler akacak.) Sen öyle düşünüyorsun ya, göğü üzerimize parça parça düşür. Ya da Allah’ı ve melekleri, karşımıza çıkar. (Şimdi; Mekkeliler, Musa a.s.’dan istenenin aynısını istemiş oldu mu? Ama bunlar, ilave olarak, melekler de gelsin diyorlar; Allah’ı ve melekleri, şöyle tam karşımıza getir de bir görelim. Onlar melekleri söylememişti.) Ya da senin altından bir evin olsun. Ya da göğe çık. Senin göğe çıktığına da asla inanacak değiliz. Oradan okuyacağımız bir kitap indirirsen, o başka. (Korkuyorlar; ya göğe çıkarsa ne olacak diye ve hemen vazgeçiyorlar. Senin göğe çıktığına da asla inanacak değiliz. Oradan okuyacağımız bir kitap indirirsen, o başka, diyorlar. Tıpkı Ehli Kitap’ın peygamberimizden istediği gibi; hani onlar da bize bir kitap getir diyorlardı ya).
Onlara de ki; Rabbim olan Allah’a ben kulluk ederim. Ben bir kulum. Ben size elçi olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim? Ben sadece bir insanım”.
“Benden niye olağanüstü şeyler istiyorsunuz? Ben size, Allah’ın bu Ayetlerine inanın diyorum. Gelin bana kölelik yapın, hizmetkârlık yapın gibi bir şey söylemiyorum. Bunları kendim için değil, sizin kurtulmanız için yollar gösteriyorum”.
Şimdi; burada Allah’û Teala bir şey daha söylüyor; “İnsanlara o doğruyu gösteren hidayet kaynağı geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece şu oldu: Nedir O? Yani Allah, bir insanı elçi olarak mı gönderdi? (İsra Suresi/17.94).
Şimdi mesela; gidip Allah’ın Ayetlerini anlattığınızda, size de, “kardeşim, bu iş kala kala sana mı kaldı? Sana kaldıysa vallahi çok iyi”, derler.
Diyorlar mı, demiyorlar mı?
Bir katılımcı: Diyorlar.
İşte aynı şey! Niye? Çünkü peygamber (sav) olsaydı ne yapacaktı?
Gelin şu Ayetlere inanın diyecekti. Yani tebliğ.
E siz de aynı tebliğ görevini yapıyorsunuz.
“Bu iş kala kala sana mı kaldı kardeşim?” derler.
Bir de tutarlar; “falan adam var, filan adam var, filan var filan var filan var, bu memlekette Diyanet İşleri Başkanlığı var, bu memlekette üniversitelerde şeyler var”, derler.
Şimdi; size derler de, bana da “bu iş kala kala sana mı kaldı” diyemiyorlar ama bu defa bana da: “ya Diyanetle birleşseniz, şudur-budur, şu şu şu hocalarla oturup konuşsanız, biz de bir anlasak”, diyorlar.
Yahu kardeşim; sana Allah’ın kitabını gösteriyoruz. O dediğin hocalar geldiğinde başka bir şey mi gösterecekler? O zaman sen git, o hocalara sor, bu Ayetlere yanlış mı mana vermiş diye.
Bir cevap verilir, değil mi? O kadar.
Biz sizi kendimize çağırmıyoruz ki, gelin bizim cemaatimize katılın. (28.17 – 28.20 arası anlaşılmıyor) bunun sakası bile bana çok ağır geliyor gerçekten, çünkü bir insanın, Allah’tan başka kimsenin karşısında eğilmemesi lazım. Bir tek Allah’ın karşısında eğilmesi lazım.
Ya sizi kendimize çağırmıyoruz ki!
Sen Allah’ın kulusun, bu da Allah’ın kitabı. Allah’ın kitabına uy diyoruz.
Yani, sen Allah’ın kitabına inandığını söyleyen bir kişisin. E öyle diyorsun. E ne oluyor peki? Niye kaçıyorsunuz?
Şimdi bakın, Allah’û Teala diyor ki:
“De ki, yeryüzünde ayaklarını yere basa basa yürüyen melekler olsaydı, bu yeryüzünde yaşayanlar melek olsaydı, elbette o zaman gökten onlara elçi olarak bir melek indirirdik.” (İsra Suresi/17.95)
Ama bunlar melek değil ki, insan!
E şimdi düşünün; Muhammed (sav) melek olsaydı. Geldi-gitti. Böyle olsa onun tebliğinin bir anlamı kalır mıydı? Hele hele bu 21. asırda. Ve bir tane daha melek lazım, her defasında birkaç tane melek lazım, her yere, her yerleşim bölgesine bir melek lazım. Ama son derece tabii, işte kitabı, işte sünneti de bize ulaşmış bu işi nasıl yaptığı, nasıl uyguladığı da ulaşmış. Bize düşen, ona göre hareket etmektir. Bazı insanlar, dine uymak istemeyince, dini kendilerine uyduruyorlar. Bu, her zaman olur. Fakat enteresandır; insanlar, ölen kişilerin kötülüklerini hiç hatırlamak istemezler; hep iyi taraflarını hatırlarlar. Ondan sonra da derler ki; yok canım, o bunu yaptıysa, bir bildiği vardır. Hele aradan biraz zaman geçtiyse, artık o kutsallaşır.
Bir arkadaş anlatıyor; diyor ki: “Birisi ölmüş, cenazesine gittik, hatmini okuyoruz, ev de biraz süslü püslü, zengin eve benziyor. Duayı yapan arkadaşımız, bu adamı cennette koyacak yer bulamıyor. Benim yanımda oturan birisi yanındakine fısıldayarak: ‘ulan bu rahmetli böyle miydi ya? Biz bunun böyle olduğunu hiç bilmiyorduk. Demek bizden gizliyormuş’, dediğini işittim.”
Şimdi; ölenler o şekilde oluyor, eski ulemamız, eski büyüklerimiz. Yahu kardeşim, onlar o zaman da insandı şimdi de insan. Bu işin eskisi-yenisi yok. Şu anda sen hangi duyguları taşıyorsan, sen günaha ne kadar yakınsan, onlar da aynı şekilde yakındı. Sen sevaba ne kadar yakınsan, onlar da aynı şekilde yakındı. Sen dünyayı tercih ettiğin zaman nasıl günaha giriyorsan, onlar da giriyordu. Sen ahireti tercih ettiğin zaman günahlardan nasıl uzaklaşıyorsan, onlar da uzaklaşıyordu. Onlar da aynı insandı, aynı imtihana tabiydi. Başarılı olanı olur, olmayanı olur. Peygamberimiz (sav), Medine’de on yıl kaldı. Vefat ettiği zaman Medine’de dünya kadar münafık vardı. Çünkü kimse kimseyi Müslüman yapamaz ki! Hiçbir peygamberin buna gücü yok. Sadece tebliğ eder, anlatırsınız, ister kabul eder, ister etmez. Bizim yapacağımız da o. O zaman netice ne? Öyleyse siz, size karşı gösterilen tepkileri, fazlaca önemsemeyin. Bunlar, işin tabiatından olan şeylerdir. Tek başımıza kalsak bile, yolumuza hiç şaşmadan yürümemiz lazım. Yok efendim hoca falan; kardeşim, mesela; Abdülaziz Hoca ne kadar alim olursa olsun, herhalde İblis kadar ilmi yoktur. Yani, Adem a.s’a secde etmeyen İblis kadar ilmi yoktur; değil mi? İblis yoldan çıkıyorsa, herkes çıkabilir! Öğretmeni Allah’û Teala olan Adem a.s., yanlış yapmışsa, herkes yapabilir! Öyleyse biz, insanlara güvenme meselesinde, her zaman bir mesafe bırakmamız lazım. Böyle kayıtsız şartsız bağlanacağımız şey nedir?
Allah’ın kitabıdır!
O zaman, herkese karşı -evet, olmamasını isteriz ama- zihnimizde bir soru işareti olmalı. İnsanlar, her an yanılabilirler. Böyle bir şey olduğu zaman da birbirimizi uyaracağız tabii; uyarmamız lazım. Çünkü Allah’û Teâlâ’nın şeyi bu. Cenabı Hak, Yahudileri, bundan dolayı kınıyor.
Mesela; burada, Allah’û Teâlâ, peygamberimiz Muhammed (sav)e diyor ki:
“De ki Ehli Kitap, dininizde aşırı gitmeyin, Hakkın dışında aşırılık yapmayın”. (Maide Suresi/5.77)
Yani, Allah ne demişse o. Öyle fazlasını da noksanını da yapmayın!
Yok efendim, daha fazla dindarlaşmak için, işte zahitliktir, ben dünyadan uzaklaştım da. Bir gün, İstanbul Müftülüğündeyim; iki kişi geldi. Benim oturduğum oda da o zamanki duruma göre süper lüks döşenmiş, masam, Abdülhamid’in elinden çıkmış bir masa, sehpalar da yine Abdülhamid’in elinden çıkmış, çok güzel döşenmiş bir odaydı. Yerlerde halı vardı.
Otur kardeşim, dedim.
“Peygamberimiz, koltukta oturmamış, dedi ve yere oturdu.”
İyi o zaman tozlu topraklı o yere oturuyorsan otur, dedim.
İşte böyle aşırıya kaçan insanlar oluyor. Bakıyorsunuz ki, Cenabı Hak, güzel bir karyola vermiş; adam, yok efendim, peygamberimiz karyolada mı yatmış, diyor. Vallahi olsa yatardı. Mesela; sedirde yatmış ama yerde değil. Ama karyola olsaydı, karyolada da yatardı. O, Allah’ın verdiği hiçbir nimeti şey yapmış değil yani.
Allah’û Teâlâ: “Rabbinin verdiği nimeti söyle”, diyor. (Duha Suresi/93.11).
Bakıyorsunuz ki, adam yerde yatıyor, sonra da hastalanıyor. Allah rızası için hastalanıyor. Yok işte birisi “ben bunu yemeyeceğim, şunu yemeyeceğim”, diyor. Bu tip şeyler yapanları peygamber efendimiz, ağır bir şekilde uyarmıştır. Onun için aşırılığa lüzum yok. Orta halli. Neyse o. Öyle, giyiminde, kuşamında, şurada-burada farklı olmanın bir alemi yok. Çünkü o farklılıklar, insana kibir getirir. Onlar insanı kibirlendirir. Peygamberimiz (sav), ashabın içinde olduğu zaman, dışarıdan gelen birisi onu hiç fark edemezdi, bu kimdir diye. Hatta bir müşrik, Müslüman olduğu zaman, peygamberimizin ona, şu elbiseni çıkar da şunu giy dediğine dair hiçbir rivayet yoktur; böyle bir şey yoktur. Sadece üstü başı kirliyse, o başka. O zaten, temizlik konusunda herkese söylenen sözdür. Yani bu giyim-kuşam, insanların maddi imkanları ve sosyal durumlarına, bölgenin iklimine göre değişir. Mesela şimdi kış geldi, herkes farklı. Bu akşam yağmur yağdı, kimse gelemedi mesela. Dolayısıyla, bu tür konularda, dikkat ederseniz, peygamberimizin ağzından tek kelime çıkmamıştır. Ama birileri çıkar; işte, “Müslümanla kâfirin arasındaki fark sarıktır”, der. İyi ama Mekkeli ve Medineli müşrikler de aynı kıyafeti giyiyorlardı. O zaman ayırt edilmeyen, şimdi nasıl ayırt edilecek?
Bir katılımcı: 38.01 – 38.04 arası anlaşılmıyor!!!
Sonra, cüppe giyersen bilmem ne işte. Allah Allah. Nereden çıkardınız kardeşim bunu? Yani, bir kısım özel elbiselerle, özel şeylerle, bunlar insanların “ben daha hayırlıyım” davasının göstergeleridir. O şekilde olmamak lazım.
Mesela; bir şey daha söyleyeyim; Kiliselere gidersiniz, Papazlar, kıyafetleriyle her şeyleriyle farklıdır. Peki, Peygamberimiz nasıldı? Dışarıda hangi elbiseyle dolaşırsa, imamlığı da o kıyafetleriyle yapardı. Ne cebinde takke ne de başka bir şey taşır, ayağındaki ayakkabıyı bile çıkarmadan doğru mihraba geçerdi. Geçer namazını kılardı. Bugün çıkarılması gerekiyor, çünkü camilerde halı var. O zamanlar halı falan yoktu, yerler topraktı.
İşte; Allah’û Teala buyuyor ki:
“De ki; ey Ehli Kitap, haksız yere dininizde aşırılığa gitmeyin! Bundan önce sapmış olan bir toplumun arzusuna uymayın! Bunlar çok kimseyi saptırdılar. Onlar, düz yoldan saptılar. İsrailoğullarından kâfirler, Davut ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendiler. Bunun sebebi, isyankâr olmaları ve aşırılıkları, sınır tanımamalarıydı. Yaptıkları bir kötülükten dolayı da birbirlerini uyarmazlardı. Yaptıkları ne kadar kötüydü. (Maide Suresi/5.77-79)
Bakın! Bu çok önemli: Birisi bir kötülük yaptığı zaman, diğeri onu uyarmazdı. Bizim en önemli görevimiz: “Emr-i bil-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker“, yani iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. Dolayısıyla, bir insanı seviyorsanız, o insana doğruları söyleyeceksiniz. Şimdi mesela; Türkiye’deki tarikatlar ve cemaatler, bizden fena halde şikayetçiler. Ben de onlara diyorum ve iddia ediyorum ki: “Sizin, benden daha iyi dostunuz yoktur!”
Kendilerine bunu söylüyorum.
Yaptığınız hataları, Kur’an-ı Kerimle ortaya koyuyorum ve ölmeden vazgeçmeniz için gayret gösteriyorum. Sizin bu kadar yanlış davranışta bulunacağınızı bile bile. Bizden daha iyi dostunuz olur mu? E ne yapalım? Burada bulunan doktor arkadaşlarımız bilir, hastayı iyileştirmeye gidersiniz, hasta, size, ağza gelmedik hakaretlerde bulunur. E ne yapalım, bulunursan bulun, ben vazifemi yaparım, sen de ne yaparsan yap. Çünkü herkes kendi yaptığının karşılığını alacaktır.
Evet, dersi burada bırakıyoruz. Daha sonra soru-cevap faslıyla ikinci bölümünde devam ederiz İnşallah.