Elhamdu lillahi Rabbil Alemin. Vel akibetu lil muttakin. Essalatu vesselamu ala rasulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bugünlerde biliyorsunuz her tarafta, büyük bir infial var. Ve herkesi tedirgin eden olaylar var. Dolayısıyla bunlarla ilgili de, konuşacağımız bir takım şeyler olmalı. Onun için bugünkü sohbetimizin adını, Allah’ın kullarını Allah’ın Kitabına Davet olarak verdik.
Uzun zamandır birtakım şikayetlerde bulunuyoruz. Önce birkaç ayet okumak istiyorum size. Nur suresinin 27. Ayetinden itibaren okuyalım. 351. Sayfa. İnsanların konut dokunulmazlığının yargı kararıyla ihlal edilip edilemeyeceği konusuna bakacağız şimdi. Biliyorsunuz uzun süredir; işte polis ve savcı gidiyor, birisinin evine giriyor, onu götürüyorlar mahkemeye, işte delil toplanacak… Delillerin karartılması korkusu gibi birtakım gerekçelerle insanlar uzun süre tutuklu bırakılıyor. Şimdi bunların bizim kültürümüzle, inancımızla uzaktan yakından alakası yok. Ama bu noktaya nasıl geldik ve buradan çıkış yolu nedir? Onunla ilgili olarak önce ayeti kerimeleri okuyalım, sonra konumuza geçeriz. Nur suresinin 27. Ayetinde Allah-u Teala şöyle diyor.
(24/ Nur 27- 30)
“Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tedhulû buyûten ğayra buyûtikum hattâ testeé’nisû ve tusellimû alâ ehlihâ”
“Sizin olmayan evlere, kendinizi tanıtmadan, orada bulunan kişilere selam vermeden girmeyin”
“zâlikum hayrun lekum leallekum tezekkerûn”
“Sizin hayrınıza olan budur, belki bilgi ve tecrübenizi kullanırsınız”
“Fein lem tecidû fîhâ ehaden felâ tedhulûhâ hattâ yué’zene lekum”
“Orada kimseyi bulamazsanız size izin verilmeden oralara girmeyin” İzin verilinceye kadar girmeyin.
“ve in gîle lekumurciû ferciû huve ezkâ lekum”
“Eğer size, dönün, müsait değiliz denirse dönün, sizin için nezih olan, temiz olan budur”
“vallâhu bimâ tağmelûne alîm”
“Yaptıklarınızı Allah-u Teala bilir”
“Leyse aleykum cunâhun en tedhulû buyûten ğayra meskûnetin fîhâ metâun lekum”
“İçinde kendi eşyanız varsa, içerde de kimse oturmuyorsa, o eşyanızı almak için içerisinde kimsenin oturmadığı yerlere girebilirsiniz”
Kendi eşyanız da olsa içeride, orada oturan birisi varsa izinsiz giremezsiniz. En fazla diyeceğiniz, benim eşyamı getir, o da kapıya kadar getirirse getirir.
“vallâhu yağlemu mâ tubdûne ve mâ tektumûn”
“Allah-u Teala sizin açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de bilir”
“Gul lilmué’minîne yeğuddû min ebsârihim ve yahfezû furûcehum”
“Müminlere söyle de gözlerine sahip olsunlar”
Yani her şeye böyle bakmasınlar, önlerine baksınlar ve namuslarını korusunlar.
“zâlike ezkâ lehum”
“Onlar için nezih olan budur”
“innallâhe habîrum bimâ yasneûn”
“Ne yaptıklarından Allah haberdardır”
Şimdi burada böyle bir şey var. Yani yargı kararıyla da olsa, dinimizde hiç kimsenin mesken dokunulmazlığı ihlal edilemez. Çünkü yargının bu konuda karar almaya yetkisi yoktur. Şimdi, bugün tabi yasalar tamamen batıdan alınmadır. Fransız ihtilalinden sonra şekillenen devlet yapısının bir devamından ibarettir ki, bu yapı artık bütün dünyayı iyice sıkmaya başladı. Rasulullah SAV şöyle buyuruyor. Buhari’de, Muvatta’da, Müslim’de olan bir hadis. Diyor ki,
“iyyakum ve zanne”, “zandan sakının” diyor. “Feinnezzanne ekzebül hadis” “çünkü zan sözün en yalan olanıdır” “vela tecessesu” “tecessüs etmeyin, onun bunun ayıbını araştırmayın” “vela tehassesu” “ve kimseyi dinlemeyin”
Yani konuşmalarını dinlemeyin. İşte bugün telefon dinlemelerini biliyorsunuz. İnsanların arkasına düşülmesi ve araştırılmasını biliyorsunuz.
“Vela tenafesu” “Herhangi bir konuda sadece benim olsun diye bir yarışa girmeyin” Paylaşın. “vela tebağadu” “Birbirinize kin beslemeyin” “vela tedaberu” “Birbirinizi arkadan kesmeyin” “ve kune ibadallah ihvana” “Allah’ın kardeş olan kulları olun”
Yani birbirine kardeş olan Allah kulları olun. Birbirinize kardeşliği unutmayın. Bizim yargı geleneğimizde mahkeme dışında yapılan itiraflar, ikrarlar geçersizdir. Yani bir kimse mahkeme dışında bir ikrarda bulunursa, mahkemede birisi işte falan yerde şöyle ikrarda bulunmuştur diye şahitlik edip de birkaç kişi, bu kişiyi suçlu hale getiremez. İkrarın delil olabilmesi için mahkeme huzurunda olması lazım. Dolayısıyla bizim kültürümüzde öyle karakolda ifade alma diye bir şey yoktur. İfade mahkeme huzurunda alınır. Ondan sonra, bizim kültürümüzde ceza yargılamasında objektif delil esası vardır. Ama batıdan gelen yasalarda, bugün Türkiye’de de geçerli olan, Avrupa’da da, dünyanın birçok yerinde geçerli olan ceza yargılamasında her şey delil olur ve hiçbir delil hakimi bağlamaz.
Şimdi, biz bu noktalara nereden geldik ve bugünkü halimiz geçmişle kıyaslandığı zaman iyi mi kötü mü? Bu akşam onun üzerinde birazcık duracağız Allah nasip ederse. Biliyorsunuz Rasulullah SAV ümmetine on beş yol boyunca -yaklaşık- her gece Kur’an ayetlerinden nasıl hüküm çıkarılır onu öğretmişti. Ayetler nasıl bir araya getirilir, nasıl Kur’an haline, küme haline getirilir, oradan nasıl hüküm çıkarılır, yani problem nasıl çözülür onu öğretmişti, yani her gece öğretmişti. Sonra Medine’de uygun saatlerde öğretmeye devam etti, Müslümanlar da bunu öğrendiler. Dolayısıyla Müslümanlar sürekli problem çözen kişiler oldular. Onun için Rasulullah SAV kısa sürede bulunduğu bölgeye hakim oldu, yirmi üç yıl gibi o kısa sürede vefatı sırasında Türkiye’nin dört katı bir yere hakimiyet kurmuştu. Onun ashabı da problem çözdüğü için kuzey Afrika’ya, Asya’nın da doğu Türkistan’a kadar, yani bugünkü Çin içlerine kadar İslamiyet götürmüşlerdi. Burada yapılan savaşlar son derece azdır. İnsanların Müslümanları kabul etmesi, bazıları Müslümanlığı da kabul ediyor, bazıları da Müslümanları kabul ediyordu. Müslümanları kabul etmesi tamamen problem çözmelerinden dolayıdır.
Müslümanların bu kadar hızlı yayılmaları, yetişmiş insanların az olmasına sebebiyet verdi, çünkü idareyle, fetihlerle, yeni Müslüman olan insanlara İslamı tebliğle meşgul olurken Kur’an’ı Kerim’den problem çözme yeteneği ciddi manada azaldı. Ömer Ra, ashabın Medine’den çıkmasına müsaade etmiyordu. Çünkü bir problem olduğu zaman nasıl çözeceğim? diyordu. Çünkü Allah-u Teala, problem çözmenin yolunun bir ekip çalışmasından geçtiğini bildiriyordu. Estauzubillah, hani her zaman okuduğumuz Fussilet suresinin 3. ayeti
(41/ Fussilet 3)
“Kitâbun fussılet âyâtuhû gur’ânen arabiyyen ligavmin yağlemûn”
“Bu bir kitaptır ki ayetleri Arapça Kur’an olarak bilenler topluluğu için ayrıntılı olarak açıklanmıştır.”
Arapça Kur’an olarak demek, ilgili ayetler bir araya getirilerek demektir. Bilenler topluluğu için dendiği zaman da, bir tek kişinin bu işin içinden çıkamayacağını gösteriyor. İşte Ömer RA, o bilenler topluluğunu Medine’den çıkarmıyordu. Fakat ne zamanki Osman RA zamanında bunlar yeni fethedilen bölgelerde görevlere dağıtıldılar, o zaman artık problem çözecek insanlar kalmadı, çünkü tek tek bunların problem çözmesi mümkün değil. Allah-u Teala gavmin yağlemûn‘dan bahsediyor, bilenler topluluğu. O bilenler topluluğu dağılınca Müslümanların gücü de dağıldı, ondan sonra biliyorsunuz Osman, Ali Radiyallahu Anhümanın zamanında meydana gelen olayları.
Burada ipin ucu kaçınca, iş başkalarının eline geçti. Çünkü Sasani bürokrasisi ve Roma bürokrasisi vardı. Sonra Abbasiler döneminde bir göstermelik halife oluşturuldu. Abbasiler zaten şeyde yaşayan Akabe limanında bir köyde yaşayan insanlardı, devletle bir ilgileri yoktu. Ama ehli beyti iktidara geçireceğiz diye harekete geçen güçler, yani yeraltı organizasyonu olmuştu orada da, -ki bugün de aynı şeyler oluyor- onlar devlet tecrübesi olan Hasan ve Hüseyin RA’nın yerine, hiç devlet tecrübesi olmayan, bir köyde yaşayan Abbas RA’ın çocuklarını getirdiler. Onları devlete, siz halifesiniz diye koydu. Aşağıya bir vezir-i azamlık icat ettiler. Alt tarafta da zaten bürokrasi belli. O andan itibaren İslamı bitirdiler. Şimdi öyle bir noktaya geldi ki, -tabi bu İslamı bitirdiler sözümüz Kur’an ve sünnete göre bitmesi demek- ama İslam o kadar güçlü ki uzun asırlar yine etkisi devam etti.
İşte Osmanlılar da Kur’an ve sünnete uyma açısından ele alırsak gelenek için yaptığımız tenkitlerin tamamı Osmanlı için de geçerlidir. Hurafeler açısından da geçerlidir. Kur’an ve sünnetten uzak bir din yaşayışı açısından da geçerlidir. Yani burada yaptığımız tenkitlerin hepsi Osmanlı için de geçerlidir. Fakat yine de bir, iyi kötü bir İslam geleneği olduğu için, yani biz tenkit ediyoruz ama, bu bizim kötümüz, bunu tenkit ederken dünya çapında kötü değil. Bizim bu kötümüz batıyla kıyaslanmayacak kadar da iyidir. Yani olması gerekenle kıyasladığınız zaman ortaya kötü dediğimiz şey çıkıyor.
Şimdi öyle bir şey ki, zaman zaman size söylüyorum, mesela bugünkü manada bir savcılık kurumu yok. Savcılık 1879’da ilk defa Osmanlı yasaları içerisine girmiştir. 1879’dan 2013’e kadar şey yaparsanız 124 sene eder değil mi? Yani o kadar bir zaman. Polis teşkilatı diye bir teşkilatımız yoktu. O da yine batıdan gelmiştir. Jandarma teşkilatı diye bir teşkilatımız yoktu, o da yine batıdan gelmiştir. Neden bu böyle? Çünkü İslam’da devlet halk içindir. Ama batıda halk devlet içindir. Yani devlet kutsaldır batıda. İslam’da değerli olan insandır. Onun için mesela Allah-u Teala, Nisa suresinin 59. Ayetinde şöyle diyor. Estauzubillah
(4/ Nisa 59)
“Yâ eyyuhellezîne âmenû etîullâhe ve etîur rasûle ve ulil emri minkum”
“Allah’a ve rasulüne ve sizden olan yetkililere itaat edin.” Diyor. Ondan sonra,
“fein tenâzağtum fî şey’in”
“Herhangibirşeyde nizaya girerseniz” Nizaya girdiğimiz kim? Nizaya girdiğimiz yöneticidir.
“feruddûhu ilallâhi ver rasûl”
“Onu Allah ve rasülüne götürün.”
Yani Kur’an’ı Kerim’e göre o problemi çözün. Ve bu nizaya girdiğimiz kişi, Muhammed SAV de olabilir. Yani bir Müslüman diyebilir ki, ya Nebiyallah, ey Allah’ın nebisi, senin bu yaptığın şu ayete uygun değil. Onun için ben senin bu emrini tutmuyorum. Peki bunun delili nedir? Bunun delili Mumtahine suresinin 12. Ayetidir. 60. Sure. 550. Sayfa. Bakın burada diyor ki Allah-u Teala, Nebi SAV Medine’de devlet başkanıdır.
“Yâ eyyuhen nebiyyu”
Hudeybiye’den sonra Mekke’den Müslüman hanımlar Medine’ye hicret ediyorlar. Şimdi bu Medine’ye hicret eden Müslüman hanımları nasıl kabul edeceksiniz? Mesela bugün bir ülkeyi ziyarete gittiğiniz zaman o ülkenin Türkiye’deki elçiliğine ya da konsolosluğuna başvuruyorsunuz, size vize veriyor. Vizenin anlamı şudur. Sen benim ülkeme girdiğin zaman ben senin güvenliğini sağlayacağım, ama sen de bana karşı yanlış yapmayacaksın, benim yasalarıma uyacaksın, demektir. Şimdi rasulullah SAV’e gelen hanımlar vizelerini nasıl alacaklar? Yani bugünkü anlamda o. Diyor ki Allah-u Teala,
(60/ Mumtahine 12)
“Yâ eyyuhen nebiyyu”
“Ey nebi”
“izâ câekel mué’minâtu yubâyiğneke”
“mümin kadınlar sana biat etmek için geldikleri zaman”
“alâ en lâ yuşrikne billâhi şey’en”
“Allah’a hiçbirşeyi ortak koşmamak”
Çünkü imanlarından dolayı Mekke’den hicret ettiklerini söylüyorlar bunlar. Öyleyse Allah’a bir şeyi ortak koşmayacaklar.
“ve lâ yesrıgne”
“hırsızlık yapmayacaklar”
“ve lâ yeznîne”
“zina etmeyecekler”
“ve lâ yagtulne evlâde hunne”
“evlatlarını öldürmeyecekler” Yani çocuk düşürme işi yok.
“ve lâ yeé’tîne bibuhtânin yefterînehû beyne eydîhinne ve erculihinne”
“elleri ve ayakları arasından iftira ettikleri bir bühtanla gelmeyecekler”
Yani birisinden kazandıkları çocuğu, bu falancanın çocuğudur demeyecekler. İşte asıl konu şu.
“ve lâ yağsîneke fî mağrûf”
“Marufta sana isyan etmeyecekler”
Yani, doğru verdiğin kararlarda sana isyan etmeyecekler. Ne demektir bunun manası? Ya Muhammed, sen de yanlış karar verirsen bu kadınlar sana uymak zorunda değiller. Şimdi bakın Rasulullah hem Allah’ın rasulüdür, hem Allah’ın nebisidir, hem devlet başkanıdır. “ve lâ yağsîneke fî mağrûf” Bu ne demektir? Rasulullah SAV’in devlet başkanı olarak dokunulmazlığı var mı? Yok! Görüyor musun? Bak Allah’ın nebisi. Ondan dolayı bizim geleneğimizde devlet başkanlarının kesinlikle dokunulmazlığı yoktur.
Fatih kanunnamelerinde bugün dokunulmazlığa benzer bir husus ilim adamlarına verilmiştir. O da, dokunulmazlık denmez de, ama dokunulmazlığa benzer bir husustur. Mahkemeler ilim adamlarını ceza davalarında yargılayamazlar, hukuk davalarında değil. Ancak herhangi bir ağır suç işler, kaçmasından korkulursa tutuklama kararı verebilirler. Yargılayabilmek için de durumu divana bildirirler. Yani padişaha bildirirler. Buradan özel bir hakem tayin edilir, onlar yargılar. Bunun sebebi de şudur. İlim adamlarına mahkemeyi denetleme görevi verilmiştir. Mahkemeyi denetleme görevi verildiği için hakimle aralarında bir sürü sürtüşmeler olacak. Burada hakimin ilim adamına gözdağı vermesini engellemek. Böyle bir şey var.
Dolayısıyla mesela Osmanlı’da tek dereceli mahkeme vardır, yani bugünkü anlayacağınız şekilde bir Yargıtay yoktur, davayı Yargıtay’a falan götüremezsiniz, böyle bir şey yok. Ama herhangi bir konuda size haksızlık yapıldığı kanaatindeyseniz götürürsünüz o kararı ki, gerekçeli olmak zorundadır bütün kararlar, götürürsünüz kararı bir ilim adamına, oraya görüşünü yazar, uygun görmüyorsa altına da imzasını atar, siz de onu divana gönderirsiniz. Divan onu inceler, eğer haklı görüyorsa aynı hakime göndermez davayı, bugün Yargıtay’ın yaptığı gibi, bu olmaz, kimse tükürdüğünü yalamak istemez, psikolojik bir şeydir. Aynı hakime göndermez onun için müvella diye adlandırılan özel bir hakim tayin eder, o hakimin kim olacağını da kimse bilemez. Falanca alim der, tek davalık hakimdir, o davayı sonuca bağlar. Sonuç o hakimin aleyhinde olursa -zaten hiçbir hakim on bir aylıktan daha uzun süre için tayin edilmez- dolayısıyla ikinci tayinde o onun önüne engel olarak çıkar. Bu sebepten dolayı hakimler de son derece dikkatli olmak zorundadır. Bir tek orada var. Ama devlet başkanının, valilerin, hiç kimsenin dokunulmazlığı yoktur.
Peki şimdi, çağdaş devlet nasıl oluşmuştur? Çağdaş devlet Fransız İhtilalinin ürünüdür. Onlar dört asır boyunca, -1789 biliyorsunuz,- dört asır boyunca mücadele ettikleri Katolik kilisesini taklit etmişlerdir. Dolayısıyla devleti teokratik devlet haline getirmişlerdir. Teokratik devlet ne demek? Tanrı devlet demektir. Yani Allah adına hareket eden demektir. Niye öyle diyoruz? Çünkü istediği yasaları çıkarmak, mesela Osmanlı padişahları öyle kolay kolay yasa çıkaramaz. Allah’a hamdolsun yani bu konuda bir uzman sıfatıyla size söylüyorum. Batı taklit edilinceye kadar Osmanlıların çıkardığı -eyalet kanunlarını saymayın,- devletin tamamında geçerli kanunların hepsini ceketinizin cebine koysanız, (göğsünü göstererek) burada kabarıklık yapmazdı. Ve insanlar yasal durumlarını gayet iyi bilirlerdi. Öyle zırt pırt kanun değişmez, akşamdan sabaha. Bugün parlementolar kanun fabrikasına dönmüştür. Komisyonlar da yan sanayidir onun.
Şimdi bunlar gerçekten insanı hukuki bakımdan son derece korumasız bir halde bırakıyor, öyle ki, bir konunun uzmanı olan, yani artık avukatlık kurumları oluşmak zorunda olmuştur, avukatlar belli konularda uzman olmak zorunda olmuşlardır. Uzman oldukları sahadaki kanunları takip edemez olmuşlardır. İşte bu yeni yapıda devlet bir tanrılık yerine, yani teokratik devlet haline getirilmiş. Ki İslam’ın asla kabul etmeyeceği bir yapıdır. Çünkü şirktir. Hiç kimse Allah gibi öyle helal haram koyamaz. Böyle bir yapı var. Böyle bir yapı olduğu için tüm sistem ona göre kurulmuştur. Dolayısıyla savcılık denen bir kurum oluşturulmuştur. Hakim ve savcı. Ceza konularında hakim serbestçe delil toplama yetkisine sahip kılınmıştır. Savcı lehte, aleyhteki bütün delilleri toplar. Yani sizin babanız öldürülse dava açamazsınız, bugünkü sistemde. Dava açamazsınız, davayı savcı açacak. Sanki savcının babası öldürülmüş. Ondan sonra, her şey delil olur, ama hiçbir delil de hakimi bağlamaz. Fakat bizim geleneğimizde her şey delil olmaz. Ve hakim re’sen hele ceza davalarında kanaatini falan söyleye…. Ancak küçük kabahatlerde olabilir, büyük suçlarda hakimin kanaati hiçbir şekilde dikkate alınmaz. Objektif delil esası vardır. Hukukçular ne demek istediğimi çok iyi anlarlar. En küçük şüphe sanık lehine değerlendirilir ve bu çok kesindir. Yok efendim işte delil toplanacak, bilmem ne… Bir insan mahkeme huzuruna çıkar da delilleri tamam değilse adem-i muhakeme kararı verilir, yani bugünkü takipsizlik kararı verilir. Yeni bir delil bulursan o zaman dava açarsın, yoksa açamazsın denir.
Ama şimdi vatandaşı suçlayan devlet, çünkü savcı devletin bir memuru, kararı veren devlet, çünkü hakim devletin memuru. Vatandaş arada korumasız. Her şey delil oluyor, hiçbir delil hakimi bağlamıyor, bilmem bir acaip. Mesela ceza yargısının Osmanlı’da her safhası halka açık olmak zorundadır. Gizli olsa kabul edilmez. Bütün safhaları açık olmak zorundadır. Onun için en küçücük şüpheye yer verilmez. Öyle teftişlere büyük bir ekiple gidilir. Ondan dolayı mahkemelerde en az dava ceza davasıdır.
Tekrar söyleyeyim, yirmi bir sene ben, Osmanlı mahkeme arşivinin yöneticiliğini yaptım. O konuda doktoramı da hazırladım. Çok sayıda araştırmacıya yardımcı oldum. Benim hazırladığım doktora, Dr. Rods Murphey vardır, Amerikalı, bu sahada meşhur bir araştırmacıdır. Bundan birkaç sene evvel geldi, senin doktoranı biz İngiltere’de ders kitabı olarak okutuyoruz dedi.
Mesela beni Amerika’ya çağırmışlardı, ben kesinlikle gitmedim. Gidin yurtdışına, bizi Osmanlı Hukuk Tarihçisi olarak bilirler. Mesela çok kısa bir hatıra, doktoramızı bitirdik. 1984. 1986’da bastırdık ve Kültür Bakanlığı’na satın almaları için gönderdik. Bir yazı geldi, satın almaya değer görülmemiştir. O yazıdan iki dakika sonra Harvard Üniversitesinden bir yazı, doktoranızın basıldığını öğrendik, şu adrese elli tane ödemeli olarak gönderin lütfen. Düşünebiliyor musunuz?
Şimdi, yani olayı hamdolsun içten bilen bir kişi olarak anlatıyorum, onu söylemeye çalışıyorum. Mahkemenin bir yıllık çalışması içerisinde, sekiz on tane ancak ceza davası vardır. Niye? Çünkü herkes biliyor ki, suç işlersem cezasız kalmaz. Herkes biliyor ki, hak ettiğim cezayı alırım. Bir de vatandaş son derece duyarlıdır Osmanlı’da. Öyle devletin savcısı falan yoktur. Her vatandaş savcı yetkisiyle donatılmıştır. Çünkü kamu aleyhine yapılan bir durum herkesi rahatsız eder. Öyleyse herkesin dava açma hakkı vardır. Özel hukukun ihlali suretiyle yapılan suçlarda da, kim suçtan zarar görmüşse o dava açar. Ama bugün öyle değil, vatandaşın hiçbir değeri yok. Suçtan zarar gören devlettir. Ya devletin babasını öldürmediler, benim babamı öldürdüler. Devlet de kim? Ne oluyor? İçinizde oturup da devletle bir bardak çay içeniniz var mı? Devletin oruç tuttuğunu gördünüz mü? Namaz kıldığını gördünüz mü? Allah’tan kork diyebilir misiniz? Bu ne demek böyle? Hayali varlıklara kişilik vereceksiniz, ondan sonra ne olacak? Bir sürü insanın dokunulmaz olmasını sağlayacak ve arkasından da birçok kişiye zulüm yapılmasının sebebi olacak.
Dolayısıyla işte savcılık kurumu 1879’da ilk defa ülkemize girmiştir. Ama o sıralarda artık bu ülkede İslam diye bir şey kalmamıştı. İslam tamamen bitmişti. Tamamen bitmişti, bu konuda çok detaylı konuşmalar yaparız da, ben şimdi, İsmail Hakkı Baltacıoğlu vardır, Allah rahmet eylesin. Bizim de dersimize gelmişti. Çok birikimli bir insandı. Mesela benim zihnimde onunla ilgili kalan, çok dik duramayan bir insandı, ama gerçekten çok önemli bir kişiydi. Mesela hatıratını anlattığı şey var, Din ve Hayat diye küçücük bir kitabı var. O, ondokuzuncu asrın başlarında, yani ilk yıllarında Osmanlı’da din neymiş? Bir bakın ki insanların dinle alakası kalmış mı?
Bakın şeyhülislam… yaşanmış olay…. Vaiz şeyhülislamlığa gidiyor Ramazan’da, adını falan her şeyini biliyorum da, söylemeyeyim belki akrabaları falan vardır, rahatsız olur. Şeyhülislamlığa gidiyor. Şeyhülislamlık ta bizim İstanbul Müftülüğüdür biliyorsunuz. Orada ben yirmi sene çalıştım. Ramazanda diyor ki, yanında çalışan kişiye, bize birer tane kahve yap diyor. Birer kahve yap deyince, tabi bu vaiz şaşırıyor, bu ne oluyor böyle? Ha sen oruç musun? Bu oruçmuş buna yapma, sen bana yap, diyor. Yine şu anda büyük çoğunluğunuzun tanıyacağı bir kişinin dedesi olan Musa Kazım Efendi, o şahısın bana anlattığı, onun da adını söylemek istemiyorum, belki hoşlanmayabilir, kendisinin bana anlattığı şu. Benim halalarım ki onun erkek torunu, yani oğlunun çocuğu, benim halalarım evde Fransızca konuşurlar dedi. Evde Fransızca konuşurlardı. Şimdi din nerdeydi? Şimdi nereye geldi? Şimdi nerdeydiyle ilgili İsmail Hakkı Baltacıoğlunun hatıralarından Yahya birazcık okuyacak.
Dr. Yahya Şenol: Elimdeki kitap, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun Din ve Hayat kitabı. Ve onun 15. Sayfası ve devamından birkaç pasaj okuyacağım. Bu kitabı niçin yazıyorum başlığı altında bunu anlatmış. Diyor ki, bu kitabı kaleme almama üç olay sebep oldu. Birincisi Kadıköy’de Dar-ül Muallimi, ki bu erkek öğretmen lisesi, orada öğretmenlik yapıyordum diyor. Bir gün Talim ve Terbiye dersinde dinden, din duygusundan, din eğitiminden ve Hz Peygamberin büyüklüğünden bahsettim. Dersten sonra bahçeye çıktım. Öğrencilerin arasında gezinmekteydim. Dersi dinleyenlerden, belki de sınıfın en zekilerinden bir öğrenci yavaşça yanıma yaklaştı. Hocam, dedi, ders esnasında söylediğiniz şeylere gerçekten bütün samimiyetinizle inanıyor musunuz? Söylediğim şeylere vicdanımla, samimiyetimle inanmak, bu çok garip bir soru ve beni bir hayli düşündürdü. Demek ki söylenilen şeylere samimiyetle vicdanıyla inanmamak da vardı. Fesubhanallah, dedim kendi kendime. O genci seneler sonra yeniden gördüm, o parlak zekası sönmüş, ruhu iskeletini taşıyamayan bir hasta gibi bükülmüştü. Bir gönül hastası, bir ruh hastasıydı. Sanki onun ruhunda doldurulamamış bir çukur açılmış ve ruhun diğer parçaları da onun içine çökmüştü. Bu birinci olay. İkinci olayı da şöyle anlatmış. Öğretmenlik hayatımın bir kısmı da, Çapa’daki Dar-ül Muallimat’da geçmiştir. Bu da kız öğretmen…
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Çapa hastanesinin hemen önünde, o bina hala durur. Giderken sağ tarafta görürsünüz onu.
Dr. Yahya Şenol: Orada ders verdiğim zaman zarfında hem müspet fikirlerden, hem de mukaddes duygulardan bahsediyordum. Fakat verdiğim eğitim, hedef edindiğim noktaya hiç de ulaşamamış olacak ki diyor, bir gün bir öğrencim bana yaklaştı ve şöyle dedi. Hocam, sen benim dinimi yıktın, Allah’ımı aldın, beni mabutsuz bıraktın. Bir öğretmen için ne ağır bir ithamdı bu. Fakat benim bunda ne suçum olabilirdi ki? O öğrenciyi bu derece haksız töhmete ve suçlamaya tek bir şey götürebilirdi. Kuvvetsiz bir iman, zayıf ve cansız bir itikat. Bir din, bir iman zayıf olduğu takdirde, ilim ve ispat karşısında duramaz, yıkılır. Daha sonra diyor İsmail Hakkı Baltacıoğlu bu tür tavırlar beni fazlasıyla ürküttü. İmanın ve itikadın bu iflası karşısında, dondum kaldım. Sonunda bir araştırma yapmaya karar verdim. Ve 1331 Hicri senesi -ki bu Miladi olarak 1913 yılını gösteriyor- 1913’te Dar-ül Muallimin’de, yani bu erkek öğretmen lisesinde 16-23 yaş arası, üç ve dördüncü sınıf öğrencilerinden doksan kişi üzerinde bir araştırma yaptım. Sonuçları şöyle. Din ve İman sizin hayatınızda ne kadar yer tutuyor? diye. Üç öğrenci, hiç cevap vermedi bu konuda, demiş. Bir öğrenci, dine taraftar değil, her yönüyle mütereddit. Bir öğrenci, şimdilik dine taraftar. Bir öğrenci, milliyet fikrine zarar vermemek şartıyla taraftar. Bir öğrenci, az alakadar. Bir öğrenci, din yerine vicdan kelimesi kullanılırsa dine sıcak bakacağını ifade etmiş. Bir öğrenci, halk kütlesi bir ırktan teşekkül etmiş olsaydı, milliyetin kuvvetli bir iman şeklinde tecellisinden sonra dinin yokluğunu hissetmezdim demiş. Bir öğrenci, ne aleyhinde, ne lehinde. Dini siyasi veya içtimai bir kanun gibi kabul ediyor. Sosyal bir olgu gibi düşünmüş. Bir öğrenci de demiş ki, din hayatımızın ve işlerimizin düzenleyicisi olmamalı. Karışmasın hayatımıza. Bir öğrenci, fazla bağlılığım yok diye cevap vermiş. Bir öğrenci, dine harfi harfine itaat etmeyi pek sevdiğini yazmış. Sadece bir öğrenci.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Doksan öğrenciden sadece bir tanesi.
Dr. Yahya Şenol: Yani dine harfi harfine itaat etmeyi çok sevdiğini söyleyen bir öğrenci var. Yetmiş beş öğrenci de, taraftar olduğunu söylemiş dine, fakat bunlar da diyor, genellikle dinden hurafelerin kalkmasını, dinin ilerlemeye mani olmamasını ve dinin medeniyeti kabul etmesini şart koşuyor. Bu şartla anca, yetmiş beşi bu şartla kabul edeceğini söylemişler. Bir kısmı da, dinden taassup masallarının, husumetin ve mübalağanın kalkmasını istiyor. Kendi yorumu, sonuç yerine, demiş ki, görüldüğü gibi doksan öğrenciden seksen dokuzu, ya dinle hiç ilişkileri yok bunların ya da çok zayıf, üçüncü bir ihtimal de bir takım şartlara bağlı. Yani benim şartlarıma uyarsa dine taraftarım, uymazsa değilim. Yarın bu milleti terbiye edecek olan bu öğretmenlerin fikirlerindeki dağınıklık beni endişelendirdi, işte din meseleleri hakkında beni düşünceye sevk eden sebepler bu tip olaylar oldu.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bir de bir vaizden bahsediyor.
Dr. Yahya Şenol: Bu üç şeyin içinde bu yok. Demek ki başka.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: O zaman ben anlatayım o vaizle ilgili. Diyor ki bu Şehzadebaşı’nda bir camide, caminin adı aklımda değil, bir vaiz dinledim diyor. Kürsüyü kırarcasına, sakalıyla, sarığıyla, cübbesiyle işte milleti tekfir ediyor, bu memleket bunun için böyle sıkıntılar içerisine girdi, işte şey yapıyor, veryansın ediyor. Diyor, aynı vaizi birkaç sene sonra gördüm, sakalını traş etmiş, sarığını çıkarmış, cübbesini atmış, bu defa gene aynı hararetle söylüyor, bu memleketin iflah olması için dini tamamen terk etmek ve Avrupa kanunlarını hakim kılmak gerekir diyor. Bir sözü daha var. Diyor ki, ben öğretmen okulunda öğretmenken, en büyük ayıp öğretmenler odasında dinden bahsetmekti. Bahsettiğin zaman herkes güler, hah, sen hala orda mısın? Derlerdi, diyor.
Şimdi, bakın o noktadan bugün bu noktaya geldik, Allah razı olsun bugün gelmişsiniz burada, İslam’ın önemini kavramışsınız. Şu anda, birçok kimse konuşuyor, diyor ki, hocam bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bakın ben size bir şey söyleyeyim. Bana göre, benim tespitlerime göre, Abbasi’lerden sonra ilk defa, İslam harekete geçmeye başlamıştır. Müslümanlar ilk defa, problem çözeceklerine inanmaya başlamışlardır. Artık yani kendi ayakları üzerinde durabilecek noktaya gelmiştir. Evet bugün hala Türkiye’de çok sayıda, inancına güvenmeyen hoca var. Kur’an’ı Kerim’le problem çözülemeyeceğini söyleyen ilahiyatçı profesörler var. Bunların sayısı az değil. Ama onlar önemli değil. Önemli olan, doğruları bilenler var artık. Kur’an’ı Kerim’le problemimizin çözüleceğine inananlar var. Ve bu dünyanın hemen her yerinde var. Her yerinde var. Şimdi Allah’a çok şükürler olsun, artık, o şeyler ciddi manada ortadan kalkıyor.
Şu anda, dünyada en büyük sıkıntı şu, Avrupa’da da, Amerika’da da, çok ciddi bir İslamlaşma var. Bunu nasıl engelleriz? Şimdi bunu tümüyle engelleme imkanı olmadığı için, bu defa sulandırılmış bir din anlayışını nasıl pompalarız? Onun da çok ciddi çalışmaları var, bunları da gayet iyi biliyoruz. Ama ne olursa olsun, lamba yanmıştır artık. Yani tabii ki, karanlığın devamından istifade edenler elbette ki, ortalığı yakıp yıkacaklardır.
Mesela şimdi şeyde Vatikan’da, Almanya’da, daha başka ülkelerde kiliselerin boşalmasından yerlerini Müslümanların almasından ciddi ciddi rahatsızlıkları ben bizzat dinlemişimdir yani. Şimdi, ama çok iyi durumdayız. Çok iyi gidiyoruz. Bu yanlışların ortaya çıkmış olması da güzel. Artık bizim yapmamız gereken, bütün dünyayı ki, herkes Allah’ın kulu, Allah’ın kitabıyla, Allah’ın kullarını buluşturmaktır. Allah’ın kitabıyla Allah’ın kullarını buluşturmaktır. Tabi menfaatlerinin esiri olmuş çok sayıda insan olacaktır. Zaten insanı kafir yapan da, menfaatlerinin esiri olmaktır. Dolayısıyla çoğu zaman namaz kılmak, oruç tutmak fazla bir şey ifade etmiyor. Dünyalık karşısındaki tavrınız çok önemli oluyor. Çünkü eğer dünyalık karşısında dik duramıyorsanız o zaman her şey anlamsızlaşıyor.
Son zamanlarda biliyorsunuz, yani çok ciddi sıkıntılar var. İşte Fethullah Gülen Hoca’nın ve hükümetin karşılıklı birtakım atışmaları var. Şimdi tabi bizim niyetimiz, her ne olursa olsun, şu açılmış olan yolda ilerleyip İslamı bütün dünyaya hakim kılmaktır. Mesela bir taraftan, dünyanın her tarafında olan okullar var. Bir taraftan, Müslümanların büyük bir bölümüne hakim olan hurafeler var. Yanlış din anlayışı var. Biz o yanlış din anlayışlarını sürekli burada dile getiriyoruz. İsim vererek de söylüyoruz. Bunun sebebi o insanlar kendilerine çeki düzen versinler, ölmeden önce kendilerini düzeltsinler ve Cenab-ı Hakk’ın huzuruna sağ salim gitsinler diyedir. Başka bir şey yok.
Dolayısıyla ben şimdi buradan bir, devletin yetkililerine şunu söylüyorum. Artık bu devlet yapısı, yani bugünkü yasal düzenlemeler, bugünkü yasal yapı bu insanları götürecek seviyede değil. Dün de değildi de, ama dün insanlar zaten uyuyordu. İşte gördünüz ne halde olduklarını. Batıda da öyle, her tarafta da öyle.
Mesela Rusya’da, bir kitap yazmışlardı, Rusya’nın en önemli editörlerinden Yuri Mihailov bir kitap yazmıştı. Ki altı gün bizimle beraber oldu. Kitabının adı Kur’an’ı Anlama Zamanı. İmzalayıp bana da verdi. Bu kitabı niye yazdın? Dedim. Dedi ki, -kendisi Müslüman değildi, ama şimdi Müslüman olmuşsa bilmiyorum- Dedi ki, elime bir Kur’an meali geçti, ona üç sene odaklandım, hiç başka şeyle meşgul olmadım. Sonra baktım ki, Rusya’nın problemlerinin olmazsa olmaz çözüm kaynağı Kur’an’ı Kerim. Bir başka alternatifi yok. Zaten dedi, size burada bu kadar değer verilmesinin sebebi de Kur’an’ı öne almanızdır, dedi. Mesela dedi, geçenlerde Paris’teydim, çıkıyor gençler Eyfel kulesinin tepesinden atlıyorlar, bunları Kur’an’dan başka hiçbir şey kurtaramaz.
Gerçekten Avrupa tamamen bitiyor. Yani bir toplumsal intihar var. Artık bu yapı gitmez. Ve biz, yetkililere söylüyorum, Allah’a çok şükür, ülkenin yasal yapısını fıtri kanunlara göre düzenleyebiliriz. Yani Cenab-ı Hakk’ın tabiata koyduğu kanunları, ki onlar Kur’an’ı Kerim’deki kanunlardır. Çok rahat bir şekilde düzenleyebiliriz.
Mesela, geçtiğimiz ayın sonlarıydı. İşte bir ay herhalde oldu-olmadı. İsveç’ten bir akademiyle Konya’daki Selçuk Üniversitesinin birlikte düzenlediği İnsan Hakları Çalıştayı vardı. Beni çağırmışlardı, orada ben kapanışta şu konuşmayı yaptım. Dedim siz, insan haklarından bahsediyorsunuz. Devletiniz teokratik, devletteki adamlar dokunulmaz, istedikleri kanunları çıkarıyor. Böyle bir ortamda insan haklarının ne anlamı var? Ondan sonra dedim, siz ceza hukuku diye hürriyeti bağlayıcı ceza veriyorsunuz, hapis cezası, sık sık burada konuşuyoruz. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yok, bir insana verilebilecek en büyük cezadır. Ve bu ceza değil yani, bu çok kötü bir şey. Hapis cezası da bize 19. Asırda girmiştir. O zamana kadar böyle bir şey yoktu.
Bakın gidin şu İstanbul Müftülüğüne, orada zindan vardır. Zindan deyince siz karanlık yer zannedersiniz. O zindan şuranın bir buçuk katı yüksekliğinde, pencereleri şu kapının da bir buçuk katı yüksekliğinde, önünde büyük bir bahçesi olan, sıkıştırsanız ancak on beş-yirmi kişiyi sokabileceğiniz bir yerdir. Yani, ama 19. Asırdan sonra habire cezaevi yapılıyor, hala yapılıyor, yetmiyor. Bir kere bunlar bütün dünyayı…. Ve kimin ne işine yarıyor? Kimin ne işine yarıyor, kim cezalandırılıyor? Orada yatan kişi mi? Perişan olan ailesi mi? Onlara bakmak zorunda kalan vatandaşlar mı? Sonuçta ne elde ediliyor?
Dedim bir kere siz hürriyeti bağlayıcı ceza veriyorsunuz, insan haklarından bahsetmeye hakkınız yok. Ekonomik sisteminiz faize dayalı, faiz insanları köleleştiriyor, toplumları köleleştiriyor, devletleri köleleştiriyor. Bu sistem içerisinde hürriyetten bahsetmenin ne anlamı var? Dedim. Dolayısıyla tabi artık bunları, yani bütün dünyaya doğruları anlatmamız gerekiyor. Bakın bugün telekonferansla Moskova’da bir ilmi kuruluşla yaptığımız şeyde bunları anlattık. Fıtrata gelinsin.
Ben şimdi Fethullah Hocanın kendisine ve cemaatine buradan bir çağrıda bulunmak istiyorum. 2007 yılında Amerika’ya gitmiştim. New York havaalanında benim çok eski bir arkadaşım Dr Ali Bayram Hoca, onunla beraber oraya gittik bir konferans dolayısıyla, orada havaalanında dedi ki, buraya geldik Hoca efendiyi de bir ziyaret etsek çok iyi olur, çok memnun olur. Tamam dedim, gidelim. Oradan Pensilvanya’ya gittik. Orada kendisini ziyarete gelen kişiler vardı, orada bir konuşma yaptım. O konuşmada İslam’ın evrenselliğinden, bugün dünyanın ihtiyacı olan çözümlerin sadece Kur’an’da olduğundan falan bahsettim. Hoca da dedi ki, ya bunların yazılısı var mı? Dedi. Dedim yok. O zaman Ali Bey, dedi beraberce bunu yazılı hale getirseniz keşke dedi. Biz de onu Ali Bayram Hocayla beraber yazılı hale getirdik.
Ben şimdi ilk defa burada şey yapacağım, Yahya okusun, artık bu tür şeylerle, yani öyle bir takım yanlış işler yapanlar tabii ki olacak, yanlış işler yapanlar cezasını çeksinler. Öyle tutup da kimsenin konut dokunulmazlığı… Mesela bugün, efendim niye evlerine girip araştırma yapılıyor falan, bir insanın kapısı çalınıp içeri girilir mi? Onun sırları ortaya dökülür mü? Dökülmez ama, bugünkü yasalar buna müsaade ediyor. Onun için o yasaların değişmesi lazım. Yani devlet insan için olmalı, insan devlet için olmamalı. O bizim altı buçuk asır yaşamış olan devletimiz… bir gün Dr Rods Murphey, az önce kendisinden bahsettiğim -ki bu çok önemli bir araştırmacıdır- bir gün bizim Müftülükte araştırma yaparken arşivde dedim ki niye hep Amerikalılar geliyor bizde araştırma yapmaya, bunun sebebi ne? Dedi ki bak ben sana bir gerçeği itiraf edeyim, tarihin tanıdığı en büyük devlet Osmanlı Devleti’dir dedi, böyle altı buçuk asır boyunca geniş topraklar üzerinde hakimiyetini sürdürmüş başka bir devlet yok. Biz Amerikalılar olarak bu devletin büyüklüğünü araştırıyoruz dedi. Ben tam on bir yıldır nerede Osmanlı arşivi varsa oraya gittim, Türkçeyi bir Türk gibi konuşuyor. Yani yabancı olduğunu anlayamazsınız. Nerede Osmanlı arşivi varsa gittim oralarda araştırma yaptım. Türkiye’de, kuzey Afrika’da, orta doğuda, balkanlarda, her yerde. Ben şu ana kadar dedi, şu ana kadar bir tek haksızlık örneği göremedim ki, dosyama koyayım da bir ilmi toplantıda çıkarayım ki, Osmanlılar da falan yerde haksızlık yapmışlar. Bir tane göremedim. Bakın dedi Osmanlı’yı bu kadar yaşatan, işte bu adalet şeyi. Sen Müslüman mısın? Kafirmişsin, yerliymişsin, yabancıymışsın, Osmanlı’yı hiç ilgilendirmez. Şaşmaz adaleti vardır. Bir tek dedi Halep taraflarında bir zulüm edilmiş diye duydum, koşa koşa oraya gittim, oranın arşivini araştırdım, baktım yanlışlığı bizimkiler yapmış, Osmanlı gene yapmamış. Dolayısıyla bakın, evet ideal bir İslam devleti değil, her zaman söylüyoruz. Ama devlet yapısı olarak Osmanlının devlet yapısı…. Ben mesela ulemadan son derece rahatsızım, onlara verilen o kadar hürriyetin kıymetini bilmemişlerdir. O ayrı bir şey. Ama devlet olarak bugün Osmanlı devleti her hareketinden yararlanması gereken müthiş bir devlet yapısı vardır. Bunu aylarca anlatsak anlatmaya devam edilir. Çünkü artık aşağıya ineceksiniz, tek tek, fert fert anlatacaksınız. Müthiş bir yapı vardır. İnşallah bunun kıymetini biliriz. İnşallah böylece önce ülkemizi düzlüğe çıkarırız, sonra da dünyaya örnek oluruz. Evet şimdi onu oku bakalım. Oku sonra ara veririz. Evet şimdi şuna bakın, bakın umutsuzluktan hangi noktaya gelmişiz onu görün.
Dr. Yahya Şenol: Yazının başlığı, Fıtrat zemininde diyalog. Diyalog insanlar arası ilişkinin en etkili yoludur. Fıtrat varlıkların temel yapısını ve bu yapıyı oluşturan yaratılış, değişim, gelişim ilke ve kanunlarını ifade eder. İnsanların, hayvanların, bitkilerin, yerin, göğün, hasılı her şeyin yapısı ve işleyişi buna göredir. Fıtrat kanunları ve o kanunlarla oluşan varlıklardan her biri birer ayettir. Bu sebeple varlıklar alemine büyük kainat kitabı demek uygun olur. Her insan bu kitabın ayetlerini okur ve kendi kaabiliyeti oranında ondan bilgiler alır. Araştırma ve gözlemlerini derinleştirenler daha derin bilgilere keşiflere ve icatlara ulaşırlar. Evrensel değerler, bilim ve felsefe böyle oluşur. Kitaplar bu bilgileri saklamak, eğitim ve öğretim de, yeni nesillere aktarmak içindir. Kainat kitabını okuyan her insan Allah’ı kavrar ve her şeyi O’na borçlu olduğunu anlar. İhtiyaçlar bitmeyeceği için şeytan işte bu kapıdan sokulur, Allah ile arasının iyi olduğunu göstermek için kılıktan kılığa girer ve insanı Allah ile aldatır.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Müslümanların en çok aldandığı yol burasıdır. Allah ile aldanırlar.
Dr. Yahya Şenol: Allah-u Teala şöyle buyurur, “O aldatıcı sakın sizi Allah ile aldatmasın” Lokman 33. Ayet. Şeytan ilk uygulamayı Adem ve Havva üzerinde yapmış, yasaklanan ağaçla ilgili olarak arzularını kabartan sözler söylemiş ve ondan yemelerini sağlamıştır. Bu sebeple en büyük sömürü Allah ile ilişkilerde, yani din sahasında olur. Kimileri, Allah bana her şeyi versin ama işime karışmasın, diyerek kendini tanrılaştırır, kimi de batıl inanç kümelerine takılır. Şeytan her ikisini de aldatır. Kendilerini dindar saymalarını sağlar. Allah Teala şöyle buyurur. ” İnsanlar iki kesimdir. Bir kesimini Allah yoluna kabul eder. Bir kesimi de dalaleti hak eder. Çünkü bunlar şeytanları Allah ile aralarına birer dost olarak koyar ve kendilerini doğru yolda sayarlar.” Araf 30. Ayet. Peygamberler çalışmalarını bu sahada yoğunlaştırmış, din konusunda aklın ve fıtrat bilgilerinin kullanılması için çaba göstermişlerdir. Onların üzerinde durdukları kavram zikirdir. Zikir marifeti kullanıma hazır tutmaktır. Marifetse kafa yorup bir şeyin etki ve tepkilerini ölçerek elde edilen bilgidir. O bilgiyle Allah’ın dini arasında tam bir uyuşma vardır. Allah Teala şöyle buyurur. “Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” Rum 30. Ayet. Peygamberler bu zikri harekete geçirmeye çalışmışlardır. Allah Teala şöyle buyurur. “Sen tezkirde bulun, senin görevin sadece tezkirdir.” Ğaşiye 21. Ayet. İlahi kitaplardan alınan bilgiler de fıtrattan alınanlar gibi zikirdir. Allah Teala şöyle buyurur. “De ki, bu Kur’an hem benimle beraber olanların hem de benden öncekilerin zikridir. Aslında onların çoğu bu gerçeği bilmez, o sebeple yüz çevirirler.” Enbiya 24. Ayet. Peygamberler, insanlara tezekkür etmez misiniz? Derken, fıtrattan edindiğiniz bilgilerle size yapılan tebliği karşılaştırıp gerçeği görmez misiniz? Demiş olurlar. Bu insanları akla ve bilime çağırmaktır. Diyalog çalışmalarının fıtrat zeminine oturtulması halinde Allah’ın yarattığı kitapla indirdiği kitap arasındaki bütünlük asırlar sonra yeniden görülecek insanları hurafelere değil tartışmasız doğrulara çağırdığımız anlaşılacaktır. O zaman Allah’ın kitabı temel başvuru kitabı haline gelecek ve bilimsel çalışmalar hayallerin ötesinde bir sıçrama yapacaktır.
Tekliflerimiz;
1- Dinlerin temel kitaplarındaki evrensel değerleri belirlemek.
2- Hedefe alınan kitlelerin inançlarını ve örflerini tespit için araştırma grupları kurmak.
3- Merkezi Türkiye’de, şubeleri Avrupa’da, Afrika ve Amerika’da olan araştırma merkezleri kurmak.
Allah Teala’dan hayırlı işlerimizde başarılar vermesini niyaz ediyoruz.
Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır: Bu son kısım belki bazıları için, -gerçi sizin için yeni olmaz da,- başka dinleyenler için olabilir. Biliyorsunuz, bütün nebiler, önceki kitapları tasdik ettiklerini göstermek zorundalar. İlahi kitap diye bilinenlerin tamamının Kur’an’la ilişkisini ortaya koymak lazım, bir. İkincisi de, o insanların fıtratıyla Kur’an arasındaki irtibatı ortaya koymak lazım ki, herkes kendini burada görmüş olsun. İşte böyle bir mutabakat üzre ben o cemaatın, -yanlış yapanlar tabii ki yanlış yaptıklarının şeyini görürler,- hele topluma karşı yanlış yapılırsa, affetme kimsenin yetkisinde değildir. Ama madem dünyanın her tarafına yerleşmişler, bu çok büyük bir fırsattır, bu fırsatı çok iyi değerlendirmemiz lazım. Allah’ın indirdiği kitapla, yarattığı kitabı birlikte okuyarak bütün dünyaya İslamı tebliğin yollarını araştırmamız lazım. Evet şimdi kısa bir ara verelim.